16 Aralık 2015

Ahmet Arpad'dan üç yeni çeviri: Stefan Zweig ve Goethe

Turkish PEN Centre, 16.12.2015


Mektuplaşmalar 1912-1942
Stefan Zweig – Friderike Zweig

Avrupa'nın en ünlü yazarlarından Stefan Zweig; gerçek bir kültür insanı, hümanist. Genelde sanat özelde edebiyat olmazsa olmazları arasında. Hassas bir maneviyat, sevgiyle yüklü bir bakış, hakkaniyet gözeten bir akıl Zweig'ın varlığını tanımlayan unsurlar olarak değerlendirilebilir. Zweig açısından sanatçı üretmek, daha sıkı çalışmak zorundadır. Zaman kısıtlıdır. Bir ömre sığdırılabilir olanlarla sığdırılamayacak olanlar arasındaki gerilim Zweig'ı da etkisi altına almıştır. Ama Zweig şahsında zamanı kısıtlayan bir başka odak daha vardır: Dönemin siyasal gelişmeleri. Nazilerin iktidara gelmesi Zweig'ı yerinden yurdundan eder, bir daha geri dönmemek üzere ülkesini terk eder. Mektupları bu terk etme sürecinin sancılarını ele verir, umudun parça parça azalmasını, kültüre duyulan inancın içeriden ve dışarıdan yıkılmasını, bir yazarın koyulaşan hayal kırıklıklarını, sonu intihara uzanan bir hayatın dökümünü yansıtır. Eve dönüş imkânsız hale gelince kıyıcı huzursuzluklar baş gösterir, "onurlu" olmak hiç olmadığı kadar önem kazanır:
Ancak şimdi içinde yaşadığımız huzursuz günler daha sürecek gibi. Ben de davranışlarımı değiştireceğim. Evimde arama yapıldığı için o günlerde Salzburg'u terk etmiştim, onurlu olduğum için de oraya yine dönmeyeceğim...
Zweig'ın mektupları sanatçının hayatındaki sevinç parıltılarını olduğu kadar acılarını ve kırılma noktalarını da okurla buluşturan kuvvetli metinler.
Ayrıntı Yayınları


DOSTLARLA MEKTUPLAŞMALAR (Stefan Zweig)
Mektupları okuyacak zamanınız ve keyfiniz var mı şu sıralar? Olacağını umarım.
Stefan Zweig, kişilikleri birbirinden çok farklı Rilke, Schnitzler, Bahr, Freud, Gorki ve Hesse gibi ünlü isimlerle uzun yıllar mektuplaşmış, onlarla yakın dostluklar sürdürmüştür.
Rainer Maria Rilke ile nazik ve gerçekçi görüş alışverişlerinde bulunmuş, Arthur Schnitzler ile dostça bir baba oğul ilişkisi kurmuş, aralarındaki tüm karşıtlıklara ve eleştirilere karşın Hermann Bahr ona hep yakın bir meslektaşı gözüyle bakmıştır. Kendisinden yirmi beş yaş büyük Sigmund Freud'a hayranlık besleyen Zweig'ın, Maksim Gorki'yle 1923-1936 yılları arasında süren mektuplaşmaları çok ilginçtir. Bunlar büyük sosyalist bir gerçekçi ile yürekli ve antifaşist bir hümanistin birbirlerine  yazdıkları belgesel yanı yüksek mektuplardır.
Tekin Yayınevi


Genç Werther'in Acıları (Johann Wolfgang von Goethe)
İnsanı hayata bağlayan sayısız yol vardır. Aşk da bu yollardan biri, belki de en güzeli. Ama güzel olduğu kadar tehlikelidir de aşk! Mantığın ve aklın ötesindedir çünkü: İçeride, diplerde gerçekleşen bir patlama, kendini aşıp yıkma, sevilen kişide birleşme, erime, hatta kaybolma arzusudur. Her aşk kavuşma arzusunun etrafında döner. Kavuşmak imkânsız bir hal aldığında, infilak etmeyi de göze alır. Goethe'nin Genç Werther'in Acıları, kavuşamamanın yarattığı sarsıntıları işleyen kusursuz bir aşk anlatısı. Aşka tutulmuş insanın neredeyse bütün halleri berrak bir dille, derinlere inen bir bakışla resmediliyor, "şüphe" bile: Hayır, kendi kendimi aldatmıyorum ben! Kara gözlerinin bana olan ilgisini okuyorum, yazgımı da. Evet, hissediyorum; çünkü duygularıma inanıyorum, acaba yüksek sesle söyleyebilir miyim?Yüksek sesle söylenemediğinde, şüpheyi hakikat katına yükselten, inancı paramparça eden aşk... Werther'in körpe aşkı... Sadece kendi toprağında kalan, ama kök salamayan, genişleyemeyen ve tam da bu nedenle yüzünü hayattan ölüme dönen tutkulu aşk...
Ayrıntı Yayınları

7 Aralık 2015

Gözleriniz o kadar güzellik dolu ki...

KİTAP ZAMANI, 7 Aralık 2015
ALİ ÇOLAK

Ahmet Arpad çevirisiyle Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Mektuplaşmalar 1912-1942 Stefan Zweig ile eşi Friderike Zweig'ın otuz yıl boyunca birbirine yazdıkları mektuplardan yapılmış bir seçki. Kitapta kronolojik sırayla yer alan mektuplar ikilinin tanışma, dostluk ve evlilik yıllarıyla Zweig'ın Brezilya'da intiharına kadar geçen hayatına ait pek çok ayrıntıyı ortaya seriyor.

Friderike von Winternitz, 25 Temmuz 1912 sabahı Viyana'dan kalkıp yaz dinlencesi yaptığı kasabaya dönerken, yol boyunca Emile Verhaeren'in Yaşama Övgüler'ini okumamış olsaydı, belki de ne Stefan Zweig ile tanışıp uzun boylu bir aşk yaşadıktan sonra evlenecek ne de biz, şimdi elimizdeki otuz yılın mektuplarından oluşan kitabı okuma imkânı bulacaktık. Hayatın böyle güzel tesadüfleri vardır. Pek mutlu olmadığı anlaşılan bir evliliği yürüten iki küçük kız annesi Friderike, önceki akşam Viyana'da Zweig'ın dostlarıyla oturduğu bir mekânda, onu uzaktan hayranlıkla izlemiş (bu Zweig'ı ikinci görüşüdür), sabah yol boyunca yazarın çevirdiği Verhaeren şiirlerini okurken ışıltılı heyecanlara kapılmıştı: "Ötelerde tarlalar güneşin altında ne kadar neşeliydi! İşte o anda size selam dolu bu satırları yazmamın çok doğal olacağı aklıma geliverdi."

Bu ilk mektup, ilk temas, biraz çekingen, zarif ve muhatabını ziyadesiyle önemseyen bir üsluba sahiptir. "Niçin Viyana'dasınız?" diye sorar Friderike: "Bana kalsaydı mümkün olduğu kadar az yaşardım o büyük kentte. Buralar o kadar güzel ki. İnanıyorum sizin de hoşunuza gider bu yöre."

30 Temmuz tarihli ikinci mektuptan anlıyoruz ki, Zweig ilkine cevap vermiş ve Friderike bundan sonsuz memnuniyet duymuştur. "Sizin iyi kişiliğinizi hissediyorum." der mektubun bir yerinde. Satırlarını, "Gözleriniz o kadar güzellik dolu ki… Siz her şeyi düşünce dolu bir parıltıyla izliyorsunuz. Karşınızda direnç gösterebileceğimi sanmıyorum." diye bitirir. Friderike, Zweig için her türlü fedakârlığı yapmaya, hayatını onun yoluna adamaya hazırdır; ona sonsuz hayranlık duymaktadır.

Stefan Zweig'ın o ilk yıllara ait mektupları kayıp olduğu için onun neler düşündüğünü, Friderike'ye nasıl mukabele ettiğini öğrenemiyoruz. (Kitapta Zweig'a ait ilk mektup 1917 yılına ait.) Fakat günlüklerindeki notlar, bu açığı biraz gideriyor. 23 Eylül 1912 günü şöyle yazmış: "Öğleden sonra bayan von Wi.'yi ziyaret ettim ve güzelce bir sohbet ettik. Gerçekten oldukça duygulu, o güne kadar rastlamadığım kadar ince ruhlu bir kadın... Hareketlerindeki mükemmel zariflik bana müzik gibi geliyor."

Mektuplaşmalar 1912-1942 / Stefan Zweig - Friderike Zweig, ikilinin otuz yıl boyunca birbirine yazdıkları mektuplardan bir seçki. Tanışma, dostluk ve evlilik yılları, ayrılık ve sonra Zweig'ın Brezilya'da intiharına kadar geçen zamanı kapsayan mektuplar, kronolojik sırayla dizilmiş. Friderike ile mektuplaşmalar, kişisel olan bağlamında bir aşkın ve evliliğin hazırlanışını, gerçekleşmesini ve sonrasını birinci elden anlatıyor. Yaklaşık 18 yıl Salzburg yakınlarındaki Kapuziner villasında geçen en verimli, mutlu yılları ve Stefan Zweig'ın ülke ülke, şehir şehir sürgünlüğünü… Fakat mektuplaşmalar, sadece bir aşkın ve evliliğin haberlerini; Zweig'ın kaygılarını, Friderike'nin mutsuz ilk evliliğini ve iki küçük kızını büyütmeyi nasıl başardığını söylemiyor bize. Otuz yılın edebi ve siyasi atmosferini neredeyse yıl yıl takip ediyoruz mektuplardan.

