31 Mayıs 2018

Ve her şeye tepeden bakıyor kilise

TOPLUM Gazetesi, Mayıs 2108
AHMET ARPAD

    Dar, uzun bir cadde. Arnavutkaldırımı döşeli. Eski ortaçağ evleri bir kolyenin incileri gibi dizilmiş iki yanına. İkişer üçer katlı. Tahta, balçık, tuğla, taş karışımı bir işçilik var bu rengârenk yapılarda. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Kırmızı kiremit kaplı damları dik. Sanki bir minyatür kentin oyuncağı andıran evleri! Otel ufacık, dar, odaları küçük, pencereleri minnacık, tavanlar alçak mı alçak. Her yan tahta kaplı, orta yerdeki yüksek yatak kocaman, yastıkları, yorganı kuştüyü. Üçüncü katın penceresinden görünen, dar, uzun cadde kasabanın merkezi. Araç trafiğine kapalı. Evlerde pek oturan yok. Bürolar, butikler, lokantalar, küçük barlar, pastaneler, çiçekçiler, kafeler, butik pansiyonlar... Kış geride kaldı, havalar artık güzel. Her yana iskemleler atılmış, masalar hazırlanmış, keyifli insanlar beyaz şemsiyelerin altına kurulmuş. Garson kızlar koşuşturuyor. Salata dolu tabaklar, güzelin güzeli pastalar, rengârenk dondurmalar, köpüklü biralar, kadehlerde buz gibi şaraplar... Günlerden cumartesi. Az ötede, evlerden büyükçe, tarihi belediye binası. Önünde dört köşe bir alancık. Ortasında suları fışkıran, ortası havuzlu bir çeşme. Çevresinde oturanlar, çene çalıp, gülenler, güneşin iliklerini ısıttığı mutlu insanlar, yaşlısı genci... Pazaryeri bu şirin alan cumartesileri. Tezgâhlarını kurmuş yöre köylüleri alacakaranlıkta. Getirmişler pazara tarlaları, bahçeleri o hafta ne vermişse. Salatalar, elmalar, patates ve soğanlar yığın yığın, öbek öbek.

    Alanın üç bir yanı yine tarihi evlerle kaplı. Tümü de elden geçmiş, bakımlı. Pencereler, kapıları, panjurları tahta oyma, üstün bir işçilik. Üç kattan yükseği yok. Daha ortaçağda dikkat etmişler demek kentlerde düzene... Alanın bir köşesinde yan yana çiçekçi tezgâhları. Rengârenk her şey. İnsanından sebzesine, çiçeğinden tarihi yapısına. Güneş iyice yükseliyor, öğle yaklaşıyor. Otelin önünde kadınlı erkekli şık insanlar söyleşip gülüşüyor. Ellerde şampanya kadehleri, kırmızı beyaz şaraplar, köpüklü fıçı biraları. Bir şey kutluyorlar gibi. Uzun beyaz önlüklü garsonlar gümüş tepsilerde siyah havyarlı, füme balıklı, İsviçre peynirli küçük ekmek dilimleri taşıyor dışarı. Pazaryerinde alışverişi bitirenler İtalyan'a uğruyor, espresso, capucino içmek, leziz dondurmalardan tatmak, eve gitmeden önce tanışlarla biraz çene çalmak, günün keyfini çıkarmak için...

