TOPLUM Gazetesi, Mayıs 2108
AHMET ARPADDar, uzun bir cadde. Arnavutkaldırımı döşeli. Eski ortaçağ evleri bir kolyenin incileri gibi dizilmiş iki yanına. İkişer üçer katlı. Tahta, balçık, tuğla, taş karışımı bir işçilik var bu rengârenk yapılarda. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Kırmızı kiremit kaplı damları dik. Sanki bir minyatür kentin oyuncağı andıran evleri! Otel ufacık, dar, odaları küçük, pencereleri minnacık, tavanlar alçak mı alçak. Her yan tahta kaplı, orta yerdeki yüksek yatak kocaman, yastıkları, yorganı kuştüyü. Üçüncü katın penceresinden görünen, dar, uzun cadde kasabanın merkezi. Araç trafiğine kapalı. Evlerde pek oturan yok. Bürolar, butikler, lokantalar, küçük barlar, pastaneler, çiçekçiler, kafeler, butik pansiyonlar... Kış geride kaldı, havalar artık güzel. Her yana iskemleler atılmış, masalar hazırlanmış, keyifli insanlar beyaz şemsiyelerin altına kurulmuş. Garson kızlar koşuşturuyor. Salata dolu tabaklar, güzelin güzeli pastalar, rengârenk dondurmalar, köpüklü biralar, kadehlerde buz gibi şaraplar... Günlerden cumartesi. Az ötede, evlerden büyükçe, tarihi belediye binası. Önünde dört köşe bir alancık. Ortasında suları fışkıran, ortası havuzlu bir çeşme. Çevresinde oturanlar, çene çalıp, gülenler, güneşin iliklerini ısıttığı mutlu insanlar, yaşlısı genci... Pazaryeri bu şirin alan cumartesileri. Tezgâhlarını kurmuş yöre köylüleri alacakaranlıkta. Getirmişler pazara tarlaları, bahçeleri o hafta ne vermişse. Salatalar, elmalar, patates ve soğanlar yığın yığın, öbek öbek.
Alanın üç bir yanı yine tarihi evlerle kaplı. Tümü de elden geçmiş, bakımlı. Pencereler, kapıları, panjurları tahta oyma, üstün bir işçilik. Üç kattan yükseği yok. Daha ortaçağda dikkat etmişler demek kentlerde düzene... Alanın bir köşesinde yan yana çiçekçi tezgâhları. Rengârenk her şey. İnsanından sebzesine, çiçeğinden tarihi yapısına. Güneş iyice yükseliyor, öğle yaklaşıyor. Otelin önünde kadınlı erkekli şık insanlar söyleşip gülüşüyor. Ellerde şampanya kadehleri, kırmızı beyaz şaraplar, köpüklü fıçı biraları. Bir şey kutluyorlar gibi. Uzun beyaz önlüklü garsonlar gümüş tepsilerde siyah havyarlı, füme balıklı, İsviçre peynirli küçük ekmek dilimleri taşıyor dışarı. Pazaryerinde alışverişi bitirenler İtalyan'a uğruyor, espresso, capucino içmek, leziz dondurmalardan tatmak, eve gitmeden önce tanışlarla biraz çene çalmak, günün keyfini çıkarmak için...
Alandan kiliseye uzanan yolda çalgıcılar. Trompet, kontrbas, saksofon. Çaldıkları havalar oynak. Başlarında kapkara koca şapkalar. Sakallar uzamış. Şakalaşıyorlar yanlarından geçenlerle, durup dinleyenlerle, yere açtıkları örtücüğe para atanlarla. Doğu Avrupalılar galiba. Sanki bir yerden gözüm ısırıyor. Prag'da, IV. Charles Köprüsü'nde görmüş olmayayım kısa süre önce! Kim bilir? Yol yokuşlaşıyor. Yükseliyor kiliseye doğru. Aşağıda küçük ırmak pırıl pırıl, su dolu. Üzerinde bembeyaz bir gezinti gemisi. Sonra sağda bir sokak. Daracık, küçük. Adı çok ilginç: "Türk Sokağı"... Ne işi var burada? 1494'te Besigheim'a bir Osmanlı Türkü'nün yerleştiği biliniyor. İtalya'dan gelmiş olabilir. Hıristiyanlığı kabul ediyor ve kayıtlara adı Hans Türk olarak geçiyor! Az sonra karşımızda, tepemizde, her şeye yukardan bakan kilise. Devasa. İnsanın üstüne üstüne geliyor. En büyük o! Ondan yücesi yok. Bastırıyor kasabayı, altında eziyor yemyeşil doğayı, yaşam dolu evleri, mutlu ve özgür yaşamı özleyen bireyleri...
www.ahmet-arpad.de