Kitabın "Sonsöz"ünü kaleme alan Ahmet Cemal haklı, "Stefan Zweig ile 'mektup' arasında bir ilişki kurmak istediğimizde ilk yapmamız gereken şu saptamada bulunmaktır: Stefan Zweig için mektup, başlı başına bir sanattır ya da daha doğru bir deyişle, bir edebiyat metni türünün adıdır." Diğer mektuplaşmalardan ve o benzersiz hikâyesi Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'ndan tanıyoruz; Zweig, dünya edebiyatının en iyi mektup yazarlarından biri.
Fakat Friderike'ye haksızlık mı edeceğiz? Hayır! Friderike her ne kadar gölgede kalmış olsa da kendini edebiyatta var etmek için ömür tüketmiş bir yazar ve mektupları Zweig ustaya mukabele etmekte hiç de başarısız değil. Ben, son yıllardaki bütün "mızmız"lığına, Zweig'ı bezdirecek kertedeki takıntılarına rağmen ve ustamın ruhunu sızlatma pahasına Friderike'nin tarafını tutuyor ve onun Zweig'ı şefkatle koruyup kollama çabasının önünde saygıyla eğiliyorum. Friderike, özverili, anaç ve müşfik bir kadındır ve mütemadiyen iyileştirici bir güce sahiptir. Hangimiz onun gibi birinden mektuplar almak istemez ve hangimiz böyle mektupların sahibine teslim olmazdık! Friderike'nin hatası, galiba Zweig'ın narin ruhunun yorulduğunu, özgür kalmak istediğini fark edememesi; büyük yazarın yaklaştığını hissettiği ölümden önce elindeki yapıtları can havliyle tamamlamak arzusunu doğru okuyamamasıydı.


Zweig, hep bir şeyleri yetiştirmek ister gibi aceleci yaşadı. Nazi'lerin Avrupa'yı kasıp kavurmasıyla hayatı sarsıldı. Evini basıp silah aradılar, eserleri yayıncı bulamadı. Viyana ve Salzburg cenneti cehenneme döndü onun için. Sürgünlük zamanları başladı. Paris, Münih, Frankfurt, Hamburg, Londra, New York ve Brezilya... Buluşmalar ve ayrılıklarla geçen 18 yıllık evlilik 1938'de bitti. Zweig 1939'da Londra'da sekreteri Lotte ile evlendi. Fakat Friderike mektuplaşmaları her şeye rağmen devam etti.

Zweig'ın dramını özetleyen cümle şuydu: "Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz." Zamanının az kaldığını biliyordu ve yazmak istedikleri çoktu. Son zamanlarında Balzac biyografisini tamamlamak için çırpındı. Yazmadan geçirdiği zamanı yoktu neredeyse. Bu yüzden Frederike'nin sızlanmalarına duyarsız kalıyordu çoğu zaman. Mektupları da geçiştiriyordu. Gençliği bolluk içinde geçen Zweig, son yıllarında hep maddi tedirginlik yaşadı. Fakat Friderike'nin güven altında olmasını istiyor. Aklında sürekli yeni kitaplar, yeni basımlar, eksik makaleler… Ve Avrupa'nın her yanından gelen kâbus gibi haberler. Mütemadiyen bunalan ruhu ve ardı arkası kesilmeyen şikâyetler…
 

Mektuplaşmalar, Zweig'ın hayatının kırılma noktalarını ve tutkulu bir aşkın serüvenini ortaya koyuyor. Kitap bir roman olarak da okunabilir. Arka planda, birinci ve ikinci büyük savaşın, Avrupa'nın yıkılışının, kültür bunalımının ve 20. yüzyıl edebiyatının akıp gittiği bir aşk romanı. Ahmet Cemal'in demesiyle, muhtemelen edebiyata mektuplarla başlayan Zweig, dünyamızdaki bize kadar ulaşabilen son sözlerini yine bir mektupta söylüyordu. Hayatına kendi eliyle sor vermezden bir gün önce, 22 Şubat 1942'de Friderike'ye Brezilya Petropolis'ten yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Bütün dostlarıma selamlar yolluyorum. Uzun gecenin sonunda doğacak şafağı görmelerini çok arzularım! Sabırsız ben, onlardan önce gidiyorum." 

MEKTUPLAŞMALAR 1912-1942, STEFAN ZWEIG-FRIDERIKE ZWEIG,
ÇEV.: AHMET ARPAD, AYRINTI YAYINLARI, 480 SAYFA, 2. Baskı

3 Aralık 2015

Çevirmenler Meslek Birliği

Üyemiz Ahmet Arpad, Stefan Zweig ve Friderike Zweig'ın mektuplaşmalarını Türkçeye çevirdi. Biz de kendisine bu çeviri sürecini sorduk.


Damla Göl: Stefan Zweig’in yapıtlarına, hayatına ve diline hâkim bir çevirmen olarak, onun bir kitabını daha Türkçeye kazandırmak sizin için ne ifade ediyor?

Ahmet Arpad: Ben, Zweig’ın öyküleri ve denemelerinin yanı sıra değişik mektuplaşmalarını da çevirdim. Zweig, tanıdıktan sonra mutlaka sevilmesi gereken bir yazar! Hümanist, savaş karşıtı ve barışçıl olduğunu hemen hemen bütün eserlerinde hissediyorsunuz. Okur ona tiryaki oluyor! Şimdiye dek 13 eserini Türkçeye kazandırmamın nedeni de bu...

Damla Göl: Mektupların ait olduğu dönemin bunalımı, savaşın huzursuzluğu ve Zweig’in kişisel çıkmazları üslup açısından bir sorun yarattı mı?

Ahmet Arpad: Eşi Friderike ile 1912-1942 yılları arasındaki mektuplaşmalar 20. yüzyılın en önemli döneminde olduğu için „tarihi“ değeri var. Sürekli yolculuklara çıkan Zweig eşine her yerden mektuplar yollamış. Sanatçılarla, politikacılarla bir arada olmuş, Avrupa’daki siyasi gelişmelere değinmiş. Nazi dönemini yaşamış ve vatanını terk etmek zorunda kalıp, bir mülteci yaşamı sürdürmüş. Ve son anına kadar Friderike’ye mektuplar yollamış! Stefan Zweig mektuplarında yaşadıklarını bütün iyi ve kötü yanlarıyla anlatırken gerçekçi kalmasını başarıyor. Bu nedenle bende hiçbir sorun yaratmadı. Mektupları derleyerek kitabı yayına hazırlayan Salzburglu Gert Kerschbaumer'i yakından tanıdığımdan takıldığım bazı yerlerde kendisiyle görüşerek düşüncesini aldım. 1920'den sonra Almanya'daki siyasi gelişmelerle Nazi dönemi üzerine de genel bilgiye sahip olduğum için bu konularda zorluk çekmedim.

Damla Göl: Almancaya özgü çetrefilli kelimeleri çözümlerken, sizin de kelime türetmek zorunda kaldığınız zamanlar oluyor mu?

Ahmet Arpad: Tabii bu her dilden yapılan çevirilerde yaşanan bir sorun. Ancak yazarı yakından tanıyorsanız, ne demek istediğini çabuk kavradığınız için pek sorun olmuyor.


Ayrıca Türkiye'deki Stefan Zweig çevirileriyle ilgili olarak "Stefan Zweig çevirilerinde rekor kırdık!" başlıklı haber okunabilir: http://www.zaman.com.tr/kultur_stefan-zweig-cevirilerinde-rekor-kirdik_2327308.html

15 Kasım 2015

Stefan Zweig çevirilerinde rekor kırdık!

ZAMAN KÜLTÜR, 15 Kasım 2015
ZEHRA ONAT - İSTANBUL

Dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Stefan Zweig'ın eserleri üstündeki telif hakları 2013'te kalktı.


Büyük küçük çok sayıda yayınevinin, tıpkı bu yılın başında Antoine de Saint-Exupery'nin Küçük Prens kitabında yaşadığımız gibi, Zweig eserlerini ardı ardına yayımlaması uzun sürmedi. Halen kitapları satışta olan 28 ve kitaplarının baskısı çoktan tükenmiş 18 yayınevi daha… Bu demek oluyor ki, okur tezgâhlarda, vitrinlerde şimdiye kadar (yanılma payını da ekleyerek) 46 farklı yayınevinden Zweig kitabı okudu, okuyor.
Peki, Türkiye'de Zweig'a bu kadar yoğun ilgi gösterilmesinin sebepleri neler, çok sayıda yayınevi neden Zweig kitabı yayımlıyor? Alfa Yayın Grubu edebiyat editörü Mehmet Said Aydın, yayınevlerinin bu ilgisi için şunları söylüyor: "Çok zor bir zamanın, çok mühim bir dehası Zweig. Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada teveccüh görüyor. Türkiye'de çok basılmasının ilk sebebi bu elbette. Ama ikinci bir neden daha var: Zweig'ın kitapları telifsiz basılabiliyor. Dolayısıyla irili ufaklı birçok yayınevi, iyi olduğuna inandığı çevirilerle, sırtını "güvenilir" birine dayamayı tercih ediyor haliyle. Bütün çevirilerin iyi olduğunu söylemek de güç ne yazık ki."

ZWEİG ÇEVİRİLERİ NE KADAR YETKİN?   
Zweig yayınlarının çokluğu bir yana, asıl mesele çeviri kalitesi. 57 farklı çevirmenin dışında, çevirmen bilgisi bulunmayan 14 kitap daha var. Son iki yılda üç büyük yayınevinin 39 Zweig eseri için 25 farklı çevirmenle çalıştığını da ekleyelim. Çevirmen sayısının çokluğu ister istemez Zweig çevirilerinin yetkin olmayan kişiler tarafından yapıldığı ve bunun Zweig edebiyatına zarar verdiği yönünde endişe ve eleştirileri de beraberinde getiriyor. Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal, bu konunun Zweig'a özgü bir durum olmadığını söylüyor: "Ülkemizde birçok yazar ve yapıt yetkin olmayan çevirilerle yayımlanıyor. Klasikler söz konusu olunca sorun iyice çetrefilleşiyor. Çünkü bu yapıtlar, herkesin, istediği gibi yayımlayabildiği yapıtlar ve birçok yayınevi bu kitaplarda sadece kapak fiyatı üzerinden rekabet ediyor. Bu da yetkin olmayan çevirmenlere yaptırılan az telif ödenmiş acele basılmış kitapların okunamaz metinleri olarak okura dönüyor."
Şimdiye dek yazarın 21 eserini yayımlayan İş Bankası Kültür Yayınları, Stefan Zweig kitapları editörü Gamze Varım, çevirideki ölçütlerini şöyle açıklıyor: "Yazarın üslubunu korumaya, anlam kaymalarını önlemeye, çeviride herhangi bir şeyin kaybolmamasına, yazarın kurmuş olduğu dünyanın Türkçede mümkün olduğunca bire bir yaratılmasına çaba harcıyoruz."