    Alandan kiliseye uzanan yolda çalgıcılar. Trompet, kontrbas, saksofon. Çaldıkları havalar oynak. Başlarında kapkara koca şapkalar. Sakallar uzamış. Şakalaşıyorlar yanlarından geçenlerle, durup dinleyenlerle, yere açtıkları örtücüğe para atanlarla. Doğu Avrupalılar galiba. Sanki bir yerden gözüm ısırıyor. Prag'da, IV. Charles Köprüsü'nde görmüş olmayayım kısa süre önce! Kim bilir? Yol yokuşlaşıyor. Yükseliyor kiliseye doğru. Aşağıda küçük ırmak pırıl pırıl, su dolu. Üzerinde bembeyaz bir gezinti gemisi. Sonra sağda bir sokak. Daracık, küçük. Adı çok ilginç: "Türk Sokağı"... Ne işi var burada? 1494'te Besigheim'a bir Osmanlı Türkü'nün yerleştiği biliniyor. İtalya'dan gelmiş olabilir. Hıristiyanlığı kabul ediyor ve kayıtlara adı Hans Türk olarak geçiyor! Az sonra karşımızda, tepemizde, her şeye yukardan bakan kilise. Devasa. İnsanın üstüne üstüne geliyor. En büyük o! Ondan yücesi yok. Bastırıyor kasabayı, altında eziyor yemyeşil doğayı, yaşam dolu evleri, mutlu ve özgür yaşamı özleyen bireyleri...

www.ahmet-arpad.de

Joseph Roth

AHMET ARPAD

"Joseph Roth ileri görüşlü bir edebiyatçıydı." 

Stefan Zweig, 1938 

Joseph Roth 1894'de, o yıllarda Doğu Galiçya 'nın en büyük Yahudi yerleşimi kabul edilen Brody'de dünyaya geldi. 1913 yılına kadar yaşadığı kenti başyapıtı Radetkzy Marşı'nda (1932) konu eder. Lise öğreniminin ardından başkent Lemberg'de üniversitesinin felsefe bölümüne kaydoldu, ancak bir yıl sonra, 1914'de Viyana'ya yerleşti. Burada Alman edebiyatı öğrenimine başladı. 1916 yılında gönüllü olarak cepheye giden Joseph Roth Birinci Dünya Savaşı'nın ardından düşlerinin vatanı olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünü yaşadı, o andan sonra da kendini bir Haymatlos olarak kabul etti. Avusturya edebiyatında Joseph Roth için ‘kahvehane edebiyatçısı' denir. Viyana kahvehaneleri 20. yüzyılın başında bir çok yetenekli gencin kültüre, edebiyata ve sanat yaşamına ilk adımlarını attıkları yerler olmuştu. Bütün günlerini Viyana'nın kahvehanelerinde geçirenler arasında Klimt, Schiele, Kokoschka, Trakl, Canetti, Broch, Schnitzler, Hofmannstahl, Altenberg, Musil, Zweig, Lehár, Stauss, Werfel ve Trotzki gibi ünlü kişiler çıkmıştır. Roth bu kahvehane alışkanlığını Berlin'e yerleştiği yıllarda da sürdürmüştü.
Joseph Roth fakirlik ve yoksulluk içinde geçen gençlik yıllarının ardından yüksek öğrenimi için Viyana'ya gelirken beraberinde çok değerli bir şey getirmişti: Alman diline olan sonsuz tutkusunu! Kısa sürede profesörlerinin dikkatini çeken bu başarılı öğrenciye burs verilmiş ve öğreniminin ardından da üniversitede doçent olarak görev yapabileceği söylenmişti. O günlerde Roth her şeyin yoluna girdiğine inanmıştı. Ancak güvenli bir yaşama kavuştuğunu sandığı günlerde Birinci Dünya Savaşı başlamış, gelişmeler bütün ümitlerini yıkıvermişti. 


