26 Mayıs 2011

Suskunları uyandırmak isteyen insan - Hans Fallada'nın oğullarıyla bir sohbet

Cumhuriyet KİTAP Eki, 26.05.2011

1940'ta Berlin'in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, yıllar boyu Hitler'e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir. Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Onlar artık çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi yaşamak niyetinde değildir. Küçük insanların uyandırılması gerekir.
 
Ahmet ARPAD
 
Pencereleri Berlin'in ünlü bulvarı Kurfürstendamm'a bakan salonda oturmuş sohbet ediyoruz. Koltuklarına kurulmuş iki yaşlı bey sürekli konuşuyor. Heyecanlılar. Fincanlarındaki çay çoktan soğumuş. Aşağıda Kurfürstendamm'da her zamanki gibi yoğun bir trafik. Kaldırımlar da rahat rahat dolaşan, pahalı vitrinlere bakan insanlarla dolu.
 
'Ben babamı on yaşından sonra yakından tanıdım' diyor Uli. Seksenini geçmiş, fakat dinç: 'Çünkü o benim mektup arkadaşımdı. Carwitz ve Berlin'deki ikokul yıllarımın ardından Templin'deki Joachimsthal Lisesi'nin yatılı bölümüne yollanmıştım. 1940-1946 arasında birbirimize yazdığımız mektuplar benimle çok uzaklardaki evim arasında tek bağlantıydı.'
 
Babasının mektupları, çevresini yeni yeni kavramaya başlayan erinlik yaşındaki bir oğlan çocuğuna hasretini çektiği köyünden her hafta yeni haberler getiriyor, yatılı okul yaşamının biteviyeliğini az da olsa unutturuyordu. Uli o mektupları babasının ölümünden sonra bir daha hiç görmez. 'Ta ki 1944'te boşanmış olduğu annemin 1990'da vefatının ardından küçük kardeşim Achim'le bana bir dosya verilene kadar.' Dosya, baba ile oğlunun birbirlerine altı yıl boyunca yazmış olduğu mektuplarla doluydu: 'Tam 461 sayfa. Annem hepsini saklamıştı.'
 
'ÇALIŞMAKTAN HİÇ VAZGEÇMEZDİ'
Aile, 1932'de Berlin'den büyükçe bir köy sayılan Carwitz'e taşıdığında Uli iki yaşında. Hans Fallada Küçük Adam Ne Oldu Sana? romanıyla ününe o yıl erişmiş, aile rahata kavuşmuş: 'Göl kıyısındaki Carwitz'de ben çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. O yılların köy yaşamı biz çocuklar için bir cennetti. Bütün günleri yazmakla geçen babam, öğleden sonralarını hep benimle ve küçük kız kardeşim Lore'ye ayırdığını çok iyi anımsıyorum. Babam çoğu zaman sabaha karşı uyanır, daha güneş doğmadan masasına oturur ve öğleye kadar aralıksız çalışırdı.' Hans Fallada savaş başladığında küçük oğluna arada sırada politika ve savaş üzerine bir şeyler anlatırdı. Uli hafta sonlarında okuldan izinli geldiğinde babasını çoğu zaman radyonun başında oturmuş, kanalları karıştırırken görürdü. Aile, devlet radyosunun yanı sıra 'düşman' radyolarını da dinlerdi.
 
Balkona yakın koltukta oturan küçük kardeşi Achim ilk kez söze karışıyor: 'Annemizden boşanan babam 1944'te Carwitz'deki köy evimizi terk edip, tekrar Berlin'e yerleşmişti.' Aniden susuyor. Uzanıyor, dalgın dalgın onu dinleyen ağabeyinin fincanına çay koyuyor. Sonra konuşmasını sürdürüyor. 'Sürekli çalışması, romanlarına yeni romanlar katması, çoğu zaman yatakla yazı masası arasında geçirdiği günlük yaşamı çocukluğumuzun cana yakın babasını artık çok değiştirmişti. Gittikçe zorlaşan savaş yıllarında geçimi de kolay değildi, geliri azalmıştı.'
 
Sağlığı gittikçe bozulmaya başlayan Fallada, kısa süreli de olsa sık sık hastaneye yatmak zorunda kalır. Gençliğinde bir süre olduğu gibi yine morfiyum kullanmaya başlayınca ampülleri temin etmek görevi genç ikinci karısına düşer. Çökmüş olan Hitler ordusunun depolarından karaborsaya sürülen morfiyumları bulmak pek zor olmaz.
 