"YAZARIN KENDİNE ÖZGÜ ANLATIMI KAYBOLUYOR"
Stefan Zweig denince akla gelen ilk çevirmenler Burhan Arpad ve oğlu Ahmet Arpad. Salzburg Üniversitesi Stefan Zweig Merkezi ile Stefan Zweig Cemiyeti'ne de üye, 13 eserde imzası olan Ahmet Arpad, "Piyasaya çok Zweig çıkması bir yandan güzel, öte yandan ise altmışa yakın Zweig çevirisinin 57 çevirmeni olması kabul edilemez bir durum. Bu yöntemle eser kesinlikle kalite yitiriyor. En önemli sıkıntı, Stefan Zweig'a özgü anlatımı Türkiye'de piyasaya çıkan altmışa yakın eserde çoğu deneyimsiz 57 çevirmenin yakalamasının tabii ki mümkün olmaması. Okur hangisinin Zweig'ın anlatımı olduğunu nasıl ayırt edecek? Ünlü yazara saygısızlık yapıldığı gibi, okurun da kafası karıştırılıyor. Yayıncıların bunu nasıl göze alabildiğine şaşırmamak, hatta öfkelenmemek mümkün değil!" şeklinde değerlendiriyor.

Zweig edebiyatı para kazanmanın gerisinde mi kaldı?
Hildemar Holl (Salzburg Üniversitesi, Uluslararası Stefan Zweig Cemiyeti yöneticisi): "Burhan Arpad ve Ahmet Arpad, yaşamları boyunca toplamda Stefan Zweig'ın 22 eserini tercüme etti. Bu, Zweig'ın eserlerine, diline, fikir dünyasına ve biyografisine dair çok yoğun bir bilgiye hâkim olmayı getiren olağanüstü bir performans. İki çevirmen de yazarın yaşadığı döneme ve kültüre oldukça vâkıf. Eserlerinin telif hakları kalktığından beri 57 çevirmen, Zweig'ın eserlerini Türkçeye çevirmiş. Bunlar arasında Ahmet Arpad ve Ahmet Cemal gibi uzmanların bulunup bulunmadığı konusunda şüpheliyim. Çevirilerin içeriği ve çevirmenlerin sayısı bende Zweig edebiyatının Zweig'dan para kazanmanın gerisinde kaldığı izlenimini bıraktı."

"Zweig, kitaplarının en iyi şekilde çevrilmesini isterdi"
Klemens Renoldner (Salzburg Üniversitesi, Stefan Zweig Merkezi yöneticisi): "Türkçe okuyamadığım ve Türkiye'deki edebiyat ortamını bilmediğim için Zweig çevirileriyle ilgili bir şeyler söylemem zor. Fakat Stefan Zweig çevirilerinde 57 farklı çevirmenin olmasını düşünemiyorum. Ahmet Arpad uzun yıllardır Zweig çevirileri yapıyor ve Salzburg'daki konferansları ve dersleri takip ediyor, bu yüzden Zweig kitaplarını en iyi aktarabilecek çevirmenlerden biri olduğunu düşünüyorum. Elbette Zweig'ın Türkiye'de iyi tanınmasından dolayı mutluyum. Ama bilmelisiniz ki Zweig çevirmenleriyle çok yakındı ve kitaplarının en iyi şekilde çevrilmesini isterdi. Çevirmenlerine mektuplar yazar ve onlarla iletişimde olmak için bu konuyla çok meşgul olurdu. Halkın iyi çeviriyi kötü çeviriden ayıracağını ve yıllar içinde iyi çevirinin başarısının görüneceği kanaatindeyim."

En büyük hümanistlerden biri
Avusturyalı gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğdu. Viyana ve Berlin'de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yirmi yılını Salzburg'da geçirdi. Bütün hayatını yazıya adadı. Hümanist bir dünya görüşüne sahipti, Avrupa kültürüne inanmıştı. 1933 yılında, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. Bir yıl sonra Gestapo'nun evini basıp silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Farklı türlerde 60'a yakın eser yayımlayan Zweig, İngiltere ve ardından ABD'ye gitti. Daha sonra Brezilya'ya geçerek oraya yerleşti. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Türkiye'de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig'ın, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda eseri dilimize çevrildi.

8 Kasım 2015

Özgürlüğün olmadığı yerde sanat da olmaz

CUMHURİYET, 08.11.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkmıştı. İmparatorluk yok olup gitmişti; yollar paramparça, evler yıkık kırık, Viyana'nın dar sokakları karanlıktı. Ceplerindeki paranın değer yitirdiği insanlar karınlarını zor doyursa da, birkaç lambanın aydınlattığı buz gibi salonlarda oynanan opera ve operetlere akın ediyordu. Viyanalı aradan daha bir yıl geçmeden ayağa kalkmasını başarmıştı. Stefan Zweig ilerde anılarında o günlerden şöyle söz etmişti: "Özgürlüklerini arayan insanlarımızın sanata olan olağanüstü bağımlılığı ve tutkusu Viyana'yı bir kez daha kurtarmıştı...
Özgürlüğün olmadığı yerde kültür ve sanat gelişemez." 
 
Bir mucize daha
Orkestralar ve sanatçılar başarının doruğuna erişmişti. Ve sonra bir mucize daha gerçekleşmişti. Dört, beş yıl içinde her şey yine eskisi gibiydi. Yıkık binalar yepyeni ayakta, bahçeler, parklar rengârenkti. Viyana. birden canlanmış, kent eskisinden daha güzel olmuş, her alanda etkinlikler hızla artmıştı. Avusturya aynı alınyazısını 2. Dünya Savaşı yıllarında da yaşamıştı. Özellikle 12 Mart 1945 günü bine yakın Amerikan ve İngiliz uçağının bir buçuk saatlik aralıksız bombardımanı sonucu Viyana yerle bir olmuştu. Hemen hemen hiçbir şey ayakta kalmamıştı. Ancak 1950'li yıllarda başlatılan ve inatla sürdürülen yeniden inşaat ve restorasyon çalışmaları sonucu günümüz Viyanası bugün Paris ve Roma'yı çoktan geride bıraktı. "Art Nouveau'nun dünya şampiyonu" kabul edilen Tuna kentinin sokakları, caddeleri, alanları, bulvarları bu sanat akımının değerli yapılarıyla dolu. Saraycıklar, zengin villaları, opera, tiyatrolar, kiliseler, müzeler, kahvehaneler, çeşmeler, tuvaletler, tren istasyonları, oteller ve resmi binalarda Art Nouveau dekoratif süslemelerle doruk noktasında.

En büyük kayıp
Viyana'ya gelip de ünlü operanın, Burg Tiyatrosu'nun veya Volksoper'in kapısından içeri adım atmamak büyük bir kayıp. Geçen ay izlediğim „Im Weissen Rössl" opereti de kaçırılmaması gereken eserlerden biri. İki bin şansona, ellinin üzerinde sahne eserine, sayısız film müziğine, romanlara, şiirlere ve makalelere imza atmış olan üstün yetenekli Ralph Benatzky'nin bu eseri hem bir operet, hem bir müzikal, hem de bir revü. 1898'den bu yana kapılarını yılın 300 akşamında açan Volksoper'in sanatçıları tıka basa dolu salonu coşturuyor. İzleyiciler sahneden sıçrayan kıvılcımla kısa sürede sanatçılarla bütünleşiyor.

Vodvil gibi
Viyanalı için opera, operet ve müzik hâlâ günlük politika kadar önemli. Neşeli ve alaylı şarkılar, çok hareketli danslar, yanılgılar, taşlamalar, raslantılar ve ezgilerle dolu Viyana operetleri birer vodvil sayılır, öyle bir an gelir ki konu içinden çıkılmayacak kadar karışır. Fakat sonunda her şey yine yoluna girer, herkes sevdiğine kavuşur. „Im Weissn Rössl" de böyle bir operet. İzleyeciler, neşe dolu güzel şarkı ve melodilere hafif mırıldanarak, oturdukları yerde iki yana sallanarak katılıyor. Yaşam sevincini sahneden salona taşıyan bu operette büyük bir orkestra hareketli caz melodilerine, tiz sesle söylenen dağ şarkılarına, kanunu andıran bir aletle çalınan romantik Alp ezgilerine dek bütün oyuna başarıyla eşlik ediyor. Göz kamaştıran pırıl pırıl giysileriyle dans eden oyuncular kimi sahnede sizi bir an için 1920'li yılların revülerine götürüyor. Vals ve fokstrot ağırlıklı danslar dinamik ve fantazi dolu. İlk gecesini 1930 yılında Berlin Büyük Sahnesi'nde 700 oyuncu ve figüranla yaşayan „Im Weissn Rössl"ü kısa süre sonra Naziler "soysuz sanat" gerekçesiyle yasaklamıştı! Viyana'da şu sıralar kapalı gişe oynayan eserde müzisyenler, 2009 yılında bir rastlantı sonucu Belgrad'da bulunan Benatzky'nin orjinal orkestra uygulamasına sadık kalıyor. Viyanalı'nın yaşam sevincine en güzel operetlerde tanık oluyorsunuz. Perde kapanırken müthiş bir alkış fırtınası kopuyor. İki buçuk saatin ardından salonu terk eden mutlu insanlar yakındaki birahane ve şaraphanelere koşuyor.

www.ahmet-arpad.de

25 Ekim 2015

"Yaşamak için hep nefes alacaksın!"