Roth'un eli açıktı
Yepyeni bir yaşam kurmak isteyen Joseph Roth'un yerleştiği Berlin'de şansı yaver gider, kısa süre sonra onun keskin bakışlı mükemmel bir yazar olduğunu sezen büyük gazeteler Roth'a ilgi duymaya başlarlar. Anlatımı göz kamaştırıcıdır, kişilere her zaman insanca yaklaşır, içlerine girerdi. Roth'un o yıllarda kazancı yerindeydi, fakat eli açıktı. Kolay gelen parayı bol keseden harcadı, küçük bavulu elinde, göçebe örneği kentten kente gitti, küçük otellerde konakladı. Genç Joseph Roth 1920'li yılların sonuna kadar bir bohem yaşamı sürdürdü.
1933 yılında yerleştiği Paris'te de otel odalarında ‘özgür' bir yaşamı yeğledi. Eline geçen para geldiği gibi gidiyordu. "Gelecek hafta nasıl yaşayacağımı bilemiyorum..." Aylarca üzerinde aynı giysiyle dolaşıyordu. "Kendime iyi bir kefen alıp bir kenara kaldırsam fena olmayacak" diye sık sık düşündüğü olmuştu. Verimli olduğu yaklaşık 20 yılda on altı romanla on dokuz öykünün altına imzasını atmasına karşın eli açık bir insan olması, durumu kendinden kötü olanlara destek vermesi yaşamını olumsuz etkilemiştir… Nazi felaketinin ortasında her şeye karşın verimli ve onurlu bir yaşam sürdürmeği kafasına koymuştu. Sağlam karakterli, onurlu, dürüst ve kendisine inanılır birisiydi. "Dostluğun sınırı yoktur, o koşulsuzdur" diye düşünen Roth nefret nedir bilmezdi. O günlerde eski monarşinin özlemini çekmesinin nedeni belki de toplum düzeninin parçalanması, kimsenin geleceğinden emin olamamasıydı.
Joseph Roth gibi kendisi de yaşamının son yıllarını sürgünde geçirmiş olan Stefan Zweig yakın dostu üzerine şöyle konuşmuştu: "Joseph Roth Alman edebiyat tarihinin silip atamayacağı ender insanlardan biriydi. O, üstün bir yaratıcılık için gereken sayısız öğeye sahipti." Roth büyük coşkular yaşayan, her şeyde sınırlarını zorlayan bir insandı. Dine olan inancı sonsuzdu, kişiyi yok edebilecek içsel gerilimlere sahipti. Zweig şöyle devam etmişti: "Roth'un ruhunda bir başka insan daha vardı. O, akıllı, çok uyanık, yerine göre eleştiriyi seven yanıyla dürüst ve yumuşak olmasını başaran bilge bir Yahudi'ydi de. Ve onun bir üçüncü yanı, davranışlarıyla kibar ve saygılı, kendine güvenilen ve cana yakın, sanatsever ve müzikten anlayan bir Avusturyalı oluşuydu. İşte bu olağanüstü, benzeri olmayan birleşim kişiliğinin ve yarattığı yapıtların eşsizliğinin nedenidir." 


"Tek başımayım ve perişanım"
1930'lu yılların başında Roth: "38 yaşındayım, fakat kendimi hasta bir yaşlı gibi hissediyorum" demişti. "Tek başımayım ve perişanım. Adım doruklarda bir yerde, varlığımsa çukurda." Kısa süre sonra Naziler büyük adımlarla ilerlemeye başlayınca: "Kâğıtlar ve kitaplar arasında geçen 12 yılın sonunda ben artık kuyruğu titreyen bir varlığım…" diye yazmıştı, ümidini henüz yitirmemiş olan Stefan Zweig'a. "Dikkat edin. Siz çok zeki bir insansınız, ancak içinizdeki insan sevgisi kötülükleri görmenizi engelliyor… Almanya bizim için artık öldü, düşlerimiz geçmişte kaldı. Anlayın artık bu gerçeği." Zweig'ın olup biteni anlaması için aradan birkaç yıl daha geçmesi gerekir; Ekim 1937'de Roth'a yolladığı mektubunda şöyle der: "Çürümeye başlayan Avrupa'dan yükselen kötü kokular hepimizin burnunu yakmaya başladı…" Kara mizahı iyi başaran Joseph Roth Zweig'a şu yanıtı verir: "Sonumun yaklaştığını size yazalı çok oldu; fakat sonum bir türlü gelmek bilmiyor." Avrupa'nın yaşadığı kültür çöküntüsünde vatansız özgür insan ağıt yakıyordu!
Heinrich Böll'ün: "Alman düzyazısının yaratıcı koruyucusu" dediği Roth, iki savaş arası dönemi konu alan Hotel Savoy ve Eyyub yapıtlarında varoluşçu bir anlatımla okurun karşısına çıkar. Özellikle Eyyub bir romandan çok bir destandır, çok duru ve kusursuz bir şiirsel yapıttır, dine ve Tanrı'ya olan inancının yaratıcılığının en önemli unsuru olduğunu gösterir. Joseph Roth'un ünlü bir başka değerli yapıtı olan Radetzky Marşı'nda imparatorluğun yüzlerce yıllık soylu kültürünün artık gücünü yitirmekte olduğunu anlatır. Geçmişe olan özlemi hissedilen bu yapıtıyla Kayzer Avusturyası'na olan sevgisini kanıtlar. Radetzky Marşı'nda köklü geçmişi olan ve yavaş yavaş sönen bir ailenin yazgısını ele alır. Bu yapıtın devamı İmparatorlar Mezarlığı'dır. Başarılarının doruğu olan bu üç yapıtıyla Jo seph Roth, gerçek bir edebiyatçı, döneminin en başarılı izleyicisi olduğunu kanıtlamıştır. 


