20 Aralık 2016

"Çevirdiğim bütün yazarlar hümanist"

t24.com.tr, 20 Aralık 2016
CANSU CANSEVEN 




Bu yılki Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'ne değer görülen Ahmet Arpad'la çeviri tecrübelerini, Türkiye'deki yayıncılığı ve babasıyla çeviri özelindeki ilişkilerini konuştuk...

1968 yılından bu yana Almanya'da yaşayan çevirmen Ahmet Arpad, orta ve lise öğrenimini Alman ve Avusturya okullarında tamamladı. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde üniversite eğitimi aldığı esnada babası kıymetli çevirmen ve gazeteci Burhan Arpad'ın da desteğiyle kitap çevirileri yapmaya başladı. İlk kez Heinrich Böll'ün Palyaço romanının çevirisiyle edebiyat dünyasına giren Arpad, bugüne kadar Hermann Hesse'den Anna Seghers'e, Pablo Neruda'dan Thomas Bernhard'a, Harry Mulisch'ten Robert Musil'e kadar eserlerinde 'hümanizmin' öne çıktığı pek çok yazarın eserlerini Almancadan Türkçeye çevirdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından geçtiğimiz yıl verilmeye başlanan Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'nün bu yılki sahibi Ahmet Arpad oldu. Anna Seghers'in Everest Yayınları'ndan çıkan Transit romanının çevirisiyle bu ödüle değer görülen Arpad'la Türkiye'ye gelir gelmez yaptığımız telefon görüşmesinde çeviri tecrübelerini, Türkiye'deki yayın piyasasını, babasıyla çeviri özelindeki ilişkilerini, çeviri uğraşının zorluklarını konuştuk.

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, ilk ödülünüz değil. 2012 yılında Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Enstitüsü, Robert Bosch Vakfı ve S. Fischer Vakfı tarafından ortaklaşa verilen Tarabya Çeviri Ödülü'ne de layık görülmüştünüz. Hem Talât Sait Halman Çeviri Ödülü özelinde hem de genel olarak “çevirmen ödülleri” konusunda neler düşünüyorsunuz?

Öncelikle çok teşekkür ediyorum. Bunlar ikisi birbirinden farklı ödüller tabii. Tarabya Ödülü bundan dört sene önce benim genel çeviri çalışmalarıma verilen ödüldü. Hem Alman hem Türk hükümeti bu ödüle katkıda bulundu. Talât Sait Halman Çeviri Ödülü de tek bir çeviriye verilen bir ödül. Halman Bey'i ben uzaktan da olsa tanırdım. Çok değer verdiğim bir kişiydi. Her iki ödülü de çok değerli buluyorum, bilhassa Türkiye'de çevirmenlere ödül verilmesini çok önemli bir konu olarak görüyorum. Çok değerli çevirmenler var piyasada, inşallah bu sayede çevirmenler daha fazla ödüllendirilmiş olur. Çevirmenler onlarca yıl zorluk içinde çalışmış kimseler ama benim son kırk senelik gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki yayıncılar bu konuya ağırlık vermiyorlar, çevirmenlerin üzerinde durmuyorlar. Hiçbir zaman çevirmenlerin bu çalışmaları değerlendirilmedi. Avrupa'daki değer burada gösterilmedi, belki bu ödülle birlikte ileriye doğru güzel bir geçiş olur. Umuyorum bu iyi bir girişim olur, kalıcı olur. Çevirmenlere ve çeviriye değer verilmesini çok önemsiyorum.

Bu sayede çevirmenin biraz olsun görünür olması da sağlanıyor, öyle değil mi?

Bir kere çevirmen en az yazar kadar değerli bir kişi. Bir köprü durumundadır. Çevirmen olmadığı zaman hiçbir kültür, diğer bir kültürü tanıyamaz. İngiliz, Alman ya da Fransız kültürünü Türkiye'deki okura tanıtan, ona bütün kapıları açan çevirmendir. Ben hatta bir zamanlar Orhan Pamuk'a Nobel Edebiyat Ödülü verildiğinde çevirmenine de ödül verilmesi gerektiğini söylemiştim.

Anna Seghers'in Transit romanının çevirisiyle bu ödüle değer görüldünüz. Adını bilmediğimiz bir anlatıcının gözünden, intihar etmiş bir yazarın hikâyesi üzerinden mültecilik, sürgün, kaçış gibi güncel konulara da değinen bu romandan bahseder misiniz?

Değişik bir anlatımı var romanın, beni ilk çeken o oldu. Yazarın daha önceki Karar ve Güven adlı romanlarını da çevirmiştim, Transit'i bana çevirmem için teklif ettiklerinde severek kabul ettim. Günümüzdeki mültecilerin sorunlarını işliyor, bunu da değişik bir üslupla yaptığından, bir de yazarın bazı yerlerde birebir kendi yaşadıklarını anlattığını da bildiğim için benim ilgimi çekti. Yazar, kendisi de bir zamanlar mülteci olarak Meksika'ya kaçmıştı.

Peki, biçemsel olarak, dil açısından size cazip gelen, hoşunuza giden ya da sizi uğraştıran noktaları oldu mu yazarın?

Bu romanda dediğim gibi yazarın değişik bir anlatımı vardı. Bir de yazar kendi yaşadıklarını anlattığı için konuyu içinden biliyor. Sorunları yaşamış biri ve bu kitap da zaten yazar kaçtıktan üç dört yıl sonra yayımlanıyor. Hatta ilk önce Meksika'da yazdığı için önce İspanyolca çevirisi çıkıyor kitabın, savaştan sonra da Almancası. Yazarın diğer kitapları Karar ve Güven ise savaştan sonraki Almanya'yı anlatan romanlardır.

Heinrich Böll'den Thomas Bernhard'a, Stefan Zweig'tan Hermann Hesse'ye, Pablo Neruda'ya kadar pek çok önemli yazarın eserlerini Türkçeye kazandırdınız. Bu eserler arasında öykü, roman ve tiyatro gibi farklı edebî türler de bulunuyor. Çeviri süreçlerinizi düşündüğünüzde türler arasında bir ayrım yapabilir misiniz?

Ben çok yönlü çeviri yaptım. İsmini saydığınız yazarların her biri birbirinden çok farklıdır fakat bunların çok önemli bir ortak yanı var. Çevirdiğim bütün yazarlar hümanist yani insancıl yazarlar. İnsan seven yazarlar bunlar. Gerek Zweig'ta gerek Seghers'te bunu görmek mümkün. Hepsi halkın, çoğunluğun amaçlarını ve hedeflerini anlatıyorlar. Hepsi de savaş karşıtı, sosyal görüşlü, toplumcu yazarlar. Bu yüzden bir metni çevirmeye karar verirken buna çok önem veriyorum.

En çok da Zweig çevirmeni olarak anılıyorsunuz. Babanız, kıymetli gazeteci ve çevirmen Burhan Arpad'la birlikte yaptığınız çeviriler olmuş muydu?

Babamla ortak çevirilerim yok, sadece bazı kitaplar ortak çevirdiğimiz öyküleri içeriyor. Özellikle Zweig'ın bazı öykü kitaplarında ikimizin de imzası var.

Peki, babanızla çevirilerle ilgili ne tür sohbetleriniz olurdu?

Ben üniversitede Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne gittiğim zaman bana bu öneriyi getiren babam olmuştur. Avusturya Lisesi'ni bitirdikten sonra bana böyle bir öneriyle gelmişti, çeviri yapmamı söylemişti. Yaptığım ilk çeviri de Heinrich Böll'ün Palyaço'suydu. Ben zaten bu çeviriyle piyasaya girdim.

Size yol gösterir miydi çevirilerde?

Beni hep manen desteklemiştir, hiçbir zaman yaptığım çevirileri okuyup da “Şunu şöyle yap” dememiştir. Beni o konuda serbest bırakmıştır. Metni çevirmeden önce ya da çevirdikten sonra üzerinde konuşurduk fakat hiçbir zaman benim yaptığım çevirime karışmamıştır. Yani anlatımımla, metinle ilgili bir şey söylemezdi. Beni dolayısıyla öneren, piyasaya sokan babam olmuştur.

Çok zorlandığınız ya da şu an imkân verseler yeniden çeviririm dediğiniz bir çeviriniz var mı?

Yok diyebilirim. Hepsini isteyerek çevirdiğim için bir zorlanma olmadı bende. Dediğim gibi seçtiğim yazarların ortak yönleri olduğu için severek yaptım hep. Fakat şu var, geçen sene çevirdiğim ve 2017'de çıkacak bir kitap var. Ahmet Cemal'in Niteliksiz Adam olarak çevirdiği bir romanı olan Avusturyalı yazar Robert Musil'in günlüklerini çevirdim. O kitapta zorlandım. Yazarın çok değişik bir anlatımı var, Ahmet Cemal de çevirirken çok zorlanmıştı, biliyorum. Almanlar için de Musil kolay okunan bir yazar değildir. Günlük olmasına rağmen bu çeviride zorlandığımı söyleyebilirim.

Zamanında Türkiye'den Almanya'ya göç etmiş pek çok insanın olduğunu, Almanya'da Türkiyeli pek çok insanın yaşadığını düşündüğümüzde, Almancadan Türkçeye çeviri yapabilecek çevirmen bulmanın kolay olacağına dair bir algı var toplumda. Fakat yayınevleri bu konuda hâlâ sorun yaşıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Almanya'da yaşayan Türklerin kolay çeviri yapmalarını beklemek pek mümkün değil çünkü Almanya'da büyüyen, yetişen nesil her iki dili de yarı yarıya konuşuyor diyebiliriz. Hatta büyük bir çoğunluğu Almancayı Türkçeden daha iyi konuşur. O yüzden Almanya'da büyüyen, Almancayı iyi bilen birinin Türkçeye çeviri yapmasını biraz zor görüyorum.

Aslında bu durum çevirinin, dil bilmenin de ötesinde bir yetkinlik gerektirdiğini de göstermez mi?

Elbette, bir kültür lazım öncelikle. Yazarı bilmek gerekiyor, o kişinin edebiyata yakın olması lazım. Çevirmenin ayrıca bir anlatımının olması lazım, kendisine ait bir sesi olması lazım.

Peki, siz uzun yıllardır Almanya'da yaşıyorsunuz. Bunun çevirilerinize katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben Almanya'da yaşayarak Almanca edebiyatı Türkçeye kazandırmış olmayı kendi açımdan çok olumlu buluyorum. Alman kültürünü orada yaşayarak daha çok tanıyorum, bir de bende babadan gelen bir birikim var sanıyorum, çevirirken kolay anlıyorum yazarın söylemek istediklerini. Açık söyleyeyim, eğer Türkiye'de yaşasaydım bu kadar kolay çeviremezdim. Almanya'da Almancayı günlük hayatta kullanıyorum, gazete okumaktan televizyon seyretmeye kadar. Orada benim bir Türk çevrem de var, Türkçemi de kullanıyorum. Aynı zamanda otuz yıldır Cumhuriyet'e yazı da yazıyorum. Bunun verdiği bir altyapı var.

Sanıyorum çevirdiğiniz tek çocuk kitabı Johannes Mario Simmel'in Karlı Dağlarda Tatil'i. İş çocuk kitaplarına gelince dikkat etmeniz gereken hususlarda değişiklik oluyor mu?

Evet, tek çocuk kitabı çevirim bu oldu. O zaman ben Simmel'in başka kitaplarını da çevirmiştim. Altın Kitaplar'dan rahmetli Turan Bozkurt benden bu kitabı da çevirmemi rica etti, ben de yaptım. Ama aslında çocuk kitaplarına yakınlık duymuyorum.

Çevirmenlerin ötelendiğinden, kitap tanıtımlarında adının bahsedilmemesinden yakınır dururuz ancak sizin de bir söyleşinizde bahsettiğiniz gibi bu durum ünlü çevirmenler söz konusu olduğunda böyle seyretmiyor. Neden 'az tanınır' çevirmenler ikincil konumda kalıyor peki?