Cumhuriyet, 25.10.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD

Kulesi dünyanın en yükseği. Tam 162 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Gücünüz varsa. Fakat çıktığınıza değiyor, hava açık ve berrak oldu mu tâ Alplere kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor. Temeli 1377'de atılmış Ulm katedralinin. Devasa kapısından içeri girip de, başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz.

Katedralin çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna'ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor. Bir çok tarihi Alman kentinde olduğu gibi Ulm'da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Cafè'ler, lokantalar masaları çıkarmış dışarı. İnsanlar güzün ılık havasında mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor... Balıkçılar mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde otel ve lokanta olarak kullanılan Eğik Ev yedi yüz yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın.

Gizem dolu yaratıklar
Ulm'a her gelişiminde dev katedralin kapısından içeri girmeden edemiyorum. Kuppelerinin yüksekliği, yüzlerce irili ufaklı rengarenk pencereden içeri giren altın sarısı güneş ışınlarının aydınlattığı sonsuz mekan insanı büyüleyen. Katedralin bir köşesindeki Besserer şapeli ise sanki bir resimli kitap! Çoğu 1390'dan kalma tarihi pencerelerde rengin her çeşidi var. Dünyanın yaratılışından mahşer gününe kadar insanoğlu camlarda. Büyüleyici bir film karşınızda. Gezinirken insan nereye bakacağını şaşırıyor. Duvarlar, sütunlar ve sayısız kubbe irili ufaklı motiflerle, karmarışık fresklerle bezenmiş. Mihrabın az ötesindeki koro yerinin duvarlarını meşeden oyulmuş figürler kaplıyor. Gizem dolu, ne olduğu bilinmeyen yaratıklar, cinler, ortaçağ düşlemlerini yansıtan tuhaflıklarla dolu motifler, borazanlar çalan melekler, Sen Piyer, mahşer günü, ölüler, günahkarları cehenneme süren şeytanlar ve zavallı insanların ruhlarına dualar eden Meryem Ana...

Günaha girmekten kurtuluyorum
Biraz ötede, yüksek duvarın dibinde, büyükçe bir masada yüzlerce mum yanıyor. Yanlarında duran kısa boylu, daha doğrusu küçüğün küçüğü yaşlı bir kadın mumlara oynar gibi dokunuyor, sönmüşlerini eline alıp, sepetine atıyor, mumların üzerinde durduğu kumları küçük parmaklarıyla şöyle bir karıştırıyor, düzeltiyor, masanın bir kenarına yeni mumlar bırakıyor. Yanına sokuluyorum. Amacım, fark ettirmeden çok yaşlı olduğu belli olan kadının, yüzlerce mumun aleviyle aydınlanmış yüzünü fotoğraflamak. Kadın, geldiğimi sezmiş olacak birden başını çevirip bana bakıyor. "Mum yakmak ister miydiniz?" diye soruyor. Bir an duruyorum, sonra İslam Hukuku profesörlerimizin kilisede mum yakmanın bizlere yasak olduğunu açıkladığı bereket versin aklıma geliyor da son anda günaha girmekten kurtuluyorum!

Yaşlı kadın önce nereden geldiğimi soruyor, sonra da nereli olduğumu bilmek istiyor. Sohbete başlıyoruz. Adı Ruth, 78 yaşında. Dul. katedralde görevli, sağın solunu tozunu alıyor, mumları yeniliyor, her gün 5-6 saatini burada geçiriyor. İşi bittikten sonra evine gitmiyor, yakındaki yaşlılar yurduna uğruyor, mutfakta yardımcı oluyor, engelli yaşlıların sökük, yırtık giysilerini tamir ediyor. Eve akşama doğru dönüyor. "Nasıl olsa bekleyen yok" diyor gülümsemeye çalışarak. "Kış geldi. Soğuk aylarda Paulus Kilisesi'nde fakirlere yemek çıkar." Orada mutfakta yemek yapıyor, bulaşık yıkıyor. "Benim yaşamım hep buralarda geçti. Eşim 22 yıl önce öldü. Kiliseler benim yaşam amacım. Onlar nefes aldığım yerler. Yaşamak için hep nefes alacaksın!"

www.ahmet-arpad.de

4 Ekim 2015

Uçurum gittikçe derinleşirken

Cumhuriyet, 04.10.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD

Kadın yaşını başını almış. Yıllardır aynı yerde duruyor, Stuttgart Schloss Alanı'nın altındaki metro geçitinde gazete satıyor. Koltuğunun altındaki gazetelerin adı Kaldırım. Sık sık oradan geçtiğim için kimi gün selamlaşıyoruz.  Çene çaldığı başkaları da var. Çoğunlukla yaşlı insanlar. Arada sırada Kaldırım'ı alıp göz atıyorum. Kaldırımda yaşayan çok fakirlerin gazetesi. Toplumun  dikkatini bu insanların sorunlarına çekmek için 20 yıldır yayınlanan aylık gazete değişik destek, bağış ve ilanla yaşıyor. Bir süre önce gazete alırken yaşlı kadına sormuştum: "Nasıl dayanıyorsunuz saatlarce burada durmaya?" diye. "Mecburum" olmuştu yanıtı. "Devletin verdiği destek yetmiyor. Günde üç beş Avro da gazete satışlarından elime geçiyor." Kaldırım Stuttgart'ın başka köşelerinde de satılıyor. Satanlar yaşlı kadın gibi fakirlik sınırının çok altında yaşayanlar. Gazetedeki haber ve yazılar çoğunlukla onların zor yaşamını ele alıyor. Yaşlı kadın sekiz yıldır burada durduğunu anlatıyor. "Benim yaşımda kolay değil, fakat yine de haftanın dört günü geliyorum. Her gün 6 saat. Stuttgart'ta benim gibi gazete satan yaklaşık yüz kişi var. Önemli olan bir işe yaradığımızı hissetmek."
   
Evleri köprü altları
   
Günümüz Almanyası'nda her geçen gün daha çok insan eline geçen düşük sosyal yardım ile fakirlik sınırında, gelecekleri belirsiz bir yaşam sürdürüyor. Bunlardan yedi yüz bini tam dibe vurmuş, evsiz barksız, ailesiz yaşıyor. İçlerinden 30 bini yaşamını sokakta geçiriyor. Kar, buz ve yağmurda ormanlar, parklar, köprü altları, kapı içleri, aralıklar, alt geçitler, metro istasyonları onların barınakları. Bir zamanlar iş güç, ev bark, çoluk çocuk sahibi bu insanlar şimdi yalnız. Devletin desteği ölmemelerini sağlıyor. Almanya'nın 1990'lı yıllardan bu yana geçirdiği toplumsal değişim ülkede sorunları arttırdı, insanların yaşamını giderek zorlaştırdı, bireyin geliri azaldı, fakirlik doruğa fırladı. Resmi verilere göre Almanya'da 13 milyon insan 'fakir' kabul ediliyor. Tek başına yaşayıp da ayda 920 Avro'nun altında kazanan 'fakirler sınıfı'ndan. İki çocuklu bir ailede bu sınır 1940 Avro'dan başlıyor. AB'nün güçlü ülkesinde milli gelirin yüzde ellisine nüfusun yüzde onunun sahip olduğu artık bilinen bir acı gerçek. Zenginle fakir arasındaki uçurumun gittikçe derinleştiğini yönetenler de kabullenmeye başladı. Büyük kentlerde istasyonlarda, caddelerde, parklarda çöp kutularından boş şişe arayan yaşlı insanlar gittikçe daha çok dikkati çekiyor. Bakkala götürüp depozitini alarak günde birkaç Avro'ya sahip olmak uğruna yağmurda, karda sokak sokak, cadde cadde dolaşıyorlar. Almanya'nın zengin kentlerinden sayılan Stuttgart'ın merkezinde belediyenin açıklamasına göre 3 bin insan evsiz. Yardım derneklerinin, kiliselerin ve belediyenin gösterdiği odalarda ve yurtlarda kalıyorlar. İçlerinde içki ve uyuşturucu bağımlılarıyla sokak çocukları da var.

Fakirler ordusuna son yıllarda gittikçe daha çok yaşlı da katılmaya başladı. Mart 2015'de yapılan resmi açıklamaya göre eline geçen emeklilik maaşıyla geçinemeyen tam 512 bin yaşlı insan devletten sosyal yardım alıyor. 10 yıl öncesine göre yüzde 45'lik bir artış! Yetkililer: "Yaşlıların fakirliği gelecek 10-15 yıl içinde çığ gibi büyüyecek" diyor.

www.ahmet-arpad.de

13 Eylül 2015

Dünyanın para kasası

Cumhuriyet, 13.09.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD
 


Zürih gölünün kıyısında yaşayan dostlarımızla sık sık görüşüyoruz. Ne de olsa kırk küsur yıldır tanışıyoruz. Onlar bize geliyor, biz onları ziyarete gidiyoruz. Son bir yıldır Stuttgart'a gelmeleri "hem ziyaret, hem ticaret" amaçlı olmaya başladı. Bern hükümeti Frank'ı yüzde on beş değerlendirince İsviçreliler güney Almanya'yı tam bir kapı komşusu yaptı! Özellikle Stuttgart, Freiburg, Konstanz, Waldshut, Lörrach gibi güney kentleriyle Karaormanlar'ın dinlence yerleri onlar için çekici oldu. Günübirlik gelen İsviçreliler ceplerindeki değerli parayı fiyatların daha düşük olduğu Almanya'da besin maddelerinden giysilere, bigsayarlardan mobilyalara harcıyor. Ülkelerine dönerken sınırda %19'luk KDV'yi de geri alınca neredeyse %50'ye yakın tasarruf ediyorlar! Bu arada sınır ötesindeki evini satıp parasını Alman tarafındaki emlağa yatıranlar da var. Almanya'da oturup İsviçre'de çalışan İsviçreliler gün geçtikçe artıyor. Ancak Frank'ın değerlendirilmesi İsviçre dışsatımına yaramadı. Ülkeye gelen turist sayısından da önemli düşüşler olmaya başladı. Bir porsiyon Şnitzel'le yanında bir kadeh biraya kim 30 Avro verir? Geçenlerde bir sergi nedeniyle gittiğimiz sınır kenti Lörrach'da ısmarladığımız iki çayla iki pastaya 13 Avro vermiştik. Ertesi gün Ren'in öteki kıyısındaki komşu kent Basel'de aynı şeyler için gelen fatura tam 28 Frank'dı!