"Edebiyat yaşamımız yok olacak"
Tanışlarıyla, edebiyatçı dostlarıyla ve kendisini destekleyenlerle yaptığı mektuplaşmalarda veya kaleme aldığı günlüklerinde Roth'un liberal ve kozmopolit yanıyla, günlük yaşamın perde arkasına bakan toplumsal yanı kendini çok belirgin gösterir. Ancak günün birinde çizmeli faşizmle Avrupa'ya büyük dönüşüm gelir. Almanya'da on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Bütün aydınlar gibi dürüst ve duygusal bu insan da büyük yasa düşer. Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında yerleştiği Paris'ten yakın dostu Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın." Kısa süre sonra kitaplarının yakılması, yavaş yavaş okurlarını yitirmesi, yaşanan kaba güç, Avrupa'da patlama yapan nefret ve yalan hep geleceğe inanmış, insan dostu Joseph Roth'ta derin izler bırakır, sürekli umutsuzluk artık yaşamını belirlemeye başlar. İyi yürekli, nazik ve içine kapanık, o güne dek dostlarını hep desteklemiş, davranışları hep olumlu, iyiliksever bu insan kişiliğindeki ani değişimle kolay alınabilen, öfkelenen birisi olur. 1939 yılındaki ölümüne dek Paris‘te borç içinde zor bir yaşam sürdürür. Bu süreçte Stefan Zweig'la sık sık mektuplaştığı, yakın dostunun onu parasal desteklediği bilinir.
Yoksullukla geçen Fransa yılları Roth için acımasız bir sürgün yaşamıdır. Askerlik günlerinde başlayan içki bağımlılığı vatanından uzak geçirdiği bu süreçte iyice artar, sağlığı bozulur. Joseph Roth hem toplumun dışında bir yaşam sürdürür, hem de kendini her şeyin içinde hisseder. Roth önemli sağlık sorunlarına karşın yazmasını sürdürür. O, öykü ve romanlarıyla nefes alır. İnsancıldır, toplumcudur. Değişik görüşlere ve inançlara açıktır, yapıcıdır.
Joseph Roth ruhsal sarsıntıların ve görüşlerindeki değişimin ardından mücadeleci gruplar arasında yerini almak için tüm coşkusuyla büyük çaba harcar; o Avrupa kültürünün ayakta kalabilmesi için bir savaşım verdiğine inanmaktadır. Gençliğinde topluma sürekli uyum sağlama çabalarının gittikçe daha çok dışlanmalarla sonuçlandığını gören yazar kısa yaşamının son yıllarını yerine göre kavgacı, yerine göre de yazgısına boyun eğen biri olarak geçirmiştir. Aynı günlerde kendisi için: "Öfkeli, sarhoş, fakat akıllı biri" diyen Joseph Roth 1939 yılındaki ölümünden kısa süre önce zamanın Avusturya başbakanı Schuschnigg'e yolladığı bir mektupta ülke yönetimini halkın yararına son imparatorun büyük oğlu Otto von Habsburg'a devretmesi gerektiğini talep etmiş olması, o günlerde ne kadar şaşkın olduğunun bir kanıtıdır. Joseph Roth son yıllarında sürekli bir koşuşturma içinde, bir ayağı hep çukurda yaşadı. "Gün geçtikçe ben bu dünyayı daha az anlıyorum" dedi. "Alkol yaşamımı kısaltıyor, fakat çabuk ölmemi de engelliyor..." Kaleminin gücüyle ayakta kalma savaşını 45 yaşında yitirdi. 


