30 Mayıs 2021

Eski hamam, eski tas..!

CUMHURİYET, 30 Mayıs 2021

STUTTGART – AHMET ARPAD


Bundan 19 yıl önce, 4 Ağustos 2002 tarihli Cumhuriyet'te şöyle yazmışım: "Fethullah Gülen'e yakınlık duyanlar tabii Almanya'da da var. Kurdukları 'eğitim merkezleri' ülke yerel politikacılarının çoğu yerde 'gözdesi'. Ne de olsa toplumun itelediği yabancı çocuklarına Süleymancılarla Milli Görüşçülerin yanı sıra Fethullahçılar da "sahip çıkıyor". Çoğu eyalette politikacıların desteğini alarak okullar açan, eğitimsiz ve işsiz gençlerin topluma uyumlarını sağlayan (!) 'iyiliksever' din kardeşlerimizin Alman politikacılarla arası iyi. Okulları belediyelerden destek bile alıyor."

Onlar: "İşimiz iş", deyip Almanya'da güle oynaya devam ettiler yollarına, emin adımlarla. Ne de olsa para boldu! 1990'lı yılların sonunda Almanya'nın üzerine serpiştirdikleri tohumlar çabuk yeşerdi. Almanya gibi liberal bir ülkede kök salmasalar şaşılırdı. İlk adımları atanlar üniversite öğrencisiydi, akademisyendi, işadamıydı... İtiraf etmek gerekir, Alman yasalarındaki boşlukları ideolojilerine uğruna başarıyla kullandılar. Her renkten politikacı, yerel belediye ve kilise adamıyla ortak çalışmaya çaba gösterdiler. Biraz yüzlerine güldüler, desteklerini aldılar.

Fetullahçılar Almanya'da Müslümanları temsil ediyor!

O günlerdeki gerçekler hiç değişmeden bugünlere gelindi. 27 Mayıs Perşembe günü Berlin'de bir temel atıldı. Törene Alman hükümeti çok önemli birisini yolladı. Gelen Almanya'nın ikinci adamı, Federal Meclis Başkanı Wolfgang Schäuble'ydi. Berlin Eyalet Başbakanı Michael Müller de törene katıldı. Bu törende temeli atılan 'House of One', kiliseyi, sinagogu ve camiyi aynı çatı altında toplayacak dev bir yapı. Projenin üçüncü ayağı olan, Almanya'da Gülen yapılanmasına yakın "Forum Dialog" adlı kuruluş "House of One"da Almanya Müslümanlarını temsil ediyor!

Toplam 47 milyon avroya mal olacak projeye Federal Hükümet 20 milyon avro, Berlin eyaleti ise 10 milyon avro destek verdi! Sizin anlayacağınız, Alman vergi mükellefleri Fethullah Gülen'in de içinde yer aldığı bu projeye katkıda bulunuyor! Amaç üç dinin mensuplarının aynı çatı altında ibadet edebilmesi. 'House of One' İkinci Dünya Savaşı'nda ağır hasar gördükten sonra Demokratik Almanya Cumhuriyeti döneminde tamamen yıkılan Petri Kilisesi'nin temelleri üzerinde yükselecek. Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nın temel atıldığı günkü tepkisi şöyle oldu: "FETÖ terör örgütünün dahil edildiği, bugün Berlin'de temeli atılan 'House of One' projesi, üç dini bir araya getirmeye değil, ancak ayrıştırmaya ve bir terör örgütünün meşrulaştırılmasına ve desteklenmesine hizmet eder." Bu, iş işten geçtikten sonra gösterilmiş bir tepki değil mi?

"Geleceği parlak öğrenciler yetişiyor"

15 Temmuz darbe girişiminin ardından bir ara durulmuşlar, öğrencileri azalan kimi okullarını kaptamışlardı. Bu süreçte Almanya'da başlattıkları "kendini acındırma" girişimiyle kısa sürede yine dirildiler. Hocaefendicilerin yaklaşık otuz okulunda Türk öğrencilerin oranı yüzde 90 civarında... Eğitim bilimcilerinin, "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı kökenli öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli" demesi hiçbir işe yaramamıştı. Baden-Württemberg eyalet başbakanı Kretschmann 2013 yılında Gülenseverler'in ikinci okulunu: "Bu okuldan geleceği parlak öğrencilerin yetişeceğine inanıyorum", sözleriyle açmıştı. Davetli konuşmacı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da kürsüden davetlilere: "...Bu okul büyük bir fedakârlığın sembolü, uyumun en önemli temel taşlarından biridir... Tertemiz çocukları geleceğe hazırlamalı... Onlar güzel ellerde hazırlanırsa bütün topluma kazandırılır..." diye seslenmişti. Aynı günlerde: "Almanya'da Gülen hareketi şeffaf olmadığından şüpheler oluştuğu için örgütlenmesinin iç yapısını, finansmanını ve hedefini daha açık ortaya dökmek zorundadır", diyen politikacıları kimse umursamamıştı.

Onlar toplumdaki liberal düşünce yapısından yararlanmasını da hiç çaktırmadan iyi beceriyorlar. 15 Temmuz'un ardından kendilerini 'kurban' olarak gösteren Almanya Gülenci'lerinin başarılarının en önemli 'reçetesi' takıyye. Şimdi Berlin'deki dev projede de tanık olduğumuz gibi her renkten politikacı, yerel belediyeler ve kilise adamları hâlâ destekçileri arasında. 1997'den bu yana, hiç aralıksız! Sizin anlayacağınız her şey 'eski hamam, eski tas'...

mail@ahmet-arpad.de

23 Mayıs 2021

Guguklu saatler sevgisi

Cumhuriyet, 23 Mayıs 2021


Yamaçlar yemyeşil; üzerlerinde koyunlar, inekler, tepeler silme kayın, meşe ve çamın çeşidiyle dolu. Güney Almanya'ya sonunda ilkyaz geldi. Yağışlı haftaların ardından her yer yeşerdi. Derelerde sular köpüre köpüre akıyor, kimi yerde küçük çağlayanlar oluşuyor.

Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından trenden indiğimiz Triberg, dar bir vadinin yamaçlarına kurulmuş, şifalı suları ve guguklu duvar saatleri ile ünlenmiş bir kasaba. 1730 yılında Schönwald'lı saatçi Franz Ketterer'in buluşu olan, ıhlamur ağacından yapılan bu saatler bir Kara Ormanlar simgesi. Birçok yabancı için hâlâ guguklu veya kuşlu saat demek Almanya, Kara Ormanlar demek! Üstün el işçiliği gerektiren bu duvar saatleri ülkenin geleneği.

