21 Aralık 2008

Düşle gerçek karışımı bir kent

Cumhuriyet 21.12.2008
SALZBURG
AHMET ARPAD

19. yüzyılın ünlü gezgini Alexander von Humboldt'a göre, Napoli ve İstanbul'un yanı sıra Salzburg dünyanın en güzel üç kentinden biridir. Ortaçağla günümüz bağdaşıyor Salzach Irmağı kıyısındaki bu kentte. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen kubbelere gün batışının kızıllığı vuruyor. Akşamın loşluğunda renk değiştiriyor üzerlerine hafif kar düşmüş küf yeşili kubbeler, kıpkırmızı kiremitli sivri damlar. Irmağın kıyısındaki dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş kanepelerde oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları önce karanlığa bürünüyor, sonra ışıl ışıl aydınlanıyor fenerlerle. Kent yavaş yavaş boşalıyor. Salzburg'a günübirlik gelmiş turistler otobüslerine binip gitmiş. Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, pastanelerden ışık sızıyor. Tarihi binaların altındaki dar pasajların birbirine bağladığı sokaklar ıssız. Kürklü, lodenli çiftler koşar adım tiyatroya, operete, konsere gidiyor. Parlak tuvaletli bayanlar, smokinli beyler operanın kapısında taksilerden iniyor. Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Otel Sacher'in terasından karşılar büyülü. Birkaç yıl önce kapanan tarihi Cafè Winkler'in üzerindeki kocaman projektörler Hohensalzburg Kalesi'ni ışığa boğuyor. Salzach Irmağı'nın karanlık suları iki kıyının ışıltıları altında pırıl pırıl. Üçüncü yüzyıldan kalma dehliz gömütlüklerin az ötesindeki St. Peter mahzeninde kırmızı şarap yudumlayanlar derin sohbetlere dalmış. Büyük kilise alanı soğuk. Buz gibi bir rüzgâr çıplak taşları yalıyor. Yüksek sütunlar önünde zenginler kadeh kaldırıp, kahkahalar atıyor. Jedermann yalancı dostlarıyla eğleniyor. Birdenbire göğün karanlığından bir ses adını haykırıyor, onu çağırıyor. Herkes kaçışıyor. İyilik melekleri Jedermann'ı kucaklayıp göklere götürüyor. Orgun kulakları çınlatan sesiyle güvercinler uçuşuyor... Salzburg, sokaklarıyla, kiliseleriyle, saraycıkları, villa ve yüzlerce yıllık sayısız yapısıyla bir sahne kent. Burada düşle gerçek birbirine karışıyor.
 
www.ahmet-arpad.de

7 Aralık 2008

‘Dostluk eli uzatırdı herkese’

Cumhuriyet 07.12.2008
SALZBURG
AHMET ARPAD

Bu ev artık Stefan Zweig’ın! Yaşamı boyunca Avrupa ruhunu, toplumların uzlaşmasını düşlemiş olan bu ünlü Avusturyalıya Salzburg’un geç de olsa verdiği bir armağan! 1934’te Nazi baskısına dayanamayıp ailesini, evini, kentini terk eden Zweig’ı Salzburg aradan tam 74 yıl geçtikten sonra algılıyor. Salzach Irmağı kıyısına yayılmış tarihi kente tepeden bakan Edmunsburg’daki üç katlı şık 17. yüzyıl barok villa buram buram Zweig kokuyor! Burası artık edebiyatla bilimin buluştuğu bir yer. Zweig’ın yaşamı sayısız arşivden bulunup çıkarılmış fotoğraflarla ve belgeyle anlatılıyor. Kütüphane odasının raflarını dünyanın dört bir köşesinden gelmiş yüzlerce Zweig çevirisi dolduruyor. Yazı masası ile uzun yolculuklarda yanından hiç ayırmadığı daktilo da bir köşede yerini almış. Enternasyonal Stefan Zweig Cemiyeti Başkanı Dr. Holl, Salzburg’daki bu güzel yapının artık Avrupa edebiyatı ve sanat tarihi üzerine düzenlenecek bilimsel toplantılara, konuşmalara, konferanslara ve okumalara açık olacağını söyledi. Zweig üzerine araştırma yapanlar da burada her şeyi bulacak. Çeşitli ülkelerden edebiyatçıların ortak projelerine destek vereceklerini, salonlarını ve arşivlerini onlara açacaklarını da sözlerine ekledi.
 
Bundan doksan yıl önce kültür aracılığıyla Avrupa’yı birleştirmeyi kafasından geçiren Stefan Zweig’ın düşünü hep canlı tutmak, Salzburglular için artık bir “Avrupa projesi”. İki savaş arasında bütün usta eserlerini yarattığı Salzburg, onun gözünde “Avrupa’nın kalbi” idi. Salzach Irmağı’nın bir kıyısında, tepede, Kapuzinerberg’de, ömrünün en önemli yıllarını geçirmiş olduğu bahçeli büyük villa, öteki kıyısında, tepede, Mönchsberg’de şimdi onun adını taşıyan, günümüz insanlarına onu anımsatan başka bir villa. Geride bıraktığı sayısız eserle bizlere hep örnek olmuş ve olmaya devam eden bir insan. Yirminci yüzyılın iki dünya savaşını yaşamış bu büyük yazarı, kendi güçlerine inanmış insanların dünyayı savaşlardan arındıracağı inancını taşıyordu. “Savaşlarla savaşmalıyız!” diyen Stefan Zweig geride bıraktığımız yüzyılın en hümanist edebiyatçısı idi.
 
Avrupa’nın çeşitli kentlerinden Stefan Zweig Center’in açılışına gelmiş insanlar, ünlü yazarı andı. Konuşmacılar yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarını anlattı: “Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığıyla birleştiren, güçlendiren insanlar...” Stefan Zweig’ın düşleriydi. Avrupalı Zweig bir Avusturyalı idi. O, Avrupalı bir modern dünya vatandaşıydı. Politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünürdü. İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca.
 
Zweig lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Yaşamöyküsü olarak kabul edilen “Dünün Dünyası” (Türkçesi: Burhan Arpad) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: “Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”

Piyanoda Chopin müziği, Barcarolle... Duvarlar bembeyaz, yüksek mi yüksek. Piyanonun tuşlarına dokunan parmaklar ince, narin. İnsan ruhunu dolduran Chopin melodileri... Konuşmacı sözlerini bitiriyor: “İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek yaşam koşuluydu Stefan Zweig için... Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde...”
 
www.ahmet-arpad.de

9 Kasım 2008

'Demokrasi çözüme yeterli değil'

Cumhuriyet 09.11.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) kısa süre önce Almanya'da zenginle fakirin arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini, ülkedeki insanların hızla -Türkiye'den bile daha çabuk- fakirleştiğini belgeleriyle sundu. OECD'nin bir başka raporuna göre de Almanya'nın eğitim sistemi sınıfta kaldı. Akademisyenlerin ve mühendislerin azaldığı ülkede tam 16 bin yeni öğretmene gereksinim var. Küresel mali kriz sonucu sarsılan ekonomisini korumak isteyen Federal Almanya bankacılık sektörünün çökmemesi için 480 milyar Avro'luk bir paketi hazırda tutuyor. Berlin hükümeti 1990'dan bu yana her yıl "devlet yardımı" adı altında ortalama 160 milyar Avro ile ülkesinin "fakir" doğusunu destekliyor. Yine de işsizlik doğuda yüzde 20'nin altına düşmüyor. İnsanlarının yüzde 68'i geleceğe kötümser bakıyor, yüzde 50'si de şu sıra demokrasinin toplum sorunlarını çözmeye yeterli olmadığı inancında! Almanya'nın batısında artık demokrasiye inanmayanların oranı yüzde 30. Doğu Almanya kentleri yabancı düşmanlığının kaleleri de oldu. Batı'dan gelen tüm desteğe, sayısız yeniliğe ve refaha karşın yabancı düşmanı tohumlar doğuda yeşermeye devam ediyor, köklerini kurutmak çok zor. Neo Naziler artık Hitler reklamı yapmıyor. Onlar şimdi: "Eski Doğu Almanya daha iyi bir Almanya idi" sözleriyle oy topluyor. Çoğu insan hâlâ Ulbricht-Honecker yıllarının özlemini çekiyor. O günler artık nostalji, daha doğrusu ostalji, bir Doğu Almanya özlemi! Çoğu insan kendini yalnız, tek başına bırakılmış hissediyor. Vatansız, topraklarından sürülmüş, ülkesi elinden alınmış... "Batı Almanya Doğu Almanya'ya el koydu", diyenler giderek artıyor. Günümüzde Honecker yönetimini eleştiren neredeyse "vatan haini" damgasını yiyor! Eskinin özlemini çekenler Doğu Almanya'nın kötü yanları karşısında gözlerini, kulaklarını kapatıyor, komünist rejimde yaşananları umursamıyor. İki ülke arasına çekilmiş "utanç" duvarını, batmış ekonomiyi, 250 bin politik tutukluyu, düşünme özgürlüğü elinden alınmış o toplumu... "1989'da ideallerimiz elimizden alındı", diyenler giderek artıyor. Ülkenin doğusunda oy avcılığına çıkmış batı partileri Hıristiyan Demokratlar ile Hür Demokratlar kadrolarını eski rejim yandaşları ile doldurmuş. Sosyalist Birlik Partisi'nin 1990'a kadar uzaktan kumanda ettiği ve çoğunlukla bilim adamlarının, öğretmenlerin, akademisyenlerin üye olduğu küçük partilerde görev yapmışlar, şimdi tüm Doğu Almanya'da yine önemli görevlerde. Politikayı onlar etkiliyor, toplum yaşamını dolayısıyla da olsa onlar yönlendiriyor. Milli Halk Ordusu'nun kalıntısı subaylar, generaller, görevi yurtiçinde, dışında istihbarat toplamak olan devlet bakanlığının (Stasi) adamları bugün otobüsçülük, emlakçilik ve doktorluk yapıyor, otel işletiyor, avukat bürosu açmış, Gazprom'da görevli, koruma polisliği yapanlar da var. Stasi-Connection eski Doğu Almanya'da hâlâ yaşıyor. ...
 
Günümüz Almanya'sında kimi yaşamsal sorunların kaynağını geçmişte aramak hiç de yanlış olmaz. İkinci Dünya Savaşı'nı kazanmış olan "Dörtler", 15 Mayıs 1955'te Viyana'da imzalanan Devlet Antlaşması ile Avusturya'yı egemen, bağımsız ve demokratik bir devlet olarak tanımış, işgal ettikleri ülke topraklarından çekilmişlerdi. Benzeri bir anlaşmayı, savaşın üzerinden 60 küsur yıl geçmesine karşın, Almanya ile hiç imzalamadılar. İmzalamadıkları gibi, savaş sonrasında anayasasını da "dikte" ettiler. Bu nedenle topraklarında 70 bin Amerikan ve 25 bin İngiliz askerinin konuşlandığı, yüze yakın nükleer başlıklı füzenin depolandığı Almanya hâlâ yasal olarak egemen bir ülke değil, o bir Amerikan "kolonisi"!
 
www.ahmet-arpad.de

19 Ekim 2008

İnek pazarı ve Viyana opereti...