Nazi rejiminin ölüme sürüklediği yazarlar
Galiçyalı bir Yahudi ailenin çocuğu olan Joseph Roth hep oradan oraya gitmiş, kısa yaşamında sürekli bir göçebe olmuş, sürekli vatan hasreti çekmiştir. 1927 yılında kaleme almış olduğu "Yahudilerin Göçebe Yaşamı" adlı uzun denemesinde Doğu Avrupa Yahudilerinin zorunlu yaşamına değinir. Gençlik yılları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çokuluslu toplum yapısında geçmiş olan Joseph Roth savaşın ardından gelen yıkım sürecinde toplumlararası kavgayı ve Yahudiler arasındaki çekişmeleri yakından yaşamıştı. Üniversite öğrenci olarak Lemberg'in ve Viyana'nın sokaklarında gittikçe artan antisemitizme de doğrudan tanık olmuştu.
Burada Zweig'ın dostu Roth üzerine söylediklerini anımsamak doğru olacak: "Roth, geleceğe akıllıca bakmasını bilen ileri görüşlü bir edebiyatçı kalmasını başarmıştır. Çevresindeki hataları görmüş, onlara anlayış göstermesini ve onları affetmesini bilmiştir. Kendinden yaşlı sanatçılara hep saygılı davranmış, gençlere destek vermiştir. Ona dostluk gösterenle dost olmuş, arkadaşa arkadaşça yakınlaşmıştır. İyi yürekliliğini bir yabancı da hissetmiştir. Roth candanlığını, zamanını yaşamı boyunca bol keseden harcamıştır!" O, alışılmışın dışında, sıra dışı bir edebiyatçıdır, başarılı gözlemin ve somut anlatımın ustasıdır, yaşamın geçici olduğunu kabullenir, insanların sorun ve sıkıntılarına anlayışla yaklaşır, onları yapıtlarında dikkatle ve cesaretle ele alır. Anlattıklarıyla insanları yaşam bıkkınlığından uzaklaştırmak, onlara yaşamak sevincini taşımak ister.
Stefan Zweig'ın şu sözleri de hüzünlüdür, düşündürücüdür: "Son yıllarında kendi yazgısını umursamamaya başladı, hatta bir an önce gelmesini istediği sonun özlemini çekti. Dostumuz, nefret ettiği, tek başına bu dünyadan yok edemeyeceği kötülüğün sonunda kazanacağını sezdiğinde kendi kendini yok etmeye başladı. Ve bu, çok yavaş ve acılar içinde gerçekleşti. Ağır ağır yanan ve sonunda sönüp kül olan bir ateş örneği saatler, günler, aylar sürdü..." Joseph Roth, vatanından uzakta son ana kadar bir düşün savaşı verirken bir edebiyatçı, bir sanatçı kalmasını başardı.
Bu yazıyı Zweig'ın savaşın ilk yıllarında söylemiş olduğu şu çok düşündürücü sözlerle bitirmek istiyorum: "Zamanla azalsak da, sağımızdaki solumuzdaki yakın dostlarımızı yitirsek de, ümitsizliğe kapılmamalı, hüzünlenip kendimizi geri çekmemeliyiz. Bizler bir savaştayız, onun en tehlikeli yerindeyiz, tam ortasındayız. Aramızdan biri ayrıldığında, bizi bırakıp gittiğinde bir an için onu hüzünle anmalı, ona teşekkür etmeli ve hemen bizi koruyan görevimizin başına dönmeliyiz. Eserler yaratmalıyız! Hepimizi hep ayakta tutacak bu dürüst görevi başımız dik yerine getirmeliyiz, bizim de sonumuz gelene kadar!"
Nazi rejiminin yazmalarını yasaklayarak ölüme sürüklediği yazarların başında, yaratıcı ruhlu iki dost, Joseph Roth'la Stefan Zweig gelir...