"Dünyanın para kasası"
İsviçre'nin vergi kaçıranlar için bir cennet olduğu sır değil. Ülkeye "dünyanın para kasası" diyenler var! Tüm kıtaların para babaları, uyuşturucu ve silah kaçakçıları, fakirin fakiri Afrika ülkelerinin Avrupa, Amerika destekli milyarder kralları, diktatörleri, cumhurbaşkanları, başbakanları paralarını hep sırdaş hesaplara yatırdılar. Tam 330 bankaya sahip küçücük Alpler ülkesi İsviçre'de finans endüstrisinin en 'başarılı' döneminde banka kasalarında 5 trilyon Avro yatmış olduğu bilinen bir gerçek. İsviçreli ünlü bilim adamı, politikacı ve kitap yazarı Jean Ziegler: "İsviçre insanına göre banka hesaplarının gizliliği neredeyse insan haklarına eşit bir özgürlüktür," diyor. "Ülkem 21. yüzyılda çoğu gerçeği hâlâ dışlamaya devam ediyor." Son birkaç yıldır, özellikle AB'nin ve Almanya'nın baskıları sonucu Bern hükümeti banka/müşteri sırrını biraz da olsa yumuşatmak zorunda kaldı.
 

Avrupa'nın ortasında bir 'ada'
Kendini çevresinden, komşularından hep soyutlamış olan İsviçre Avrupa'nın ortasında bir 'ada' olarak ayakta kalmayı ne olursa olsun sürdürmek istiyor. Ancak bu yalnızlığa ne süre dayanabilir, bilinemez! İç savaş yaşanan ülkelerden insanların akın akın geldiği Avrupa'da İsviçre 2014'de mülteciler yasasını değiştirerek AB'nin 'serbest dolaşım sözleşmesi'ne karşı olduğunu da gösterdi. Bir zamanlar Hitler'den kaçan Alman komünistleri ile 25 bin Yahudi´yi sınır kapılarından geri çevirmiş olan İsviçre'nin Nazilerin el koyduğu tonlarca Yahudi altınını kasalarında tâ 1990lu yıllara kadar gizlediğini de unutmamak gerek. 'Küçük ve zarif' Alpler ülkesi kalifiye eleman gereksimini de çoğunlukla Almanya'dan karşılıyor! Günümüzde iki yüz binin üzerinde Alman yedi buçuk milyonluk İsviçre'de sürekli yaşayıp çalışıyor! Sınır ötesine akın bundan altı, yedi yıl önce başlamıştı. Özellikle uzman doktorlar ve mimarlar Almanya'daki işlerinden istifa edip kazancın yüksek olduğu İsviçre'yi yeğlemeye başladı. Ayrıca Konstanz ile Freiburg arasındaki küçük kent ve kasabalardan da her sabah 17 bin insan da evinden çıkıp günübirlik sınır ötesine çalışmaya gidiyor.
 

www.ahmet-arpad.de

6 Eylül 2015

Mülteci yurtları yanarken

Cumhuriyet, 06.09.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


Nobel Barış Ödülü'nü 2012 yılında Avrupa Birliği hak etmişti. O günlerde açıklandığına göre "AB'nin insan haklarına ve demokrasiye olan katkıları" ödül verilmesinin gerekçesiydi. Günümüzde ülkelerindeki savaştan kaçan, ölmemek ve insanca yaşamak isteyen bir milyona yakın mülteci Avrupa'ya akın ediyor. Yirmi yedi AB ülkesinden sadece birkaçı onları kabul ediyor! Bunlardan biri de yabancı düşmanlığının son 15 yılda hızla arttığı Almanya. NPD, NSU, HoGeSa, Pegida... Aşırı sağcılar Almanya'da gittikçe daha çok saldırgan olurken, politikacılar karşılarında yetersiz kaldı. Bugün bir çok bölgede politikacıların değil onların sözü geçiyor, yalnız bırakıldığına inanan küçük insanlar onlara daha çok güveniyor. Bielefeld Üniversitesi'nden Prof. Andreas Zick'in açıklamasına göre özellikle doğunun 'insansız yörelerinde' son yıllarda gittikçe iyi organize olan radikal grupların 'hukuk sistemi' geçerli. Prof. Zick: "Toplum içindeki çatlağın büyüme tehlikesine 2014 sonunda dikkatleri çekmiştik" diyor.

Mülteci yurtlarını kimler yakıyor?
2012'de Almanya'da 24 mülteci yurdu saldırıya uğramış,  2015 yılının ilk sekiz ayında bu sayı ona katlamış! Çoğu yakılmış. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık nedense, daha çok köylerle kasabaların hızla insan yitirdiği, yabancıların pek ayak basmadığı Almanya'nın doğu eyaletlerinde kendini gösteriyor. Berlin hükümeti 1991'den bu yana özel bir yasa ile "doğunun yeniden inşaatı" adı altında vatandaşlarından 250 milyar Avro'yu toplamasına karşın nüfus azalıyor. 1991 yılında Stuttgart'tan doğu Almanya'ya tayinini isteyen bir tanışım uzun yıllardır orada bir bakanlıkta görevli. "Özellikle Mecklenburg ve Uckermark'dan her yıl ortalama 25 bin Alman batıya kaçıyor!" dedi geçenlerde. "Sokaklarda insan görmezsin!"  Özel yatırıcımlar doğuya gitmiyor, yeni iş yerleri açılmıyor, işsizlik batıdakinin iki katı. Geleceğini garanti altına alamamış insanların yaşadığı bu bölgelerde ırkçılar, yabancı düşmanları, aşırı sağcılar, neonaziler tabii cirit atıyor. Almanya İçişleri Bakanlığı'nın açıklamalarına göre ülkede 2014 yılında 130 ırkçı  saldırı olmuş. Bunlardan 61'i toplam nüfusun sadece yüzde on yedisinin yaşadığı eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti topraklarında gerçekleşmiş...

"Ayak takımına göz yummayacağız!"
Bir yıl içinde %40'lık bir artış! Mültecilerin sındığı yurtları yakanlar, onları sokakta çevirip dövenlere geçenlerde "hayvan sürüsünden farkları yok" diyen başbakan yardımcısı, sosyal demokrat Sigmar Gabriel'e hakaret ve küfür dolu mektuplar yağdı, ölüm tehditleri aldı. Bunun üzerine parti genel sekreteri Yasmin Fahimi: "SPD bu ayak takımına göz yummayacaktır!" diye tepki gösterdi. Sadece Almanya sınırları içinden bu yıl ülkeye 800 bin sığınmacının girmesi bekleniyor. Almanya hazırlıksız, AB'nin 27 üyesinden 24'ü topraklarında mülteci istemiyor. Nobel Barış Ödüllü Avrupa'da nasyonal egoizm güncel mülteci akınlarıyla ön plana çıkmaya başladı. AB içindeki ayrımcılığın "ceremesi"ni Almanya çekecek gibi. Sağcı popülizm ve sağcı radikalizmin toplumu bölme tehlikesi var. "Politika iflas ettiği anda bazı bölgelerde sağcı gruplar ve onların peşinden gidenler demokrasiyi ele alabilir" diyor profesör Zick. "Kaba kuvvetin meşrulaştığı toplum gruplarında radikal sağla mücadele edilemez." İki Almanya'nın birleşmesinin ardından çeyrek yüzyıl geçmesine karşın doğunun bazı yörelerinde "demokrasi açığı" olduğu son olaylarla kanıtlanıyor. Oralarda güçlü bir "demokrasi kültürü ve sivil toplum" oluşturmak için acaba geç mi kalındı? Düzen yıpranıp zorlanıyor mu?

www.ahmet-arpad.de

16 Ağustos 2015

'Önce çıkarlar, sonra insan hakları'

CUMHURİYET, 16.08.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


"Alman hükümeti için ekonomik çıkarlar insan haklarından önce geliyor." Bu sözler Freiburglu 'özgürlük savaşcısı' Jürgen Graesslin'in. "İnsan haklarının ayaklar altına alındığı Suudi Arabistan'a silah satıyoruz." 10 Ağustos 2015 günü Alman medyası, Merkel hükümetinin 2015 yılının ilk altı ayında 3,5 milyar Avro'luk silah dışsatımını onayladığı haberiyle çalkalandı. Bu, 2014'deki toplam silah satışına eşit. Yıl sonunda bu rakamın 6,4 milyar Avro olması bekleniyor! Dünyanın bir çok kriz bölgesinde Alman silahlarıyla insanlara ateş ediliyor. Suudi Arabistan'a silah satılmasını Başbabakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Sigmar Gabriel br kaç gün önce: "Bölgeye huzur ve denge getirmek amacıyla onayladık" sözleriyle açıkladı. Yıllardır çoğunda iç savaş yaşanan, huzursuz ülkeler Pakistan, Malezya, Afganistan, Somali, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır sadece birkaç örnek. Almanya'dan silah alanlar listesine Kongo, Burma, Endonezya, Kolumbiya, Türkmenistan, Vietnam'ı da ekleyebiliriz. Tümü de demokrasinin pek geçerli olmadığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı bilinen ülkeler... Graesslin'e göre. "Berlin hükümeti Irak'taki peşmergeye silah yollarken sadece bu ülke için geçerli olan BM silah ambargosunu ihlal etmedi, kendi anayasasını da umursamadı."

Savaş karşıtı öğretmen
Almanya aynı umursamazlığı Cezayir'e on milyar Avro'luk silah ve mühimmat satarken, Fuchs modeli tankların Cezayir'de yapımı için sözleşme imzalarken de sergiledi. Heckler & Koch'dan aldığı lisansla G3 ve G36 tüfeklerini üreten Suudi Arabistan'ın bu silahları sözleşmeleri umursamayarak Yemen'e sattığı belirlendi. Dakikada 750 kurşun sıkan bu tüfeklerle Yemenliler iç savaşta birbirlerini öldürüyor.