Bu durum hâlâ maalesef bazı küçük yayınevleri tarafından uygulanıyor. Kitabın ön ya da arka kapağında çevirmenin adını yazmayan yayınevleri var ne yazık ki. Kitap tanıtımlarında da çevirmenden bahsedilmemesi üzücü. İyi bir şey değil bu. Doğan Hızlan da ara sıra bu konuya değiniyor.

Çevirilerinize yaklaşımınızı da merak ediyorum. Sadece yazarın metnini Türkçeye aktaran bir görünmez çevirmen olmayı mı yoksa çevirdiği metnin kendi başına bir metin olduğunu kabul ederek kendi sesinizi de hissettirmeyi mi uygun görüyorsunuz?

Tabii çevirmen sınırsız özgür çalışamaz, yazara bağlı kalmak zorundadır. Fakat metne ya da yazara ya da yazarın Almancasına yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur. Çevirmenin kendine göre bir özgürlüğü olması lazım, Ahmet Cemal ve Sezer Duru da bunun üzerinde çok duruyor. Bu önemlidir, yazara yüzde yüz bağlı kalırsak o çeviri okunmaz. Mümkün olduğu kadar az da olsa bir özgürlük gerekiyor.

Zaten bir çevirmenin çeviride kendi sesini saklaması mümkün müdür?

Örneğin yaklaşık 15 çevirim var Stefan Zweig'dan. Bu yazarı bu çevirilerden okuyan okur, kapağın üzerinde yazarın adı yazmasa bile onun kitabı olduğunu anlamalı.

Bunu hep konuşuyoruz ama uzun yıllar konuşmaya devam edeceğiz sanırım. Edebiyat çevirisi yaparak geçim sağlamak mümkün değil, değil mi? Neden böyle peki?

Mümkün değil tabii. Türkiye'deki ödemeler eskisine göre daha iyi de olsa da Avrupa'daki gibi değil. Fakat tabii şu var, Türkiye'deki kitap fiyatlarıyla Almanya'daki fiyatlar arasında bariz fark var. Türkiye'de daha ucuza satılıyor kitaplar. Tiraj da önemli tabii, Almanya'da dört beş bin basılırken Türkiye'de bin iki bin baskı yapılıyor ancak. Yine de oran olarak çevirmen ücretlerinin Türkiye'de çok düşük olduğunu söyleyebilirim.

Editörlerinizle nasıl çalıştığınızı merak ediyorum. Çevirinize yapılan müdahaleleri size danışırlar mı? Ya da siz onlarla paslaşır mısınız?

Evet, çevirimi okuduktan sonra bana mutlaka gönderirler. Zaten hemen hemen bütün yayınevleri bunu yapıyor. Baskıya girmeden önce son durumunu bana gönderiyorlar, soru işaretli yerlerin üzerinden birlikte geçiyoruz.

Belki burada önceki sorularımdan biriyle bağlantılı olarak şunu söylemek uygun olacaktır. Adı daha çok duyulmuş çevirmenlerin çevirileri için editörlerin genelde böyle bir yol izlediğini gözlemliyorum. Yoksa her çevirmene metnin son hâlini göndermiyorlar ya da editörle çevirmen illa paslaşmıyor, bu da bir sorun aslında.

Tabii bu çevirmenle yayınevi arasındaki anlaşmaya göre değişir. Birbirlerini ne kadar tanıdıkları önemli. Ben bu nedenle genelde aynı yayınevleriyle çalışmaya önem veriyorum. '70'li-'80'li yıllarda Altın Kitaplar'la daha yoğun çalışırdım, şu anda ağırlık Everest'te, kısmen Can Yayınları, Ayrıntı Yayınları da var. Tekin Yayınevi'yle ve Koridor Yayınları'yla anlaşmalarımız var.

Çevirmen olmak isteyen, edebiyat çevirisi yapmak isteyen gençlere öneride bulunmanızı istesem, neler söylersiniz?

Hem Almancayı ya da İngilizceyi hangi dil olacaksa hem de Türkçeyi çok iyi bilmeleri lazım. Sadece dil bilmek, çevirmek değildir. Edebî bir eser çevirmek için genel kültürü olması lazım, çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanıması lazım. O bakımdan kendimi şanslı görüyorum. Thomas Bernhard'ın tiyatro oyunu Kahramanlar Alanı'nı (Heldenplatz) çevirmeden önce oyun çevirisi yapmamıştım ama yazarı tanıyordum, oyunlarını biliyordum. Bana bu öneri ilk Erdal Bey'den (Öz) gelince ben önce durdum. Kahramanlar Alanı Viyana'da bu tekliften altı ay önce sahneye konmuştu. Dünya prömiyerini yapmıştı. Erdal Bey bu kitabın üzerinde durunca ben kalktım, oyunu izlemek için Viyana'ya gittim. Kitabı okumuştum ama yine de içime sinmiyordu. Tiyatro salonunda üçüncü ya da dördüncü sırada oturdum, oyuncular sahnede konuşurken ben diyalogları ezbere biliyordum. Oyunu izledikten sonra Viyana'dan hemen Erdal Bey'e telefon açtım ve çeviriyi yapacağımı söyledim. Ben hem Erdal Bey'e hem Thomas Bernhard'a değer veriyordum, oyunu sahneye koyan rejisör de daha önce benim yaşadığım Stuttgart Devlet Tiyatrosu'nun rejisörüydü, onu da tanıyordum. Ayrıca oyun şahaneydi, başka ülkelerden ödüller de kazandılar. Çok da eleştirel bir oyundu bu arada, sahnelenirken tiyatro salonunun kapısında protesto gösterileri yapılmıştı. Şunu demek istiyorum, bu örnekteki gibi yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma, düşünüş olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi. Yaparsınız birkaç çeviri, sonrasında kimse bakmaz, üzülürsünüz. İyi Almanca bilmek ya da iyi İngilizce bilmek, iyi çevirmen olmak için yeterli değildir.

1 Aralık 2016

'Savaşı önlemek istemiştim'

Toplum Gazetesi, Aralık 2016
AHMET ARPAD
 
Münih'in tarihi birahanesi Hofbräuhaus'un salonları öğle saatlerinde yine dolu. Az ötede küçük bir turist grubu oturmuş, önlerinde beyaz sosisler, bira kadehleri. Aralarında İngilizce konuşuyorlar. Rehberleri Münih'ten, biradan ve Hitler'den söz ediyor. Kulak kabartıyorum. "Münih, Nasyonal Sosyalistlerin merkezi, bu birahane de toplantı yerleriydi" diyor. Viyana'da başarılı olamayan Hitler 1913'te Münih'e yerleşir. Kısa süre sonra kendini aşırı sağcı grupların arasında bulur. Gönüllü olarak gittiği Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yine Münih'e döner. Şubat 1920'de Hitler'in de üye olduğu Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP kurulur. Sık sık Hofbräuhaus Birahanesi'nde bir araya gelirler. 8 Kasım 1923'te orada aldıkları bir kararın ardından darbe girişimini denerler, ancak başarılı olamazlar. Hitler ve yandaşları tutuklanır. Ülkenin güvenliğini tehlikeye soktukları için Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'ne çıkarılmaları gerekmektedir. Suçlarının cezası idamdır. Fakat Bavyera Adalet Bakanı Franz Gürtner, yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen baş yargıç Neithardt'ın kararı 5 yıl hapis olur. Ancak Hitler Landsberg cezaevindeki özel hücresinde sadece 9 ay yatar, "Kavgam"ı yazar ve çıkar çıkmaz da aşırı sağcı NSDAP'yi yeniden kurar. 27 Şubat 1925'teki kuruluş toplantısı yine Hofbräuhaus Birahanesi'nin salonlarında yapılır. Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti gerçekleştirdiği günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atmıştır! Birkaç ay içinde 27 bin kişi NSDAP'ye üye olur. Aradan geçen beş yılda parti büyük bir patlama yapar, 1930 yılında 400 bin Alman Hitler partisine üyedir. Ortam artık hazırdır. 1923'te darbeyle ele geçirmediği ülke yönetimine aradan on yıl sonra seçimle el koyar! Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvururlar. Kısa zamanda hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler'in eline geçer.

İşte o yıllarda Georg Elser ortaya çıkar. Özgürlük düşkünü gençten bir marangozdur. Nazilerin felaket getireceğine inanmıştır. 1938 güzünde üst düzey Nazilerin öldürülmesi gerektiğine karar verir. Hitler Münih birahanesinde 1923 darbesinin 15. yılını kutlarken davetliler arasına Elser de karışmasını becerir. Suikast girişimi kafasına iyice yerleşmiştir. İleri aylarda geceleri sık sık birahaneye saklanır, planlar çizer. Saatli bomba yapacaktır. Hitler'in 8 Kasım 1939 akşamı yine birahaneye geleceğini biliyordur. Konuşacağı kürsünün hemen yanındaki sütunun içine yerleştirdiği saatli bombaları saat 21.20'ye ayarlamıştır. Hitler, yardımcısı Rudolf Hess'in ardından kürsüye gelir ve o gece Berlin'e dönmeye karar verdiği için de kısa konuşur. Aynı saatlerde Elser, Konstanz'dadır. Führer saat 21.10'da kürsüden iner, bomba on dakika sonra patlar. Sekiz kişi ölür, altmış da yaralı vardır. Elser, o gece yarısı İsviçre'ye geçerken üzerinde birahanenin bir kartpostalıyla salonun planları bulunduğu için tutuklanır. İşkencenin ardından suçunu itiraf eder. Atıldığı Dachau toplama kampında savaşın son haftalarında kurşuna dizilir. Cesedi üzerindeki giysiyle yakılır. "Ben savaşı önlemek istemiştim," diyen Elser'in bugün mezarı yoktur...  Hitler'in 1924 yılında Leipzig Devlet Mahkemesi'nde yargılanmasını önleyenler 60 milyon insanın ölümünden sorumludur!

13 Kasım 2016

Stefan Zweig ve Ernst Reuter

PEN Türkiye Merkezi, 13.11.2016

Alacakaranlıkta Bir Öykü
Stefan Zweig

Bütün yapıtlarında ele aldığı konularla ve anlatımıyla okuru kolayca kendine bağlayan Stefan Zweig okurunu düşündürür de. Çünkü o bir umut yazarıdır. Her zaman barışı, iyiliği düşleyen, savaş karşıtı, çok yanlı insancıl bir yazardır. Eserleriyle okurunu yüreklendirir, onu kendine tiryaki eder, ona yaşam sevinci aşılar.
Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne çok düşkündü. O insanlığın birliğini arzulayan kozmopolit bir insandı. Yapıtlarında hep bir hoşgörü düşüncesinden yola çıkan Zweig'ın misyonu Avrupalı sanatçılarla edebiyatçıları ortak barış uğruna bir araya getirmekti.
“Alacakaranlıkta Bir Öykü” ve “Yakıcı Sır” adlı iki hikâyenin yer aldığı bu kitapta, insanın içindeki gizemli dünya ile saf arzuların buluştuğu ve çatıştığı anlar yine Zweig'a özgü yaratıcı ve etkileyici bir üslupla sunuluyor. Çağdaş edebiyatın, nadide örneklerinden…

Bir Kadının Yaşamında 24 Saat
Stefan Zweig

Bu kitapta, 20. yüzyıl Avrupa’sının en önemli kalemlerinden olan Stefan Zweig’ın birbirinden çarpıcı beş öyküsü yer alıyor.
‘Bir Kadının Yaşamından 24 Saat’te tutkunun ve aşkın yakıcılığını; ‘Kitapçı Mendel’de savaşın acımasız yüzünü ve bıraktığı silinmeyecek izlerini; ‘Bir Yaz Öyküsü’nde anıların ardına gizlenmiş gerçek duyguları; ‘Kızıl’da toplumun zayıf ruhlar üzerindeki gölgesini; ve ‘Yalnız İki İnsan’da dışlanmışların kederini okuyuculara anlatıyor. Zweig bu öykülerde ölüm ve yaşamın sınırlarında dolaşıyor, sıradan insanların gizli kalmış sırlarını gün yüzüne çıkarıyor, ruhun karanlık taraflarına dokunarak çok yönlü anlatımını zenginleştiriyor.
Savaşın getirdiği acılarla boğuşmaya daha fazla katlanamayıp 1942’de hayatına son veren Stefan Zweig’ın, okuyucuları öykülerin içine çeken ve ruhlarına ayna tutan bu kitabını, Ahmet Arpad’ın özenli çevirisiyle sunuyoruz.