Almanya'nın, Fransa ile İsviçre sınırına yakın bu yöresi kuşlu saatlerin doğduğu topraklar! Yörede yapılacak bir gezide Triberg'e yakın Schonach ve Schönwald'dan başka Furtwangen'e de uğramak bir zorunluluk. Alman Saat Müzesi bu kentte. Müzede sergilenen olağanüstü güzellikte 1200 tarihi saatin karşısından ayrılmak hiç de kolay değil. Kimileri bir dolap büyüklüğünde ayaklı saatler, kimileri paha biçilemeyen küçük cep saatleri. Müzede değişik dönemlerden ve ülkelerden kilise kulesi saatleri, değişik melodiler çalan müzikli saatler de var.

DAKİK ÇALIŞIYOR
Triberg'den Schonach'a uzanan yol karaçamların arasından, suları bol küçük derelerin kıyısından, çatıları dört köşe köy evlerinin önünden geçiyor. En başarılı ustaların çıktığı söylenen Schonach'ta, Josef Dold'un 1970'te yapmayı başardığı dev saat bildiğimiz saatin tam 50 katı büyüklüğünde. Triberg'de bir evi andıran başka bir "guguklu saat” duruyor. Tabii ikisi de dakik çalışıyor. Son 15-20 yıldır Çinli yapımcılar bu "Kara Ormanlar Guguklu Saatleri”ne de el attı... Yöreye gelenler isterlerse Triberg'den yola çıkarak Güneybatı Almanya'nın olağanüstü doğasında yapacakları iki günlük bir yürüyüşle güzel göl Titisee'ye de ulaşabiliyor. Göz alabildiğine çayırlar, çam ormanları, yer yer kayınlar, meşeler yürüyene yol boyunca eşlik ediyor. Ötelerde, uzaklarda bir yerde, koyu mavi, kara doruklar, güneyin en yüksek dağı, 1500 metrelik kayak merkezi Feldberg. Yamaçların bitiminde, aşağıda vadilerde, çayırların ortasında kocaman çiftlik evleri. Zamanı olan yürüyüş meraklısı, üzerinde küçük gemilerin gezindiği göl kenarında geceledikten sonra güneye uzanıp üç ülkenin gölü Konstanz kıyılarına inebilir.

II. ABDÜLHAMİT'İN SAATÇİSİ MEYER
Şimdi şöyle bir uzak geçmişe gidelim. Yıllardan 1938. Semiha Güzelhisar ile evlenen Burhan Arpad günün birinde Osmanbey'deki evine kolunun altında bir karton kutuyla gelir. İçinde bir saat vardır. Koskocaman bir Kara Ormanlar guguklu saati! Onu Karaköy'deki "Alman saatçi” Emil Meyer'den almıştır. Oğlu da torunu da yarım saatte bir yuvasından çıkıp "guguk” diyen kuşun sesiyle büyüdü... Johann Meyer, 1876'da Berlin'den Sultan II. Abdülhamit'in sarayına saatçibaşı olarak gelir. Şehzadelerin, hanım sultanların, vekil ve nazırların, yüksek memur ve komutanların saatleriyle ilgilenir. Ancak saraydaki entrikalardan rahatsız olmaya başlayan Meyer, 1878'de Yıldız'daki görevinden ayrılır. Fransızların inşa ettiği "Tünel” kısa süre önce açılmıştır. Meyer, hemen Karaköy çıkışına çok yakın bir sokakta bir dükkânı devralır. Avrupa'dan saatler getirtir, saatler tamir eder. İstanbul'da ünlenir. 1895 yılında Dolmabahçe Saat Kulesi'ne Fransa'dan satın alınan Paul Garnier yapımı büyük saatleri takar. Meyer sülalesi saatçilik mesleğine 1981 yılına kadar Karaköy'deki dükkân ve imalathanelerinde devam eder.

Yıllar sonra, üniversiteye gittiğim yıllarda çevirmen olarak çalıştığım Heidelberg Baskı Makineleri temsilciliği de Meyer'le aynı sokaktaydı. Şirketin, Almanya Heidelberg'deki merkeziyle 1935'te bir sözleşme yapmış olan Yunus Nadi, Willi Blümel'i Cumhuriyet'in matbaasına getirtmişti. Avrupa'da savaşın başlamasıyla Türkiye'de kalmaya karar veren Blümel, bir şirket kurup Almanya'dan baskı makineleri ithal etti, Türkiye'de sayısız baskı ustası da yetiştirdi. 1984'teki ölümüne dek İstanbul'u hiç terk etmedi. Küçük Bebek'te denize sıfır evinde yaşadı. Yaz kış Boğaz'ın sularında yüzdü. Aile dostumuzdu!

19 Mayıs 2021

Burhan Arpad 111 yaşında

Selçuk Ülger 

 
19 Mayıs 1910 yılında Mudanya'da doğan, gazeteci, yazar ve çevirmen Burhan Arpad, 3 Aralık 1994'te, İstanbul'da, 84 yaşındayken aramızdan ayrılmıştı.

Burhan Arpad, Rehber-i Tahsil Numune Mektebi ve Orta Ticaret Mektebi'nden sonra babasının erken ölümü üzerine genç yaşta hayata atıldı. 1936'ya kadar Tekel Cibali Fabrikası'nın muhasebesinde görev aldı. Edebiyat yaşamına 1936'da Servet-i Fünun dergisinde başlamıştı. Daha sonra sırasıyla Vakit, Uyanış ve Kurun dergilerinde, İleri, İstikbal, Tan, Memleket, Hürriyet, Vatan gazetelerinde çalışmış, en son Cumhuriyet gazetesinde, 1979-1991 yılları arasında "Hesaplaşma" köşesinde öykü tadında yazılar yazmıştı.
Öykülerini, Türk tiyatro hayatını anlatan yazılarını, denemelerini ve gezi izlenimlerini on kitapta toplamıştı Arpad. Özellikle öykülerinde toplumcu ve gerçekçi akımdan hiç sapmamış kalemi güçlü bir yazarımızdı. Yaşamının tamamını İstanbul'da geçiren Arpad, İstanbul'u salt sevmekle kalmamış, İstanbul'un değişik sorunlarına da sıkça eğilmişti yazılarında. Tarihi belgelere ve bir sanat insanının ince gözlemlerine dayanan İstanbul'a ilişkin bu önemli yazıları ölümüden sonra 'Bir İstanbul Var idi" adıyla kitaplaşmıştı.