Mesleği öğretmenlik olan Jürgen Graesslin çevresine topladığı 16 savaş karşıtı kuruluşla yaşama geçirdiği "Silah ticaretini durdurun!" kampanyası kapsamında Almanya'nın büyük silah yapımcısı Heckler & Koch'la da mücadele ediyor. Stuttgart yakınlarındaki 13 bin nüfuslu Oberndorf kasabası ve çevresinin en büyük işvereni olan fabrikanın son yıllarda Meksika'ya - bir bölümü kaçak, toplam değeri 25 milyon Avro - on bin adet G36 modeli tüfek yolladığı ve bunlardan çoğunun ülkenin huzursuz bögelerinde kullanıldığı ortaya çıktı. Eylül 2014'de Meksika mafyasıyla polisinin kaçırdığı 48 üniversite öğrencisini Heckler & Koch'un kaçak tüfekleriyle öldürdüğü iddialar arasında. Meksika dışında Libya'ya da yasadışı yollardan silah yolladığı belirlenen Heckler & Koch hakkında iki dava açılmasına haziran sonunda karar verildi. Davacılardan biri Jürgen Graesslin, diğeri de Almanya Savunma Bakanlığı. Heckler & Koch'un son yıllarda Alman ordusuna sattığı 170 bin adet G36 modeli tüfeğin hatalı olduğu ortaya çıktı. Arka arkaya ateş edildiğinde oluşan aşırı sıcaklık nedeniyle hedefe isabet şansı azalıyor!

Hitler'e silah üreten esirler
Württemberg Kralı Friedrich'in 1811 yılında Oberdorf'ta ilk tüfek fabrikasını kurdurtmasının ardından kasaba o günden bugüne hep silah yapımıyla ayakta durmuş. 1870/1871 Alman-Fransız savaşı Oberndorf'ta silah yapımını körüklemiş. İki dünya savaşında da yüz binlerce tüfek burada üretilmiş. Hitler'in savaşında Oberndorf'ta çalıştırılan, çoğu esir on binin üzerinde işçi cepheye tüfek yetiştirmiş.

Yılda 20 milyar Avro
Güney Almanya'da 25 bin insan silah endüstrisinde çalışıyor. Alman silah fabrikaları 100 bin kişiye ekmek parası kazandırıyor. Yıllık toplam ciro 20 milyar Avro! Amerika ve Rusya'nın ardından dünyanın üçüncü büyük silah satıcısı olan ve 2015'de bir satış rekorunun altına imza atmaya hazırlanan Almanya'nın Savunma Bakanlığı orduda kullanılan Airbus A400M uçakların, tankların, helikopterlerin, tüfeklerin sorunlu olduğunu, çoğunun yedek parça eksikliğinden tamir edilemedikleri için depolarda bekletildiğini geçen yıl itiraf etmek zorunda kaldı!

www.ahmet-arpad.de

2 Ağustos 2015

'Deli' kralın düşsel sarayı

CUMHURİYET, 2 Ağustos 2015
STUTTGART 
AHMET ARPAD

Füssen'de bir doğum gününe davetliyiz. Emekli olduktan sonra Güney Bavyera'ya yerleşmiş Stuttgartlı bir tanış 70. yaşını bu güzel kentte kutluyor. Yaklaşık otuz kişi öğle yemeğinde bir arada. Kimileri bizler gibi uzaklardan gelmiş. Lokantanın dağlara bakan bahçesinde oturuyoruz. Garson kızların getirdiği tabaklar Bavyera mutfağının leziz yemekleriyle dolu. Hava güzel, insanlar keyifli. Çene çalanlar, gülenler, kahkahalar atanlar... Daha önce tanışmayanlar kısa sürede dost oluyor. Yemeğin sonunda, biz tatlıları, meyveler beklerken iki müzisyen ortaya çıkıveriyor.  Kadın akordeon çalıyor, erkek keman. Bavyera lehçesi köy şarkıları birbirini izliyor. Anlamakta zorlanıyorum. Sanırım benim gibi masadakilerin çoğu da. Ancak bu pek önemli değil. Karınları doymuş misafirler daha da keyifleniyor. El çırpanlar, ayağa kalkıp dans etmeye çalışanlar... Az sonra müzik susuyor. Doğum gününü kutladığımız bayan ayağa kalkıyor, geldiğimiz için hepimize teşekkür ediyor. "Şimdi yemeğe içmeye bir ara vereceğiz, gezinti yapacağız" diyor. "Buyrun bizi bekleyen şu otobüse binelim. Yolculuğumuz kısa olacak." Biniyoruz. Yola koyuluyoruz. Biraz sonra otobüs Hohenschwangau kasabına ulaşıyor. Bir an düşünüyorum: Yoksa saraya mı gidiyoruz? Buralara Tegernsee kıyısında yaşadığım yıllarda bir kaç kez gelmiştim. Onlarca yıl geçmişti aradan. Fakat değişen pek bir şey yok. Doğa aynı, güzelliği hiç bozulmamış.

Mağaralı saray
Az sonra karşımızda yükselen yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu? Bir düşler dünyasındayız.  'Eksantrik' kral II. Ludwig'in karşımızda yükselen 'eseri' sarayla şato karışımı bir yapı. Milyonlarca Markı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen, 200 odalı bu olağanüstü saraya harcamış. İçinde bir mağara bile var. Ona "deli'' diyenler olmuş. Salonlar, odalar, küçük ve büyük, merdivenler, yine odalar. Her yerde kraliyet sembolü kuğu figürleri... Altın, gümüş, emaye, mozaikler, şamdanlar, mumlar, sayısız kuğu heykeli. Belki de Avrupa'nın en güzel şato sarayı. Bavyera kralı II. Ludwig insanlarla bir arada değil, kendi yarattığı bir düşler dünyasında yaşamış.  İçine kapanık, utangaç, fakat kendini hep en büyük hissetmek isteyen bir Kral. İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı bu sarayın duvarları ardına çekilmiş. Ancak zamanla onun bu yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla kralı tahtından indirmiş. II. Ludwig Starnberg gölündeki Berg şatosuna sürülmüş. Kısa süre sonra da gölde boğulmuş olarak bulunmuş. Arkasında büyük borçlar bırakarak. İşte düşler dünyasında yaşamış bir insanın hazin sonu.

Dönüş yolunda otobüste yanına oturduğum yaşlı bayanla Bavyera'nın bu çılgın kralından söz ederken, kadın aniden: "Benim de babamın sonu hazin olmuştu" diyor. Ben sorar gibi yüzüne bakınca, babasının 1930'lu yılların sonunda Starnberg gölüne yakın Bad Tölz'deki SS-Junker Okulu'nda eğitim görmüş olduğunu söylüyor. Ve laf lafı açıyor. Yetmiş altı yaşındaki kadının anlattıkları bir başka yazıya kalsın...

www.ahmet-arpad.de

14 Haziran 2015

Viyana'nın tarihi saraycıkları

CUMHURİYET, 14.06.2015
VİYANA
AHMET ARPAD

Lirik tenor Frizt Wunderlich'in "Viyana, sen benim düşlerimin kentisin..." şarkısı hep belleklerde! Tuna kenti Viyana bu günlerde, belki de dünyanın en güzel bulvarı olan Ringstrasse'nin açılışının 150. yılını kutluyor. Kenti çevreleyen, 5,3 kilometre uzunluğundaki, 57 metre genişliğindeki, baştan sona ıhlamurlarla süslü Ringstrasse'de gezinmeden, faytonla keyifli bir tur atmadan Viyana'dan dönülmez. Haydn, Mozart, Mahler, Strauss, Beethoven, Freud, Zweig, Roth, Grillparzer, Schnitzler, Klimt, Schiele, Schubert, Lang, Simmel gibi ünlülere ilham vermiş olan Viyana belki de dünyanın en güzel kenti! Tarihi bulvara sadece opera, tiyatro, üniversite, müzeler, parlamento, kiliseler, imparatorluk sarayı, kahvehaneler, ucu bucu görünmeyen parklar açılmıyor, görkemli, birbirinden güzel sayısız yapı da Ringstrasse'yi bir kolyenin incileri gibi süslüyor. Düzinelerle barok, gotik, yeni gotik, yeni rönesans, art nouveau yapı 150 yaşındaki bulvarı erişilmez yapıyor. Prenslerin, varlılıkların, ünlülerin, sözü geçenlerin saraycıkları da bu kolyeye serpiştirilmiş.

Viyana'nın göz kamaştıran yapıları

İmparator I. Franz Joseph, Osmanlı ordularının Viyana kuşatmaları sırasında önünde durmuş olduğu kent duvarlarına bir kaç yüz metre ötedeki boş alanlara 1858'de büyük ve gösterişli bir bulvar açılması emrini vermiş. O günlerde bulvar boyunca sağlı sollu uzanan çoğu arazinin Viyana'nın burjuvazisinin varlıklı Yahudilerine satılmasıyla da Habsburg monarşisi inşaatın giderlerini karşılanmış. 1865'de bitirilen bulvara, imparatorluğun başkentinde toplumun en üst katında yaşayan kömür ve tekstil patronları, çelik sanayicileri, bankerler zenginliklerini herkese göstermek amacıyla villalar, saraycıklar oturtmuşlar. On dokuzuncu yüzyıl Viyanası'nın günümüzde de göz kamaştıran bu yapıları Yunan tapınaklarını anısmatan sütunlar, heykeller, parmaklıkları altın kaplama balkonlar, fayanslar, kabartmalar süslüyor. Saraycıkların çoğu, o zaman için çok modern kabul edilen ısıtma düzenli, lüks banyolu ve tuvaletli inşa edilmiş. "Zenginlerin ışığı" elektrik yüzyılın sonunda bu lüks yapıları aydınlatmaya başlamış. Viyana'da akşama doğru etekleri yerlere kadar uzanan ipek giysili, kenarları geniş şapkalı şık hanımefendiler, üniformalı yakışıklı süvari subayları, ellerinde bastonları kırıtkan snoplar, uzun çizmeli, dar giysili hafif kadınlar bulvarın geniş kaldırımlarını doldurmuş. Sohbet toplantıları, oda konserleri, okuma akşamları saraycıkların salonlarında, gizli buluşmalar, iş görüşmeleri bulvarın kahvehanelerinde yapılmış.