9 Mayıs 2018

Ahmet Arpad: "Çevirmenlik ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraştır."

Oggito, 9 Mayıs 2018
Gökhan Güvener

 • "Son 15 yılda 30 yapıtını dilimize kazandırdığım Zweig, Roth, Segehrs ve Fallada'nın ortak yanlarının savaş karşıtı, toplumcu, insancıl ve barışsever olmaları! Ben bu görüşlerin, huzursuz girdiğimiz 21. yüzyılda her zamankinden çok daha önemli olduğu inancındayım!"

• Orta ve lise öğrenimini İstanbul'daki Alman ve Avusturya liselerinde, üniversite eğitimini ise İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlayan Ahmet Arpad, 1968 yılından bu yana Almanya'da yaşıyor. Biz onu daha çok nitelikli Stefan Zweig çevirileriyle tanıyoruz, ancak dilimize kazandırdıkları arasında Heinrich Böll, Gerhard Hauptmann, Hermann Hesse, Anna Seghers, Joseph Roth, Hans Fallada, Pablo Neruda, Johannes Mario Simmel, Thomas Bernhard ve Harry Mulisch gibi önemli yazarların eserleri de var.

• Çevirmenliğin yanı sıra serbest gazetecilik yapıyor ve fotoğraf sanatçısı olarak açmış olduğu kırktan fazla sergi var. Ahmet Arpad Alman Dili Edebiyatı'nın ünlü yazarlarını Türkçeye kazandırdığı için 2012 yılında, Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Enstitüsü, Robert Bosch Vakfı ve S. Fischer Vakfı tarafından ortaklaşa verilen Tarabya Çeviri Ödülü'ne layık görüldü. Ayrıca 2016 yılında Anna Seghers'in Transit adlı yapıtının çevirisi nedeniyle İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'nü kazandı.

Yapmış olduğu on sekizi bulan çeviriyle, Stefan Zweig'ın ülkemizde tanınıp sevilmesinde önemli rol oynayan çevirmen Ahmet Arpad ile hem ülkemiz okurundaki Zweig tutkusu hem de genel olarak çevirmenlikle ilgili bir söyleşi gerçekleştirdik.


Gökhan Güvener: Babanız Burhan Arpad önemli bir gazeteci ve çevirmendi. Babanızla ilişkiniz nasıldı, mesleğiniz konusunda yönlendirmeleri olur muydu?

Ahmet Arpad: Çeviriye başlamama babam neden olmuştur. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde okuduğum yıllarda Hermann Hesse'nin Gençlik Bunalımları adlı romanının çevirisiyle bu 'görev'e başladım. Babam o yıllarda beni hep manen desteklemiş, hiçbir zaman yaptığım çevirileri okuyup da, Şunu şöyle yap, dememişti. Beni o konuda serbest bırakmıştır. Metni çevirmeden önce ya da çevirdikten sonra üzerinde konuşurduk, fakat hiçbir zaman yaptığım çeviriye karışmamıştı.