Cumhuriyet 19.10.2008
AHMET ARPAD
ZÜRİH

İnekler sürü sürü. Yüzlerce. Tümü de aynı renk. Kahverenginin değişik tonlarında. Yaş gruplarına ayrılmışlar, yan yana, sıra sıra öyle duruyorlar. Çoğu sakin, arada sırada biri canı sıkkın esniyor, bir başkası sesini yükseltiyor. Heyecanlı insanlar inekler arasında acele acele koşuşturuyor. Yanında durdukları ineğin sağına soluna bakıyorlar, şöyle bir okşuyorlar başını, boynunu, göbeğini. Dokunuyorlar memelerine. Süt dolu memeler çok önemli. Zürih Gölü'nün yamaçlarında inek pazarı var. O gün 2008 güzeli (!) seçilecek. Görücüye çıkmış inekler 1 ile 6 yaş arasında. Yarışmaya 300 kadar sağmal inek gelmiş. Bir dizi sığır da var. Onlar damızlık, sadece öyle gelmişler, gösteriş için. Az ötede, yamacın üstünde kocaman beyaz çadırda köylüler kafayı bulmuş. Dışarıda inekler güzellik yarışması heyecanı yaşarken, sahipleri müzik eşliğinde bira kadehlerini ardı ardına tokuşturup, boşaltıyorlar...
 
... 1815 yılında Avusturya başkenti. Dokuz ay süren Viyana Kongresi'ne gelen binlerce delege politika yapmaktan çok eğleniyor, keyif sürüyor, kısacası günü gün ediyor. Aşk meşk, alavere dalavere, dostluk, kıskançlık. Tümü var Johann Strauss'un "Viyana Kanı" operetinde. Büyük ustanın 1899'da ölümünden birkaç ay sonra ilk kez sahnelenen bu oyunda Strauss'un ünlü melodi ve şarkıları toplanmış.
 
Karısı, sevgilisi ve metresi arasında gidip gelen, maceradan maceraya koşuşturan Kont Zedlau, kongreye katılan küçük bir ülkenin diplomatı. Ancak kendini Kazanova sanan yakışıklı kont, önce karısının, ardından da başbakanının Viyana'ya gelmesiyle ne yapacağını şaşırır. İki ayağı bir pabuca girer, eli ayağı birbirine dolaşır. Bir kadından ötekine koşarken işler iyice karışır. Paçasını kurtarmak için metresini başbakana eşi diye tanıtır. "Viyana Kanı" ünlü şarkıları, hareketli dansları ve Viyana ezgileri ile seyirciyi peşinden sürükleyen tam bir Strauss opereti. Özlem, yaşam sevinci ve Viyana coşkusu oyuna baştan sona damgasını vuruyor.
 
Şarap, kadın ve şarkı! Strauss'un çeşitli operetlerinde kullandığı bütün dans türleri bu operette var. Özellikle üçüncü perde vals, polka, mazurka, kadril danslarıyla izleyiciyi keyiflendirip, iyice coşturuyor. Rengârenk kostümler, dans eden neşeli insanlar, kahkahalar.....
Zürih Gölü'nün öteki yakasında, Rapperswil yakınlarında, aynı günün akşamı. Sabah inek pazarı, öğleden sonra gemiyle göl gezintisi, akşama Viyana opereti. Keyfimiz yerinde!
 
www.ahmet-arpad.de

5 Ekim 2008

Katedralde düğün ve Mavi Atlı’lar

Cumhuriyet 05.10.2008
AHMET ARPAD
MÜNİH

Carl Orff müziği pencerelerden dışarı taşıyor. Evin önünden geçerken merakla durup insanın ruhunu dolduran melodiye kulak kabartıyoruz. Sonra yine ağır ağır tepeye doğru yolumuza devam ediyoruz. Uzun yokuşun sonunda Meryemana Katedrali tüm görkemiyle karşımızda göğe yükseliyor. Kocaman kapıyı açıp içeri adım atıyoruz. Burada da müzik. Orgdan Mozart melodileri duyuluyor, kubbelerde Mozart’tan bir arya yankılanıyor. Katedralde düğün var. Az sonra org susuyor, soprano aryasını bitiriyor. Beyazlar içindeki yaşlı papaz duasına başlıyor. Düğün erkânı ayağa kalkıp hep bir ağızdan ona eşlik ediyor. Melekler, tanrılar, çıplak kadınlar uçuşuyor, şaha kalkmış atlar yükseliyor gökyüzünün sonsuzluğuna. Yüksek pencerelerden giren güneş ışınları barok ve rokoko dev yapıyı aydınlatıyor, kubbelerdeki, duvarlardaki melekleri, çıplak kadınları, aşağıdaki insanlara tepeden bakan İsa’yı...
 
Az sonra yine Carl Orff Müzesi’nin önünden geçerek göle doğru iniyoruz. Carmina Burana’nın yaratıcısı, büyük besteci daha 17 yaşına geldiğinde bir opera ve pek çok şarkı bestelemişti. Çocukluğunda sık sık geldiği şirin Ammer gölü kıyısındaki Diessen’e 1955 yılında yerleşir. Evinin pencerelerinden gölün karşı kıyısında, Andechs yamaçlarındaki dev manastır görünür. Ammer gölü bugün rüzgârlı, dalgalı da. Yelkenliler, motorlar, gezi gemileri yine de gidip geliyor, martılar uçuşuyor, kazlar, ördekler ise kıyıya çıkmış, ağaç altlarına sığınmış. Yolumuz güneye, Alp eteklerine doğru uzanıyor. Berrak havada dorukları hafif beyaz dağlar ne kadar da yakın. Tarihi evleri ve sokakları ile ünlü Weilheim’da bir yemek molası verip, Staffel gölü kıyısındaki Murnau’ya ulaşıyoruz. Şirin kentte önemli bir sergi var. Dışavurumcu sanatçılar Wassily Kandinsky ve Gabriele Münter 1908’de Murnau’da bir ev satın alıp, doğasına hayran oldukları yöreye yerleşirler. Kısa süre sonra Marianne von Werefkin, Aleksey Javlenski, Franz Marc, August Macke de onlara katılır ve 1911’de “Mavi Atlı” grubunun temeli atılır. Şimdi 2008’de, Kandinsky ile Münter’in, Staffel gölü kıyısına yerleşmelerinin 100. yılında tarihi sarayda Alman dışavurumculuğunun ünlü ressamlarının eserleri sergileniyor. Aynı yapının üst katında, yine yıllarını burada geçirmiş, Macar-Avusturyalı yazar Ödön von Horváth sürekli bir sergiyle anılıyor. 1924’ten, Hitler Almanyası’ndan kaçtığı 1935 yılına kadar yaşadığı Murnau’da değerli eserler verir. Ünlü romanı “Allahsız Gençlik” (Türkçesi: Burhan Arpad) 1938’de Nazilerce yasaklanır.
 
Akşama doğru ovaya sis iniyor. Gölün suları durgun, kıyılarında yüksek otlar, sazlıklar. Geniş çayırlar yamaçlarda yükseliyor, Alplerin eteğinde küçük köyler, çiftlikler, korular, az ötede başka göller. Bizim yolumuz Starnberg’e, göl kıyısındaki şirin Seeshaupt’a. Batmaya hazırlanan güneş odanın kocaman pencerelerinden içeri giriyor. Balkondaki rahat koltuklara kurulup, aşağıdaki iskeleye yanaşan son gemiyi seyrediyoruz. Anılarda o gün yaşadıklarımız...
 
www.ahmet-arpad.de

31 Ağustos 2008

Hesse'nin doğduğu topraklarda

Cumhuriyet 31.08.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Tarihi mezarlığın kapısından içeri girince sağda, upuzun, yüksek duvardaki bronz tabelalar hemen dikkati çekiyor. Bir sürü isim, ölüm tarihleri en az yüz yıllık. Aradıklarım biraz ilerde. Friedrich ve Emma Gundert. Hermann ve Julie Gundert. Ve Marie Hesse. Hermann’ın annesi... Bir süre öyle duruyorum. Calw’ın tarihi mezarlığı eski ağaçlarla dolu. Karşılar da yemyeşil. İki yamacın arasına, Nagold ırmağının kıyısına kurulu küçük kasaba Stuttgart’a yarım saat ötede, Karaormanlar’a açılan kapı... Teinach ve Liebenzell kaplıcaları yol üstünde. Sonra ağır ağır mezarlık çıkışına doğru ilerliyorum. Karşı kaldırıma geçip, ırmak kıyısında yürüyorum. Nagold bugün çok hızlı akıyor. Son günlerin yağmuru suları yükseltmiş. Durup, köpük köpük akan ırmağı seyrediyorum. Anılarımda Hermann Hesse var o gün. Annesi Marie çok yanlı, hareketli ve üstün yetenekli bir kadındı. Ana babasının misyonerlik yaptığı güney Hindistan’da 1842 yılında doğmuştu. 1874’te evlendiği Johannes Hesse ikinci kocasıydı. Ona iki kız, bir de erkek çocuk doğurmuştu. 1877 yılında Calw’da dünyaya gelen oğulları Hermann sorunlu çıkmıştı. İlkokuldan sonra Latince öğrenen Hermann, 15 yaşında Maulbronn manastırına yollanır. Fakat aradan birkaç ay geçmeden oradan kaçar, Stetten sinir kliniğinde üç ay yatar, Stuttgart’ta liseye kaydı yaptırılır, krizler yeniden başlar, okul yerine şaraphaneleri yeğler, ne olduğu bilinmeyen insanlarla dostluklar kurar, sağa sola borç takar ve okuldan kaydı silinir... 1906’da yazdığı “Gençlik Bunalımları” (“Unterm Rad”, Türkçesi: Ahmet Arpad) adlı romanında çok zor geçen o gençlik yıllarını anlatır. Az sonra karşımda duruyor! Nagold ırmağının üzerindeki köprüde. Bronzdan Hesse, ince, uzun boylu, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara, ırmağın sularına... Haylazlık ve avarelikle geçen gençlik yıllarında bu köprüde saatlerce durur, suların akışını seyrederdi. Ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. Genç Hesse burada zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp bir meslek öğrenirdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse’nin oğulları Hermann tembelin tekiydi, ondan adam olmaz, derdi Calw insanları. Çok sonraları o günlerden söz açıldığında, çocukluğumda pek sevilmezdim, diye konuşurdu. O yılların deneyimlerini hiç unutmamıştı. Dünyaca ünlendiğinde çoktan İsviçre’ye yerleşmişti Hermann Hesse. Tessin yöresinde, Montagnola’daki villası bir yamaca kuruluydu. Pencerelerinden, terasından öteler, çok uzaklar, ona ilham veren, ona romanlar, öyküler yazdıran, ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu tablolar yaptıran yamaçlar, tepeler görünürdü. “Casa Hesse”nin aşağı bahçe kapısında, ziyaretçi kabul edilmez, tabelası vardı. Yıllar öncesinin haylaz ve tembel delikanlısı, artık milyonların okuduğu dünyaca ünlü bir yazardı. Yağmur durup güneş çıkınca café’ler kaldırıma iskemle atmış. Bir mola verip susuzluk gideriyorum. Elden geçmiş, restore olmuş, bakımlı tarihi yapılar alanı çevreliyor. Az ötede doğduğu ev, birkaç adım ilerde müzesi. Ziyaretçileri, dünyanın dört bir köşesinden gelen Hesse tutkunları! El yazısı müsvetteler, özel eşyaları, ilk kitapları vitrinlerde, boy boy fotoğraflar duvarlarda. 1933’ten başlayarak Almanya’dan kaçıp İsviçre’ye sığınan birçok dostuna yardımı esirgememişti. Aralarında Thomas Mann da vardı. Çoğu kez elinde ne varsa onlara harcamış, başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Savaş yıllarında Almanya’da eserleri yasaklanıp paralar suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice tabloya vermiş, kazandıklarını da dostlarına harcamıştı. Bundan tam altı yıl önce, Hermann Hesse’nin doğumunun 125. ve ölümünün 40. yılında tanımıştım yaşlı kadını. Doksanına merdiven dayamıştı. Ağır ağır yükselen bir yokuşun sonunda, kocaman bahçe içindeki, babadan kalma iki katlı, sekiz odalı villada tek başına yaşıyordu. Duvarları Hermann Hesse tabloları ile süslü, kocaman pencerelerinden Calw’ın yemyeşil yamaçlarının göründüğü salonda bir köşede duran eski piyanonun başına geçip, Bach’tan bir sonat çalmıştı. Geçenlerde telefon edip, yine bir uğradım. Aynı villada kızıyla kalıyordu şimdi. Doksan üçüne basmıştı ve hâlâ çok dinçti. Bütün ömrü Calw’de geçmişti. Hermann Hesse’nin annesi Marie Hesse, yaşlı kadının dedesinin kız kardeşiydi.
 