İkinci Vatan Türkiye - Ernst Reuter'in Ankara Yılları
I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya'nın hem önde gelen sosyal demokrat siyasetçilerinden hem de deneyimli yüksek bürokratlarından olan Ernst Reuter, Nazilerin siyasete ve toplum yaşamına el koymasıyla 1933'te Magdeburg belediye başkanlığı görevinden alınarak toplama kampına gönderildi. İki Nazi kampında çektiği işkence ve acı dolu yılların ardından 1935'te Atatürk Türkiyesi'ne sığındı. "İkinci Vatan" olarak adlandırdığı Türkiye ona pek çok olanak tanıdı; o da iktisat danışmanı ve kent planlamacısı olarak devlete hizmet etti, sayısız mesleki yayının altına imzasını attı, üniversitelerde öğrenciler yetiştirdi. (Tanıtım Bülteninden)

1 Kasım 2016

'Büyük Birader' bizi dinlerken

TOPLUM  Gazetesi, Kasım 2016

İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden günümüze 70 yıl geçti. Almanya topraklarında hâlâ 80 bine yakın yabancı asker var. ABD'nin 24 askeri üssünde tam 56 bin asker görevli. Ayrıca İngiltere 15 üsse sahip, 20 bin İngiliz askeri sürekli Almanya topraklarında. Ülkedeki en önemli ABD üslerinden biri Ramstein'daki hava üssü. 1400 hektarlık alana kurulu ve ABD dışındaki en büyük Amerikan üssü olduğu söylenen Ramstein'dan Irak ve Afganistan savaşları yönetildi ve yönetiliyor! ABD'nin Stuttgart’ta da çok önemli ikisi üsü var. Bizim eve de çok yakınlar! United States European Command'ın (EUCOM) denetim bölgesi Batı Avrupa'dan tâ Ural dağlarına ve Ortadoğu'ya uzanıyor. Diğeri de tüm Afrika kıtasından sorumlu(!) Africom. ABD'nin kara kıtada terörist avında kullandığı insansız uçakların kumandasından Stuttgart'taki Africom sorumlu. US Army Field Stuttgart sivil havaalanıyla karşı karşıya. Almanya'dan kumandalı insansız uçakların Afrika'da arada sırada sivilleri de öldürmesine, uluslararası hukuka aykırı da olsa, hiçbir Alman hükümeti ağzını açıp karşı çıkamıyor. Amerikan askeri uçakları Alman hava sahasını da kendi istediği gibi kullanıyor. Resmi açıklamalara göre, ABD'nin kendine yandaş ülkelerde tam 761 askeri üssü var!

NSA her şeyden haberdar

İkinci Dünya Savaşı sonrasında "Dörtler"in kurulmasına izin verdiği Federal Almanya'ya demokrasi tabanın zorlamasıyla değil tepeden inme gelmişti. 1949 yılında kabul edilen günümüz Alman Anayasası, 20. yüzyılda bu topraklardan üçüncü bir savaş çıkmaması için Almanya'yı kontrolü altında tutmak isteyen ABD'nin kendi anayasasının hemen hemen bir kopyasıdır. "Dörtler" Avusturya'yla 1955'te barış antlaşması imzalarken Almanya ile savaşın ardından bugüne dek masaya oturmadılar. Topraklarında şu anda 80 bin yabancı askerin olması Almanya'nın hâlâ işgal altında olduğunun bir kanıtıdır! İşte bu gelişmeler göz önüne alındığında ABD Ulusal Güvenlik Dairesi'nin ülkede ayda yarım milyar kez internet trafiğini ve telefon görüşmelerini izlemesine hiç şaşmamak gerek. Eski NSA çalışanı Snowden'in 2013'de yaptığı: „Amerikalılar Almanya başbakanına bağlı istihbarat teşkilatı BND'yle ortak çalışıyor" açıklaması o günlerde Angela Merkel tarafından yalanlanmamış, bir süre sonra da kanıtlamıştı. 1945'ten günümüze 80 bin Amerikan, İngiliz, Fransız, Hollanda ve Belçika askerinin konuşlandığı bir ülkeyi yönetenler kararlarında ne derece özgür? Sadece başbakan Merkel'in değil, muhalefetin de eli kolu bağlı! Medyada sık sık öne sürülen bir sav da, Alman insanının her yazdığından, her konuştuğundan haberdar NSA'nın topladığı bilgileri Alman istihbarat teşkilatı BND'ye ilettiği. Snowden'in elindeki kanıtlara göre ABD sadece Almanya'yı değil, Avrupa'da birçok ülkenin temsilciliklerini de dinlemiş. Telekulak yöntemiyle dinlenenler arasında Türkiye temsilciliklerinin de olduğu ortaya atılınca Dışişleri'nden bir yetkili: "Bunu kabul etmemiz mümkün değil... Böyle bir şey ortaya çıkarsa ABD'den izahat isteriz" demişti! Evet, o 'izahat' ne oldu? Sonunda ne başarı elde edildi? Konu çoktan kapandı gitti, unutuldu...

Bütün güç "Büyük Birader"de

George Orwell'in, konusu 1984 yılında geçen "1984" adlı ünlü eserinde totaliter bir devletin başındaki "Büyük Birader" bütün gücü elinde tutar. "Düşünce polisi"nin her yerde gizli ajanı vardır. Telefonları dinlenen, baskıcı bir dünyada yaşayan, farklı düşünmelerine izin verilmeyen insanlar her yerde izlenir, saydamlaştırılır, sonunda bir korku toplumu oluşturulur. Orwell 1948'de bu dev eseri kaleme alırken Hitler örneğinden yola çıkmıştır. "Kitabımdaki toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ancak buna benzer bir toplumun geleceğine inanıyorum" diyen Orwell'in düşüncelerinin bilimkurgu olarak kalmadığı yürekli genç Snowden'in sunduğu belgelerle kanıtlandı, hatta şu ana kadar ortaya çıkanlar bile Orwell'in bilimkurgu romanını kat kat aştı! Obama ile Putin arasına kara kediyi sokan Snowden'in Moskova havaalanında söyledikleri 'küçük insanı' bizleri düşündürmeli: "Hepimizi ilgilendiren şeyleri açıklamadan önce çok düşündüm. Fakat doğruluğuna inandığım bir şeyi yapmış olduğuma şimdi pişman değilim... Devletlerin yasadışı davranışlardan kaçınmaması bizler için en büyük tehlike. Bu böyle devam edemez!"

6 Ekim 2016

Gerçekten bir "İstanbul" var mıydı?

BİRGÜN 06.10.2016
REFİK DURBAŞ

Burhan Arpad, "Bir İstanbul Var İdi" başlıklı anılarında yaşam öyküsünden kimi sahneleri kendine özgü duygularla aktarırken İstanbul'un yakın tarihinin günümüz için ibret verici bir panoramasını da çıkarıyor; daha çok da İstanbul'un kültürel kimliğinin…

"Perde Arkası" başlıklı yazısında babasının ölümünü anlatırken "Ben de, o da pek konuşkan değildik" diyor.

Gerçekten öyle miydi?

Burhan Arpad'ı sanıyorum 70'li yıllarda Cem Yayınevi'nde tanıdım. Yayınevine sessizce gelir, geldiği gibi de giderdi.

80'li yıllarda da Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında "Hesaplaşma" başlığı altında yazacaktı, Oktay Akbal'ın yazmadığı günlerde…

O yıllarda Cumhuriyet'in Düzeltme Servisi şefi olduğum için yine karşılaşacaktık, ama şimdi düşünüyorum da sesinin yankısı hiç düşmemiş belleğimin kuyusuna…

Yalnızca görüntüsü gözlerimin beyazperdesinde:

Ufak tefek, ak saçlı, esmer, birazca kalın dudaklı; sırtında her zaman boz renkli bir paltosu ve elinde çantasıyla bir adam…

"Bir İstanbul Var İdi" ise bütün bunların aksine, her ne kadar kendisi de "konuşkan" olmadığını söylese de Arpad'ın hoş sohbet kimliğinin bir göstergesi…

Çünkü yazmıyor Arpad, okuruyla konuşuyor, sohbet ediyor.

"Bir İstanbul Var İdi"nin satırları arasında gezinirken bu sohbetin muhabbetine benim de kimi anılarımın gölgesi düştü.

Arpad, "1940'larda Türk Kitapçılığı"nı anlatırken şair Salâh Birsel ve hikâyeci İhsan Devrim ile birlikte kurdukları ABC Kitabevi'nden söz eder:

"Bâbıâli'nin ara sokağı Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken, solda, Maarif Kitabevi'nin bitişiğinde küçücük bir dükkân, baştan aşağı yenilenip kitabevi yapılmıştı."

Oysa Salâh Birsel'in "Seyirci Sahneye Çıkıyor"da anlattığına göre Birsel ile Arpad, önce "AB Neşriyatı" adıyla bir yayınevi kurmuşlardır.

Çok geçmeden aralarına İhsan Devrim katılır, Cağaloğlu'nda ABC adında bir kitabevi açarlar.

Yayın da yapmaktadırlar.

Bu işi iki yıl kadar sürdürürler.
Anadolu'da kitapçılardan o zamanın parası on bin lira kadar alacakları vardır; paranın büyük bölümünü alamayınca kitabevini kapatmak zorunda kalırlar.

Dükkânı satmaya karar verirler, ama satıştan önce Tan olayı patlak verecek (4 Aralık 1946) ve Tan gazetesi yakılırken ABC Kitabevi de yağmalanacaktır.

Arpad, "Komedyenin Ölümü" başlıklı yazısında Muammer Karaca'nın portresini şöyle çizmektedir:

"Yıllarca her şeye katlanmış, çay simitle yetinmiş, dekor taşımış, incecik bir paltoyla kışı geçirmişti. Yıllar sonra Tepebaşı bahçesinde Alabanda revüsüne bin lira aylıkla geçişini, ‘O günlerde bin liraya tabiiyet değiştirilirdi' diye şakayla anlatırdı. Çünkü Şehir Tiyatrosu'ndan yüz lira aylık alıyordu."

80'li yıllarda Cibali Karakolu üzerine Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yazacak ve şunu öğrenecektim:

Muammer Karaca, üç bin kez oynadığı "Cibalı Karakolu" başlıklı oyundan kazandığı paranın bir bölümünü karakolun onarımı için harcamıştı.

Arpad'ın Ruhi Su ile macerası ise bir insanlık nişanesidir…

Ruhi Su, 1952 güzünde "Âşık Veysel" filminde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır.

Ankara'dan hiçbir tanıdığı olmadığı için İstanbul'a getirilir.

Günlerce hücrede kalır.

Arpad, bu sırada Vatan gazetesinde muhabirdir; bin bir zorluğu aşarak "pijama üstüne palto giymiş, saçları karmakarışık, yüzü tıraşsız, adımları ve bakışları ürkek" Ruhi Su'yu İstanbul Emniyeti'nde görür.

Kucaklaşırlar. Ayrılırken Su, Arpad'a kirli çamaşırlarını verir, evde yıkansın diye…

Sonrasını şöyle anlatacaktır Arpad:

"Evde bohçayı açtık. Kanlı bir yatak çarşafı vardı. Yıkamadık, yıllarca sakladık tavan arasında. Sonunda yaktık."