GG: Geçmişte, Orhan Pamuk'a Nobel Edebiyat Ödülü verildiğinde çevirmenine de ödül verilmesi gerektiğini söylemiştiniz. Çevirmenler, diller ve kültürler arasında köprüler oluşturma görevini üstlenmiş, uluslararası edebiyatın yazarlardan sonra en önemli aktörleri belki de. Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında çevirmenlerin ülkemizdeki konumlarında farklılıklar var mı? Yaşadıkları sorunlar nelerdir?

AA: Çevirmenler ülkeler arasında kültür köprüsü oluşturanların başında gelmelerine karşın Türkiye'de bu nedense çoğu zaman unutuluyor. Bazı yayıncılar yabancı edebiyata ağırlık verirken çevirmenler olmadan ayakta kalamayacakları gerçeğini önemsemiyorlar. Batı ülkelerinde yayıncı-çevirmen ilişkisi daha ciddiye alınıyor. Türkiye yayın dünyası ise bu sorunun çözümünde 30-40 yıl öncesiyle kıyasladığımızda büyük adımlar atmadı.

GG: Farklı edebiyat türlerinde ürünler veren, birbirlerinden önemli ayrımları olan yazarların eserlerini çevirdiniz. Bu konuda bir tercihiniz oluyor mu?

AA: Bu dediğiniz daha çok 1970-2000 yılları arasında gerçekleşti. Gençlik Bunalımları'yla başladığım çeviri yaşamımı Heinrich Böll'ün Palyaço romanıyla sürdürdüm. Ardından Gerhard Hauptmann, Mario Simmel, Pablo Neruda'nın anıları, Alfred Döblin, Siegfried Lenz, Thomas Benhard ve Harry Mulisch'in yapıtları geldi. 2000'li yıllara girdiğimizde ağırlığı Anna Seghers, Hans Fallada, Joseph Roth ve Stefan Zweig'a verdim. Böyle de devam ediyor. Bunun bence en önemli nedeni şu: Son 15 yılda 30 yapıtını dilimize kazandırdığım bu yazarların ortak yanlarının savaş karşıtı, toplumcu, insancıl ve barışsever olmaları! Ben bu görüşlerin, huzursuz girdiğimiz 21. yüzyılda her zamankinden çok daha önemli olduğu inancındayım!
Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi.

GG: Bir önceki sorudan devam edersek, yazarların bu farklılıklarına rağmen her birinde sizin diliniz bir şekilde hissediliyor. Çeviride yazarın metnine bağlılığın ve çevirmenin kattığı üslubun sınırları nelerdir?

AA: Bir çevirmen hem özgürdür, hem de yazarın anlatımına bağlı kalmak zorundadır. Fakat metne ya da yazarın diline yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur. Çevirmenin kendine göre bir özgürlüğü olması gerekir. Bu önemlidir, yazara yüzde yüz bağlı kalırsak o çeviri okunmaz. Bu nedenle, az da olsa bir 'çevirmen özgürlüğü' gereklidir.

GG: Çeviri yapan veya yapmak isteyen, bu konuya ilgi duyan insanlara önerileriniz nelerdir?

AA: Hem yapıtın yazılmış olduğu dili, hem de Türkçeyi çok iyi bilmeleri lazım. Tabii sadece yabancı dil bilmek, başarılı çevirmen olmak değildir. Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi. Yaparsanız birkaç çeviri sonrasında kimse kitabınıza bakmaz, üzülürsünüz. İyi Almanca veya iyi İngilizce bilmek, iyi çevirmen olmak için yeterli değildir. Bu mesleğe atılan kişinin edebiyatçı/yazar yanının olması da yararınadır. Burada sayın Doğan Hızlan'ın şu görüşüne de yer vermek istiyorum: "Okura sunulan eserin olabildiğince hatasız olmasının tüm sorumluluğu yalnızca çevirmenin omuzlarına yüklenmemelidir… Olası hataları önlemek için yayınevleri çok sıkı bir editöryel kontrol oluşturmalıdır."