www.ahmet-arpad.de

27 Temmuz 2008

'Eski toplar' yine görevde

Cumhuriyet 27.07.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Batı Alman kapitalizmi 1990 yılında ayak bastığı “Köylüler ve İşçiler Ülkesi”nde aradan geçen 18 yılda büyük adımlarla ilerlemiş. İki Almanya’nın birleşmesinin ardından üçüncü kez geldiğim Dresden’in her köşesinde, bir zamanlar “öcü” dedikleri kapitalizmin taze izlerini görmemek mümkün değil. 1990’dan bu yana hükümetlerin kendi insanının boğazından keserek, eski Doğu Almanya’nın kalkınmasına yaptığı yatırımlar, resmi verilere göre tam 1200 milyar Avro’yu bulmuş! Elbe Nehri kıyısının düzlüklerine ve yamaçlarına yayılı Dresden bir villalar kenti. Kocaman bahçeler, yeşil korular ortasında yüzlerce yıllık saraylar, saraycıklar, şatolar, konaklar. Hepsi de birbirinden güzel ve zevkli bu yapılar, Dresden’in zamanında ne denli zengin insanlar kenti olduğunun belirtisi. Savaş sonrası Ulbricht ve Honecker’in yardakçılarının keyif sürdüğü bahçeler içindeki villalar 1990’dan bu yana eski sahiplerine ya da mirasçılarına geri verildi. Batıdan gelenlerin de satın aldığı, çoğu Jugendstil (Arnuvo) yapılar zevkle restore edilmiş.
 
Her zaman Doğu Almanya’nın en güzel kenti kabul edilen Dresden, yeniden inşası tam on yıl süren görkemli Kadınlar Kilisesi’nin de kapılarını ziyaretçilere açmasıyla yine eski çehresine kavuşmuş. 13 Şubat 1945 günü kenti yerle bir eden İngiliz hava bombardımanında yıkılan ve 50 yıl boyunca kalıntılarına hiç kimsenin el sürmediği Kadınlar Kilisesi’nin taşları bilgisayar aracılığıyla yeniden birleştirilmiş. Bu çok hırslı çalışma Almanya’ya tam 150 milyon Avro’ya mal olmuş. Dresden’in simge yapılarından biri de “Yenice Tütün Fabrikası”. 19. yüzyılda Osmanlı’dan ve Mısır’dan tütün satın alıp işleyen bir aile şirketi, fabrika binasını tek minareli, kubbeli, dış duvarları fayans kaplı bir cami şeklinde inşa etmiş. 1990’lı yıllarda çok başarılı bir restorasyon geçiren güzel yapı, bürolar, apartman daireleri, sanat galerisi, konferans ve toplantı salonları ile bodrumunda bir diskoteği barındırıyor. Dresdenli Müslümanların bu diskoteği yasaklatma çabaları boşa çıktı...
 
16. yüzyıldan günümüze, soğuk savaş yılları dışında, Dresden hep zengin bir kent. Yöredeki gümüş madenleri ve nehir ticareti, geçmiş yüzyıllarda bolluğun kaynağı olmuş.
 
İtalya âşığı Kral II. August’un Dresden’i 17. yüzyılda Venedik’e benzetmek istemesi, kente bugünkü tarihi yapıları kazandırmış, Dresden’i Avrupa’nın en güzel ve çekici kentlerinden biri yapmış. Kendinden sonra tahta çıkan oğlu da günümüzde kenti süsleyen barok binaları İtalyan mimarlara inşa ettirmiş, içlerini yine o ülkeden getirttiği sanatçılara döşetmiş. Floransa’yı andırması nedeniyle Dresden’e “Elbe kıyısındaki Floransa” da deniyor. Şimdi kent halkının referandumla nehir üzerine modern bir köprü yapılmasına karar vermesi üzerine UNESCO “Dünya Kültür Mirası” unvanını 2009’da geri almaya hazırlanıyor.
 
Almanya-Türkiye futbol maçının ardından “hiç akıllanmayanlar”, kent merkezinde Türk dükkânlarını yakıp yıkmıştı. Saksonya eyaletinin başkenti Dresden, yabancı düşmanlığının kalelerinden biri. Batıdan gelen tüm desteğe, sayısız yeniliğe ve refaha karşın yabancı düşmanı tohumlar doğuda yeşermeye devam ediyor, köklerini kurutmak çok zor. Burada çoğu insan hâlâ Ulbricht-Honecker yıllarının özlemini çekiyor. Kısa süre önce açıklanan bir araştırmayla bir kamuoyu yoklaması ilginç ve de şaşırtıcı oldu. Avrupa Komisyonu’nun 27 ülkede yaptığı araştırmaya göre Avrupa’da geleceğe kötümser bakan toplumların başını yüzde altmış sekiz ile Almanlar çekiyor! Sosyal Demokratlar’ın (SPD) politik vakfı Friedrich Ebert’in kamuoyu yoklaması daha da şaşırtıcı. Tüm Almanların yüzde 30’u demokrasinin sorunları çözeceğine artık inanmıyor. Doğu Almanya’da bu oran daha da yüksek. Orada insanların yüzde 50’si şu sıra demokrasinin toplum sorunlarını çözmeye yeterli olmadığı inancında. Belki de bu nedenle “eski toplar” yine çok önemli görevlere getiriliyor! Özellikle batı partileri Hıristiyan Demokratlar (CDU) ile Hür Demokratlar (FDP) kadrolarını bu “eski” rejim yandaşları ile doldurmuş. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni yönetenlerin partisi Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) 1990’a kadar uzaktan kumanda ettiği ve çoğunlukla bilim adamlarının, ğretmenlerin, akademisyenlerin üye olduğu küçük partilerde görev yapmışlar, şimdi tüm Doğu Almanya’da yine önemli görevlerde. Politikayı onlar etkiliyor, toplum yaşamını dolayısıyla da olsa onlar yönlendiriyor. Bir zamanların inançlı genç komünisti, Doğu Almanya eğitimli papaz kızı Merkel bugün kapitalist Almanya’nın başbakanı olursa, yandaşları ülkenin doğusunda niçin doruğa oturmasın!
 
Bütün bu konuları, bundan 15 yıl önce Stuttgart’tan Dresden’e “göç etmiş” ve Eyalet İçişleri Bakanlığı’nda görevli bir Alman dostun eski çiftlik evinden villaya dönüştürmüş olduğu, kocaman bahçesinden dere geçen “malikânesi”nin geniş terasında tartışıyoruz. O, batıdan gelen bana pek hak vermiyor. Masada rakı, tarama, kavun, beyaz peynir... Evin kedisi yavrularıyla ayaklarımızın dibinde oynaşıyor.

6 Temmuz 2008

AB bulunmaz Hint kumaşı mı?

Cumhuriyet 06.07.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Avrupa Birliği’nin (AB) sadece Ankara için değil, Brüksel için de bir serüven olduğu 2005’te Fransa ile Hollanda halklarının Avrupa Anayasası’na karşı çıkmasının ardından şimdi de İrlanda halkının Lizbon Anlaşması’nı reddetmesi ile bir kez daha gözler önüne serildi. “Yeşil adalılar”ın sadece yüzde 45’inin sandığa gitmesi de AB’ye olan ilgisizliğin başka bir kanıtı. Bu sonuç başta Almanya ve Fransa olmak üzere kimi “eski” üyeyi tabii ki öfkelendirdi. Kuruluşun tepeden inme aldığı kararlarla birlik olmaktan ve halklarından giderek uzaklaştığını nedense görmezden geliyorlar. AB’nin son 30-40 yılda halklarının birliğine yönelik hiçbir şey yapmamış olduğunu görmemek için üst düzey politikacı ya da yazar-çizer olmaya gerek yok. Bu dev organizasyon kurulduğundan bu yana bir arpa boyu yol alamadığı gibi, 2000’li yıllara girildiğinde de çok gerekli olan reformları bir türlü gerçekleştiremedi. Bunun baş nedenlerinden biri, AB’nin uzun yıllar lokomotifliğini yapmış Almanya’nın, özellikle iç sorunları nedeniyle güç yitirmiş olması. Batısının doğusu ile birleşmesi ülkeye hiç yaramadı. Rusya ile Amerika’nın aralarında anlaşarak “onay verdikleri” bu birleşme Almanya’nın yanı sıra AB’nin de zayıflamasına neden oldu.
 
Avrupalı politikacılar bundan yarım yüzyıl önce yola çıktıklarında önce Amerika ve Rusya’ya, sonraki yıllarda da Çin ve Japonya’ya karşı ekonomik ve askeri bir güç oluşturmak, barış içinde yaşamak istiyorlardı. Şimdi ise Amerika kimseyi dinlemeden yoluna devam ediyor. Önce Doğu Almanya’yı Batı Almanya’ya geri veren, ardından da diğer Demirperde ülkelerini AB’ye “kakalayan” Rusya da kendi bildiğini okuyor. 2.4 milyarlık Hindistan’la Çin’in attığı adımlar giderek büyüyor, hızlanıyor. Dünya sahnesine yeni yeni küresel oyuncular çıkıyor. Uluslararası sorunların çözülmesinde Avrupalılar sus pus. Amerikan emperyalizmi Irak’ta “at koştururken” kimi Avrupa ülkesinin komşumuzda kan akmasına destek vermesi de AB’nin ne kadar zayıf olduğunun en büyük kanıtı.
 