'Babam her şeye karşın çalışmaktan vazgeçmeyi düşünmüyordu.' Bu kez konuşan yine büyük oğul Uli idi. 'Kendini biraz iyi hissettiğinde hemen masasının başına oturuyor, yazıyor ve yazıyordu. Yazarken iyi kazandığı gibi, acılarını, dertlerini de unutuyordu. İşte o dönemde, ölümünden kısa süre önce yazdığı Herkes Tek Başına Ölür romanını çılgınlar gibi çalışarak bir ay gibi çok kısa bir sürede bitirmişti. Kitap dört ay sonra piyasaya çıktığında babam artık yaşamıyordu.'
 
'Küçük insanların avukatı' sayılan Hans Fallada bu romanı yazarken gerçeklerden yola çıkar. Romanının kahramanları, Hitler'e ve Nazi terörüne karşı küçük bir savaş veren işçi sınıfından bir karıkoca. Fallada'nın anlattıkları İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış olaylar. Eline geçen bir Gestapo dosyası bu romanın kaynağını oluşturur. Yıl 1940. Berlin'in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, o güne kadar Hitler'e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir. Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi boyun eğip, yaşamak niyetinde değillerdir. Küçük insanların uyandırılması gerekiyordur. Bir savaş başlatılmalıdır. Bu savaşta yaşlı karıkocanın silahı, üzerine rejim aleyhinde metinler yazdıkları kartpostallardır. Amaçları boynu bükükleri uyandırmak, suskunları Nazilere karşı harekete geçirmektir.
 
Kartpostalları iki yıl boyunca Berlin'in, daha çok küçük insanların yaşadığı mahallelerde gizlice dağıtırlar. Fakat tek başlarına yaptıkları savaş başarıya ulaşmaz. Bir ihbar üzerine yakalanırlar. Kısa bir davanın ardından idama mahkûm olurlar. Yıllar boyu basılan, fakat satışı birkaç yıl öncesine kadar ağır giden bu roman 1940'lı yıllarda Berlin'in sokak ve caddelerinde, Nazi ev ve villalarında, fakir insanların arka avlu odalarında geçiyor. Her yerde insanlar birbirini gözetliyor, her yerde ihanet, korku, ürkeklik ve çok az da umut var. Herkes Tek Başına Ölür son iki yılda büyük bir patlama yaptı. Özellikle İngiltere, Amerika, İsrail ve Fransa'da yarım milyondan fazla sattı.
 
'Babamız çok duygusaldı, çevresindeki insanlara bakışı değişikti, onları çok iyi anlardı. İnce düşünceli olması birçok konunun üzerine duygusal gitmesinin, içinde yaşadığı dünyayı o günün insanlarından daha başka kavramasının nedenidir.' Büyük oğul iyice dalgınlaşıyor. Sohbetin onu yorduğu belli. Sözü kardeşi Achim alıyor: 'O gerçekçiliği de hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Özellikle savaşın son yıllarının çilelerine ve savaş sonrasının zor yaşam ortamına, iyice bozulan sağlığına karşın direnç göstermiş olması, başarılı eserler yaratmayı sürdürmesi babamıza olan hayranlığımızın nedenlerinden biridir.'
 
Oğulları Uli ile Achim'in anlattığına göre Hans Fallada'nın çok iddialı bir kişiliği vardı. Heyecanlı ve sinirliydi de. 1946'da 'Herkes Tek Başna Ölür'ü yazarken kafasında bu romandan başka bir şey yoktu. Hastalığına karşın çok az uyuyor, neredeyse gece-gündüz yazıyordu. Montblanc kalemiyle yazdıklarını sekreter kız ertesi gün hemen daktiloya çekiyordu. Bir ay sonra bitirdiğinde tam 877 sayfa ortaya çıkmıştı.
 
