Avrupa Gün, 29.10.2012 |
29 Ekim 2012
27 Ekim 2012
Augenblicke
Ahmet Arpad fotografiert Menschen, die er auf seinen vielen Reisen im Osten der Türkei getroffen hat. Jedes Bild erzählt eine kleine Geschichte.
Wochenendbeilage der Stuttgarter Zeitung vom 27.10.2012 |
21 Ekim 2012
Karaormanlar’ın doğasından Zürih’in bankalarına
Cumhuriyet 21.10.2012
STUTTGARTAHMET ARPAD
Karlsruhe’den Konstanz gölüne giden tren saat tam 08.09’da hareket etti. Baden-Baden ve Offenburg’dan sonra bütün yol Karaormanlar’dan geçiyor. Yamaçlar yemyeşil, üzerlerinde koyunlar, inekler, tepeler silme kayın, meşe ve çamın çeşidiyle dolu. Ağustos ayındaki birkaç günlük aşırı sıcağın dışında tümü serin geçti diyebileceğimiz bir yazın ardından bu güzel yörede güz kendini gösteriyor. Yağışlı son haftaların ardından dere yatakları dolu. Sular köpüre köpüre akıyor, kimi yerde küçük çağlayanlar oluşuyor. Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından indiğimiz Triberg dar bir vadinin yamaçlarına kurulmuş, şifalı suları ve guguklu duvar saatleri ile ünlenmiş bir kasaba. 1730 yılında Schönwaldlı saatçi Franz Ketterer’in buluşu olan bu tahta saatler bir Karaormanlar simgesi. Birçok yabancı için hâlâ guguklu veya kuşlu saat demek Almanya, Karaormanlar demek! El işçiliği bu güzel saatler ülkenin geleneği. Triberg’den yola çıkarak Güney Karaormanlar’ı iki günde geçmek ve güzel Titisee’ye ulaşmak amacımız. Oradan da karayolundan Konstanz Gölü’ne ve daha ötesindeki Zürih’e! Göz alabildiğine çayırlar, yeşil çam ormanları, sarının her renginin yavaş yavaş görülmeye başladığı kayınlar, meşeler bize gün boyunca eşlik ediyor. Ötelerde, uzaklarda bir yerde, koyu mavi, kara doruklar, güneyin en yüksek dağı, 1500 metrelik kayak merkezi Feldberg. Yamaçların bitiminde, aşağıda vadilerde, çayırların ortasında kocaman Karaorman çiftlik evleri. Ancak bu güzelliklerin bir de çirkin yanı var. Kimi yerde hastalıklı ağaçlar göze batıyor. Doğaseverlerin 80’li yıllardan bu yana sürekli toplumun dikkatini çektiği bu ürkütücü gerçek, her türlü önleme karşın önü bir türlü alınamayan büyük sorun. Özellikle iğne yapraklı ağaçlarda zararın ürpertici ölçüye vardığını yürüyüş sırasında görüyoruz. Yükseldikçe dalları cılızlaşmış ağaçlar artıyor. Güneş ışınlarının burada daha güçlü olması, topraktan az su almaları, kış aylarında yükseklere sisin ve bulutların daha fazla inmesi, ağaç ölümünde önemli nedenler. Akşamüstü Furtwangen’in az ötesindeki bir pansiyonda konaklamaya karar veriyoruz. Odamıza hemen çıkmıyoruz. Ayakkabılarımızı çeşmenin yanına bırakıp, terastaki tahta masalara kuruluyoruz. Az sonra garson kız beyaz şarapları getiriyor. Ötelerde, mavi, kara dorukların ardında güneş batmaya hazırlanıyor. Kişi böylesine doğa dolu bir günün ardından Türkiye’nin doğasını düşlemeden edemiyor. Gökova’yı, Yatağan’ı, Aliağa’yı, Bergama’yı İzmit Körfezi’ni, Çamlıhemşin’in Fırtına Vadisi’ni... Düşlüyoruz, doğayı yitirmemek için insanların kafa yapısının değişeceği günleri de! Konstanz Gölü’nde sabah sisi. Arabalı vapurlar, küçük beyaz gemiler iki kıyı arasında gidip geliyor, peşlerinde besili martılar. Az sonra bindiğimiz tren bizi Zürih’e götürüyor. Arazi gölden hemen sonra hafif hafif yükseliyor. Yine çayırlar, yine inekler. Winterthur’dan sonra ötelerde dağlar beliriyor, Alplerin dorukları. Ve bankalar ve bankerleriyle Zürih! Kasalarına kara para kaçıranların onlarca yıl servetler doldurduğu ünlü kent. Resmi verilere göre vergi kaçıran varlıklı 100 bin Alman, İsviçre bankalarındaki sırdaş hesaplara 23 milyar Avro para taşımış. 2007 yılında kara para sorununun ilk üzerine gidildiğinde 330 bankaya sahip küçücük Alpler ülkesinde sırdaş hesaplarda 1.4 trilyon Avro yattığı ortaya çıkmıştı. Credit Suisse’in bir belgesine göre de bu paranın yüzde sekseni vergi kaçıranlara aitti. Sadece bir yıllık faizi yaklaşık 80 milyar Avro! O günlerde Türkiye’den de yurtdışına toplam 100 milyar dolar kara para çıktığı söylenmişti. Bankalarında yatan yabancı paralar İsviçre’nin tek “hammaddesi”... Son birkaç yıldır bazı Zürih bankalarındaki “köstebekler”in ortaya “gizli listeler” atması üzerine gözü korkan varlıklı Almanlar kendilerini ihbar etmeye başladı. İsviçre bankalarının “altın devri” yavaş yavaş geride kalıyor gibi. Birleşmiş bir Avrupa’da artık böyle yaşamaya devam edilemeyeceğini acaba günün birinde kabullenecekler mi?