Değerli aydınımız Oktay Akbal, yıllar önce bir yazısında* onu şöyle anıyordu:
"İstanbul'da bir Boğaziçi vardı. Küçüksu Çayırı ve Göksu Deresi vardı. Kalamış Koyu ve Moda Burnu vardı. Taksim Cumhuriyet Alanı vardı. Görkemli mermer havuzu ve ulu çınarlı kahveleriyle Beyazıt Alanı vardı. Ve Çamlıca Tepesi vardı..."
Bir masal anlatılıyor gibi, bir güzel geçmiş zaman masalını dinliyoruz gibi!..
"Şimdi bunlar belki sadece birer semt ve mahalle adı olarak var. En azından otuz yıldır çıkar ve görgüsüzlük saldırısıyla kemirilmesine rağmen, İstanbul öylesine görkemli ve güzel ki.. yine de yok edilemedi."
Sevgili dostum Burhan Arpad' ın İstanbul yazılarını okurken dalıp gittim...
Bir üzüntü, bir acınma, bir öfke, bir utanç duyarak...
Arpad'ın bu derleme kitabında neler yok ki... semtler, mahalleler, insanlar, tiyatro, sanat, edebiyat, tarih... O güzelim Boğaz vapurları; Şehzadebaşı, Beyoğlu, Sirkeci'nin eski sinemaları; Naşit'ler, Hazım'lar, Şemran Hanım'lar, Behzat Butak'lar, Tepebaşı Tiyatroları, Muhsin Bey, Muammer, Beyoğlu'nun sanat dünyası...

Bir İstanbul Var İdi...
İyi ki bir Burhan Arpad var idi, iyi ki öykücülüğüyle, gazetecilik ustalığıyla, derin duyarlığıyla dergilerde, gazetelerde, kitaplarda yaşattı İstanbul'u, olanca güzelliğiyle, benzersizliğiyle tanıttı bizlere de, gelecek kuşaklara da..."
Burhan Arpad'ın başarısı, geniş kitlelerce tanınmışlığı salt gazetecilik ve yazarlıkla sınırlı kalmadı.
1943'ten başlayarak Alman dili edebiyatlarından yaptığı elliye yakın önemli çeviriyle, Stefan Zweig, Eric Maria Remargue,  Thomas Mann, Anna Seghers, Ingeborg Bachmann, Joseph Roth, Ödon von Horvath gibi yirminci yüzyılın önemli yazarlarını Türk okuruyla tanıştırdı.
Arpad'ın dilimize, kültür dünyamıza kazandırdığı tüm yapıtların ortak özelliği insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışsever olmasıydı... Üst kerte başarılı çevirmenliği sadece ülkemizde değil, Almanya'da ve Avusturya'da da saygı uyandırmış, her iki ülkenin birinci derecede liyakat nişanı ödülleriyle onurlandırılmıştı Burhan Arpad.

Burhan Arpad'ın çevirmenlik uğraşında kılı kırk yaran titizliği, yine Alman edebiyatından yaptığı başarılı çevirileriyle tanıdığımız merhum Ahmet Cemal'lere de örnek olmuştu:
"… Burhan Arpad, benim çeviri alanındaki ilk hocam oldu. Onun bu hocalığından, engin hoşgörüsüne sığınarak, sonraki yıllarda da hep yararlandım. Ne zaman başım sıkışsa, özellikle akşam saatlerinde, evine telefon ederek bir şeyler danışmaktan ve sormaktan hiç çekinmedim. Beni yönlendirmeleri sırasındaki titizliği ve araştırmacı yanı, sonradan hep onun örnek aldığım nitelikleri oldu. Fakat onu örnek alışım, bu kadarla sınırlı kalmadı. Zamanla Burhan Arpad'ın çevireceği yazarları hangi ölçütlere göre seçtiğine dikkat etmek de benim için önem kazanmaya başladı. Stefan Zweig, Anna Seghers, Thomas Mann, Erich Maria Remarque, Joseph Roth, Fritz Habeck ve diğerleri; bunların tümü, edebiyat açısından taşıdıkları değerin yanı sıra, hümanist ve toplumcu dünya görüşleri nedeniyle de sivrilmiş yazarlardı. Bu olgu, karşımıza dünya edebiyatından çevireceği yazarları seçerken, içinde yaşadığı kendi kültür iklimine nelerin getirilmesinin yararlı olacağı sorusuyla da sürekli hesaplaşan bir çevirmen ve düşünür kimliğini çıkarıyordu. Sonraki yıllarda bu kimliği, kendi çeviri uğraşım bağlamında elimden geldiğince örnek almaya çalıştım.
"Burhan Arpad, çalışma ile yaşamayı ve yaşananlar ile hesaplaşmayı bütünüyle özdeşleştirmeyi başarabilmiş ender aydınlarımızdandı. Sanki dünyaya hep çalışmak için gelmiş dev bir karıncaydı. Daha çevirmenlikte emeklemeye başladığım yıllarda böyle bir hocaya kavuşabilmiş olduğum için mutluyum."

*

Burhan Arpad'ın 2018'de, İstanbul'da anıldığı bir toplantıda, yine babası gibi usta bir çevirmen olan ve Almanya'da yaşayan oğlu Ahmet Arpad'ın sözleri bu gerçeğin altını çizmektedir:
"Babam savaş karşıtı yazarları çevirmeye özen gösterirdi. Babam, fabrikada işçi olarak çalışırken 1.5 yıl öğle tatillerinde ders alarak Almanca öğrendi. Yaşadığı dönemde baskı gören Behice Boran, Sabahattin Ali, Ruhi Su gibi dostlarına destek verdi. Cezaevinde ziyarete gitti, açıklamalar yaptı. Örnek bir insan ve babaydı, beni çeviri alanına yönelten babamdır. Annem ve babam her akşam ya sinemaya ya tiyatroya giderlerdi, bizi de götürürlerdi."

Burhan Arpad, 1910 yılının 19 Mayıs'ında, henüz Birinci Dünya Savaşının başlamadığı, Kurtuluş Savaşımızın verilmediği, Cumhuriyetimizin kurulmadığı yıllarda açmıştı gözlerini dünyaya... Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında, dünyanın seyrini değiştiren savaşlara, vatandaşı olarak doğduğu Osmanlı İmparatorluğu'nun batışına, Cumhuriyetimizin ilanına dek süren o zorlu sürecin bütün önemli olaylarına tanıklık etti...  
Mustafa Kemal'in Samsun'a çıktığı gün onun dokuzuncu yaş gününe, Gençlik ve Spor Bayramının Gazi Günü adı altında ilk defa kutlanışı (1926) onun 16. yaş gününe, Atatürk Günü olarak, resmiyet kazanışı da (1935) onun 25. yaş gününe denk gelmişti... Bu önemli tarihin coşkusunu, hep doğum günü coşkusuyla birlikte yaşamış bir değerimizdi Burhan Arpad...
Cumhuriyetimizin tertemiz yıllarında boy vermiş, kendisini var eden Atatürk Cumhuriyetine bir edebiyat emekçisi olarak yaşamı boyunca omuz vermiş, ölümsüz eserleriyle, çevirileriyle Türk dilini yüceltmiş yurtsever aydınımız Burhan Arpad'ı, 111. doğum gününde saygıyla anıyoruz.

* Cumhuriyet, 13 nisan 2008, Oktay Akbal.
** Cumhuriyet, 21 Mayıs 2010, Ahmet Cemal.