Bir türlü halklarının yararına bir birlik olamayan Avrupa bu gidişle büyük ekonomik ve sosyal dönüşümleri başaramayacak gibi. “Küresel güç” düşünden de yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacak. Birlik üyeleri 21. yüzyıl dünya gerçeklerine karşın birbirleriyle anlaşmaktan hâlâ çok uzaklar. AB ülkelerinde birçok karar halka sorulmadan alınıyor. Üyeler arasındaki kültürel farklılıklar da, hiçbir zaman çözümlenmeyecek, sürekli zorluklar yaratacak kalıcı bir sorun. Unutmayalım, kültür birliği olmayan ülkelerin uzun süre yaşamadığı, dağıldığı bilinen bir gerçek. Şu günlerde AB çok önemli ve de tehlikeli bir gelişimin eşiğinde. Almanya ile Fransa arasında kimi sorunlar yaşanıyor. “Sevgili Nicolas” ile “Chère Angela”nın arasına kara kedi girmiş gibi. Sarkozy kendi başına bir şeyler yapmaya başladı. Kafasından bir “Akdeniz Birliği” geçiriyor. Bu da tabii Berlin’in hiç hoşuna gitmiyor. Almanya, AB aracılığı ile Doğu Avrupa’ya açılırken Fransa da Akdeniz ülkeleri ile ortak bir girişime imza atıp Avrupa’nın güneyine ağırlığını koymayı düşlüyor. Korkusu, Almanya’nın birliğe üye olmalarına büyük destek verdiği eski Demirperde ülkelerinde söz sahibi olup güçlenmesi. AB içinde bir karşı denge oluşturmak isteyen Fransa, Avrupa Merkez Bankası’nın denetlenmesini de üstlenmek istiyor. Paris’e sert çıkış yapan Angela Merkel, AB’nin bölünebileceğine dikkati çekti. Sarkozy’nin “Güney Avrupa” düşü gerçekleştiğinde Almanya’nın da bir “Doğu Avrupa Birliği” kurabileceğini açıkladı. Şu sıralar anlaşmışlar gibi bir hava esiyor. Bakalım gelişmeler neler gösterecek? Almanya Fransa’nın “Akdeniz projesi”ne göz yumabilir, Fransa da Almanya’nın Doğu Avrupa’da etkili olmasına. Bakarsınız AB’yi çıkarları doğrultusunda bölüşürler!
 
1973’ten bu yana AB’den tam 41 milyar Avro destek alan İrlanda’dan onay gelmemesi üzerine, “Çekirdek Avrupa’ya dönelim” diyenlerin sesi yine yükselmeye başladı. Görüldüğü gibi AB, temeli atılmış, duvarları çıkılmış, fakat bir türlü bitirilmemiş çok katlı bir yapı. İnsana İstanbul’un varoşlarındaki yarım kalmış, yıllardır içi boş bırakılmış binaları anımsatıyor. Böyle yapılarda oturulmaz!
 
Bizim AB hayranları ise birilerine sürekli yaranarak kişisel, politik, dinsel ve ideolojik çıkarları uğruna dört takla atmaya devam ediyor. Ne de olsa şu sıralar laikleri ve Türk yargısını hiç çekinmeden eleştiren AB, onlar için son şans. Denize düşmüşler, yılana sarılıyorlar. Kendilerine destek veren AB’yi öve öve bitiremiyorlar. Sanki AB bulunmaz Hint kumaşı!
 
www.ahmet-arpad.de

5 Temmuz 2008

Naziler hâlâ orduyla içli dışlı

Cumhuriyet 05.07.2008

Alman medya haberlerine göre aşırı sağcılar askeri derneklerde aktif olarak çalışıyor
Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini oluşturmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad Adenauer ise Alman ordusunun kısa sürede 500 bin askere başka türlü ulaşamayacağını düşünerek bazı Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi.
 
AHMET ARPAD
 
1950’li yıllarda Almanya’nın eski faşist lideri Adolf Hitler’in generallerine kurdurulan Federal Almanya Cumhuriyeti ordusunda Yahudi karşıtı, yabancı düşmanı, Neo-nazi eğilimli askerlerin olduğu bilinirken, şimdi de aşırı sağcıların ordu mensuplarına yıllardır seminerler vermekte olduğu ortaya çıktı.
 
Alman Silahlı Kuvvetler Mensupları Birliği bu ülkede askerliği kendine meslek seçenlerin üye olduğu bir kurum. Gerek ordu içinde, gerekse politik partiler arasında çok önemli bir konumu olan bu muvazzaf subaylar kuruluşu sadece Alman askerlerinin çıkarlarını kollamıyor, AB ordularındaki askerlerin üst kuruluşu Euromil kapsamında 24 ülkedeki benzeri kurumlarla da kapsamlı bir ortak çalışma içinde.
 
Başka önemli bir kurum da Almanya İhtiyat Birlikleri üst kuruluşu. Tam 130 bin üyesi var; geliri, aidat dışında hükümetin her yıl verdiği 14 milyon Avro’dan oluşuyor. O da yurt dışındaki benzeri kuruluşlarla ortak çalışmalara önem veriyor.
 
HANNES KNOCH’UN MARİFETLERİ
 
Kısa süre önce Alman televizyonu ikinci kanalı ZDF’nin Frontal 21 adlı programı çok çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Sözü geçen askeri kuruluşlara Neo-nazilerin sızmış olduğunu ve yıllardır önemli çalışmalarda bulunduklarını kanıtlayan bu yayının ardından muhalefet, hükümeti topa tuttu. Frontal 21’in ortaya serdiği gerçekler çok düşündürücü.
 
Hannes Knoch, 2000 yılında yasaklanan bir Neo-nazi kuruluşu olan, Avrupa’dan başka Amerika ve İngiltere’de de çok etkin olduğu bilinen, Almanya’da şu sıralar “Division 28” adı altında yeniden yaşama geçirilen “Blood & Honour”ın (Kan ve Namus) önemli bir üyesi.
 
Knoch aynı zamanda Münster kentinde, ceketten çizmeye kadar askeri giyim eşyası satan bir dükkânın da sahibi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, aşırı sağcıların katıldığı askeri talimler de düzenliyor. On parmağında on marifet (!) Hannes Knoch yıllardır Alman İhtiyat Birlikleri üst kuruluşunun da üyesi. Çeşitli uğraşılarından zaman bulduğunda bu kuruluşun üyelerine uygulamalı kurs ve seminerler veriyor. Knoch’un repertuvarında ateşli silahlarla keskin nişan, komando eğitiminin incelikleri, bıçakla teke tek savaş, binalara ve hareket halindeki araçlara saldırı var.
Frontal 21 programında bu gerçeklerin ortaya çıkması üzerine üst kuruluşun başkanı Ernst Beck hemen bir açıklama yaptı: “Bütün bunları daha yeni öğreniyoruz, gereken yapılacaktır.” Askeri uzmanlara göre böylesine “becerikli” bir aşırı sağcının dernek üyelerini “eğitmesi” çok tehlikeli bir girişim. Bu seminer ve kurslarda Hannes Knoch’un ihtiyat birlikleri üyelerine neler anlattığı, radikal sağın propagandasını yapıp yapmadığı bilinmiyor
 
NPD LİDERİ DE ASKERİ DERNEKTE
 
Aynı televizyon programında Alman Silahlı Kuvvetler Mensupları Birliği’ne de aşırı sağcıların sızmış olduğu kanıtlarıyla yayınlandı.
 
Örneğin yıllardır bir türlü yasaklanamayan aşırı sağcı Nasyonal Demokrat Parti’nin (NPD) Yahudi ve yabancılar karşıtı sözleriyle “ünlenmiş” Başkanı Udo Voigt’un uzun yıllardır bu birliğe üye olduğu ve bunun hiç kimseyi rahatsız etmediği de ortaya çıktı.
 
Muhalefetteki Yeşiller Partisi’nin, “Bu bir skandal! Anayasayı Koruma Teşkilatı uyuyor mu?” tepkisi pek bir işe yarayacağa benzemiyor. Çünkü bu iki derneğin aşırı sağcı üyelerini kapının önüne koymasının büyük tepki alabileceğinden korkuluyor. Böylece Neo-naziler, karşı çıktıkları hukuk devletinin koruyucu kanatları altında savaşımlarına devam edecekler gibi...
 
Alman ordusuna aşırı sağcıların sızdığı, Nasyonalizm ve yabancı düşmanlığı tohumlarının çoktan yeşermiş olduğu daha 2004 yılında yayınlanan kapsamlı bir raporla kanıtlanmıştı. Alman ordusu mensuplarının her yıl 200 kadar “aşırı sağcı ve yabancı düşmanı” olaya neden olduğunu açıklayan rapora göre, kışla duvarlarına kışkırtıcı parolalar yazmaktan Hitler’i öven sözlere kadar çok çeşitli suç, Neo-nazi kafa yapılı askerlerin başının altından çıkıyor.
 
1950’LERDEN BERİ
 
Ancak günümüzde Alman ordusunda olup biten bu tür “tuhaflıkların” nedenini 1950’li yıllarda aramak doğru olur. 2. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nde 1951 yılında oluşturulan “sınır koruma birliklerine”, Batılı müttefiklerin de onayı ve göz yummasıyla Hitler ordusunda görev yapmış subaylar alınmıştı. Üst düzey görevlere getirilen bu Nazi subaylar tüm birliklerin yüzde 62’sini oluşturmuştu. 1956 yılında yeni ordu kurulurken Hitler’in emrinde çarpışmış 600 kadar üst rütbeli subay da devralınmıştı.
 
Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini oluşturmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad Adenauer ise Alman ordusunun kısa sürede 500 bin askere başka türlü ulaşamayacağını düşünerek bazı Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi.

8 Haziran 2008

Kutup ayısının dayanılmaz çekiciliği

Cumhuriyet 08.06.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Hava sıcak mı sıcak. Bunaltıcı bir gün Stuttgart’ta. “Çöl sıcakları” diyor televizyonlar. Hayvanat bahçesinin ağaçlıklı yolları insan dolu. Penguenlerin, fok balıklarının, gorillerin, orangutanların yanından geçiyorlar çoluk çocuk, yaşlı genç. Koşar adım. Sonra filler, zürafalar, su aygırları, panterler, anka kuşları, alpakalar... Herkes tek bir hedefe koşuyormuş gibi! Yükselen yol giderek dikleşiyor. Bebek arabalarını iten annelerde takat kalmamış, daha fazla yürüyemeyen çocuklar kucak istiyor. Teller arkasındaki hayvanlar telaş içinde önlerinden geçen bu insanlara bakıyor şaşkın şaşkın!
 
Az sonra yol düzleşiyor. Yaşlılar banklara ilişmiş, terlerini siliyor. Gençler çimenlere uzanmış boyalı sularını içip ferahlıyor. Stuttgart’ta hava 35 derece, rutubet yüzde seksen, bunaltıcı mı bunaltıcı. Küçük kutup ayısı ise buz gibi sularda çok genç yaşamının tadını çıkarıyor. Berlin’deki Knut’tan, Nürnberg’deki Flocke’den sonra Almanya’nın en ünlü kutup ayısı Wilbaer! Henüz altı aylık ve diğer ikisinden daha mutlu. Çünkü o anasının kuzusu! Knut ile Flocke, anneleri reddettiği için bakıcılar elinde biberonla büyüdü. Stuttgart’ın ünlü ve tarihi hayvanat bahçesi Wilhelma’da dünyaya gelen Wilbaer ise ana sütü emiyor, ana terbiyesi alıyor. Birkaç hafta içinde on binlerin sevgilisi oldu. Şu sıralar her gün annesi Corinna ile oynuyor, peşinden koşuyor, peşinden koşturtuyor, buz gibi sulara karın üstü atlayıp köpekleme yüzüyor!
 