Anıları yakmaya ise hiçbir ateşin gücü yetmiyor…

Üstadın çevirmen olarak Erich Maria Remarque, Stefan Zweig, Anna Seghers, Joseph Roth, Odon von Horvath, Thomas Mann, Ingeborg Bachmann, Fritz Habeck, Ignazio Silone, William Saroyan, Henry Wallace, Şalom Aljehem, Dimitir Dimov, Haşek, Silanpaa ve Istrati gibi faşizm karşıtı yapıtları Türkçeye kazandırdığını da unutmayalım.

1 Ekim 2016

Avrupa'ya Birlik Gerekli mi?

TOPLUM Gazetesi, Ekim 2016
Ahmet ARPAD

Bundan 26 yıl önce, Almanya'nın batısının doğusu ile birleşmesi ülkeye hiç yaramadı. Rusya ile Amerika'nın aralarında anlaşarak 'onay verdikleri' bu birleşme sonucu Avrupa Birliği'nin lokomotifi Almanya o günden bugüne bir türlü kendine gelemiyor. Bu güç yitirmenin sonucu sermayenin terk ettiği ülkede milyonlarca insan işsiz evde oturuyor. Evlilikler ve doğum azalırken, toplum yaşlanıyor. Eğitim geriliyor. Fakirliğin hızlı adımlarla ilerlediği, seçmenlerin politikacılara artık inanmadığı Almanya'da giderek artan toplumsal sorunlar insanları altında eziyor. Bencilleşen birey geleceğinden ümitsiz.

Zayıf bir Almanya, güçsüz bir Avrupa Birliği demektir. Avrupalı politikacılar bundan altmış yıl önce yola çıktıklarında önce Amerika ve Rusya'ya, sonraki yıllarda da Çin ve Japonya'ya karşı ekonomik ve askeri bir güç olmak, barış içinde yaşamak istiyordu. Şimdi, 2016 yılına geldiklerinde ise geriye bakan Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya son elli küsur yılda "bir arpa boyu yol" aldıklarının farkındalar! İngilizlerin AB’yi terk etmeye karara vermesinin belki de baş nedenlerinden biri bu gerçeği anlamış olmaları.

Dünya sorunları ve Avrupa

Önce Doğu Almanya'yı Batı Almanya'ya geri veren, ardından da diğer Demirperde ülkelerini AB'ye 'kakalayan' Rusya kendi yolunda gidiyor. Çin'in attığı adımlar giderek büyüyor, hızlanıyor. Japonya gücünden pek bir şey yitirmedi. Hep 'hareketli' Ortadoğu sürprizlere gebe. Hindistan'da gerileme yok. Artık yeni küresel oyuncular dünya sahnesine adım attı. Dünya sorunlarının çözülmesinde Avrupalıların pek sesi sedası çıkmıyor. Balkanlarda 1990'lı yıllarda Amerikan planları yaşama geçirildi! Afganistan'da onun sözü geçti. Onlarca yıldır İsrail - İran ekseninde de o ne derse oluyor. Amerikan emperyalizmi Irak'ta 'at koştururken' kimi Avrupa ülkesinin komşularımızda kan akmasına yıllarca destek vermesi AB'nin ne kadar zayıf olduğunun en büyük kanıtıdır. Birlik olmak için gerekli reformları bir türlü yapamayan Avrupa bu gidişle büyük ekonomik ve sosyal dönüşümleri başaramayacak gibi. Küresel güç düşünden yavaş yavaş vazgeçmek zorunda kalacak.

Avrupa Birliği'nin uyumlu bir yapıya sahip olmadığı, son yıllarda giderek daha çok kanıtlanıyor. AB ülkelerinde birçok önemli karar hep halka sorulmadan alınıyor. Birlik üyeleri 21. yüzyıl dünya gerçeklerine karşın birbirleriyle anlaşmaktan hâlâ çok uzaklar. Yirmi sekiz ülke arasındaki kültürel farklılıklar da, hiçbir zaman çözümlenmeyecek, sürekli zorluklar yaratacak kalıcı bir sorun. Unutmayalım, kültür birliği olmayan ülkelerin uzun süre yaşamadığı, dağıldığı bilinen bir gerçek. Bu arada Avrupa kimliğinin Hristiyan toplum değerleri temelinde oluşturulup güçlenmesi için Vatikan'ın ve kiliselerin politikacılara yıllardır baskı yaptığını da göz ardı etmemek gerek.

'Arka bahçe' ülkeler

21.yüzyılda ayakta kalabilmek için gerekli olan dinamizm nedir, Avrupalı bilmiyor. Yaşlı kıtanın en büyük sorunu, oluşturmaya uğraştığı birliğin hantal, ağır, kararsız ve hastalıklı olması. "Çekirdek Avrupa" denen beş, altı ülkenin diğerlerini boyunduruğu altına almadan da böyle bir AB'nin işlemesi hemen hemen olanak dışı. 'Arka bahçe' ikinci sınıf ülkelerin güçlüler tarafından yönetilmesi ise yaşlı kıtaya ister istemez tedirginlik getirdi, birlik için kaçınılmaz olan uyum giderek zorlaştı. Zayıf üye ülkelerin güçlülerin boyunduruğu altına girmesiyle küreselleşme, sonunda ister istemez Avrupa'da da gerçekleşmiş gibi, uyum, birlik ve demokrasi sözleri çoktan rafa kalktı! Bu koşullarda çok zor. Son yıllarda hızla sağa kayan Avrupa günümüzde dört beş başlı, yirmi sekiz kollu yaşlanmış bir yaratık. Aradan altmış yıl geçmiş, alınyazısını belirleyecek yol ayrımında nereye gideceğini hâlâ bilmiyor. Avrupa için "dünya treni" şimdilik kaçmış gibi görünüyor.

www.ahmet-arpad.de

30 Eylül 2016

Bireysel özgürleşmenin ve aydınlanmanın romanı

Roman Kahramanları Dergisi 28. Sayı, Eylül 2016
AHMET ARPAD

"Goethe 'Genç Werther'in Acıları'nda olağanüstü bir işgüdüsüyle duygusallığı en ön plana çıkarmasını başarmış. Coşkulu, fakat tek taraflı bir aşk, doğaya olan sonsuz duygular, din üzerine görüşler, felsefi düşünceler..."
Friedrich Schiller


Johann Wolfgang von Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" adlı romanı genç bir hukuk stajyerinin nişanlı Lotte'ye olan aşkını konu alır. Roman kahramanı Werther duygularının karşılıksız kalması üzerine yaşamına kendi eliyle son vermekten başka bir çıkaryol bulamaz. "Götz von Berlichingen" (1773) adlı yapıtından sonra Goethe'nin ikinci başarısı olan "Genç Werther'in Acıları" onu Avrupa çapında üne kavuşturur. Yazar bu eserinde, 1772 yılında Wetzlar Yüksek Mahkemesi'nde asistan olarak görev yaptığı dönemde aşık olduğu Charlotte Buff adındaki nişanlı bir genç kadına duyduğu karşılıksız ilgiyi anlatır. Romandaki Werther genç Goethe ile özleştirilir. Goethe, "Sturm und Drang" (Fırtına ve Coşku) akımının en önemli yapıtlarından biri olan "Genç Werther'in Acıları"nı yazarken mektup - roman tekniğini uygulamıştır. Şiirsel ve akıcı bir dille genç bir insanın aşk acısının ve yaşadığı bunalımın anlatıldığı "Werther"i çok başarılı, kusursuz bir yapıt olarak kabul etmek gerekir. Aşık olduğu insana kavuşamamanın yarattığı ruhsal sarsıntıları işleyen eser, duyarlı bir genç olan Werther'in düşsel dostu Wilhelm'e yazdığı mektupları içerir ve aradan yaklaşık 250 yıl geçmesine karşın günümüzde de Alman edebiyatında duygusallığın bir başyapıtı olarak kabul edilir. Werther ile Lotte arasındaki bağlantı aşkla dostluk arasında bir ilişkiden öteye gidemez, hep platonik bir aşk olarak kalır. O güne kadar yaşadığı büyük kentin yarattığı ruhsal çöküntüden doğaya kaçan Werther, aşkının karşılıksız kalması sonucu yaşamına kendi eliyle son vermekten başka bir çıkaryol göremez.

Dünya edebiyatının en büyük aşk romanlarından biri olarak kabul edilen "Genç Werther'in Acıları"nı yazarken Goethe'nin J. J. Rousseau'nun "Julie" adlı yapıtından esinlendiği söylenir. O günlerde romantizmin etkisi altında kalmış olduğu bilinen Goethe'nin gençlik yıllarının ürünü olan "Werther" psikolojik bir roman olup edebiyatta akılcılığın yerini alan duygusallığın bir başyapıtıdır. 1774 yılında yayımlanmasının hemen ardından Alman toplumunu, özellikle gençleri çok etkilemişti. Nişanlı bir genç kadına olan aşkının karşılıksız kalması üzerine intihar eden çok duygusal Werther'in görüşlerini büyüleyici ve şiirsel bir anlatımla okura sunan bu mektup - roman genç okuyucuları mıknatıs gibi kendine çekmişti. "Werther"den etkilenen birçok genç intihar etmiş ya da intihara kalkışmıştı. Almanya kentlerinde roman kahramanına benzemek isteyen duygulu gençler onun gibi düğmeleri pirinç, uzun mavi ceket, sarı pantalon, deri çizmeler, keçe şapka giymeye başlamış, dükkanlarda, üzerinde Werther'in adı yazan çay ve kahve fincanları, şekerlikler, kek ve çay kutuları, kolonyalar, Werther bibloları satılmıştı. Modern Alman romancılığının başlangıcı olarak kabul edilen romanın Alman edebiyatında yeni bir çığır açtığı bilinir. Genç insanları peşinden sürekleyen "Genç Wether'in Acıları"nı, içinde toplumsal eleştiri de taşıyan bir aşk romanı olarak kabul edebiliriz. Dönemin özgür yazarlarından Goethe'nin bu yapıtı kısa sürede Almanya sınırlarının dışına da çıkmış, birçok dile çevrilmiştir.

1770 - 1785 arasında gençleri etkisi altına alan, coşkunluk ve taşkınlık içerikli "Sturm und Drang" akımı süresinde özellikle genç Goethe ve Schiller doğa, duygu ve bireyi yücelterek aydınlanma ussalcılığına karşı olduklarını kanıtlamışlardı. O dönemde aydınlanma akılcılığına, klasik edebiyatın kural ve törelerine karşı çıkan genç yazarlara bu görüşleri aşılayan öncelikle Gottried von Herder olmuştur. Çünkü aydınlanmanın akılcı dünyası günün gençliği için sıkıcı ve derinlikten yoksun bir dünyaydı. İlk modern Alman romanı olarak kabul edilen "Genç Werther'in Acıları"na "Sturm und Drang" akımının gerçekleştiği dönemde gençleri tetikleyen çok önemli bir yapıt gözüyle bakmak gerekir. Bu "aşk trajedisi" daha sonraki yıllarda birçok edebiyatçı tarafından dünya edebiyatının en büyük aşk romanlarından biri olarak kabul edilmiştir. "Genç Werther'in Acıları"nda yaşanan halkçı - hümanist başkaldırı Fransız Devrimi'nin hazırlık sürecine rastladığı için roman devrimci yanı olan bir yapıt olarak da kabul edilir. "Werther" hayranı Napolyon 1808 yılında Erfurt'ta düzenlenen "Prensler Kongresi" sırasında Goethe'yle yaptığı bir görüşmede kendisine, "Genç Werther'in Acıları"nı tam yedi kez okuduğunu ve eserini hep yanında taşıdığını itiraf etmiştir.