"Kaleminin gücüyle ayakta kalmasını başardı"

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 19 Mayıs 2021

Ahmet ARPAD

 

Bugün 19 Mayıs. Bundan tam 111 yıl önce doğmuş, babam Gazeteci, Yazar, Çevirmen Burhan Arpad. Yaşasaydı, düşünceleri, köşe yazıları ve varlığıyla bugün tam 111 yaşında bir delikanlı olacaktı aramızda. Takvimlerin 4 Ocak 2018'i gösterdiği gün, İstanbul'daki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti babam Burhan Arpad'ı anmak amacıyla bir toplantı düzenlemişti. O'nu anlatma görevi de bana düşmüştü. Babamın yaşamını tek sözcükle anlatmam istense, sanırım söyleyeceğim tek söz, "yazmak" olurdu. Çünkü kaleminin gücüyle ayakta kalmasını başaran bir insandı O. İşte üç yıl önce İstanbul'daki anma toplantısında yaptığım konuşma:

***

İstanbul Beyoğlu'ndaki Melek Sineması'nda 1934 yılında gösterilen "Kadınlara İnanmam" adlı film babam Burhan Arpad'ın yaşamında çok önemli bir rol oynamıştır. Dönemin ünlü tenorlarından Viyanalı Richard Tauber'in başrolünü oynadığı filmi seyreden Burhan Arpad Almanca öğrenmeye karar verir. Hemen Alman Lisesi'ndeki kurslara yazılır. Bu çabasını aralıksız beş yıla yakın sürdürür. Aynı zamanda Tünel meydanındaki Aşkenaz Yahudisi İzidor Karon'un 1923'de açtığı Alman Kitabevi'nin sürekli müşterisi olur. Buradan aldığı Almanca dergi ve ilerde de kitaplarla, birkaç yıl içinde Almancasını ilerletir. Cibali Tütün Fabrikası'ndaki muhasebe memurluğu görevini bırakıp Tekel Genel Müdürlüğü'nün mutemeti olarak yaşamını sürdürür. Bu görevinin yanısıra Vakit Gazetesi'nde gazeteciliğe ilk adımlarını atar.

1938 yılının Nisan ayında komşu kızı Semiha Güzelhisar'la evlenir ve o güne kadar yaşadığı Vefa mahallesinden ayrılıp Osmanbey Şair Nigar Sokağı'ndaki modern bir apartman katına yerleşir. Ancak aradan daha 2 yıl geçmeden bir gün eve gelen Burhan Arpad eşine: "Semiha gelecek ay Taksim'e taşınıyoruz", der. "Talimhane'de 5 odalı bir kat tuttum..." Eşinin itirazları bir sonuç vermez. Talimhane'nin yeni apartmanlarından birine taşınırlar. Burhan Arpad'ın buraya gelmesinin tek nedeni 'kentin sanat yaşamına yakın olmak isteği'dir. Beyoğlu sinemaları, tiyatro ve konser salonları, sanat galerileri, şık mağazaları ve o günlerin aydınlarının sık sık bir araya geldiği pastaneleriyle onu bekliyordur. Beyoğlu'ndaki Nisuaz Pastanesi, 1930-1950′ler boyunca edebiyatçıların uğrak yeriydi.

Nisuaz'ın müdavimleri Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Kudret Aksal, Asaf Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino, Orhon Murat Arıburnu ve Sabahattin Ali gibi şairler, yazarlardı. Çaylarını yudumlarken birbirlerine yazdıklarını okuyan edebiyatçılar, pek çok derginin yayın toplantısını da Nisuaz'da yapardı. Hilmi Ziya'nın "İnsan" ve Burhan Arpad'ın "İnanç" dergilerinin temelleri burada atılmıştı.

Amacı hümanist görüşler yaymaktı

1940-1941 yıllarında Hulusi Dosdoğru'yla ortak yayımladığı ve sadece 20 sayı basan aylık 'İnanç' dergisi için ilerde anılarında şöyle der: "Bu dergiyi hümanist görüşleri yaymak amacıyla çıkarıyorduk…" Daha sonraki yıllarda 'Yurt' ve 'Dünya', 'Adımlar', 'Yığın' dergilerine öyküler ve eleştiri türünde yazılar verir. 1943 yılı Burhan Arpad'ın çevirmenliğinin başladığı yıldır.

Çeviri dünyasına ilk adımlarını Stefan Zweig'ın Yıldızın Parladığı Anlar ve Joseph Roth'un Eyyub yapıtlarını Türkçe'ye kazandırarak atar. Onları sayısız Remarque ve Zweig yapıtı takip eder. "Sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim", diyen Burhan Arpad'ın, dilimize kazandırdığı kırka yakın roman ve öykü kitabının yazarlarının ortak yanı insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışsever olmalarıdır. 40 yıl boyunca aralıksız yaptığı çeviriler ona Almanya'dan, Bulgaristan'dan ve Avusturya'dan değerli ödüller ve madalyalar getirmiştir.

1940'lı yıllar Türkiye ve Türk düşünürü için önemli yıllardır. Sosyal gerçekçi akımın peşinden giden ve yürüdükleri yolda engellerle karşılaşan aydınlar arasında direnebilenler arkalarında, günümüzde de sevilerek okunan başarılı yapıtlar bırakmıştır. Bu çevrenin içine giren Burhan Arpad'ın o yıllardaki en önemli dostlarından biri sosyal gerçekçi akımın öncü yazarlarından kabul edilen Samim Kocagöz'dür. Aynı süreçte Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık da yakın dostları arasındadır. Behice Boran, eşi Nevzat Hatko ve çevrelerindeki aydınlarla sık sık Taksim Talimhane'deki katında ve Küçüksu'nun yamaçlarındaki yazlığında buluşup görüşürler. İlerde bu dostlar çevresine, hapisten yeni çıkmış Ruhi Su da katılır. Dönemin aydın çevresi, kimi eleştirilere ve yaşadıkları sorunlara karşın birbirinden kopmaz, değerli dostluklar onlarca yıl sürer gider. İhsan Devrim ve Salâh Birsel'le 1943'de ortak kurdukları ABC Kitabevi 4 Aralık 1945'de Tan Gazetesi saldırısından nasibini alır, tahrip edilir.

Büyük kentin toplumsal olaylarını ele aldığı "Şehir – 9 Tablo" ve "Dolayısıyla" bu dönemde yazdığı ve defalarca baskı yapan önemli yapıtlarıdır. Oktay Akbal ilerde Vatan gazetesinde şunları yazar: "Arpad'ın insanları küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır." Burhan Arpad aynı süreçte Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde başlattığı dünya klasikleri dizisine de çevirileriyle katılmıştır.