Berlin ve Nürnberg hayvanat bahçelerindeki yavru kutup ayılarının anneleri tarafından reddedilmesi üzerine biberonla büyütülmelerine tepki gösteren hayvan hakları savunucuları “İnsanlara bağımlı yaşayacağına öldürülsün” önerisini getirmişti. Kuzey Kutbu’nda buzların erimesiyle bu hayvanların yaşam alanları daralıyor, türlerinin hızla tükenmesinden korkuluyor. Hayvanseverlerin başlattığı “Knut öldürülmesin” kampanyasıyla küçücük kutup ayısı birden tüm dünyada ünlendi. Geçenlerde 1 yaşına basan ve 120 kiloya erişen Knut’u görmek isteyenler, hâlâ uzun kuyruklar oluşturuyor. Doğumundan günümüze yaşamını anlatan bir filmi çekilen, Vanity Fair dergisine kapak olan, Bonn’daki Uluslararası Çevre Koruma Konferansı’nın maskotluğuna seçilen medyatik Knut sayesinde Berlin Hayvanat Bahçesi ziyaretçi sayısını defalarca katlarken hisse senetleri de değer kazandı. Aynı şey Nürnberg ve Stuttgart için de geçerli.
 
Stuttgartlı Wilbaer’in “dayanılmaz çekiciliği” ise mümkün olduğu kadar doğal ortamda yetişmesi. Doğumu ve yaşamının ilk üç ayı herkesten gizli tutulan yavrunun bakıcı kucağında değil “ana sevgisi” ile büyüdüğü davranışlarından belli. İnsanlar bu ana-oğlu seyretmeye doyamıyor. Hayvanat bahçesi görevlileri “Lütfen ilerleyin” demese, saatlerce ayrılmayacaklar karşılarından.
 
www.ahmet-arpad.de

25 Mayıs 2008

Hitler de bir Loto meraklısıydı

Cumhuriyet 25.05.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Kazanmadığı zaman çok öfkelenir, sağa sola bağırır, Loto idaresini suçlar, devletin insanlarını dolandırdığını söyleyip dururdu. Viyana'da yoksulluk içinde geçirdiği gençlik yıllarında hep düşlerinde yaşar, rahat ve varlıklı bir yaşamın özlemini çekerdi. Sokaklarda dolaşırken dükkânların önünde durur, Loto'dan kazanacağı parayla evine hangi mobilyaları alacağını, pencerelerine hangi kumaştan nasıl perdeler takacağını gözünün önüne getirirdi. Paraya konunca özgür bir yaşam sürecek, kendini sanata verecek, genç sanatçıları da destekleyecekti... Ne kadar üzücü, bu kişinin Viyana yıllarında Loto'dan zengin olamaması! Belki Adolf Hitler o zaman özgür ve eli açık bir ressam olarak tarihe geçerdi!
 
Almanlar 2007 yılında tam 7.46 milyar Avro'yu Loto'ya yatırmış. Bu şans oyunundan sadece geçen yıl 122 kişi Avro milyoneri olmuş. Ülkede insanların geliri azaldıkça, zenginle fakir arasındaki uçurum derinleştikçe, Toto ve Loto gibi oyunlarda şanslarını deneyenlerin sayısı da artıyor. Eyaletler Loto gelirlerinin büyük bir bölümünü spora, sanata, kültüre, çevre korumaya ve tarihi eserlerin bakımına destek veren projelere harcıyor. Örneğin Baden-Württemberg Loto İdaresi'nin son yıllardaki desteği ile Karlsruhe Devlet Sanat Müzesi bir Edouard Manet tablosunun sahibi olmuş. Freiburg Barok Orkestrası, Loto paraları olmasa ayakta duramaz, Stuttgart Filarmoni Orkestrası da...
 
Papa XII. Clemens'in 1731 yılında yaktığı yeşil ışık, Avrupa'da şans oyunlarının başlangıcı olarak kabul edilir. Almanya'da ilk Sayısal Loto 1735'te Bavyera'da başlar. Hamburg'da 1797'de düzenlenen bir piyangoda en büyük ikramiye, Silezya'da muazzam bir çiftliktir. Onu kazanmak isteyenler arasında Johann Wolfgangvon Goethe de vardır. Çekilişten önce Friedrich Schiller ve Dük Carl August'a yolladığı mektuplarda Silezya'nın güzel doğasında geçirmeyi düşlediği mutlu yıllardan söz eder. Fakat gerek tek başına gerekse yakın dostlarıyla bir sürü bilet almasına karşın hiçbir şey kazanamaz ve üzüntüsünü “Hazine Avcısı” adlı baladında dile getirir.
 
Son yıllarda kimi haftalar oluyor ki, Sayısal Loto büyük paralar devrediyor. Beş, on, on beş milyon Avro birikiyor. Büyük şans arkası arkasına hiç kimseye vurmayınca bu rakam bazen otuz, kırk milyon Avro'ya tırmanıyor ve tüm Almanya çılgına dönüyor! Ömründe Loto oynamamışlar bayilerin önünde uzun kuyruklar oluşturuyor. Alman Loto'sunda ilk büyük ikramiyeyi 1 Haziran 1958 çekilişinde 500 bin mark ile bir Freiburglu kazanmış. Loto'nun elli yıllık tarihinde çok ilginç rakamlar da çekilmiş. Örneğin 23 Ocak 1988'de 24, 25, 26, 30, 31, 32 çekildiğinde bu rakamları tam 222 kişinin oynadığı ortaya çıkmış. Zavallılar adam başına sadece 43 bin Avro kazanmış! 18 Haziran 1977 çekilişi de bugün bile anılarda. Tam 25 kişi altı rakamı doğru işaretlemişti, çünkü aynı rakamlar bir hafta önce komşu Hollanda'da çıkmıştı. Her hafta milyonların umudu milyonlarda. Ve umut, sadece fakirin ekmeği değil!
 
www.ahmet-arpad.de

11 Mayıs 2008

'İsviçre'de çok Alman var'

Cumhuriyet 11.05.2008
AHMET ARPAD
ZÜRİH
 
Almanya-İsviçre sınırındaki Schaffhausen'de oturuyor dostumuz. Eski bankerlerden, on yıl önce emekli oldu. Arada sırada Zürih'e giderken şöyle bir uğruyor, kahvesini içip sohbet ediyoruz. Bizim Stuttgart'ı iyi tanır. Ne de olsa 1990'lı yıllara kadar iş gereği sık sık gelmişti. Türkiye'nin doğusunu da iyi bilir, birlikte kimi gezilere çıkmıştık. Geçenlerde yine bir uğradık ona. Oturduk Ren Şelalesi manzaralı büyük terasına, eşinin yaptığı kahveleri içip çene çaldık. Ancak bu kez hemen kalkamadık, sohbetimiz uzadı. Geç kaldık Zürih yakınlarındaki randevumuza. Horgen'deki tanışların akşam yemeğine zor yetiştik. Havadan sudan derken, futbola, oradan Avrupa Şampiyonası'na ardından da politikaya geçtik. Yaşlı dost bir an: "İsviçre'de çok Alman var" diye konuyu değiştirince, dikkat kesildim. Son zamanlarda kulağıma bu konuyla ilgili kimi açıklamalar gelmişti. Bir de onun ağzından dinleyeyim dedim. "Son on yılda İsviçre'de yaşayıp çalışan Almanların sayısı ikiye katlandı, şu anda tam iki yüz bin Alman burada!"
 
Bir an şaşırmadım değil. Hemen bir hesap: Yedi buçuk milyonluk İsviçre'de iki yüz bin Alman! Almanya'daki Türklerin oranına eşit. Yüzde üç! Dostun anlattığına göre tabii bu ortak yaşam pek sorunsuz değilmiş. "Daha ne kadar Alman gelecek?" diye homurdanmaya başlamış bile sağ eğilimli İsviçreliler. Ancak uzmanlar, "İsviçre ekonomisine katkıları büyük" diye itiraf ediyor. Sadece doktorlar, mimarlar, otel elemanları yeğlemiyor güney komşuyu. Kilise adamından medya mensubuna hemen hemen her meslek dalında Alman "işçiler" var İsviçre'de. Özellikle 2006-2007 yıllarında patlama yapmış güneye göç. Bu iki yüz bin sürekli İsviçre'de yaşayan Almanın yanı sıra günübirlik sınırı geçip burada çalışan ve akşama yine evine dönen on binlerce Almanı da unutmamak gerek. Sohbet uzuyor, fakat daha bir saatlik yolumuz var, Horgen yamaçlarındaki dostlar yemeğe bekliyor. Veda edip gaza basıyoruz.
 
Peynir fondülü akşam yemeğinden sonra büyük terastaki hasır koltuklara kurulup şarabımızı yudumlarken, dostlara niçin geç kaldığımızı anlatıyorum. Konuya onlar da meraklı. Laf lafı açıyor. "Üst sokaktaki eve bundan altı ay kadar önce bir Alman aile taşındı" diyor tanışın eşi gülümseyerek. "Ne var bunda" diye soruyorum. "Bunda bir şey yok da... Henüz tek bir komşuyla konuşmadılar..." oluyor kadının yanıtı. "Konuşmadılarsa ne olmuş?" diyorum. Gülümseme sırası şimdi bende. "Bizim de Stuttgart'ta, otuz yılda en çok otuz kez selamlaşıp konuştuğumuz çok Alman komşumuz var".
 
Günlük yaşamlarında "adalar" oluşturmak Almanların özelliğidir. Kocası söze karışıyor: "Fakat buradaki Almanlar çalışkan, disiplinli, verilen işi de zamanında bitiriyorlar". "Onların işi gücü çalışmak, biraz da dostluklar kursalar ya! Kahveler nasıl olsun?" Kadın mutfağa gidiyor. Sanırım iki toplum arasında pek fark yok. İsviçre'ye para kazanmaya gelen Almanlar da İsviçrelilerin onlara davranışından pek memnun değil. Bence birbirlerine çok benzedikleri için çekememezlik karşılıklı. Her iki toplumun insanı da biz Türklere göre "bencil" sayılır. Onlarda önce iş ve para geliyor, gerçek dostluk ve yaşam coşkusu ise sonlarda... Akşamın bu saatinde nasıl da Beylerbeyi tepelerinden görünen Boğaziçi'ni andırıyor ışıl ışıl Zürih Gölü.
 
www.ahmet-arpad.de

13 Nisan 2008

Bir İstanbul Var İdi...