"Fırtına ve Coşku" akımı kısa sürede sönse, Goethe ve Schiller bağımsız çalışmalarına geri dönseler de, bireysel özgürleşmenin romanı olan "Genç Werther'n Acıları" bugüne kadar etkisinden hiçbir şey yitirmemiştir. Günümüzde yazılmış gibi okuyanı duygulandırmaya devam ediyor. Çağımızda bir Lotte, bir Werther olmamasına karşın okura anlatımıyla romandaki aynı duyguları yaşatması eserin gizemidir. Doğanın karşı konulmaz gücü insan sevgisini derin uykusundan uyandırıp yine yaşama geçiriyor, yaşananların doruğu aşk oluyor. İnsan ruhunun aynası diyebileceğimiz, döneminin bir belgesi olarak kabul edilen ve yazıldığı yıllarda satış rekorları kıran "Werther" üzerine yaşlılığında Goethe'nin şu söyledikleri önemlidir: "Konu çok yakıcıydı! Toplum üzerinde inanılmaz bir etki yapması tam zamanında yazılmış olduğunun kanıtır." Bu romanda kendini bulan günün gençliği Goethe'nin onların sıkıntılarını ve ruhal sorunlarını anladığına inanmış, "Werther"de teselli aramıştı.

1 Eylül 2016

Çocukların ne günahı var!?

TOPLUM Gazetesi, Eylül 2016
AHMET ARPAD

Toplumsal sorunları büyük bir hızla artan Almanya'da milli gelirin yüzde ellisine nüfusun yüzde onu sahip! Endüstri ülkeleri arasında Almanya "aile ve eğitim fakiri" listesinde birinci sırada. Yoksul aile çocuğu sorunlu yetişiyor, sağlıksız büyüyor, okulda başarılı olamıyor, sorun dolu kötü bir gelecek onu bekliyor. Sabahları kahvaltı etmeden evinden çıkıyor, annesi yanına bir dilim ekmek bile veremiyor. Bundan bir süre önce Stuttgart'ta okul müdürleri eyalet eğitim bakanlığına ve kent belediyesine karşı 'ayaklandılar'. Fakir çocukların çoğunlukta olduğu okullarda öğle yemeği verilmesini talep ettiler. "Gittikçe daha çok karnı aç öğrenci derslere giriyor" diyen müdürlerin tepkisi başarıya ulaştı, yeni ders yılının başlamasıyla 80 okulda dar gelirli ve fakir aile çocukları sadece bir Avro karşılığında öğle yemeği yiyebilecekler.

Mercedes'in, Porsche'nin, Bosch'un 'doğum yeri' Stuttgart, Almanya'nın "yaşanmaya değer varlıklı kentleri" listesinde birinci sırada. Giderek daha çok modern bina yapılırken, dev bir fuar alanı kurulurken, yeni yeni yollar, tüneller açılırken, kent istasyonunun yeraltına indirilmesine, demiryolu güzergâhının toptan değiştirilmesine, tepeleri delerek kent havaalanına daha hızlı bir trenle bağlanmasına 10 milyar Avro'dan fazla harcanırken Stuttgart'ın okullarında çocuklar karnı aç derslere giriyor.

Sorunun üzerine giden eğitimciler başarılı oldu. Ancak onlar da biliyor ki, bu girişimleri fakirliğin çözümü değil. Ve bu fakirlik tüm Almanya için geçerli. Gittikçe artıyor, hem de çok hızlı bir şekilde. Zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor, ülkede resmi verilere göre 6 milyon çocuk fakir ailelerde yaşıyor. Toplumdaki zengin-fakir ayrımı eğitimde de kendini gösteriyor. Her çocuk istediği okula gidemiyor, zengin öğrenci fakir öğrenciden uzak duruyor. Fakir insan yalnız bırakılıyor, toplumdan koparılıyor. Almanya'da açlık sınırında yaşayan anneler çocuklarını öldürüyor. Bu cinayetleri, çoğu kez tek başına kalmış, çalışmayan, doğumdan sonra hızla artan sorunların altından kalkamayan, çevresinin ilgilenmediği genç anneler işliyor. Akrabalar, komşular, okul, gençlik daireleri yavaş yavaş gelen bu faciaları nedense fark edemiyor. Çocukları koruyan yasalar yetersiz, reformlar gerekli. Ancak çoğu kez fakirlikten kaynaklanan bu gibi trajedileri, çıkarılacak yeni yasalar da pek önleyemez. Nedenler daha derinlerde yatıyor. Ve olan çocuklara oluyor!

www.ahmet-arpad.de

1 Ağustos 2016

Fethullahçılar Almanya'da Güle Oynaya...

TOPLUM, Ağustos 2016

İktisadi İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı (OECD) verilerine göre harcamalarının sadece yüzde 10'unu eğitime ayıran Almanya, Batı ülkeleri arasında sonlarda! Eğitimde bir "fakirlik belgesi" bu! Almanya Öğretmenler Birliği Ağustos 2015'de şu panik yaratıcı açıklamayı yapmıştı:

"Ülkede 30 bin öğretmen açığı var, okullarda her hafta 1 milyon saat ders boş geçiyor..." Daha 2008 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Horst Köhler, Berlin'de çoğunlukla yabancı çocukların devam ettiği Kepler okulunda yaptığı konuşmayla politikacıları suçlamıştı: "Almanya'daki eğitim utanç verici... İnsanların yeterli eğitim almadığı ülkelerde demokrasi işlemez... Eğitim sistemimizin yetersiz olduğu Pisa araştırması ile kanıtlanmıştır. Devlet düzenimizin gelecekte de güçlü olması ancak eğitim sistemimizin düzelmesi ile mümkündür..."

Cumhurbaşkanı Köhler konuşmasını Kennedy'nin: "Dünyada eğitimden pahalı tek şey eğitimsizliktir!" sözleri ile bitirmişti. Yetersiz eğitim bütün eyaletlere yayılırken öğretmen açığı son 30 yılın en doruk noktasında. Almanya'nın gelecekte de endüstri ülkesi olarak varlığı tehlikede. Zenginle yoksul arasındaki mesafenin giderek büyüdüğü ülkede en büyük zararı, aralarında bizim insanlarımızın da bulunduğu, fakirleşen sınıfın çocuk ve gençleri görüyor.

Kısa sürede iyice palazlandılar
İşte bu durumdan Alman yasalarındaki boşlukları çok iyi bilen, çoğu öğrenci, akademisyen, işadamı olan Hocaefendiciler yararlandı. Bundan yirmi yıl önce ülkenin üzerine serpiştirdikleri tohumlar kısa sürede yeşerdi. Almanya gibi liberal bir ülkede kök salmasalar şaşardı insan. Fethullah Gülen'in çekirdek kadrosundan sayılan Halil Şimşek hocanın 1990'ların ortasında Türkiye'den gönderilmesiyle önce Stuttgart'ta, ardından da Ruhr Havzası'nda ve Berlin'de organize oldular. Halil Hoca'yı Nurettin Veren'in tanıması, rahmetli Necip Hablemitoğlu'nun "Fethullah Gülen Raporu"nda onun adını vermesi hiç umurlarında olmadı. Onun sayesinde Stuttgart'tan sonra Berlin'de, Münih'te, Köln'de, Dortmund'da, Pforzheim'da, Paderborn'da, Hannover'de, Nürtingen'de, Geislingen'de ve Augsburg'da da iyice palazlandılar.

Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kısa sürede kendilerine çektiler, toplumun itelediği bu göçmen çocuklarına sahip çıktılar(!). Her renkten Alman politikacıyı kısa sürede "zararsız Müslüman" ve "girişken genç iş adamları" olduklarına inandırdılar. Böylece emin adımlarla ilerlediler, bugünkü güçlü konumlarına ulaştılar. Tabii onları eleştirenler de olmadı değil. Kimi kentlerdeki belediyelerin ve politikacıların dikkatini çekmeye çalışan Türkler yıllarca boşuna uğraştı durdu. Karşı çıkanlara, sanki suçmuş gibi: "Onlar laik Türkler, Atatürkçüler," deyip, özellikle Almanların gözlerini korkuttular. Kimi gün geldi: "Onlar Ergenekoncu..." da dediler. Alman yetkililere göre ‘girişken' genç iş adamlarının kafasında buradaki Türk çocuklarına iyi bir eğitim vermekten başka düşünceleri yoktu!

Kendilerine: "Siz Fethullahçısınız" demeye kalkanın gözünü hep dava açmakla korkuttular. Alman gazeteciler bile yıllardır üzerlerine gitmeye cesaret edemedi. Bazılarını arada sırada Türkiye gezilerine davet edip, yumuşattılar. Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı neredeyse yüzde 90. Eğitimcilerin: "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli", demesi hiçbir işe yaramadı, çünkü gelişmeler politikacıları ve yerel yöneticileri rahatsız etmedi. Çoğunun da kafası neler döndüğünü pek almadı!

"Çünkü Gülen siyaset yapıyor!"
Hocaefendicilere göre, Almanya çapında açtıkları dershane ve liselere yaptıkları milyonlarca Avro'luk yatırımın kaynağı son 15 - 20 yılda kurdukları küçük şirketleri! İnanmak zor. Stuttgart Belediyesi yabancılar ve uyum sorumlusunun yıllar önce gazetelere yapmış olduğu: "Gülen'e yakın olduklarını biliyoruz, yurtdışından destek geldiğini de tahmin ediyoruz, ancak kanıtlayamıyoruz" açıklaması resmi makamların ne kadar âciz olduğunu gösteriyor. İnatla: "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz?" diye sorana: "Gülen adından rahatsız oluyoruz" yanıtını verdiler. "Çünkü o siyaset yapıyor." Sanırım o günlerde, Alman resmi makamlarının, girişimlerinin arkasında geçmişi ve amaçları bilinen "dinci baron"un olduğunu fark etmesinden korktular.

Hocaefendicilerin yıllar boyu başarılarının en önemli "reçetesi" her zamanki gibi takiye oldu. Son üç dört yılda nasıl olduysa birden açıldılar, Gülen hareketinin başındakiler ve okulları kuran genç işadamları dönüşüm geçirdiler: "Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz," demeye başladılar. "Düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor." Çoğu genç üniversite öğrencisiyle iş hayatına yeni atılmış akademisyenlerin kurduğu küçük dernekler artık Almanya'nın önemli kentlerinde görkemli salonlar kiraladı, hiç çekinmeden on binlerce Avro harcayıp görkemli Gülen sempozyumları düzenlediler. Kendilerine yakın buldukları, desteklerinden emin oldukları Alman din adamlarını, politikacıları ve gazetecileri gerekirse yurtdışından getirtip bu toplantılarda konuşturdular. Gülen'i öven sözler havalarda uçuştu. Ancak aynı Gülenciler, karşıtlarıyla açık oturumlarda tartışmaktan nedense hep kaçındılar, yapılan katılma önerilerini hep reddettiler! Bir bildikleri olmalı ki, şeffaflıktan sürekli çekindiler.

Politikacıların yüzüne gülüp desteklerini aldılar
Alman yasalarındaki boşlukları ideolojileri uğruna başarıyla kullandılar. Toplumdaki liberal düşünce yapısından yararlanmasını da becerdiler. Her renkten politikacı, yerel belediye ve kilise adamıyla ortak çalışmaya çaba gösterdiler, yüzlerine gülüp desteklerini aldılar. Tabii son 15 yılda Türk asıllı kimi politikacı, eğitimci, aydın eskisi Alman pasaportlu bilim adamı, 28 Şubat'ın ardından yakasına Atatürk rozeti takmışı, çıkarcı Alman ve Türk yazar çizer takımı giderek daha çok peşlerinden gitti. Arada sırada kimi eyalette: "Almanya'da Gülen hareketi şeffaf olmadığından şüpheler oluştuğu için örgütlenmesinin iç yapısını, finansmanını ve hedefini daha açık ortaya dökmek zorundadır" diyen siyasetçiler de çıkmadı değil. Fakat başta maliye bakanlıkları olmak üzere kimse bu öneriyi pek umursamadı.