Antisemitizmin ilk tohumları

Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde şu günlerde çok kapsamlı bir ‘Ringstrasse' sergisi var. Salonlarında dolaşırken yeni şeyler öğreniyoruz. On dokuzuncu yılın ortalarında Tempel sokağındaki sinagoğun temeli için Kudüs'teki Zeytin Dağı'ndan getirilen taşların bazıları Ringstrasse'de 1879'da ibadete açılan Votiv kilisesinin temelinde de kullanılmış. Çoğu Yahudilere ait saraycıklar bugün Unesco kültür mirası bulvarı süslemeye devam ediyor. Todesco, Goldschmidt, Springer, Epstein, Gomperz, Colloredo, Mansfeld, Dumba, Ephrussi, Biedermann, Helfert, Königswarter, Leitenberger, Wertheim, Württemberg bütün görkemleriyle Viyana'nın güzelliğini günümüzde de kanıtlayan, hepsi birer eşsiz sanat eseri yapılar.Yahudi burjuvazisi olmasaydı acaba Viyana bugün böyle güzel bir bulvara sahip olur muydu? Avusturya-Macar İmpartorluğu döneminde Bohemya, Moravya, Macaristan ve Galiçya'dan gelen Yahudilerin zamanla sadece ekonomiyi değil, sanat ve kültür yaşamını da önemli derecede etkilediği Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları 20. yüzyılın başında atılmış. Belediye başkanı Karl Lueger'in 1916'daki "Viyana'yı Büyük Kudüs yaptılar... Peygamberimizi öldürdüler... En son Yahudi yok olduğunda antisemitizm de sona erecektir..." sözleri bugün arşivlerde. Dorotheer sokağındaki sergi, Hitler'in Avusturya'ya el koymasıyla kültürlü ve varlıklı bu insanların toplama kamplarına yollandığını, Nazi güruhunun villalarını yağma ettiğini de anımsatıyor...

www.ahmet-arpad.de

7 Haziran 2015

'Olaylar 1933 sonrasını andırmaya başladı'

Cumhuriyet 07.06.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


Bir rastlantı sonucu Doğu Almanya'da 2011 yılında neonazi NSU grubunun 2000-2006 yılları arasında biri Yunan, sekizi Türk, yabancı kökenli dokuz insanı öldürmüş olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak bu cinayetlerin ardından Alman makamlarının yıllarca yanlış iz sürdüğü Mayıs 2013’de Münih'te başlayan, geçenlerde 215 duruşmayı geride bırakan ve Ocak 2016'ya kadar sürmesi beklenen dev davada kanıtlandı. Hepsi bu kadar! Çünkü iki yılda bir arpa boyu yol alındı. Tanıklık yapması beklenen üç kişi arka arkaya aniden yaşamlarını yitirdi! 2007’de Stuttgart’ın kuzeyindeki Heilbronn’da bir kadın polis öldürüldü. Katillerinin sekiz Türk’ü öldüren Neonazi NSU grubunun üyeleri olduğu cinayetten ancak 4 yıl sonra ortaya çıktı. Bir süre sonra da cinayetle ilgilenen polislerden ikisinin ırkçı örgüt, gizli tarikat Ku Klux Klan’ın Stuttgart koluna üye olduğu, yirmiye yakın Stuttgartlı polisin de geçici süre için bu örgüte katıldığı tespit edildi. Ardından kurulan Eyalet Meclis Araştırma Komisyonu, Federal Meclis NSU komisyonu gibi uğraşıp duruyor, fakat ortaya ipe sapa gelen bir şey çıkaramıyor.

"Olaylar 1933 sonrasını andırıyor”

2006 yılında Doğu Almanya'da aşırı sağcıların sokak ortasında Anne Frank'ın kitabını yakmasının ardından Almanya Yahudileri Merkez Konseyi başkanı Charlotte Knobloch: "Günümüzde doruk noktasına ulaşan aşırı sağcı ve antisemitist olaylar neredeyse 1933 sonrasını andırmaya başladı" diye konuşmuştu. 19. yüzyıl Alman edebiyatının önemli isimlerinden Heinrich Heine’nin: "Bugün kitap yakanlar, yarın insan da yakar" sözlerini Hitler 80 yıl sonra gerçekleştirmişti! Önce kitapları yakmıştı, sonra da insanları! Günümüz Almanyası’nda mülteci yurtları yakılıyor. Federal İçişleri Bakanlığı’nın Ocak 2015’de Solcu Parti’nin soru önergesine verdiği yanıta göre aşırı sağcılar sadece Kasım 2014’de yabancılara yönelik 1202 saldırıya imza atmış! Aynı bakanlık 2014’de tam 1275 Yahudi karşıtı saldırı belgelemiş. Almanların yüzde kırkbeşi: "Yahudiler bugün de ülkede çok etkili” diye düşünüyor. Anayasayı Koruma Örgütü yabancı düşmanı eylemlere hazır 9,600 aşırı sağcının varlığından söz ediyor.

Aralık 2014 verilerine göre Almanların yüzde kırk üçü: "Müslümanların sürekli arttığı ülkemde kendimi yabancı hissetmeye başladım” diyor. Son yıllarda yaşanan olumsuz gelişmelerin ardından ülkede gittikçe daha çok tutucu görüşlü insanla aşırı sağcının sokağa dökülmesine, kol kola girip İslam, yabancı ve sığınmacılar karşıtı mitingler yapmasına şaşmamak gerek. Büyük partiler üye yitirirken sağcı popülist parti AfD yeni üyeler kazanıyor. Nedense bir türlü önüne geçilemeyen yabancı düşmanlığını görünce insan düşünmeden edemiyor, acaba Almanya 2001’de Avrupa Komisyonu’nun: "Ülkedeki yabancı düşmanlığı, ırkçılık, antisemitist düşünce ve hoşgörmezlik önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir" açıklamasını hiç umursamadı mı?

Toplum bilincini değiştirmek zor

Yedi buçuk milyon yabancının yaşadığı Almanya'da toplum bilincini değiştirmek kolay değil gibi. Ülkedeki yabancı düşmanlığının, ırkçılığın ve antisemitizmin neden olduğu sorunların altından kalkmak neredeyse olanakdışı. Neonazilerin, özellikle Almanya’nın doğusunda attığı tohumlar çok kolay yeşeriyor. Aşırı sağcı partileri, grupları yasaklasalar da, dazlakları içeri tıksalar da bu işin sonu pek gelmeyecek gibi. Geri planda ipleri ellerinde tutan takım elbiseli, sinekkaydı tıraşlı, kravatlı, Mercedes'li Neonazileri değil sorgulamak, yanlarına bile sokulamazlar. Savaş sonrası Almanya'sında üst düzey görevlere gelmesini becermiş eski Nazilerin "çocuklarına" ülkede hiç kimse dokunamıyor... Almanya'nın giderek artan toplumsal sorunları çok karmaşık. İç içe geçmiş. Tam bir arapsaçı.

www.ahmet-arpad.de

17 Mayıs 2015

Nepal hep anılarımda

CUMHURIYET, 17.05.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD

"Eğer Lukla havaalanı bugün de açılmazsa daha fazla beklemeyin" diye konuştu siyah deri ceketli adam. Nepal'in başkenti Kathmandu'nun havaalanında Hintli pilot Tseng ile pistin kenarında bir aşağı, bir yukarı dolaşıyorduk. Niyetimiz Everest dağı yakınlarında, 3200 metre yükseklikteki Lukla'ya uçmaktı. Dağlar arasına sıkışmış Lukla'dan da yedi günlük bir yürüyüşle Everest ana kampına varacaktık. Namche Bazaar, Thame, Kumjung, Tengpoche, Pangpoche ve Pheriche üzeri yapılan bu trek üç bin ile dört bin metrenin üzerindeki küçük yerleşimler ve büyük manastırlar arasından geçiyordu... Bu okuduklarınız anılarda kaldı. Çok gerilerde. Yine de bugünkü gibi hep canlı.

"Ağabeyimi depremde yitirdim"
Nepal'deki deprem felaketini duyar duymaz telefona sarıldım. Fakat Pokhara'ya ulaşmak olanakdışıydı. Defalarca aradım Chyangba Lama'yı. Cebinden, evinden. Tüm akşam. Hatlar çalışmıyordu. Ertesi gün, iki gün sonra. Aralıksız. Yolladığım e-postalara yanıt gelmedi. Tanışların tanışlarını aradım Pokhara'da, Kathmandu'da. Almanya'dan, İsviçre'den birilerine ulaştım. "Bana rehber Chyangba Lama'yı bulun" diye ricalar ettim. Bir hafta sonra, deprem felaketine o da kurban gitmiş olacak, dedim kendi kendime ve aramaya hüzünle son verdim. Ve tam on gün sonra aniden telefon çaldı. Hattın öteki ucundaydı bir zamanlar rehberliğimizi yapmış olan Chyangba Lama! Sesi kısıktı, zor anlaşılıyordu. "Merak etme, biz yaşıyoruz" dedi ve hat kesildi. Çocukluğunda anne babasıyla Tibet'ten Nepal'e sığınmıştı. Çin'in baskısından kaçmışlardı. Yüce dağlarda trek yapanların yüklerini taşıyordu. Doğru dürüst bir iş bulamamıştı. Okuması yazması yoktu. Tek odalı evinde karısı ve üç çocuğu eline bakıyordu. Chyangba Lama'yı uzun yıllar önce bir Annapurna yürüyüşünde tanımıştım.