İNSANLAR SUSKUNLAŞIRKEN
Fallada müsveddeleri teslim etmesinin ardından yayıncıya 30 Ekim 1946'da şunları yazar: 'Belki şu anda çok bitkinim, fakat böyle bir eser ortaya çıktığı için de çok mutluyum. Bu yine gerçek bir Fallada romanı oldu.' Yazarın, küçük insanları anıtlaştırdığı bu en son eserini okuyanlar savaşın bitiminden 66 yıl sonra yepyeni bir Nazi Almanyası ile tanışıyor. O günlerin herkesin herkesten çekindiği kasvetli ortamında ürkek çoğunluk gittikçe suskunlaşırken acımasız rejime karşı çıkan bireylerin de olduğu, küçük insanların, tek başlarına kalsalar da Hitler'e direnç gösterdiğini Fallada alışılmış ustalığı ile yine okura sunuyor. 1940'lı yılların Nazi Berlin'i bütün canlılığı ile karşınızda. Küçük suç işleyen zavallılar, jurnalcılar, para uğruna her şeyi yapan küçük adamlar, hergeleler, ucuz sokak kadınları, üniforma meraklısı gençler, acımasız Gestapo şefleri, ortama uymuş, hırslı polis komiserleri, iyi yürekli zengin dullar, her şeyini yitirmiş Yahudiler, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallılar, işkenceler, intiharlar, parçalanmış, güvenini yitirmiş bir toplum ve hepsinin ortasında özgürlük uğruna ölümü bile göze almış, toplumu boğanlara, gittikçe artan 'devlet terörü'ne direnç gösteren yürekli birkaç insan...
 
Fallada'nın yazdığı bazı bölümlerden o dönemde nedense çekinen yayınevi ilgilileri eseri piyasaya verirken onları çıkarır veya değiştirir. 2010'da bir rastlantı sonucu arşivlerde Fallada'nın müsveddeleri bulunur ve eserde değişikliklerle kısaltmalar yapıldığı tespit edilir. Herkes Tek Başına Ölür, yirminci yüzyıl Alman edebiyatının bu çok önemli yazarının en büyük eseri. Mart ayında, Fallada'nın 1946'da yazdığı gibi satışa sunuldu ve hemen besteller listelerine girdi. Satışı Almanya'da iki ay içinde yüz bine ulaştı. Yeni Herkes Tek Başına Ölür açıklandığına göre tam yirmi ülkeye satıldı. Bu ilginç roman 1976'da filme çekildiğinde ünlü Hildegard Knef başrolü oynamıştı. Romanın şimdi büyük bir 'comeback' yapması üzerine bir kez daha sinemaya uyarlanması kesinleşti.
'Çok sorunlu geçen bir gençliğin ardından eriştiği başarı nedeniyle babam kendisine saygı duyulması gereken bir kişidir...' Yaşlı adam uzun suskunluğunun ardından yine konuşuyor. Sesi şimdi biraz usul çıkıyor. Gözüm duvardaki bir genç adam portresinde onu dinliyorum. Bir arka avlu evinin penceresinde oturan genç hüzünle bize bakıyor. 'Kimin?' diye soruyorum. Yaşlı oğul Uli ressamı anımsamıyor. 'Babamın ölümünün ardından çok zor, hüzünlü geçen bir gençliğim olmuştu. Arka avludan kurtulmak için çok çaba göstermiştim...'

8 Mayıs 2011

'Goetheanum' sanki bir uzay gemisi

Cumhuriyet 08.05.2011

STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Dornach, İsviçre'nin Basel kentinin güneyinde yeşiller içinde bir kasaba. Trenden iner inmez tepelerden birinde betondan, şekilsiz gri dev bir yapı hemen dikkati çekiyor. Oraya gitmek isteyenler istasyonun önünde bekleyen otobüse biniyorlar. Az sonra hareket eden dolu otobüste, en arka sırada oturan üç yaşlı kadının dışında hep kentli giyimliler var. Zor anlaşılan bir köylü şivesiyle konuşan bu üç kadından başka ağzını açan yok. Otobüsteki dışarlıklı yolcular nedense hep birbirlerine benziyor. Giyimleri gibi yüzleri de renksiz. Çoğunun saçlarına ak düşmüş, kadınlar makyajsız, suskunlar, arada sırada fısıldaşıyorlar. Gülümseyen yok. Sırtları dimdik, başları hafif kalkık öyle oturuyorlar. Yol tepeye doğru yükseldikçe yeşiller arasında ikişer katlı villalar dikkati çekiyor. Çoğu tek renkli, şekilsiz, asimetrik, evlerin köşeleri yok. Yukarıdan vadiye bakan o dev yapıyı andırıyorlar.
 