Ağustos başında Fankfurter Allgemeine Zeitung'a açıklama yapan Cem Özdemir de aynı şeyi tekrarladı! Burada son olarak şunu da belirtmeden edemeyeceğim: Almanya'daki Türk toplumu, onu temsil eden kuruluşlarla dernekler ve sivil toplum örgütleri de insanımızı böylesine çok ilgilendiren yaşamsal bir konuda yıllarca seslerini çıkarmayarak üzerlerine düşen görevi ne yazık ki yerine getirmediler!

Ahmet ARPAD Yorumladı.
www.ahmet-arpad.de

1 Haziran 2016

Hitler'in harika çocukları...

TOPLUM Gazetesi, Haziran 2016
AHMET ARPAD

Almanya son yıllarda sağa kayarken yabancı düşmanlığı hızla artıyor. Ülkenin yaşadığı NSU skandalı ve nedenleri yıllardır bir türlü aydınlığa kavuşamıyor. Bütün eyaletlere yayılan ve hızla kök salan, AfD ve Pegida'da yuvalanan aşırı sağcılar artık eyalet meclislerinde oturuyor. Aynı süreçte özellikle sosyal demokratlar kan kaybediyor. Hemen hemen tüm Avrupa'da sağ güçlenirken insan, AB'nin en güçlü ülkesi Almanya‘daki bu hızlı ve olumsuz gelişmeler acaba ürkütücü bir geleceğin bir başlangıç mı, diye düşünmeden edemiyor?

Hitler 1933‘de Almanya'ya el koyarken (!) 10 yıllık bir ön çalışma yapması gerekmişti. Büyük endüstrinin "babaları" ve çevresindeki yardakçılar sayesinde palazlanmış, onların desteğinde 13 yıl ayakta kalmıştı. Onlarsız Hitler bir hiçti. Nazi Almanyası'nın orduları, Flick, Krupp ve şürekâsı olmadan komşu ülkeleri istila edemez, savaşamazdı. 40 milyona yakın insanın ölümünden, Hitler'e hizmet etmiş olan bu endüstri patronları da sorumludur. 1945'te savaş sona erdiğinde Avrupa bir yıkıntıydı. Dörtler'in işgalindeki Almanya'da insanlar kolları sıvar, yüz binler bombalanmış kentlerde moloz yığınlarını kaldırırken İngilizlerle Amerikalılar kurdurdukları Batı Almanya'ya, Sovyetlere karşı "kale" görevini vermişlerdi. Ancak ülkenin bir an önce güçlenmesi de gerekmekteydi. Hitler'e hizmet eden Alman endüstrisinin patronları hâlâ hayattaydı. O yıllarda ülkeye gerekli olanlar hapisten çıkarılıp, aklanmıştı.

Kadın gazeteci Nina Grunenberg "Die Wundertäter. Netzwerke der deutschen Wirtschaft" adlı kitabının tamamını, ABD'nin desteği ile nasyonal sosyalizmin kalıntıları üzerine Almanya'yı yeniden inşa edenlere, Nazilerle işbirliği yapmış olan bu çıkarcılara ayırmış! Grunenberg onlar için, "Komünistlerden nefret eden, solcuları sevmeyen, ataerkil düzenin temsilcileri, despot ruhlu, politik görüşleri en sağda, NSDAP üyesi insanlardı" diyor. İşte toplumun başına geçmek, nasyonal sosyalist ilkeyi Almanlara kabul ettirmeyi düşleyen Hitler için bu kişiler bulunmaz nimetti! Yetenekli mühendisler ve teknisyenlere de kucak açmıştı rejim. Onlar sayesinde Nazi Almanyası 1942-1944 arasında silah gücünü üçe katlamıştı.

Savaş sonrasında Amerikalılar bu insanların çoğuna yeşil ışık yakmıştı. Dizginler yine Flick, Krupp, Abs, Sohl ve Zangen'in elindeydi. Savaş yıllarında silah endüstrisiyle bakanlık arasındaki alışverişten sorumlu Mommsen Batı Almanya'da önce Krupp'u yönetir, ardından Başbakan Helmut Schmidt tarafından Savunma Bakanlığı'nda yüksek bir göreve getirilir. Nazilerin silahlanmadan sorumlu bakanı Speer'in "öğrencisi" Schlieker savaş sonrasında armatörlüğe soyunur. Speer'in bakanlığında mali işlerden sorumlu Hettlage, ilk Başbakan Adenauer'in mali danışmanı olur. Adenauer, Hitler'in İçişleri Bakanlığı'nda Yahudi karşıtı kararnamelerin altında imzasını atmış olan Globke'yi güvenlik danışmanı yapar. Yahudilerin elinden alınan büyük alışveriş merkezlerine konan, Hitler'in peşinden ayrılmayan Neckermann etkisini Batı Almanya'da da sürdürür. Savaş yıllarında Opel şefi olarak Hitler'in ordusuna kamyonlar yetiştiren Nordhoff da savaşın ardından Volkswagen'in başına geçirilir. 1951'de kurulan Federal Kriminal Dairesi'nde 25 SS subayı önemli görevlere getirilir. Batı Almanya'nın ilk başbakanı Konrad Adenauer'in şu sözü unutulmaz: "Temiz su yoksa kirli su dökülmez!"

Almanya'nın dünyanın en güçlü üç ülkesi arasına girmesini düşleyen ve bir zamanlar bunun gerçekleşmesi için de Ludwig Erhard döneminin özlemini çektiğini söylemiş olan Başbakan Angela Merkel, Alman kalkınmasını Hitler'in "harika çocukları"nın gerçekleştirmiş olduğunu unuttu mu acaba? Son aylardaki olay ve gelişmeler sarsılmakta olan Merkel‘e uzak geçmişi umarız anımsatır!

www.ahmet-arpad.de

31 Mayıs 2016

Kitaplar ateşe atılırken..

AVRUPA KÜLTÜR, Mayıs 2016

Ahmet Arpad

10 Mayıs 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. O akşam başlayıp 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi.

Berlin Opera alanında alevler havaya yükseliyor. Büyük ateşin çevresine toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileri ile gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri, olup biteni dikkatle izliyor. "Yüzlerce insan budalaca, hayvani bir çılgınlıkla haykırmaya başladı," diye yazar ilerde Arnold Zweig anılarında.

19 Mayıs 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. Hitler seçimlerde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri kralları ile gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan Führer'in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklandı. Kimileri sınır ötesine kapağı attı, savaş bitene dek yaşamını zorunlu sürgünde geçirdi.

"Bugün kitap yakanlar, yarın insan yakar"
10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Berlin Opera Alanı'ndan Münih Kral Alanı'na dek. Kitapların yakıldığı kentlerin tümünde üniversite vardı. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit etmekte," diye binlerce insana sesleniyordu.

Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zxeig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar örneği uluyordu. Naziler, "Alman düşün dünyasının çöpü," dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı 10 Mayıs 1933 gecesi kitapların yakılması ile doruk noktasına ulaşmıştır. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi gömlekler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Büyük ateşe atılanlar Alman dili kültür ve edebiyatlarını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçılar, düşünür ve sanatçıların eserleriydi. "Bugün kitapların yakıldığı yerde, ilerde insanlar da yakılır," diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. Sınır ötesine kaçamayanlar kampların dikenli telleri arkasında yaşama gücünü yitirdiler. Gaz odaları ve fırınlar sonları oldu. Antifaşist ve antimilitarist çağdaş Alman yazarlarının en ünlüsü Erich Maria Remarque "Hayat Kıvılcımı" adlı eserinde o günleri konu eder. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş 1945'e dek sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu.

Kültür cinayetine onay veren aydınlar
Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Hermann Göring "Bürokrasinin hiçbir maddesi benim uygulamalarımı engelleyemez," diyordu. "Amacım haklıyı aramak değil. Benim tek görevim kötüyü ortadan kaldırmak, kökünü kazımak. Bunun savaşını yaparken de herhalde polisin kurallarından yararlanacak değilim."

Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı. Ancak çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir," diye yazanlar oldu. Alman ruhuna bile bile ihanet edildi. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Yönetenlerin korkulu düşü kitap
Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.
10 Mayıs 1933 kitap kıyımı ve ardından gelen korkunç insan kıyımı hiç unutulmamalıdır. Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

15 Mayıs 2016

Sabahın köründe stres

TOPLUM Gazetesi, Mayıs 2016
AHMET ARPAD

Otobüsten indim. Hava karanlık. Henüz sabahın körü. Yolculuk Frankfurt'a. Hızlı trenin kalkmasına daha on beş dakika var. Aceleye hiç gerek yok. Merdivenleri inip ana caddenin altında uzanan pasajda yürüyorum. İnsanlar bir koşuşturma içinde. İstasyondan gelip otobüse, tramvaya, metroya gidenler. Tramvaydan trene yetişmeye çalışanlar. Metrodan otobüslere koşanlar. Stuttgart'ın göbeğindeki Klett Pasajı yerin altında üç katlı. En alt katta metro, orta katta yeraltı tramvayı, benim yürüdüğüm katta da polis karakolu, banka şubesi, berber ve kırtasiyeci, giyim ve gıda dükkânları, sayıları hızla artan ekmek-sandviç-kahve satan kayıntı büfeleri var. Sabahın bu saatinde bir yerden bir yere koşuşan insanların çoğu bu büfelere uğramadan edemiyor. Hemen hemen hepsi evden kahvaltı etmeden çıkmış, bir ellerinde kahve, ötekinde sandviç. Trene ya da metroya yetişmeye çalışırken sandviçlerini ısırıp ılık kahvelerinden bir yudum alıyorlar.

Almanya'da stres sabahın köründe başlıyor! Frankfurt üzerinden Hamburg'a giden saat 7.27 hızlı treni tam zamanında kalkıyor. Bütün koltuklar dolu. Yer ayırttığım iyi olmuş. Yola koyuluyoruz. Makinist gaza basıyor! Az sonra tren en yüksek hızına ulaşıyor. Saatte 250 km. Hava aydınlanmış, doğa kayıp geçiyor. Kimsenin dışarıyı seyrettiği yok. İşadamları bilgisayarlarını açmış, cep telefonları da çalışıyor, önlerindeki masalarda kahveler ve yarısı ısırılmış sandviçler... 100 km ötedeki Mannheim’a 36 dakikada varıyoruz! Ve kalkıştan 1 saat 17 dakika sonra da Frankfurt'tayız. İnsanlarda yine bir telaş, bir koşuşturma. Trenden inen iş adamları, bankerler hızla taksi duraklarına yöneliyor. Stuttgart'tan yola koyulup 220 km. sonra Frankfurt tren istasyonuna, oradan da 10 dakika ötedeki Hauptwache‘deki randevuma tam zamanında varmam 1 saat 30 dakika sürüyor...

O gün işimi bitirdikten sonra kenti biraz gezmeye, Städel Müzesi’ndeki Monet sergisini izlemeye karar veriyorum. Ne de olsa dönüş trenine daha 2 saat var. Frankfurt, Orta Avrupa'nın en büyük kenti olmasına karşın insanı pek çeken bir metropol değil. Onlarca kez geldim, ancak bir türlü ısınamadım Frankfurt'a. Giderek çoğalan gökdelenleri insanı altında eziyor. Hava alamıyorsunuz. Sokak ve caddeleri, mağazaları ve yapıları da çekici değil. İstasyonla Hauptwache arasında şöyle bir gezinin, pek Alman'a rastlayamazsınız. Sanki hiç kimse buralı değil. Herkes bir yerden bir yere gitmek için Frankfurt'a uğramış gibi. Uzak ülkelerden gelenler mutlaka Frankfurt Havaalanı'na iniyor ve buradan bir yerlere dağılıyor. Dört yönden gelen demiryolları Frankfurt'ta birleşiyor. İstasyon çevresindeki yapılarda pek oturan yok. Bürolar, bürolar, mağazalar, mağazalar... Ve de sayısız gece kulübü. Hiçbirinin sahibi Alman asıllı değil. Frankfurt en çok suç işlenen kentlerin başında geliyor. Yakayı ele verenlerin çoğunluğu yabancı pasaportlu...