Festivallere davetler

1940'lı yıllar Arpad'ın gazetecilikte önemli adımlar attığı yıllardır. Almanca'nın yanısıra Fransızca da bilen Arpad 1948 yılında ilk kez yurtdışına çıkar. Amacı davetli olduğu Salzburg Festivali'ne katılmaktır. Patronu Sedat Simavi'den zar zor izin alıp gemiyle İtalya'ya varır, gecesi bir kutu Bafra sigarasına pansiyonlarda konaklar, oradan trenle Salzburg'a geçer. Haftalar geçirdiği Salzburg'a ilerki yıllarda sık sık uğrar. Burhan Arpad'ın İstanbul'dan sonra en çok sevdiği kent ise Viyana'dır. Bu Tuna kentini yaşamı boyunca sayısız kez ziyaret eder, Spiegel Sokağı'ndaki "Pension Alt Wien"de kalır, bakanlıklarda dostlar edinir, Stefan Zweig Cemiyeti'nin onur üyesi olur, tiyatro, opera ve operetlerden çıkmaz. 1970'li yılların sonunda "Pension Alt Wien"i işleten yaşlı kızkardeşler binayı bir İranlı halı tüccarına satınca az ötede, Graben'deki "Pension Nossek"e yerleşir.

1952'de Hürriyet'ten ayrılıp Ahmet Emin Yalman'ın Vatan Gazetesi'ne geçen Burhan Arpad, o yıllarda sürekli yaptığı Avrupa yolcuklarından izlenimlerini değişik kitaplarda toplar.

Gazeteciliğini ilerlettiği Vatan'da köşe yazılarının ("Günü Gününe") ötesinde okurun çok ilgisini çeken sinema ve tiyatro eleştirileri de kaleme alır. O dönemde Arpad'ın yaşamındaki en önemli olaylardan biri de 1952 yılında Lütfü Akad, Aydın Arakon, Orhan Arıburnu, Hüsamettin Bozok, Hıfzı Topuz ile birlikte kurduğu "Türk Film Dostları Derneği"dir. Bu yürekli insanların yaşama geçirdiği TFDD sinemamızın sorunları üzerine çalışmalar yapar, raporlar hazırlar ve 1953–1955 yılları arasında üç "Türk Film Festivali" düzenler.

Avrupa'ya atılan adımlar

Avrupa'daki iki politik olayın Arpad'ın gazeteciliğinde önemli rolleri vardır. 18 Haziran 1953 günü Salzburg Festivali'nden Berlin Festivali'ne gitmek için Münih'ten bindiği PAN AM uçağında, Nazilerden kaçıp yaşamının 11 yılını Türkiye'de geçirmiş olan ünlü bilim adamı Ernst Reuter'le yanyana oturur. Ankara'dan tanıdığı Reuter 1946'da Türkiye'den Almanya'ya döndükten sonra Batı Berlin Belediye Başkanlığı'na seçilmiştir. Bir gün önce, 17 Haziran 1953'de, savaş sonrası kurulan yeni Almanya'nın tarihinde önemli iz bırakacak bir olay yaşanmıştır. Berlin'de bir milyonun üzerinde insanın katıldığı özgürlük ve demokrasi nümayişi kısa sürede bir ayaklanmaya dönüşmüş ve Sovyet tankları tarafından bastırılmıştır. En az 50 insanın öldürüldüğü olayların yaşandığı 17 Haziran günü Berlin'de olmayan Reuter ertesi gün uçaktan inerken arkasında Burhan Arpad durmaktadır. "Merdivenin ucunda yaklaşık 200 gazeteci bekliyordu", diye anlatmıştı ilerde. Ernst Reuter onu ertesi gün makamına davet eder. Bir gün sonra da Vatan Gazetesi tüm birinci sayfasını Arpad'ın röportajına ayırır.

1956 Macar Devrimi'nden kısa süre sonra Arpad yine Viyana'dadır. Sovyetler'in ülkelerinden çekilmesini talep eden yüzbinlerin ayaklanmasını bastırmak isteyen Sovyet ordusu üç bine yakın insanın ölümüne neden olmuştur. Komşu ülke Avusturya'ya sığınanlarla sınırdaki kamplarda yaptığı röportajlar gazetesi Vatan'da günlerce yayınlanır. 1950'li yılların Avrupası için çok önemli kabul edilen bu iki olayı o günlerde okurlarına kapsamlı duyuran tek gazete, Vatan olmuştur.

Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar

1950 – 1960 arası yılları Burhan Arpad için çok verimli geçer. Gazete yazılarının, sayısız yurtdışı yolculuklarının, tiyatro ve sinema eleştirilerinin, çevirilerin yanısıra Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar da kaleme almıştır. 1920'li yıllardan başlayarak birebir içinde yaşamış olduğu İstanbul'un tiyatro yaşamını 'Perde Arkası', 'Operet – 8 Tablo', 'Oyun – 6 Tablo' ve 'Son Perde – Komik Naşit Beyin Hikayesi' adlı kitaplarında toplamıştır. Bu yapıtlarında Arpad on yaşından başlayarak yakından tanıdığı Direklerarası'nı, Darülbedayi-i Osmani'yi, Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları Topluluğu'nu, Cemal Sahir Opereti'ni, Muhlis Sabahattin'i, Şehir Tiyatrosu'nu, İstanbul Opereti'ni, İstanbul Tiyatrosu'nu, Karaca Tiyatrosu'nu röportaj–öykü diyebileceğimiz bir anlatımla okurlara sunar.

Uzun yıllar dostluklar kurduğu sanatçılar arasında Naşit, Hasan Efendi, Behzat Butak, Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu, Raşit Rıza, Hazım Körmükçü, Rey kardeşler, Cahide Sonku, Toto Karaca, Ali Sururi, Muammer Karaca gibi Türk tiyatrosuna büyük emekler vermiş ünlü isimler 2001 yılında az önce sözünü ettiğim kitaplardan derlediğim ve 'Perde Arkası' adını verdiğim eserde yer almaktadır.

Burhan Arpad'ın 1950'li yıllardaki sayısız önemli girişimlerinden biri de, kurucu üyesi olduğu yapı kooperatifinin uzun çabalar sonucu – dönemin ünlü vali ve belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay'ın da desteğiyle – gerçekleştirdiği Esentepe Gazeteciler Mahallesi olmuştur. Babıali'nin en ünlülerinin 1958 yılında yerleştiği 220 hanelik mahalleyle Arpad ve meslekdaşları Türkiye'de bir ilke imza atmışlardı.