Cumhuriyet 13.04.2008
EVET / HAYIR
OKTAY AKBAL

"İstanbul'da bir Boğaziçi vardı. Küçüksu Çayırı ve Göksu Deresi vardı. Kalamış Koyu ve Moda Burnu vardı. Taksim Cumhuriyet Alanı vardı. Görkemli mermer havuzu ve ulu çınarlı kahveleriyle Beyazıt Alanı vardı. Ve Çamlıca Tepesi vardı ."
Bir masal anlatılıyor gibi, bir güzel geçmiş zaman masalını dinliyoruz gibi!..
"Şimdi bunlar belki sadece birer semt ve mahalle adı olarak var. En azından otuz yıldır çıkar ve görgüsüzlük saldırısıyla kemirilmesine rağmen, İstanbul öylesine görkemli ve güzel ki.. yine de yok edilemedi."
Sevgili dostum Burhan Arpad' ın İstanbul yazılarını okurken dalıp gittim... Bir üzüntü, bir acınma, bir öfke, bir utanç duyarak...
"Bir İstanbul Var İdi "..
İyi ki bir Burhan Arpad var idi, iyi ki öykücülüğüyle, gazetecilik ustalığıyla, derin duyarlığıyla dergilerde, gazetelerde, kitaplarda yaşattı İstanbul'u, olanca güzelliğiyle, benzersizliğiyle tanıttı bizlere de, gelecek kuşaklara da..
***
Değerli yazar Ahmet Arpad, babasının kitaplarını bir bir yeniden ortaya çıkarmalı, çıkarıyor da... Çünkü bunlar bir başkasının yazamayacağı belgesel anılar... Güzellik düşmanı ellere kalmış bir İstanbul'da yaşıyoruz, İstanbul'u bilmeden, tanımadan, en önemlisi de sevmeden!..
Arpad'ın bu derleme kitabında neler yok ki.. semtler, mahalleler, insanlar, tiyatro, sanat, edebiyat, tarih... O güzelim Boğaz vapurları; Şehzadebaşı, Beyoğlu, Sirkeci'nin eski sinemaları; Naşit' ler, Hazım' lar, Şemran Hanım' lar, Behzat Butak' lar, Tepebaşı Tiyatroları, Muhsin Bey, Muammer, Beyoğlu'nun sanat dünyası...
***
Bir eski masal dedim ya! Eskitilmiş, bile bile çirkinleştirilmiş bir kentin şimdiki durumunu anlatmak bile can sıkıcı!.. Hele, benim gibi İstanbul'u, Şehzadebaşı'ndan, Milli, Hilal, Ferah, Turan sinemalarından, Florya, Caddebostan plajlarından bile tanıyan bir İstanbul çocuğu için...
Burhan Arpad'la uzun yıllar gazete sütunlarında birlikte çalıştık, yazdık...
Eş duygular, düşünceler, umutlar ya da umutsuzluklarla, ama her zaman iyiyi, güzeli, doğruyu okurlarımıza sunarak... Şimdilerde Burhan Arpad gibi biri yok! Yazdığını yazdı, söylediğini söyledi, uğraştı didindi...
***
İnsanlar gider. Kentler kalır. Batı ülkelerinde bir Paris'tir, bir Londra'dır, bir Viyana'dır bütün eski güzelliklerine yenilerini ekleyerek yaşayan..
1832'de İstanbul'a gelen Fransız şairi Lamartine 'in övgülü satırlarını size sunarak, bitireyim.
"Gökyüzü ile toprağın, denizle insanın birlikte çalışarak böylesine eşsiz güzel bir peyzaj ortaya koyabileceklerini hayal bile etmezdim. Her bakışta görünüm değişiyor, her değişiklik başka bir güzellik sunuyor ."
"Bir İstanbul Var İdi ". Ama çok yazık ki, bir Burhan Arpad daha yok!..

6 Nisan 2008

Çocukların ne günahı var!?

Cumhuriyet 06.04.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Toplumsal sorunları büyük bir hızla artan Almanya'da milli gelirin yüzde ellisine nüfusun yüzde onu sahip! Endüstri ülkeleri arasında Almanya "aile ve eğitim fakiri" listesinde birinci sırada. Yoksul aile çocuğu sorunlu yetişiyor, sağlıksız büyüyor, okulda başarılı olamıyor, sorun dolu kötü bir gelecek onu bekliyor. Sabahları kahvaltı etmeden evinden çıkıyor, annesi yanına bir dilim ekmek bile veremiyor. Bundan bir süre önce Stuttgart'ta okul müdürleri eyalet eğitim bakanlığına ve kent belediyesine karşı 'ayaklandılar'. Fakir çocukların çoğunlukta olduğu okullarda öğle yemeği verilmesini talep ettiler. "Gittikçe daha çok karnı aç öğrenci derslere giriyor" diyen müdürlerin tepkisi başarıya ulaştı, yeni ders yılının başlamasıyla 80 okulda dar gelirli ve fakir aile çocukları sadece bir Avro karşılığında öğle yemeği yiyebilecekler. Mercedes'in, Porsche'nin, Bosch'un doğum yeri Stuttgart, Almanya'nın "yaşanmaya değer varlıklı kentleri" listesinde birinci sırada. Giderek daha çok modern bina yapılırken, dev bir fuar alanı kurulurken, yeni yeni yollar, tüneller açılırken, kent istasyonunun yeraltına indirilmesine, demiryolu güzergâhının toptan değiştirilmesine, tepeleri delerek kent havaalanına daha hızlı bir trenle bağlanmasına 10 milyar Avro'dan fazla harcanırken Stuttgart'ın okullarında çocuklar karnı aç derslere giriyor. Sorunun üzerine giden eğitimciler başarılı oldu. Ancak onlar da biliyor ki, bu girişimleri fakirliğin çözümü değil. Ve bu fakirlik tüm Almanya için geçerli. Gittikçe artıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor, ülkede resmi verilere göre 6 milyon çocuk fakir ailelerde yaşıyor. Toplumdaki zengin-fakir ayrımı eğitimde de kendini gösteriyor. Her çocuk istediği okula gidemiyor, zengin öğrenci fakir öğrenciden uzak duruyor. Fakir insan yalnız bırakılıyor, toplumdan koparılıyor. Almanya'da açlık sınırında yaşayan anneler çocuklarını öldürüyor. 2007 yılında tam 22 bebek ve küçük çocuk doğar doğmaz ya da daha beş yaşına gelmeden yaşama veda etti. Bu cinayetleri, çoğu kez tek başına kalmış, çalışmayan, doğumdan sonra hızla artan sorunların altından kalkamayan, çevresinin ilgilenmediği genç anneler işliyor. Akrabalar, komşular, okul, gençlik daireleri yavaş yavaş gelen bu faciaları nedense fark edemiyor. Çocukları koruyan yasalar yetersiz, reformlar gerekli. Ancak çoğu kez fakirlikten kaynaklanan bu gibi trajedileri, çıkarılacak yeni yasalar da pek önleyemez. Nedenler daha derinlerde yatıyor. Ve olan çocuklara oluyor!
 
www.ahmet-arpad.de

4 Nisan 2008

AB bulunmaz Hint kumaşı mı?

Cumhuriyet HAFTA, 04.04.2008

AHMET ARPAD
 
Türkiye'deki kimi Avrupa Birliği yandaşları şu sıralar pek ümitsiz. Nedeni de boyalı basın yazarcıklarının suçladığı "AB projesine karşı çıkan ulusalcılar" değil. AKP hükümetinin yakın geçmişteki girişimleri ile başbakanımızın Almanya'daki son çıkışları, 22 Temmuz 2007 seçiminde ona destek veren Avrupalıların gözünü korkutmuş gibi. Erdoğan ise hâlâ AB özlemini çeken bir politikacı havasında. Bu kuruluşun tepeden inme aldığı kararlarla birlik olmaktan ve insanlarından giderek uzaklaştığını bilmemesi şaşırtıcı. Avrupa Birliği'nin son otuz-kırk yılda insanlarının birliğine yönelik hiç bir şey yapmamış olduğunu görmemek için üst düzey politikacı, ya da yazar-çizer olmaya gerek yok. Bu dev organizasyon kurulduğundan bu yana bir arpa boyu yol alamadığı gibi, iki binli yıllara girildiğinde de çok gerekli olan reformları bir türlü gerçekleştiremedi. Bunun baş nedenlerinden biri, AB'nin uzun yıllar lokomotifliğini yapmış Almanya'nın, özellikle iç sorunları nedeniyle güç yitirmiş olması. Batısının doğusu ile birleşmesi ülkeye hiç yaramadı. Rusya ile Amerika'nın aralarında anlaşarak 'onay verdikleri' bu birleşme Almanya'nın yanı sıra AB'nin de zayıflamasına neden oldu. 

Avrupalı politikacılar bundan yarım yüzyıl önce yola çıktıklarında önce Amerika ve Rusya'ya, sonraki yıllarda da Çin ve Japonya'ya karşı ekonomik ve askeri bir güç oluşturmak, barış içinde yaşamak istiyorlardı. Şimdi ise Amerika kimseyi dinlemeden yoluna devam ediyor. Önce Doğu Almanya'yı Batı Almanya'ya geri veren, ardından da diğer Demirperde ülkelerini AB'ye 'kakalayan' Putin'li Rusya da kendi bildiğini okuyor. 2,4 milyarlık Hindistan'la Çin'in attığı adımlar giderek büyüyor, hızlanıyor. Dünya sahnesine yeni yeni küresel oyuncular çıkıyor. Uluslararası sorunların çözülmesinde Avrupalılar sus pus. Amerikan emperyalizmi Irak'ta 'at koştururken' kimi Avrupa ülkesinin komşumuzda kan akmasına destek vermesi de AB'nin ne kadar zayıf olduğunun en büyük kanıtı. Bir türlü insanlarının yararına bir birlik olamayan Avrupa bu gidişle büyük ekonomik ve sosyal dönüşümleri başaramayacak gibi. Küresel güç düşünden de yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacak. Birlik üyeleri 21. yüzyıl dünya gerçeklerine karşın birbirleriyle anlaşmaktan hâlâ çok uzaklar. AB ülkelerinde bir çok karar halka sorulmadan alınıyor. Üyeler arasındaki kültürel farklılıklar da, hiçbir zaman çözümlenmeyecek, sürekli zorluklar yaratacak kalıcı bir sorun. Unutmayalım, kültür birliği olmayan ülkelerin uzun süre yaşamadığı, dağıldığı bilinen bir gerçek. 
 
"Sevgili Nicolas" ile "Chère Angela"

Şu günlerde Avrupa Birliği çok önemli ve de tehlikeli bir gelişimin eşiğinde. Almanya ile Fransa arasında kimi sorunlar yaşanıyor. "Sevgili Nicolas" ile "Chère Angela"nın arasına kara kedi girmiş gibi. 26 şubatta yapılması öngörülmüş olan Alman-Fransız Ekonomi Bakanları buluşması bir gün kala aniden iptal edildi. Sarkozy ile Merkel 3 martta Bavyera'da bir araya gelecekti. Bu doruk tâ 9 hazirana ertelendi. Çiçeği burnunda koca Sarkozy kendi başına bir şeyler yapmağa başladı. Kafasından bir "Akdeniz Birliği" geçiriyor. Bu da tabii Berlin'in hiç hoşuna gitmiyor. Almanya Avrupa Birliği aracılığı ile Doğu Avrupa'ya açılırken, Fransa da Akdeniz ülkeleri ile ortak bir girişime imza atıp, Avrupa'nın güneyine ağırlığını koymayı düşlüyor. Korkusu, Almanya'nın birliğe üye olmalarına büyük destek verdiği eski demirperde ülkelerinde söz sahibi olup, güçlenmesi. AB içinde bir karşı denge oluşturmak isteyen Fransa Avrupa Merkez Bankası'nın denetlenmesini de üstlenmek istiyor. Paris'e sert çıkış yapan Angela Merkel, Avrupa Birliği'nin bölünebileceğine dikkati çekti. Sarkozy'nin "Güney Avrupa" düşü gerçekleştiğinde Almanya'nın da bir "Doğu Avrupa Birliği" kurabileceğini açıkladı. Şu sıralar anlaşmışlar gibi bir hava esiyor. Bakalım gelişmeler neler gösterecek? Almanya Fransa'nın ‘Akdeniz projesi'ne göz yumabilir, Fransa'da Almanya'nın doğu Avrupa'da etkili olmasına. Bakarsınız içi güçlü AB'yi çıkarları doğrultusunda bölüşür! Görüldüğü gibi Avrupa Birliği, temeli atılmış, duvarları çıkılmış, fakat bir türlü bitirilmemiş çok katlı bir yapı. İnsana İstanbul'un varoşlarındaki yarım kalmış, yıllardır içi boş bırakılmış binaları anımsatıyor. Böyle yapılarda oturulmaz! Bizim AB hayranları ise birilerine sürekli yaranarak kişisel ve ideolojik çıkarları uğruna dört takla atmaya devam ediyor, AB'yi öve öve bitiremiyor. Sanki Avrupa Birliği bulunmaz Hint kumaşı!