www.ahmet-arpad.de
7 Ekim 2012
'Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum...'
Cumhuriyet 07.10.2012
STUTTGARTAHMET ARPAD
9 Kasım 1918’de Almanya’ya parlamenter demokrasi gelir. 9 Kasım 1923’te Hitler Münih’te başarısız bir darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938 gecesi Almanya’da Naziler binlerce Yahudi işyerini yağmalar, 270 sinagogu ateşe verir, Yahudileri öldürür. 9 Kasım 1989’da Berlin’deki duvar yıkılır. Görüldüğü gibi 9 Kasım Almanya’nın yazgısıdır!
“Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!” Hitler 10 Kasım 1938 günü Münih’te yaptığı bir konuşmada böyle söylemişti. İki yıl sonra onunla bir röportaj yapan Hermann Rauschning’e söyledikleri de düşündürücüdür: “Ben akılcı eğitim istemiyorum. Niyetim bilimle ülkemin gençliğini yok etmek değil.” Hitler ülkeyi “teslim aldığı” 1933’ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı. Özellikle 1933 yılının Mart ve Haziran aylarında çıkarılan “halkı ve ülkeyi korumak” amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alınmıştı. Hitler’e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktür, o geçici değil, sürekli kullanılmalıdır! Bu amaca ulaşmak için yayın organları “eşitlenirken”, daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti. Bu girişimlerin hemen ardından, 1934 yılının ilk günlerinde yürürlüğe giren “yazıişleri müdürleri”yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazıişleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin mutlaka “saf kan Alman” ve politik açıdan “çok güvenilir” elemanlar olması koşulu getirildi. Bu süreçte parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirdi. Yeni yasayla Ocak 1934’ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirdi.
Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Bütün gazeteler hükümetin düzenlediği basın toplantılarına muhabir yollamak zorundaydı. Neyin nasıl yazılacağına da, Hitler’in hemen 1933’ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels’i geçirdiği ‘propaganda bakanlığı’ karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmedi. Tepki gösterenler de işten atıldı, Almanya’dan kovuldu ya da öldürüldü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürüldü. Bunlardan biri de Münih yakınlarındaki, hemen Mart 1933’te kurulan ve nasyonal sosyalist ideoloji karşıtı gazetecilerin yanı sıra sendikacılarla aydınların da atıldığı Dachau kampıydı. Her türlü nümayiş ve protesto da acımasızca eziliyor, insanlar içeri alınıyordu. Basının devlet tarafından “denetlenmeye” başlanmasının tek amacı Alman halkını nasyonal sosyalist ideolojiye uygun olarak etkilemenin en kolay yol olmasıydı. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranı’nda kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi’nin geçmesine de göz yumdular. Hitler’in 44. doğum günü olan 20 Nisan’da ünlü çizer Emil Stumpp’un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konuldu, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarıldı. Çizer Stumpp’un da Almanya’da çalışması yasaklandı.
1935’ten sonra da “yönetenleri küstüren” veya “basının şerefini lekeleyen” herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarıldı. Hitler’in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el kondu. Yayınevleri kamulaştırılırken, karşı çıkabilecekleri düşünülenler başkalarına satmak zorunda bırakıldı. Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler’in NSDAP partisi zamanla basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels’in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels, “Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam” diyordu. “Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka bulacaktır! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatacağız ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz...” Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, “yönetenlerin korkulu düşü” olan medyayı kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı!
Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36’sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82’si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler’in korkulu düşü idi. Hitler Almanya’sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933’te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı! İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı!..
www.ahmet-arpad.de
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)