Otobüs az sonra duruyor. Suskun yolcular iniyor. Çayırlarla kaplı tepenin doruğunda insanları ezecekmiş gibi yükselen yapıya "Goetheanum" diyorlar. Yakından baktığınızda başka bir dünyadan gelmiş, az sonra havalanacak uzay gemisini andırıyor. Öğle yemeğinin ardından içine girip bir gezmeli. Durağın hemen karşısında iki katlı yapı da şekilsiz. Üst kattaki büyük lokanta dolu ve sessiz. Yere iğne düşse sesi duyulabilir. Masalarda oturanlar otobüsle gelenleri andırıyor. Kayar gibi sessizce dolaşan garson kızlardan birinin getirdiği tepside fırında tuzsuz beyaz peynirli yulaf, yanında haşlanmış yeşil lahanayla birkaç dilim kabak ve sütlaç benzeri pirinçli bir şey var. Yemeğin görünümü pek ağız sulandırmıyorsa da, çok sağlıklı olmalı. Fakat sebzeye biraz tuz gerek. Masa o kadar sessiz ki, insan öteki uçta duran tuzluğu istemeye çekiniyor. Birbirleriyle sohbet edenler arasında içtenlik yok gibi. Tüm salonda coşku ve gülme de yok.
 
Az sonra insanlar, sanki bir yerden emir gelmiş gibi aynı anda kalkıyor. Hesabı alan garson kız: "Konferansın öğleden sonraki bölümü on beş dakika sonra başlayacak da" diyor. Az sonra yüze yakın insan Goetheanum'a çıkan dar yolda karınca dizisi örneği yürüyor. En iyisi peşlerinden gitmek. Köşesiz dev yapı yanına sokuldukça daha bir tuhaflaşıyor. Pencereler, kapılar da köşesiz, yuvarlak. Koridorlar, salonlar, merdivenler ve tavanlar da alışılmış değil. Her şey hüzün ve iç sıkıntısı veriyor. Yemekten gelenler salona giriyor, büyük kapı arkalarından kapanıyor. Rudolf Steiner'e inananlar şimdi antroposofik toplumun Dornach'taki merkez binasında kendi dünyalarında...
 
Stuttgart'taki Waldorf Astoria sigara fabrikasının sahibi Emil Molt 1919'da I. Dünya Savaşı'nın ardından yeni bir insan tipinin yaratılması gerektiğini düşünür. Bunun için de eğitim anlayışının değişmesi zorunludur. Rudolf Steiner'in desteğini alan Molt ilk Waldorf okulunu Stuttgart'ta kurar. Steiner'in düşünceleri doğrultusunda oluşacak irade, duygu, düşünce bütünlüğünü sağlayarak bilinci geliştirecek ve kişinin benliğini özgürleştirecek bir eğitimi hedefler. Bugün dünyada binin üzerinde Waldorf okulu olduğu söyleniyor. Ancak son yıllarda Almanya'da Steiner öğretisi ve Waldorf okulları karşıtı televizyon ve kitap yayınları da dikkati çekmeye başladı. Daha çok zengin çocuklarının devam ettiği okulların şeffaf olmadığı, öğretmenlerinin çekim sırasında nedense konuşmaktan kaçındığı bu yayınlarda görülüyor. Karşıtların özellikle üzerinde durduğu konular, şu günlerde 150. doğum günü kutlanan Rudolf Steiner'in yapmış olduğu antisemit ve ırkçı (siyah karşıtı) açıklamalar. Antroposofi hareketinin Nazilere olumlu bakan üst düzey yöneticileri ile savaş sonrasında harekete katılan eski Nazilerin isimlerini yazar Peter Staudenmaier de belgelerle kamuoyuna sundu. Almanya Yahudileri Merkez Konseyi ile İsviçre Yahudileri de Waldorf okullarındaki antisemit gelişmelerden haberdar olduklarını açıkladılar. Michael Grandt "Kara Kitap" adlı eserinde Steiner'i bir okkültist olarak tanımlıyor...
 
Akşamüstü Dornach'taki tepeden tren istasyonuna indiğinizde kendinizi yine alıştığınız dünyada hissediyorsunuz.
 
www.ahmet-arpad.de