GG: Ülkemizde son yıllarda gittikçe artan bir Stefan Zweig tutkusu var. Yeni çeviriler yapılıyor, var olanlar yeniden basılıyor. Edebiyat dergilerine kapak konusu oluyor. Hatta çevrilen kitapların sayısında dilimiz Türkçe, İngilizce ve Fransızcayı da geçerek dünyada birinci sıraya yerleşmiş. Sizce bu sevginin nedenleri nelerdir?

AA: Zweig'ın anlatımı Türk okurunun doğasına yatkınlık gösteriyor. O bizden bir yazar gibi okunuyor… Yaşama ve insana olan iyimserliği hemen hemen her yapıtında görülüyor. Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir. Bence o yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Zweig barışın ve iyiliğin hep üstün geleceğini düşünmüş, umut etmiş ve yaşamının son dakikasına kadar da bu amaçla yazmıştır. Eminim ülkemizde Zweg'ı okuyanlar daha çok hümanist, barışsever ve karşıt insanlar!
Son beş yılda yanılmıyorsam Stefan Zweig'ın yüzün üzerinde çevirisi çıktı. Tabii o bu kadar yazmadı, ancak adı sanı duyulmamış Türk yayıncılar bir kitabını yirmi kez yirmi değişik çevirtmene çevirtmekten kaçınmadılar. Böylesine bir 'buluş' dünyada hiçbir ülkede yaşanmadı!

GG: Stefan Zweig'ın kendisi de kitaplarının çevirileri konusunda çok hassastı ve bunların yüksek kalitede olmasına, eserin ruhunu tam olarak yansıtmasına önem verirdi. Ülkemizde Zweig kitaplarını çok kaliteli çevirilerle yayımlayan ciddi yayınevleri olduğu gibi, –özellikle telif haklarının kalktığı 2013 yılından sonra– çevirmenin adının dahi yazılı olmadığı örnekler de var. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

AA: Son beş yılda yanılmıyorsam Stefan Zweig'ın yüzün üzerinde çevirisi çıktı. Tabii o bu kadar yazmadı, ancak adı sanı duyulmamış Türk yayıncılar bir kitabını yirmi kez yirmi değişik çevirtmene çevirtmekten kaçınmadılar. Böylesine bir 'buluş' dünyada hiçbir ülkede yaşanmadı! Bu yöntemi yeğlerken ünlü yazara saygısızlık yapıldığı gibi okurun da kafası karıştırılmıyor mu? Benim görüşüme göre böyle bir uygulamayla yapıt kesinlikle kalite yitiriyor. Çünkü Stefan Zweig'a özgü anlatımı, çoğu deneyimsiz altmışın üzerinde çevirmenin yakalaması olanak dışı. Okur hangisinin Zweig'ın anlatımı olduğunu nasıl ayırt edecek? Yayın programına aldığı 25 Zweig yapıtını 15 çevirmene çevirten büyük yayınevleri de var. Bunu niçin yaptıklarını anlamak mümkün değil!

GG: Son olarak okurlarımıza çeviri konusunda iletmek istediğiniz bir görüşünüz var mı?

AA: Çevirmenlik ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraştır. Ülkemizin nitelikli yayınevleri de nitelikli edebiyatçıları, özellikle 20. yüzyıl yazarlarını Avrupa'dan ülkemize taşımak zorundadır! Batı kültürünün kapılarını Türk okuruna sonuna kadar açmak nitelikli yayıncıların sürekli yapması gereken çok önemli bir görevdir. İnsanlar aydın olmak için çok kültürlü yetişmelidir. Hele 21. yüzyılda aydınlar toplumlara her zamankinden daha çok gerekli! Değişik kültürler arasında 'köprü' oldukları bilinen nitelikli çevirmenlerin önemli rolü bu aşamada kesinlikle gözardı edilemez!

Kaynak: https://oggito.com/ahmet-arpad-cevirmenlik-omur-boyu-surdurulmesi-gereken-bir-ugrastir-05201861439