2 Nisan 2016

Ahmet Arpad'ın "Transit" çevirisi

Çevirmenler Meslek Birliği (Çevbir), 2 Nisan 2016

Ahmet Arpad ile Nazi döneminden bir kaçış ve sürgün öyküsü olan "Transit" kitabının çevirisi üzerine konuştuk.

Damla Göl: Roman çevirmenin de tarihi bir kitabı çevirmenin de kendine has zorlukları var. Peki ikisini harmanlayan bu kitapta ne gibi biçimsel zorluklar vardı?

Ahmet Arpad: Anna Seghers'in "Transit" romanını, yazarın daha önce çevirmiş olduğum "Güven" ve "Karar" romanlarında olduğu gibi ilgiyle çevirdim. Gerek yazarın anlatımı, gerekse romanına konu ettiği 2. Dünya Savaşı yıllarında yaşanan gerçekler yabancım olmadığı için herhangi bir zorluk çekmedim.

Damla Göl: "Mutlaka çevirmem gerek" deyip yayınevine önerdiğiniz kitaplar oldu mu? Size gelen kitap tekliflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahmet Arpad: Alman dili edebiyatından dilimize kazandırdığım ellinin üzerinde yapıtın çoğu tarafımdan yayınevlerine önerilmiş kitaplardır. Tabii bana gelen öneriler de oluyor. Aralarında bir seçim yaparken bunların toplumsal, insancıl ve savaş karşıtı yapıtlar olmasını yeğliyorum. Çevirilerimin içinde polisiye ve aşk romanları yoktur!

Damla Göl: Çeviri süreçlerinizi nasıl geçirirsiniz, bu süreçte muhakkak yaptığınız şeyler, ritüelleriniz var mı?

Ahmet Arpad: Sözleşmeyi imzalamadan önce kendime bir program yaparım ve çeviriyi teslim edeceğim süreci belirlerim. Çeviri süreci tabii öncelikle yapıtın konusuna ve yazarının anlatımına bağlıdır. Bundan yola çıkarak her gün ortalama kaç sayfa yapabileceğime karar veririm. Hiçbir gün öngördüğüm sayfa sayısından fazlasını çevirmem. Çeviri bittikten sonra da birkaç günlük bir 'bekleme' süreci gelir. Çevirinin tesliminden önceki son okuması bir veya iki hafta alabilir... 'Acele işe şeytan karışır' atasözü çeviri için de geçerlidir!

http://www.kitapyurdu.com/kitap/transit/386204.html


1 Nisan 2016

Mavi gözlü, sarışın

Toplum Gazetesi, Nisan 2016
AHMET ARPAD

Resmi açıklamalara inanmak gerekirse 2050 yılına gelindiğinde Almanya'da 25 milyon daha az "safkan" Alman yaşayacak. Yaşam koşulları son 15 yılda zorlaşan ülkede insanların giderek evlenmekten ve çocuk doğurmaktan kaçınması Almanya'yı yönetenleri korkutuyor. Bu "ürkütücü" nüfus gerilemesini nasıl önleyeceklerini bilmiyorlar. Bundan 80-90 yıl önce de yönetenlerin benzeri bir sorunu vardı! Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ve yaşam koşullarının zorlaştığı 1920'li yıllarda Almanya'da nüfus büyük bir hızla azalmaya başlamıştı. 1933'te başa geçen nasyonal sosyalistler safkan Alman ırkının geleceğini güvenceye almak için doğum oranının bir an önce artması gerektiğini kafalarına koymuştu. Bu nedenle de Hitler ‘in sağ kollarından Heinrich Himmler, emri altındaki SS'lere 1935 yılında "Lebensborn yurtlarını" kurdurtmuştu. Evlilik dışı ilişkiler sonucu hamile kalanların kürtaj yapması da yasaklanınca kadınlar çocuklarını artık Lebensborn'larda dünyaya getirmeye başlamıştı. Ancak doğumun ardından annelerinin elinden alınan çocukların yetiştirilmeleri devlet sorumluluğu altına girmişti.

Savaşın başlamasıyla Himmler, işgal edilen ülkelerde görev yapan tüm SS'lerle yüksek rütbeli polislere yolladığı bir emirle onlardan, "sınır ötesi görevlerinde geleceğin Alman neslini unutmamalarını" talep etmişti. SS subaylarının yabancı kadınlarla yapacağı evliliklerden veya evlilik dışı ilişkilerden dünyaya gelecek çocuklar devlet güvencesi altındaydı. "Ülkenin parlak geleceği için safkan, güzel ve sağlıklı bir üstün Alman ırkı yetiştirmekti Nazilerin kafasından geçen" diye yazıyor Dorothe Schmitz-Köster, "Alman Anneler Hazır mısınız?" adlı kitabının önsözünde. Himmler politik amaçlı bu emriyle yakışıklı SS subaylarını zinaya teşvik ederken evlilik dışı ilişkileri de yasallaştırmıştı. Özellikle Norveç, Belçika ve Fransa'da da bu amaçla 13 Lebensborn yurdu açılmıştı.

1945'e kadar Almanya'daki yurtlarda "safkan üstün ırk" ideolojisine uygun 8 bin çocuk dünyaya gelmişti. Norveç'te babası SS subayı olan çocukların sayısı 12 bin idi. Himmler'in bu ülkeyi çok önemsemesinin ve adamlarına "Çok sayıda Norveçli kadınla ilişkiye girin" diye emir vermesinin nedeni, Norveçlilerin "güzel ırk" Vikinglerin torunu olduğuna inanmasıydı. İlerleyen savaş yıllarında Himmler'den gelen bir emirle askerler Polonya, Fransa ve Yugoslavya'da Alman'a benzeyen küçük çocukları kaçırmaya başlamıştı. Almanya'ya getirilen ve çocuksuz Nazi ailelere evlatlık verilen bu çocukların sayısı belli değil. Nazilerin düşündeki Alman'a uyması için en önemli ölçütlerden biri kafatasıydı. Alnı ile başının arkası arasındaki mesafe ne kadar uzun olursa çocuk o kadar çok "gerçek" Almandı!

Bundan bir kaç yıl önce Nazi dönemi üzerine araştırmalar yapan soybilimci Hans-Peter Wessel kendisiyle yaptığım bir görüşmede: "Almanya'da kafatası ölçmek Nazilerden önce başlamıştı" demişti. "Teyzem İrma 1924'te ortaokuldayken müdür yardımcısı Dietrich Klagges bütün çocukların kafatasını ölçmüş. Nasyonal sosyalist ideolojiyi Almanya'ya Hitler getirmemiştir. Sonraki yıllarda Braunschweig eyaleti içişleri bakanı olan Klagges, Avusturyalı Hitler'in 25 Şubat 1932'de Alman pasaportu alabilmesinde de büyük rol oynamıştır." Savaş yıllarında Danimarka'da 6 bin, Belçika'da 40 bin, Hollanda'da 50 bin kadın, Alman babadan çocuk doğurmuştu. Fransa'da ise tarihçi Fabrice Virgil‘in yeni bir araştırmasına göre SS subayları geride 200 bin çocuk bırakmıştı. Uzmanlar günümüzde 1 milyon Fransızın babasının ve dedesinin Nazi askeri olduğunu iddia ediyor! SS arşivlerine göre Rusya'da da "birkaç yüz bin çocuk" Alman babadan. Savaş bitiminde Lebensborn yurtları, buradaki anasız babasız çocuklar ortada kalmasın diye kapatılmamıştı. Çocuk sağlığı uzmanı Profesör Hellbrügge , Münih yakınlarındaki Steinhöring yurdunu gezdiğinde burada sadece sarışın, mavi gözlü ve güzel çocuklarla karşılaşmıştı. Ancak hepsi dalgın, suskun, içine kapanıktı. Hellbrügge 20 yıl geçtikten sonra o çocukları tekrar bulmuştu. Çok az "Lebensborn" çocuğu ilkokulu bitirebilmişti. Sarışın güzel çocukların zekâsı en alt düzeydeydi. Sinir sistemleri bozuk, seks yaşamları sıfır, suç işlemeye çok yatkın insanlar bulmuştu Hellbrügge. Nazilerin "safkan üstün ırk" düşü çok şükür gerçekleşmedi!

16 Mart 2016

Eine Jugend zwischen zwei Welten

Schwäbisches Tagblatt, 16.03.2016

Edzard Reuter und Ahmet Arpad sprachen im Hirsch über ihre besondere Beziehung zur Türkei. Was bedeutet Heimat für Menschen, die geflohen sind? Und wie kann die Integration von Zuwanderern gelingen? Darüber diskutierte der ehemalige Vorstandschef der Daimler-Benz AG Edzard Reuter am Montag mit dem Journalisten und Übersetzer Ahmet Arpad.

Philipp Koebnik


Tübingen. Wohl vor allem wegen ihm waren am Montag knapp 100 Interessierte in die Begegnungsstätte Hirsch gekommen: Edzard Reuter, ehemaliger  Vorstandsvorsitzender der Daimler-Benz AG und Bestseller-Autor. "Es ist sehr schön, nach 55 Jahren wieder einmal in Tübingen zu sein", freute er sich.
Edzard Reuter wurde 1928 als zweiter Sohn von Ernst Reuter, dem ehemaligen Regierenden Bürgermeister Westberlins, geboren. Vor den Nazis floh der sozialdemokratische Vater mit der Familie 1935 in die Türkei. "Es war eine Flucht, aber ganz anders als das, was die Menschen durchmachen, die heute in Europa Schutz suchen", sagte Reuter. Die Familie fuhr "hochbequem mit dem Orientexpress" nach Istanbul. "Für mich als Kind war das ein Abenteuer, ständig unbekannte Städte zu sehen und die wechselnden Passagiere zu beobachten", erinnerte sich der 88-Jährige.
Die Familie ging nach Ankara, wo Reuter aufwuchs. Schon nach wenigen Tagen habe er Kontakt zu anderen Kindern gefunden. "Wir haben uns mit Händen und Füßen verständigt." Er gewann schnell Freunde, spielte mit den anderen Jungen Fußball. Und schnell lernte er auch die Sprache. "Ich fühlte mich unter meinen Freunden zu Hause, das war meine Welt." Mit 18 Jahren ging er zurück nach Deutschland, wo er Mathematik und Physik studierte. Im Jahr 1946 trat er der SPD bei. Seit 1964 arbeitete er bei Daimler, von 1987 bis 1995 war er Vorstandschef der Daimler-Benz AG. Die Türkei blieb dabei immer seine "zweite Heimat", wie er sagt. "Nicht auf abstrakte Weise - ich fühle mich den türkischen Menschen verbunden." Vor allem die Gastfreundschaft hat ihn nachhaltig beeindruckt.
Der 1942 geborene Arpad wuchs in Istanbul auf, wo er ein deutsches Gymnasium besuchte. Sein Vater hatte als junger Mann seine Liebe zur deutschen Sprache entdeckt, die er an die Kinder weitergeben wollte. "Ich habe schon früh die deutsche Kultur und Mentalität kennengelernt, vor allem über meine Lehrer."
Mit 26 Jahren ging er in die Bundesrepublik, um eine Ausbildung zum Hotelfachmann zu machen. Bald jedoch fing er an, als Journalist für verschiedene - vor allem türkische - Zeitungen zu arbeiten und zu fotografieren. Außerdem hat er sich einen Namen als Übersetzer gemacht. Mehr als 50 deutschsprachige Bücher übertrug Arpad ins Türkische, darunter Werke von Stefan Zweig und Heinrich Böll. Für ihn sind die Türkei und Deutschland gleichermaßen Heimat. Mehrere Monate im Jahr verbringt er in dem Land am Bosporus.
Als Reuter 1946 in Deutschland ankam, sah er die vielen Flüchtlinge aus dem ehemaligen deutschen Osten. Sie hausten unter unwürdigen Bedingungen in Massenunterkünften - willkommen waren sie nicht. "Mir wurde klar, wie wunderbar Menschen miteinander teilen können, wie hässlich sie sich aber auch benehmen können."