1960'lı yıllar sadece Türkiye politikasına yenilikler getirmemiş, toplum yaşamı da 27 Mayıs'la başlayan değişimlerle büyük bir sınavdan geçmiştir. Demokat Parti yönetiminin neden olduğu köyden kente akımın olumsuz sonuçları o yıllarda görülmeye başlamıştır. Burhan Arpad çalıştığı Vatan Gazetesi'nin 1961 yılında kapanmasıyla gazeteciliğe bir süre ara verir. Gelecek yıllardaki çalışmalarının odak noktasını yine Alman dili edebiyatından yaptığı çeviriler oluşturur. İşte o yıllarda Ahmet Cemal'le beni çeviriye özendiren babam olmuştur. Burhan Arpad 1950'den başlayarak her yıl sürekli katıldığı Berlin Film Festivali'nde 1961 ve 1964 yıllarında jüri üyeliği de yapmıştı.

'Alnımdaki Bıçak Yarası'

O dönemde edebiyat dergilerinde çok sık yazıları çıkar. Yaşamı boyunca toplumcu ve gerçekçi akımdan hiç şaşmayan Arpad'ın 1968'de kaleme aldığı, İstanbul'un kenar mahallerinde yaşayan küçük insanların sorunlar dolu dünyasını sanki aralarında yaşarmış gibi anlattığı 'Alnımdaki Bıçak Yarası' adlı romanı bugüne dek güncelliğini hiç yitirmemiş, iki kez filme de çekilmiş, hep canlı kalmış bir yapıttır. "Taşı Toprağı Altın" adlı kitapta topladığı İstanbul öykülerinde büyük kentin küçük insanlarının yaşamını anlatırken, toplumcu gerçekçi akımdan yine sapmaz. Aynı başarıya 1979–1991 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "Hesaplaşma" sütununda da ulaşmıştır.

Arpad'ın İstanbul üzerine çeşitli yıllarda kaleme aldığı ve değişik kitaplarda çıkmış olan yazıları 2000 yılında "Bir İstanbul Var İdi" başlıklı kitapta derlenmiştir. Burhan Arpad 1976'da yazdığı 'Hesaplaşma' anılar kitabına şöyle başlıyor: "Zaman geçiyor. Kişiler ve kişilerin ölümlü yanlarıyla... Arkada bırakılmış yılları arada bir düşündükçe, hüzünle sevinç karışımı bir şeyler hatırlabiliyor muyuz?"

Edebiyatçı, yayınevi sahibi Fahir Onger'in 1960'lı yılların sonundaki şu görüşü ilginçtir: "Burhan Arpad edebiyatımızın 'kızgın adam'larından biri sayılır. Bunun nedeni, sosyal gerçekçi akımı besleyen 1940 ortamının şimdilerde var olmayışıdır. Bu ortamı yaratan toplulukların nasıl dağıtıldığını biliyoruz, ancak 27 Mayıs'ın ardından bu koşullar değişmiş, sosyal gerçekçi akımı güçlendirmeye elverişli bir ortam hazırlanmıştı. Bireysel başkaldırı, ya da romantik devrimcilik doğrultusunda bir başka kıpırdanış genç yazarları kendi çevresinde toplamıştı. Yeni anayasanın getirdiklerinden bu çevre yararlanmıştı, ancak sosyal gerçekçi akımı edebiyat alanına yanaştırmayanlar basın-yayın araç ve örgütlerine egemen olmuştur. Ve 1940 kuşağından hayatta kalanlar da teker teker ” kızgın adam” haline gelmiştir..."

Oğlu olarak sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: "Çok yönlüydü, ilkelerinden ödün vermedi, çıkarları uğruna hiç kimseye sokulmadı, her dönemde sadece kaleminin gücüyle ayakta kalmasını başardı. Babamla gurur duyuyorum!"

Ne güzel bir duygu Burhan Arpad'ın oğlu olmak!

15 Mayıs 2021

Yaşlı kadının Hesse anıları

Toplum Gazetesi/Almanya, 15 Mayıs 2021

Ahmet ARPAD

Hermann Hesse'nin annesi Marie Hesse, yaşlı kadının dedesinin kız kardeşiydi. 2002 yılında tanımıştım onu. Hesse'nin doğumunun 125. ve ölümünün 40. yılında Stuttgart'a yarım saat uzak, şirin Karaormanlar kasabası Calw'daki bir etkinlikte... O günlerde seksen yedi yaşındaydı. Bir zamanlar Hesse'nin "Gençlik Bunalımları"nı (Unterm Rad) çevirmiş olduğumu duyunca, tanışlığımız dostluğa dönmüştü. Calw'e çok yakın Bad Liebenzell kaplıcasına her gidişimde uğramadan edemiyordum. Çay-pasta eşliğinde yaptığımız sohbetler hep çok ilginçti, çünkü yaşlı kadının Hesse anıları inanılmazdı.

Marie-Luise Bodamer'in villasının duvarlarını küçük Hesse tabloları süslüyordu. Her ziyaretimde onlara uzun uzun bakmadan villadan ayrılamıyordum. Ünlü yazar yaşamının son 43 yılını geçirdiği, kadının genç kızlığında annesiyle sık sık ziyaret ettiği Montaglona'daki şirin villasının pencerelerinden görünen İtalyan İsviçresi'nin doğasını çizmişti... Calw'daki duvarları süsleyenler, "Hesse Amca"nın hediyesiydi! Yaşlı kadın yetenekli bir müzisyendi. Her perşembe evinde dostlarıyla oda müziği yapıyordu, pazartesi akşamları da Calw müzik okulunda başka bir orkestranın provasına katılıp keman çalıyordu. Anımsıyorum, 2012'de Hesse'yi ölümünün 50. yılı anma töreninde Calw kilisesindeki konserde yine piyanonun başına geçmişti.

Marie-Luise Bodamer dört yıl önce 3 Mayıs 2017 günü vefat etti. 102 yaşında. Kısa süre önce Bad Liebenzell'de yaşayan, son 6 aydır görüşemediğimiz tanışlara çaya gitmiştik. Bu kez Stuttgart'a dönüş yolunda, yaşlı bayan Bodamer'i yamaçtaki tarihi villasında değil, Calw mezarlığındaki aile kabristanında ziyaret ettim. Tarihi mezarlığın kapısından içeri girince sağda, upuzun, yüksek duvardaki bronz tabelalar hemen dikkati çekiyor. Bir sürü isim, ölüm tarihleri en az yüzyıllık. Friedrich ve Emma Gundert. Hermann ve Julie Gundert. Ve Marie Hesse. Hermann'ın annesi... Bir süre öyle duruyorum. Calw'ın tarihi mezarlığı eski ağaçlarla dolu. Karşılar da yemyeşil.

Haylazlıkla geçen gençlik

Sonra ağır ağır mezarlık çıkışına doğru ilerliyorum. Karşı kaldırıma geçip, ırmak kıyısında yürüyorum. Nagold bugün çok hızlı akıyor. Durup, köpük köpük akan ırmağı seyrediyorum... Hermann Hesse az sonra karşımda duruyor! Irmağın üzerindeki taş köprüde. Bronzdan. İnce, uzun boylu, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara, ırmağın sularına.