20 Mart 2008

Papa'ya Komplo

Cumhuriyet KITAP, 20.03.2008
Ahmet ARPAD
 
Kısa süre önce, tetikçi Mehmet Ali Ağcanın Papa II. Jean Paul'e suikastını ele alan "Papa' ya Komplo" adlı kitabı Türkiye'de piyasaya çıkan Alman kadın araştırmacı gazeteci Valeska von Roques ile bir söyleşide bir araya geldik. Görüşmemiz daha çok bu suikastın, daha doğrusu komplonun perde arkasında olup bitenler üzerine gelişti. Ünlü Alman haftalık dergisi "Der Spiegel"in çeyrek yüzyıla yakın İtalya muhabirliğini yapmış olan, Hamburg ve Roma'da yaşayan von Roques, Vatikan'da 4 Mayıs1998 gecesi işlenmiş ve bugüne kadar da nedeni ortaya çıkarılamayan üçlü bir cinayet üzerine kaleme aldığı "Vatikan'da Cinayet" adlı çok satan kitabın da yazarı. Valeska von Roques, "Papa'ya Komplo" kitabında okura sunduğu bilgilerle cinayet girişiminin Soğuk Savaş yıllarının kirli bir operasyonu olduğunu, geri planda ABD ile Vatikan içindeki bazı güçlerin olduğunu kanıtlamak istiyor. Bu ortak girişimin nedeni, Vatikan'da birbirine rakip ve Ruhban sınıfı üyelerinden oluşmuş Faenza klanı ile Opus Dei arasında amansız mücadele idi. Polonyalı bir Papa'yı Vatikanın başında görmek istemeyen Faenza klanı daha çok Masonları andırıyordu. Papa'ya destek veren karşı grup Opus Dei ise oldukça köktenci bir Hıristiyanlığı yeğliyordu. Aynı dönemde Amerika'daki bazı aşırı tutucu ve Sovyet Rusya karşıtı güçlerin çıkarlarıyla Vatikanlı Ruhban sınıfı üyelerinin çıkarları birbiriyle çok uyuşuyordu. Burada yazar şuna dikkati çekiyor: "Biliyoruz ki 1980'li yıllara girildiğinde dünyada uluslararası bir yumuşama süreci başlamıştı. Ancak Amerika'daki bazı güçler Batı ile Doğu arasındaki bu yumuşamanın çıkarlarına hiç uymadığını sezerler. Vatikan içindeki II. Jean Paul karşıtları da "komünist" Papa'dan kurtulmak istemektedir. Gerçekten de ABD'li güçler Doğu Avrupalı Papa'nın Polonya ile Sovyet Rusya'nın arasını düzelteceğinden, dolayısıyla tüm Avrupa'ya huzur geleceğinden çekiniyordu. Yazara göre Vatikan'ın hırs dolu piskoposları ile kapitalizmin kirli çıkarları birleşince o dönemde Batı'nın çevirmiş olduğu dolaplardan en çirkini gerçekleşir. Papa II. Jean Paul'ü öldürme girişimi Batılı güçlerin Soğuk Savaş'ta uyguladığı "covert operation"ların en korkusuzca olanıydı. 
 
TÜRK GLADYOSUNUN ROLÜ

Kitabın yazarı Valeska von Roques'a göre o yılların Soğuk Savaş ortamında Papa suikastı çok kirli bir oyundu. Suikast suçu Sovyetler Birliği'ne yıkılarak bu ülkenin uygar dünya dışında kalması amaçlanıyordu. "KGB ve Bulgaristan tezi işte bu nedenle ortaya atılmıştır", diye konuşuyor yazar. "Bu oyunda bir CIA adamı olan Paul Henze ile kadın gazeteci Claire Sterling çok önemli iki rolü üstlenmişlerdi." Papa suikastında 'Bulgar parmağı' tezinin sahibi tabii gazeteci Sterling değildi. Geri planda ipleri tutan CIA, adamı Henze aracılığı ile bu 'görevi' Sterling'e verir ve kamuoyunu inandırıcı bir dosya hazırlaması istenir. Araştırmaları sonucu ortaya atılan 'KGB+Bulgar tezi'nin uydurma olduğunu kitabında kesinlikle ve inandırıcı bir şekilde kanıtlayan Valeska von Roques, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Soğuk Savaş strateji uzmanı Michael Leeden'in de tezin fikir babalarından biri olduğunu ortaya çıkarmış. Amaç, o dönemde Sovyetler Birliği'nin "Kötülüğün İmparatorluğu" olduğunu dünya kamuoyuna inandırmaktır. Önüne konulan verileri bir papağan örneği sorgulama aşamasında ve yargıç karşısında tekrarlayan M. Ali Ağca suçsuz Bulgarların tutuklanmasına ve uzun yıllar hapis yatmasına neden olur. Kitapta anlatılanlara göre 1983 yılındaki ikinci davayı izleyen Uğur Mumcu yanındaki İtalyan kadın meslektaşına: "Adam çok akıllı, çıkarlarını korumasını da çok iyi biliyor," der. "Ne söylemesi gerektiğinin de bilincinde..." Aynı davada tanık olarak dinlenen Abdullah Çatlı da: "Eğer bu mahkemede Ağca'nın 'Bulgar tezi'nin doğru olduğunu açıklarsak Almanya bize 200.000 dolar verecek, himayesi altına da alacaktı," diye konuşur. Kitabın yazarı Valeska von Roques iki yılı aşkın çalışmaları sırasında İtalya ve Vatikan'dan başka Türkiye'den Amerika Birleşik Devletleri'ne birçok ülkede araştırmalar yapmış. "Papa'ya Komplo" kitabıyla perde arkasındakilerin kimler ve amaçlarının ne olduğunu ortaya çıkarmayı başarmış. İtalyan gizli servisi Sismi'nin bir ajanının verdiği bilgiye göre, suikastta iki Amerikalı keskin nişancı da görevlendirilmiş. Bu kişilerin görevi, Ağca silahını kaldırdığı anda öldürücü atışı yapmaktı. Ancak son dakikada bu plandan vazgeçilmiş ve keskin nişancılar aynı gün apar topar Amerika'ya dönmüş. O yıllarda görev yapmış bir başka Sismi elemanı da yazarın dikkatini şuna çeker. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Ağca kurşun sıkarken tabancasını 4-5 metre ötedeki Papa'nın başına değil de, aşağı doğru tutmaktadır. Bu iki olay Papa'nın öldürülmesinden vazgeçilmiş olduğunu, sadece yaralanmasının amaçlandığını kanıtlar. Valeska von Roques'un sayısız tanığa ve zengin belgelere dayanarak kaleme aldığı   "Papa'a Komplo" da anlatılanlar ülkemizi de yakından ilgilendiriyor. Abdi İpekçi cinayeti ile adını ilk kez duyuran Ağca'nın nasıl biri olduğunu yakından izliyor, Türk gladyosunun aktörlerinin Batılı gizli servis örgütlerince nasıl korunduğunu da görüyorsunuz. Kitabında Oral Çelik'e de değinen yazar: "Onun anlattıklarıyla İtalyan yargıç Rosario Priore'nin soruşturmaları sonu ortaya çıkardıkları örtüşüyor", diyor. "Bu nedenle suikastta önemli bir rol oynamış olan Çelik'in açıklamaları çok ilginç kaynak olarak kabul edilmelidir." Akıcı bir anlatım ve değişik bir kurgu "Papa'ya Komplo" kitabına bir gerilim romanı akıcılığını veriyor.
 
"Papa'ya Komplo" / Valeska von Roques/
Çeviren: Ahmet Arpad/ Yordam Kitap/ Ocak 2008/ 224 s.

28 Şubat 2008

Politikacılar ve skandallar

Cumhuriyet 28.02.2008

Bonn'daki "1945'ten Sonra Skandallar" sergisi, bir dönemin panoraması gibi
Bonn Tarih Müzesi'ndeki sergi, Almanya'da 2. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan skandalların üstünün zamanla nasıl örtüldüğünü gözler önüne seriyor.
 
AHMET ARPAD
 
1950 yapımı filmin adı "Günahkâr" . Rejisörü ünlü Willi Forst . Bir sokak kadını rolünde oynayan Hildegard Knef 'in çok kısa da olsa çıplak görünmesi, önce sevgilisinin, ardından da kendisinin intiharı, savaş sonrası Almanya'sında büyük bir skandala neden olmuştu.
Katolik ve Protestan kiliselerinin büyük tepkisi üzerine politikacılar araya girmiş ve filmi yasaklamaya çalışmışlardı. Ancak bunu başaramamışlar ve "Günahkâr" aylarca kapalı gişe oynamış, rejisörüyle artistleri de büyük üne kavuşmuştu.
 
1950'li yılların "ahlak düşkünü" Almanya'sını sarsan ikinci skandalını, politikacılarla zengin endüstri patronlarının yataklarından çıkmayan, Frankfurtlu sokak kadını Rosemarie Nitribitt cinayeti yaratmıştı. Savaş sonrasının bu en büyük toplum skandalına neden olan Nitribitt, 1957 yılında öldürüldüğünde 24 yaşında, çok zengin ve çok ünlüydü. "Sevgilileri" arasında yeni Almanya'nın ünlü patronları Harald Quandt , Krupp ailesinden Harald von Bohlen ve Gunter Sachs da vardı. Banka hesabı çok şişkin, altında o yılların en şık ve en pahalı otomobili kırmızı Mercedes 190 SL ve Frankfurt'un en güzel yerinde büyük bir apartman katına sahip olan Nitribitt'in katili hiçbir zaman bulunamadı. Not defterindeki isimler, adresler ve telefon numaraları da hiç açıklanmadı. Ölüm nedeni hep bir sır kaldı.
 
Uçak alımında oyunlar
 
1961 yılında Batı Almanya, ABD uçak fabrikası Lockheed'den tam 916 adet F-104 Starfighter savaş uçağı almaya karar verir. Adenauer hükümetinin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss 'tur. O yıllarda Lockheed, İtalya, Hollanda, Japonya'ya da aynı uçaklardan satar. Son ana kadar Fransız Mirage uçaklarının alınmasını isteyen bakan S trauss, bir Amerika ziyaretinin ardından fikrini değiştirir. Starfighter'ların Alman ya'ya tesliminden kısa süre sonra Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir makalede, Lockheed fabrikasının lobicisi Ernest Hauser , Savunma Bakanı Strauss ve partisi CSU'ya şirketin 10 milyon dolar "bağış" yapmış olduğ unu açıklar. 1962 yılına gelindiğinde Der Spiegel'de çıkan bir makalede, Alman ordusunun savunma gücünün çok yetersiz olduğu iddia edilir. Bakanlık, ülke sırlarını açıkladığı iddasıyla dergi aleyhine dava açar. Bakan Strauss'un isteği üzerine başsavcı Spiegel'de arama yaptırır, kaynaklarını açıklamayan gazeteci Ahlers ile genel yayın müdürü Augstein tutuklanır. Adenauer hükümetinin basın özgürlüğüne darbe indirdiğini söyleyen beş bakan istifa eder. Savunma Bakanı Strauss da görevinden ayrılır.
 