Flüchtlinge sind keine anonyme Masse

Mit Blick auf die aktuelle Fluchtbewegung nach Europa und die Situation an der mazedonischen Grenze sagte Reuter, es werde oft vergessen, "dass es sich um Menschen handelt, nicht um eine anonyme Masse". Auf den Einzelnen und seine Geschichte einzugehen sei jedoch notwendig - und möglich.
Arpad und Reuter lernten sich 1996 kennen. Beide wollten etwas tun, um das Zusammenleben von Deutschen und Türken zu verbessern. Sie waren 1999 Mitbegründer des Stuttgarter Forums für deutsch-türkische Kulturbegegnung, das heute über 400 Mitglieder zählt.
Beide kritisierten eine gewisse "Gutgläubigkeit" unter den Politikern und den Kirchen, was den Umgang mit türkisch-muslimischen Organisationen angeht. Bei der Suche nach Gesprächspartnern dürfe man nicht unkritisch sein. Von der islamistisch orientierten Gülen-Bewegung beispielsweise müsse man sich distanzieren. Einig waren sie sich darin, dass Integration keine Einbahnstraße sei. Damit sie gelingt, müssten "beide Seiten" aufgeschlossen sein und ihren Beitrag leisten.

13 Mart 2016

'Kaldırımını süpürmek zorundasın!’

TOPLUM, Mart 2016

Bundan çok yıllar önce Stuttgart’a yerleştiğimde ilk öğrendiğim ilginç şeylerden biri kira sözleşmesinde yazan "merdivenlerin ve kaldırımın temiz tutulmasından kiracı sorumludur" maddesiydi. Sırası gelen kiracı eline süpürgesini alıp ortak merdivenleri, binanın önündeki kaldırımı tüm hafta boyunca temiz tutmak zorunda. Yaz, kış demeden. Karlı buzlu günlerde sabahın köründe, gerekiyorsa kahvaltıdan önce, yayalar ayakları kayıp düşmeden, kaldırım tertemiz olmalı. Kiracı, eğer oturduğu binanın iç avlusu varsa, orasını da süpürüp temizlemek zorunda. Sözleşmesindeki sorumluluğunu bir süre yerine getirmedi mi ev sahibi onu evden atabiliyor. Çok daireli apartmanlarda bu görevi üstlenen, çoğunlukla yabancıların kurduğu 'temizlik şirketleri’ var. Her şey Württemberg dükü Eberhard Ludwig’in 12 Ocak 1714 tarihli 'temizlik’ genelgesiyle başlamış! Dükün amacı insanlarını düzene ve temizliğe alıştırmakmış. Fransa’nın Güney Almanya sınırındaki Elsas ve Lothringen bölgesi 1871 ile 1918 tarihleri arasında Alman topraklarına katılınca temizlik genelgesi yöre halkına da uygulanmak istenmiş. Fakat Alman yöneticiler bunu Fransız halka bir türlü kabul ettirememiş!

Saraydaki süpürgeler
Ağaçların ardında, ötelerde, Tuna nehri karlar altındaki geniş vadide ağır ağır süzülüyor. Tepede, sırtını kara çamların örttüğü yamaca dayamış barok Mochental sarayı yükseliyor. Yüzyıllar boyu Zwiefalten manastırındaki piskoposların dinlenceye gelmiş olduğu saray 1985’den bu yana güzel bir kilisenin yanısıra büyük sanat galerisiyle, Almanya’nın tek süpürge müzesini de barındırıyor. Karlsruheli galerist Schrade sarayın büyük salonlarında sürekli düzenlediği sergilerde postmodernizminden günümüze, tablolardan heykellere, çok değişik sanat yapıtlarına yer veriyor. Saray kilisesi de caz konserlerine ve kitap okuma akşamlarına açık. Alt katın bütün salonlarını kaplayan süpürge müzesi görülmeye değer.  Ewald Karl Schrade 1970’li yılların sonunda çok ilgisini çeken bir süpürgeyi satın alıp evine götürürken günün birinde müze kuracağını aklının köşesinden bile geçirmemiş. Aradan geçen yıllarda dünyanın dört bir yanından dostları süpürge yollamış, kendi satın almış, böylece sayıları yüzleri geçmiş. Sağda süpürge, solda süpürge, duvarlarda süpürge, yerlerde süpürge. Ne de çok çeşidi varmış! Sapları kayın ağacından ve bambudan, hindistan cevizi ve hurma ağacı kabuğundan, fil kuyruğu ve samur derisinden, Kenya maymununun kuyruğundan... Süpürge otu yerine tavus kuşu ve deve kuşu tüyleri, kaz kanatları kullanılmış. İçlerinde bazıları var, sapları gümüş kaplama. Onlara aşık olmamak elde değil. Temizlik insanoğluna her çağda gerekli. Firavunlar süpürgeye meraklıymış, Çin İmparatorluğu'nun insanları, Sezar'ın Roması da. Süpürge, yaşamımızda vazgeçemeyeceğimiz dostlarımızdan biri.

Dışarda kış güneşinin son ışınları. Karın örttüğü doğa yavaş yavaş bambaşka renklere bürünüyor, kararıyor, uykuya hazırlanıyor. Sarayın büyük avlusunda iki tavus kuşu duruyor. Kanatlarını açmışlar, rengârenk kuyruklarını kaldırmışlar. Sanki büyülenmişler.

24 Şubat 2016

Friderike'ye Mektuplar

Radikal Kitap, 24 Şubat 2016
Selim İleri

İlkgençliğimde okuduğum incecik bir kitaptı Friderike'ye Mektuplar, Kemal Demirel'in Yankı Yayınları'ndan. Stefan Zweig ilk eşi Frederike'ye yazmış, o mektuplardan seçmeler. Bize eşsiz Zweig'ı kazandıran Burhan Arpad mı çevirmişti? Ödünç vermiştim, bir daha geri gelmedi kitap.

Şimdiyse Stefan Zweig-Frederike Zweig Mektuplaşmalar'ını okuyorum (Ayrıntı Yayınları). 1912'den 1942'ye mektuplaşmayı değerli Ahmet Arpad dilimize kazandırmış. Nefis bir sunuş yazısı, son söz ise Ahmet Cemal'in.

Otuz yılın mektuplaşması roman esintileriyle başlıyor, Zweig'ın o unutulmaz veda mektubuyla sona eriyor. O veda mektubu, ilk okuduğum günden bu yana beni kahreder. Mektuplaşmayı okurken hep Argos'taki Stefan Zweig bölümünü hatırladım, Ahmet Cemal gerçekleştirmişti, Argos'taki en acı özel bölümlerden biriydi.

Ahmet Arpad sunuşta bugünden bakıyor Stefan Zweig'a, çağımızın, günümüzün karanlığından ve Satranç yazarının daha Birinci Dünya Savaşı'ndan başlayarak, yeryüzünün nereye sürükleneceğini saptamış olduğunu vurgulayarak:

"1914'te başlayan I. Dünya Savaşı yıllarında Viyana'daki Savaş Arşivi'nde göreve alınır. Genç yazar ilk yıllarda savaşa coşkuyla bakar, fakat kısa süre sonra hatasını kavrar. Savaş karşıtı ve barışsever Zweig, I. Dünya Savaşı yıllarında doğar." O Zweig artık intiharına kadar barış için mücadele edecektir.

Yine Ahmet Arpad'dan öğrendim: Joseph Roth yazmış Zweig'a Nazilerin korkunç döneminde: "Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak."

Günlüğe düşülmüş bir not, Zweig'tan, Arpad'ın bilgilendirmesiyle: "En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması." Daha hüzünlüsü: "Bizler her yerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız." Bu son cümle gerçekten çok düşündürücü. Edebiyatın silahıyla savaşların gözü kara silahları arasındaki müthiş ayrımı derinden duyumsuyorsunuz.

Mektuplaşma çekingen sevgilerle başlıyor; sonraki yıllarda evlilik, iki uygar insanın dostça ayrılması –şüphesiz o ayrılık sebebi de derinden yaralayıcı- birbirlerini hiç yitirmemeleri, yıkımdan ibaret sona usul usul, göz göre göre sürükleniş...

Serüven bilindiğinde, kederi çok daha yoğunlaşan bir mektuplaşma. Dünün Dünyası'nı iç sızıyla okumuştum. Bu mektuplaşma o iç sızısını pekiştirdikçe pekiştiriyor.

7 Şubat 2016

Üyemiz Ahmet Arpad ile Neruda ve Goethe çevirilerini konuştuk



07 Şubat 2016 
Çevirmenler Meslek Birliği (ÇEVBİR)

*Pablo Neruda – Yaşadığımı İtiraf Ediyorum
Damla Göl: Bir çevirinin çevirisini yapma kararını nasıl verdiniz? Temel aldığınız Almanca çeviri ile İspanyolca aslı arasında herhangi bir karşılaştırma, inceleme veya araştırma yapma şansınız oldu mu?
Ahmet Arpad: 1973 yılında ölen Pablo Neruda'nın anıları ilk kez 1974 yılında İspanya'da yayınlandı. Aynı yıl Almanca'ya çevrilip basıldı. Kitabın yayıncısı Luchterhand büyük bir yayınevi, çevirmeni Curt Mayer-Clason da çok ünlü bir çevirmen olduğu için Altın Kitaplar'ın isteği üzerine Almanca'dan severek ve merakla çevirdim. Bu çok ilginç kitap 1975 yılının Mayıs ayında Türk okuruna sunuldu. O günden bugüne toplam 9 baskı yaptı.
Damla Göl: Bu sonraki baskılarda herhangi bir gözden geçirme veya düzenleme yaptınız mı peki?
Ahmet Arpad: Çeviri her yeni baskıda tabii yayıncı tarafından gözden geçiriliyor, takıldıkları yerler oldu mu bana soruluyor. Bu yöntem her çeviride geçerli!
http://www.idefix.com/kitap/yasadigimi-itiraf-ediyorum-pablo-neruda/tanim.asp?sid=PZ0UGIC1A3S4PWHKYOC2
 

*Goethe – Genç Werther’in Acıları
Damla Göl: Ayrıntı Yayınları için Genç Werther’in Acıları’nı çevirdiniz. Kitap bir okur için pek çok sorgulamayı ve yürek sancılarını beraberinde getiriyor. Peki, Goethe’nin yazdıklarıyla derinlemesine uğraşan bir çevirmen bu metinle nasıl ilişki kurar?
Ahmet Arpad: Genç Werther'in Acıları Goethe'nin 1774 yılında yazmış olduğu bir gençlik yapıtı, dili ve anlatımı tabii 18. yüzyıl Almancası. Tanımayan Alman okuru yok! Almanya'da hemen hemen bütün liselerde 11. sınıftan sonra ders programında! Ben ilgiyle çevirdim...
Damla Göl: Mesela ben de bir okur olarak hüzünlendim ve sevindim Werther ile birlikte. Bir çevirmen neler hisseder metinle cebelleşirken?
Ahmet Arpad: Her yapıt çevirmeni etkiler. Böyle olmazsa iyi çeviri olmaz. Tabii bu etkileme okurdakinin aynısı olmayabilir. İlgi, etkileme ve sevdirme çeviriyi kolaylaştırır!
http://www.idefix.com/kitap/genc-wertherin-acilari-johann-wolfgang-von-goethe/tanim.asp?sid=FXD6YP2YWW8W45IEBKKG