Haylazlık ve avarelikle geçen gençlik yıllarında bu köprüde saatlerce durur, suların akışını seyrederdi. Ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. Genç Hesse burada zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp bir meslek öğrenirdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse'nin oğulları Hermann tembelin tekiydi, ondan adam olmaz, derdi Calw insanları.  Çok sonraları o günlerden söz açıldığında, çocukluğumda pek sevilmezdim, diye konuşurdu. O yılların deneyimlerini hiç unutmamıştı.

'Haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz'

Dünyaca ünlendiğinde çoktan İsviçre'ye yerleşmişti Hermann Hesse. Tessin yöresinde, Montagnola'daki villası bir yamaca kuruluydu. Marie-Luise Bodamer anlamıştı: "Pencerelerinden, terasından öteler, çok uzaklar, ona ilham veren, ona romanlar, öyküler yazdıran, ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu tablolar yaptıran yamaçlar, tepeler görünürdü." Marie-Luise 1930'lu yıllardan başlayarak o villaya sık sık gitmişti annesiyle. Anlatmıştı: "Aşağı bahçe kapısında yazardı, ziyaretçi kabul edilmez, diye. Annem çalışma odasının kapısını açtığında Hermann Amca ayakta karşılardı bizi, kolları iki yana açık. Ben deneyimsiz bir genç kız, o ise dünyaca ünlü bir yazar... Kimi zaman, annemin hediyesi olan bir Bach plağını pikaba koyar, bakışlarını karşı yamaçlara dikerdi. Keyfi yerinde oldu mu kuyruklu piyanonun başına geçip Bach, Mozart, Chopin çalardı bizlere."

Yıllar öncesinin haylaz ve tembel genci, artık milyonların okuduğu dünyaca ünlü bir yazardı. 1933'ten başlayarak Almanya'dan kaçıp İsviçre'ye sığınan birçok dostundan yardımı esirgememişti. Aralarında Thomas Mann da vardı. Çoğu kez elinde ne varsa dostlarına harcamış, başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Naziler geldiğinde Almanya'da eserleri yasaklanıp parası suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice resme vermiş, kazandıklarını da yine dostlarına harcamıştı. Yaşlı Bodamer: "Bizlere yolladığı, Nazi sansüründen geçmiş mektupların da ardı arkası hiç kesilmemişti", demişti bir görüşmemizde.

Marie-Luise Bodamer şirin Karaormanlar kasabası Calw'de doğdu, 102 yıl sonra 3 Mayıs 2017'de, yine orada aramızdan ayrıldı.

Savaş karşıtı Alman dili edebiyatı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Hermann Hesse'ye göre, haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz: "Sevgi ve kardeşlik duygularının yokluğudur dünyamızı hasta eden."

9 Mayıs 2021

"Özgür düşünce kuş gibidir!"

Toplum Gazetesi, 9 Mayıs 2021

Ahmet Arpad


'Beyaz Gül' direniş grubu üyesi 22 yaşındaki genç üniversite öğrencisi Sophie Scholl yargıca: "Bugün bizim durduğumuz bu yerde birgün siz duracaksınız”, diye bağırır. Münih Halk Mahkemesi 22 Şubat 1943'de Sophie Scholl, ağabeyi Hans ve üniversiteden arkadaşları Christoph'a üç saatlik tek celsede ölüm cezası vermişti. Suçları Nasyonel Sosyalistlere karşı bildiriler yayınlayıp dağıtmaktı. İhbar üzerine Gestapo'ya yakalanmadan önce gizlice dağıttıkları en son bildiride şunlar yazıyordu:"Hesaplaşma günü geldi! Halkımızın katlanmak zorunda bırakıldığı, tiksinmeye bile değmez bu gaddarla Alman gençliğinin hesaplaşmasının zamanı artık gelmiştir... Tüm Alman gençliği adına Adolf Hitler'den özgürlüklerimizi geri vermesini talep ediyoruz!” Bu sözler 'astığı astık, kestiği kestik' yöntemlerle ülkesini yöneten diktatörün gözünde büyük suçtu, bu 'vatana ihanet'ti ve cezası ölümdü! Sophie Magdalena Scholl 9 Mayıs 1921'de, tam 100 yıl önce bugün, Almanya'nın Forchtenberg kentinde dünyaya gelmişti!
* * *
Bundan 88 yıl önce yarın, 10 Mayıs 1933, Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. O akşam başlatılan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçrar. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildir. 10 Mayıs 1933'de Almanya'da başlatılan kitap yakmalar Hitler'in düşünürleri 'yok etme' girişiminde attığı ilk adımdır.
* * *
10 Mayıs 1933. Berlin Opera alanında alevler havaya yükseliyor. Büyük ateşin çevresine toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileriyle gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor.

Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. 10 Mayıs 1933 akşamı Berlin Opera alanındaki olayların tanığı Erich Kästner ilerde kalem alacağı 'Kitaplar Yakılır mı?' adlı denemesinde o geceyi şöyle anlatır: "Binlerce kitap dolu kamyonlar insanlar arasından geçip yaklaştı. Hava kapalıydı, yağmur çiseliyordu..." Yazar Arnold Zweig da ilerde o akşamdan şöyle söz etmişti: "Yüzlerce insan budalaca, hayvani bir çılgınlıkla haykırmaya başlamıştı..."

"Alman düşün dünyasının çöpü"

O gün Almanya'nın 21 üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig'ın kitapları yanıp yok olurken askeri orkestralar marşlar çaldı. Naziler, "Alman düşün dünyasının çöpü" dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Propaganda Bakanı Goebbels Berlin'deki dev alevin başında haykırıyordu: "Yahudilerin artık çok aşırılığa kaçmaya başlayan entelektüelliğine son veriyoruz!"

Hitler'in düşünceye baskısı

10 Mayıs 1933 gecesi kitapların yakılmasıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi gömlekliler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler. Kamyonlar ateşin yanında durdu, binlerce kitap yerlere döküldü, becerikli eller onları aldı, hızla alevlere savurdu..."

10 Mayıs 1933'de Almanya'da başlatılan kitap yakmalar Hitler'in düşünürleri 'yok etme' girişiminde attığı ilk adımdı. 'Kitap Yakma' girişimi hızla tüm ülkeye sıçradı. Hitler Gençliği ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde 102 yakma eylemi düzenledi. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi.

Adolf Hitler Almanya'yı 'teslim aldığı' 30 Ocak 1933'ten başlayarak aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri ve edebiyatçıları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başladı. 1934 yılının ilk günlerinde yürürlüğe giren "yazı işleri müdürleri" yasasıyla gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratıldı; birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirdi. Yahudi kökenli edebiyatçılar hızla Almanya'nın kültür yaşamından siliniverdi.