Batı Almanya 1981 yılında yine çok büyük bir politika skandalı ile sarsılır. Ülkenin en büyük endüstri kuruluş larınd an Flick Holding'in, 1975'te Deutsche Bank hisse senetlerinin satışından elde ettiği 2 milyar markı yeni bir yatırımda kullanmak ve vergisini vermemek için bütün partilere 260 milyon mark bağışta bulunduğu ortaya çıkar. Bağıştan yararlananlar arasında sağcı ve solcu partilerden öteye bazı büyük sendikalar da vardır. Der Spiegel "bağışların" İsviçre'de aklandığını tespit eder. Suçlanan şirket yöneticileri ve parti "babaları" ufak cezalarla kurtulurlar. Başbakan Kohl de "hiçbir şey anımsamadığını" söyler.
 
1983 yılında Stern dergisi "Hitler'in Anıları"nı 9.3 milyon marka satın alır! Bu savaş sonrası Almanya'sında bir sansasyondur. Satanlara göre savaş bitiminden az önce Doğu Alman topraklarında, Börnersdorf yakınlarına düşmüş olan bir nakliye uçağında bulunmuştur. Stern bu "anıları" büyük bir coşkuyla yayımlamaya başlar ve aradan on beş gün geçmeden sahte oldukları ortaya çıkar.
 
Stuttgartlı ressam Kujau 'nun elinden çıkmış olan 59 ciltlik "Hitler'in Anıla rı" nı Stern, eski Nazilerin aracılığı ile almıştır. Almanya'nın ünlü haftalık dergisi rezil olur. 1987 yılında Schleswig-Holstein seçimlerini mutlaka kazanmak isteyen eyalet başbakanı Uwe Barschel, rakibi sosyal demokrat Björn Engholm 'u, basın danışmanı yaptığı gazeteci Pfeiffer 'in hazırladığı dalaverelerle ağır ithamlar altında bırakır.
 
Olaya el atan Der Spiegel bu skandalı ortaya çıkarır. İstifa eden Barschel, Kiel'den ayrılır ve dokuz gün sonra Cenevre'nin göl manzaralı çok ünlü Beau Rivarge Oteli'nin 317 numaralı odasında, içi su dolu banyoda, giysileri üzerinde ölü bulunur. Otopside midesinde sekiz ilaçlık bir "kokteyl" tespit edilir. Barschel'in öldürülmüş ol duğu ileri sürülür. İsrail'in Kuzey Almanya'daki gizli bir silah ticaretini engellediği için, MOSSAD'ın intikamı, denir. Kiel'deki tersane HDW'nin Güney Afrika'dan aldığı denizaltı siparişi gerçekleşmeyince, aracılık ettiği ve rüşvet aldığı için öldürüldüğü iddiası da ortaya atılır. Cenevre'de kaldığı günlerde silah kaçakçılarının bir toplantısına Barschel'in de katılmış olduğu söylenir. Alman Haberalma Servisi BND'nin bir adamının onunla aynı otelde kalmış olduğu da ortaya çıkar. Bir CIA ajanının Barschel'i öldürmüş olduğunu açıklayan Afrikalı silah taciri Dirk Stoffberg , kısa süre sonra ölü bulunur. Barschel olayı gizemini günümüzde de koruyor .
 
Sorumlular hep kurtuldu
 
Bütün bu skandallar ve de daha çoğu 24 Mart 2008 tarihine kadar Bonn Tarih Müzesi'ndeki "1945'ten Sonra Almanya'da Skandallar" adlı bir sergide belgeleriyle izlenebiliyor. Savaş sonrası demokrasiye kavuşan Batı Almanya'da çıkarlarını her şeyden üstün tutan kimi üst düzey "gözü açık" politikacının neden olduğu skandalları, olayın üzerine giden özgür basın ortaya çıkarmıştı. Ancak serginin belki de en ilginç yanı, zamanla her olayın üstünün örtüldüğü, neden olan politikacı ve endüstri patronlarının da burnunun bile kanamadığı acı gerçeğini gözler önüne sermesi...

17 Şubat 2008

Çakırkeyf insanlar coşkulu

Cumhuriyet 17.02.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Bir şaraphaneden sokağın taşlarına vuran ışıkta iki kara kedi oturuyor. İçeri girmek için fırsat kolluyorlar. Hava soğuk. Birden kırbaç sesleri, eski evlerin duvarlarında yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyorlar. Şaraphaneden insanlar sokağa dökülüyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak. Şarap kadehleri elden ele dolaşıyor. Çakırkeyf insanlar coşkulu. Yaşlı bir kadın toprak sürahide daha çok şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Dar sokaklar karanlık. Bomboş. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tek tük ışık. Perdeler ardında insanlar uyanıyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önü de kalabalık. İçeriden müzik sesi duyuluyor, neşeli insanların şarkıları. Kırbaçlıların geldiğini görenler el sallıyor, bağrışıyor. İçeride ayakta duracak yer yok. İnsanların yüzleri boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Giysileri de renkli. Müzisyenler masalara çıkmış. Genci yaşlısı insanlar hopluyor zıplıyor, şarap sürahileri elden ele dolaşıyor. Bunalan kendini dışarı atıyor.
 
Kentin ıssız sokaklarında yürümek güzel. Havada kar kokusu var. Sabah olmak üzere. Ötelerden yine müzik sesleri. Gittikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli büyük bir orkestra köşeyi dönüyor. Rengârenk giysili bu insanlar da coşku dolu. Az sonra güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayaklanacak! Rottweilin tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri...
 
Yolun iki yanı insan dolu, dizi dizi. Cumbalı evlerin pencereleri de. Salkım saçak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize geliyor. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Sadece küçük çocuklar heyecanla sağa sola koşuşuyor. Birden çan sesleri tüm kenti dolduruyor. Rottweil'da güneş doğuyor. Taş kulenin altındaki büyük kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetler, borazanlar ve davulların çaldığı Faşing marşı duyuluyor. Gergin bekleşen insanlar artık kendilerini tutamıyor. Hep birden bağrışıyorlar, haykırıyorlar, zıplıyorlar... Kimileri yola fırlıyor, dans ediyor. Kemerin loşluğunda ortaçağ süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk giysileri ile müzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar...
 
Sonra da maskeli, renkli uzun giysili insanlar kara kapıda görünüyor, hoplaya zıplaya. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler tahtadan oyma. Değişik. Giysiler gibi. Somurtkan, dişlerini gösterip sırıtan, ağızlarını kocaman açan korkutucu suratlar erkek maskeleri. Gülen, yumuşak hatlı olanlar kadın maskeleri. Afacan, yaramaz, kimi yılışık maskelerin ardında çocuklar... Giysiler gibi maskeler de çok eski, tarihi. Yenilerini yapan ustalar artık ender Karaormanlar'da. Çıngırak ve zil sesleri müziğe karışıyor. Yürüyüşü bırakıp, yol kenarında duran insanlara koşan, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtükleyen, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp, acayip kahkahalar atanlar oluyor. Sonra hoplayarak, zıplayarak yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor...
 
Önümüzde duran, olup biteni sessizce seyreden yaşlı adamın yüzü kireç rengi. Yanındaki yaşlı eşi de hüzünlü gibi, neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Tek sevinen, ellerinden tuttukları küçük kız. Başını uzatıp, geçenlere bakıyor. Bıraksalar fırlayıp maskelilerin arasına karışacak. Rottweilin ana caddesinde duygular doruk noktasında. "Çılgınlık günleri" nde kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak pek kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duyguları... "Bu kara kapıdan geçip, kendini kentin sokaklarına bıraktın mı bambaşka bir insan oluverirsin" diyor yaşlı adam, elinden tuttuğu küçük kıza eğilip. Sanki bütün vücudu bir an için titriyor. Eski Faşing marşları duyuluyor. Büyük bir orkestra görünüyor. Üzerlerinde ortaçağ giysileri. Rottweil'da Faşing sokak eğlencesi, halk sevinçli. Kışı kovalıyorlar, ilkyazı karşılıyorlar. Bu sevinç bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz...
 
Güney Almanya'da bir Faşing daha geride kaldı.
 
www.ahmet-arpad.de

6 Ocak 2008

Niçin öldürüyorlar çocuklarını?

Cumhuriyet 06.01.2008
AHMET ARPAD
STUTTGART

Almanya'da anneler çocuklarını öldürüyor. 2007 yılında tam 22 bebek ve küçük çocuk doğar doğmaz ya da daha beş yaşına gelmeden yaşama veda etti. Çoğu kez tek başına veya erkek arkadaşı ile yaşayan, çalışmayan, doğumdan sonra hızla artan sorunların altından kalkamayan, çevresinin yalnız bıraktığı genç anneler bu cinayetleri işleyen. Ülkenin doğusunda ve de batısında öldürdüler yeni doğmuş bebeklerini. Boğazladılar, bıçakladılar, pencereden attılar, aç bıraktılar. Ne akrabalar, ne komşular, ne okul ne de gençlik daireleri yavaş yavaş gelen bu faciaları fark edebildi. Kısa süre önce bir anne 5 çocuğunu birden öldürdü. Alman toplumu şaşkın. Yönetenler çaresiz. Bayan Merkel hüzünlü. Çocukları koruyan yasaların reformunu isteyenler seslerini yükseltiyor. Ancak bu gibi trajedileri, çıkarılacak yeni yeni yasaların önlemesini beklemek biraz saflık olacak. Bu anneler yalnız bırakıldıkları, çaresiz kaldıkları, hasta ve beş parasız oldukları için işliyor bu cinayetleri. Çıkarılacak yeni çocuk yasaları göstermelik kalacak. Almanya'da her yıl 120 bin kadın kürtaj oluyor. Kilise kürtajı "cinayet" olarak nitelendiriyor.
 
Batısının doğusu ile birleşmesinden bu yana Almanya'nın toplumsal sorunları büyük bir hızla arttı. Ülkede milli gelirin yüzde ellisine nüfusun yüzde onu sahip! Zenginle fakir arasındaki uçurumun gittikçe derinleştiğini yönetenler de artık kabulleniyor. Resmi verilere göre Almanya'da 6 milyon çocuk fakir ailelerde yaşıyor. Bu sayı son on yılda ikiye katlanmış! Endüstri ülkeleri arasında Almanya "aile ve eğitim fakiri" listesinde birinci sırada. Altı milyon fakir aile çocuğu sorunlu yetişiyor, yetersiz gıda alması nedeniyle sağlıksız büyüyor, okulda başarılı olamadığı için de kötü bir geleceğe bakıyor. Fakir ana babalarla çocukları toplumdan dışlanıyor.
 
"Winner-Looser" kültürünün her geçen gün daha çok ağırlık kazandığı Almanya'da günlük yaşam sorunlarının altından kalkamayan sadece yetişkinler değil. Bu toplumun geleceği olan çocuklar da giderek daha genç yaşta "kötü yola" düşüyor. On iki, on üç yaşında sigaraya, içkiye başlayanların, kaba kuvvete başvuranların, polisiye olaylara karışanların sayısı her geçen yıl hızla artıyor, çoğu eyalette ikiye katlanıyor. İşsiz, eğitimsiz yabancı gençler daha kolay kendini bu batağın içinde buluyor. 2007 sonunda açıklanan başka bir rapora göre nüfusun yüzde otuz dördünün her gün beş bardak alkol aldığı Almanya Avrupa'da "içki lideri." Sert içkiyi yeğleyenlerin oranı son üç yılda yüzde on artmış. Her yıl 23 bin insan alkol nedeniyle yaşamını yitiriyor. İçki bağımlılığının Alman ekonomisine bir yılda verdiği maddi zarar da 20 milyar Avro.
 
www.ahmet-arpad.de