Nasyonal sosyalistler ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında sadece aydınların gözünü korkutmamış, tüm medyayı da çıkarlarına uygun yönlendirmeye başlamıştı. Neyin nasıl yazılacağına Hitler'in 1933'de yönetimi ele geçirmesinden birkaç hafta sonra kurduğu ve başına da Goebbels'i oturttuğu 'Propaganda Bakanlığı' karar vermeye başladı. Basından pek karşı çıkan olmadı. Tepki gösterenler işten atıldı, Almanya'dan kovuldu ya da öldürüldü.

Kültür cinayetine onay veren 'aydınlar'

Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce, Hitler başa geçtikten iki ay sonra, başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan 'temizlik' için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Gizli polis teşkilatı Gestaρo'nun şefi Hermann Göring: "Bürokrasinin hiçbir maddesi benim uygulamalarımı engelleyemez", diyordu. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı, çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir", diye yazanlar oldu. Hitler yönetimi 1935'de bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Joseph Roth Stefan Zweig'a 23 Eylül 1934 tarihli mektubunda şunları yazmıştı: "İnsanlar Hitler'in kalıcı olduğu görüşünde, dünya ve Almanya bir savaşı bekliyor... Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak." Yayınevleri kamulaştırıldı, karşı çıkmak isteyenler mallarını başkalarına satmak zorunda bırakıldı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels o günlerde: "Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır", diyordu.

Yönetenlerin korkulu düşü kitap

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür, ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır. 10 Mayıs 1933 kitap kıyımı ve ardından gelen korkunç insan kıyımı hiç unutulmamalıdır. Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

Daha 1824'de: "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır", demiş olan evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıkmıştı. 10 Mayıs 1933 insanlık tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir... Hitler'den günümüze pek bir şey değişmedi. Baskıcı rejimler kitaba hep düşman gözüyle baktı. Aydın düşünürler ise hiç unutmadı kitabın silahtan daha güçlü olduğunu.

8 Mayıs 1945'de, 76 yıl önce dün, Naziler teslim olmuş, II. Dünya Savaşı resmen sona ermişti.

Her yerde bomba var!

Cumhuriyet, 9 Mayıs 2021 

STUTTGART - AHMET ARPAD

Stuttgartlı bir tanış, bundan çok yıllar önce mesleği gereği Dresden'e yerleşmişti. Birkaç yıl önce de: "Emekliliğimizde rahat bir yaşam sürelim", demiş ve doğu Almanya'nın Baltık Denizi kıyılarında, kumsala yakın bir ev satın almıştı. Geçmişte eşiyle birkaç günlüğüne oraya giderken, şimdinin zor yaşamında Dresden'den kaçıyor, evden çalışıp haftalarını deniz kıyısında geçiriyor. Bir süre önce telefonda: "Amaç az riskli bir yaşam sürdürmek", dediğinde geçen güzde televizyonda izlediğim bir belge aklıma geldi. Kadın rejisör Frido Essen'in "Denizde Bombalar" adlı filmi, Kuzey ve Baltık Denizi'nde 2. Dünya Savaşı yıllarından kalma yaklaşık 1.6 milyon ton bomba ve kimyasal silahın 80 yıldır yattığını anlatıyordu. Almanya'nın bu denizlere tam 1500 km. kıyısı var. 20 milyon insan geçen yıl, dibi dev bir silah deposunu andıran iki denizin kıyılarında ve adalarında tatil yapmış, altlarında bombalar, top mermileri, mayınlar ve torpidolar...

Almanya'nın silah çöplüğü
Hitler Almanyası'nın teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişir! Aldıkları ortak kararla, Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları, çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca ederler. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın silah çöplüğü! Uzmanların açıklamalarına göre, denize atılan silahlar bir yük trenine doldurulmak istense 2 bin 300 kilometre uzunluğunda bir tren gerekirmiş.

Denizlerin dibinde yaklaşık 80 yıldır çürüyen İkinci Dünya Savaşı'nın silahlarından yayılan sayısız zararlı madde sulara karışıyor. Kiel Üniversitesi uzmanları, son yıllarda yangın bombalarıyla değişik cephanelerdeki fosfor, TNT ve arseniği pisi balıklarında ve midyelerde tespit ettiler. Silahların zehiri deniz ürünleri aracılığı ile insanlara bulaşıyor. Yetkili makamlar sorumluluğu onlarca yıldır birbirlerine atıyor, ne de olsa Amerikalıların denizin dibine yığdığı Hitler'in bombalarını çıkarıp imha etmek milyarlarca Avro'ya mal olacak. Kısa süre önce telefonlaştığım Dresdenli tanış: "Uzmanlar Rostock kıyılarında arayıp duruyorlar, buldukları bombaları çıkarıyorlar" dedi. "Kumsalda gezinirken dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü yangın bombalarından kopan fosfor parçaları kehribarı andırıyor, yanılıp da eline alanın derisi kaslara kadar yanıyor!"

Yüz bin ton bomba
Savaşın bitiminden bu yana yaklaşık 75 yıl geçti. İngiliz ve Amerikan uçakları savaşın son yıllarında Almanya'nın üzerine yüz binlerce bomba yağdırmıştı. Bunlardan en korkunçlarından biri 1943'teki Hamburg bombalanmasıydı. Yaklaşık 800 Amerikan ve İngiliz savaş uçağının "Gomorrha harekâtı"nda attığı yüz binin üzerinde tahrip ve yangın bombası 40 bin insanın ölümüne neden olmuştu. 1945 şubatındaki Dresden bombalanmasında da güzel kent yerle bir edilmiş, 34 bin insan yaşamını yitirmişti. İkinci Dünya Savaşı'nın bombaları sadece suların altında değil, Alman topraklarının altında da yüzlerce patlamamış uçak bombası olduğu bilinen bir gerçek. Nerede oldukları belirsiz, çoğunlukla inşaat çalışmaları sırasında rastlantı sonucu ortaya çıkıyor.

"Dörtler"in uçakları sadece başkent Berlin'in üzerine 45 bin ton bomba atmış. Alman endüstrisinin merkezi Nordhein-Westfalen bölgesine de İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir milyon tona yakın bomba düşmüş. Alman kentlerinde sık sık henüz patlamamış bomba bulunuyor. Hemen bomba imha ekibi çağrılıyor, çukurun bir kilometreye yakın çevresindeki tüm yerleşimler boşaltılıyor. Evlerde, okullarda, hastanelerde, işyerlerinde tek insan kalmıyor! Trenler, uçaklar duruyor. Duruma göre on binler 3-4 saatliğine başka yere "göç ediyor"! Sadece bu yılın ilk üç ayında, Almanya'nın sekiz büyük kentinde inşaat sırasında patlamaya hazır bombalar bulunup zararsız hale getirildi.

www.ahmet-arpad.de