Cana yakın, alçak gönüllü
Ben anılarımda Nepal'de gezinirken e-posta geldi. Yazdıkları üzücüydü. Yakın akrabaları Rasuwa'da yaşıyordu. Kathmandu'nun kuzeyinde, Himalaylar'ın eteklerinde. Oradaki babaevi yerle bir olmuştu. Fakat en kötüsü, bir kaç gün önce Langtang'a gitmiş olan ağabeyi ile eniştesi depremde yaşamlarını yitirmişti. Ailenin en yaşlısı, 88 yaşındaki anneleri bahçede olduğu için şimdi yaşamdaydı. Chyangba Lama hem hüzünleniyordu, hem de seviniyordu.

Cana yakın, güler yüzlü, alçak gönüllü bu insan yıllarca önce Annapurna ana kampına yaptığımız uzun yürüyüşte bize eşlik etmişti. Lukla havalanı üç gün boyunca açılmayınca planlarımızı değiştirip batıya, Nepal'in ikinci büyük kenti, Fewa gölü kıyısındaki Pokhara'ya uçmuştuk. Otuz beş dakikalık uçuş süresince gözlerimizi, bir kolyenin bembeyaz incileri örneği yanyana sıralanmış Himalaya doruklarından, 3 bin metre aşağıdaki pirinç ekili yemyeşil basamaklardan ayıramamıştık. İki gün sonra da Chyangba Lama'nın peşinde Pokhara'dan yola çıkmış, yüksek dağ köylerine tırmanmış, karlı yamaçlardan düşen çağlayanların altından geçmiş, kocaman ağaçlarda daldan dala atlayan maymunlara el sallamış, köpüre köpüre akan ırmakların buz gibi sularını okşamıştık. Sonra dorukları gökyüzünün mavisi delen, dünyanın en yüce dağlarıyla gözgöze gelmiştik. Annapurna South (7200 m), Hinnchuli (6400 m), kutsal Machhapuchare (7000 m) karşımıza dikilmişti. Lodge denen tahta dağevlerinde uyku tulumlarında düşlere dalmıştık.

İki haftanın sonunda küçük uçağımız Pokhara'dan havalanırken Chyangba Lama bize uzun uzun el sallamıştı. Kathmandu'daki son haftayı dinlenerek, gezinerek geçirmiştik. Evlerinin tahta işçiliği bir elsanatı harikası Baktapur'a, Hindular için kutsal, kubbesi altın tapınağı ve nehir kıyısındaki ölü yakma yerleri ile ünlü Pashupatina'ya, Tibetli rahiplerin yaşadığı ve korunan Rhesus maymunlarının ziyaretçilerin peşini bırakmadığı Swayambhunath budist tapığının 365 basamağını tırmanmış, Patan'ın loş sokaklarında başıboş gezinmiştik... Doğası eşsiz bu küçük ülkenin insanları da eşsiz. Güleryüzlü, nazik ve alçakgönüllü. Onlar şimdi çok acı çekiyor. Chyangba Lama ve ailesiyle ilişkimiz hiç kopmadı. Elimizden geldiğince destekledik onları. Üç çocuğu da eğitimli, okuma yazma bilmeyen bu insan gurur duyuyor onlarla...

www.ahmet-arpad.de

3 Mayıs 2015

'Yeter ki o adamların eline düşmeyelim'

CUMHURİYET, 03.05.2015
MÜNİH
AHMET ARPAD

 Viyanalı Yahudiler Klein ve Feix'ın 1873'de açmış olduğu lüks otel Metropol'ü, Avusturya'ya 1938'de el koyan Naziler Alman ordularının işgalindeki toprakların en büyük Gestapo merkezine dönüştürmüştü. Savaşın son günlerine kadar Hitler'in adamları düşünceleri işlerine gelmeyen binlerce aydını burada sorgulamış, işkenceden geçirmişti. Mart 1945'de bombalanan Hotel Metropol günümüzde artık sadece anılarda yaşıyor. Şu sıralar da Münih Edebiyat Evi'ndeki Stefan Zweig sergisinde... Salzburg Stefan Zweig Centre müdürü Dr. Klemens Renoldner'in küratörlüğünü yaptığı serginin ana konusu, bu insancıl yazarın son yılları. Savaş boyunca salon ve odalarında faşist terörün estiği lüks otelin büyük bir maketi serginin odak noktası.

Askılarda Gestapo paltoları
Askılarda Gestapo polislerinin, etekleri yerlere kadar uzanan, kahverengi ve kara deri paltoları asılı. Vitrinlerde Zweig'ın çok değerli koleksiyonundan otografiler. Hesse, Hauptmann, Kafka, Mann imzalı... Duvar kenarlarında sandık ve kartonlarda eski fotoğraflar, kartpostallar, vitrinlerde Zweg'ın iki pasaportu, parmak izleri, not defterleri, mektuplar, Dünün Dünyası ile Satranç Hikayesi'nin, üzerinde Zweig'ın düzeltmeler yapmış olduğu, ikinci eşi Lotte'nin de daktiloya çektiği sayfa sayfa müsveddeler... Uzun duvarda, Avrupa'ya bir daha dönmemek üzere bindikleri "Scythia" transatlantiğinin dev fotoğrafı. Başka bir köşede, Brezilya'ya yerleşmeden önce Temmuz 1941'de uğradıkları ve yanında 1,5 ay kaldıkları, ilk eşi Friderike'nin New York yakınlarındaki villasının bahçesinde üvey kızı Suse Höller-Winternitz'in çekmiş olduğu fotoğraf. Zweig biraz düşünceli, gülümsemeye çalışıyor!


'O adamların eline düşmeyelim'
Dışavurumcu ressamlar Macke & Marc'ın dostlukları sadece dört yıl sürmüştü. İkisi de 1914'de severek gittikleri savaşta yaşamlarını yitirmişti. Ancak bu kısa dostluk çok verimli olmuş, sanat yaşamlarında onları doruğa çıkarmıştı. Zweig sergisine gelmeden önce Lenbach Sanat Galerisi'ndeki ortak Macke & Marc sergisini izlemiştik. Çoğunluğu ünlü tablolardan oluşan dev sergide ikiyüze yakın yapıt sanatseverlere sunuluyor. Manzara, natürmot, nü tablolar çok canlı, yaşam dolu. Macke'nin İsviçre'nin Thun gölü kıyısında yarattıkları ışıl ışıl, göz kamaştırıcı. Marc'ın o dönem tablolarında da değişik renkler bir bütün oluşturuyor. Dışavurumcu genç ressamlar kübizm, fütürizm ve fovizmin de etkisinde kalmış. Geçen ay Basel'de izlediğim dev Gauguin sergisi kadar ilgi çekici bir sergi. Ancak Münih'te bir metro tünelinin hemen yanında, iki kat yerin altındaki, 110 metrelik upuzun salonda izleyiciler olağanüstü yapıtlara ne yazık ki pek ısınamıyor. Macke & Marc & Zweig sergilerinin ardından ünlü aşçı Alfons Schubeck'in Orlando'sunda yemekteyiz. Davet eden tanış Zweig'ın üvey kızı Suse Höller-Winternitz'in yakın bir akrabası. Konumuz tabii Avrupa'dan kaçarken: "Yeter ki o adamların eline düşmeyelim" diyen insancıl yazar...


www.ahmet-arpad.de

12 Nisan 2015

'Çalışmayana ekmek yok'


Cumhuriyet 12.04.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


1970 yılında Stuttgart istasyonunda trenden indiğinde elinde tahta bir bavul, cebinde de biraz para vardı. Fakat istekliydi, yetenekliydi ve çalışkandı. Onu bekleyen gizem dolu zor yaşamın üstesinden geleceğini biliyordu. Deneyimliydi, diplomalıydı ve İstanbul Hilton'dan bonservisliydi. Bundan 45 yıl önce Stuttgart'a ayak basan genç Burhan korkusuzdu. Henüz 16 yaşında Kastamonu'dan İstanbul'a geldiğinde tek amacı aşçı olmaktı. Ağabeyi Küçük Bebek'te lokanta işletiyordu. Fakat Burhan "akraba yanında çalışılmaz" deyip orada işe başlamaz. Çalışkanlığı, yeteneği ve güleryüzü ile kendi yolunu çizer. Yanında başka aşçılarla villalardaki zengin davetlerinde mutfaktan çıkmaz. Maçka Palas'ta, Bostancı'nın köşklerinde varlıklılara yemek pişirir. Bir zaman sonra Suat Hayri Ürgüplü'nün yanına girer. Yeşilyurt'taki villasında patronunun misafirlerine yeteneğini kanıtlar. Suat Hayri Bey Ankara'da senato oturumlarına gittiği günlerde tek başına Yeşilyurt'un keyfini çıkarır. Sonra aşçılık diploması, Hilton yılları ve birilerinin aracılığı ile geldiği Almanya... Stuttgart'ın değişik lokantalarında Alman mutfağını öğrenir. "Çalışmayana ekmek yok" deyip girdiği her yerde kendini sevdirir. Ve sonunda yöresel mutfağı yeğler. 1990'lı yılların başında Burhan Stuttgart'ın merkezinde kendi işini kurar. Küçük lokantasının adı kısa sürede duyulur. Masalar hiç boş kalmaz. Almanlar, önce biraz kötümser olsalar da kısa süre sonra bir Türk'ün pişirdiği Alman yemeklerinin tadına doyamazlar. Burhan işini geliştirir. Taşındığı yeni yer diğerinin üç katı büyüklüğündedir. Burası da dolup dolup boşalır.

Ağzının tadını bilen Almanlar Burhan'a gidiyor
Bugün Almanya'da resmi verilere göre tam 274 "yıldızlı lokanta" var. Çoğu kendi buluşları olan 'modern' yemekleri zengin müşterilerine sunuyorlar. Yöresel mutfağın temsilcileri ise gittikçe azalıyor, gerçek Alman mutfağı yok oluyor. İşte Kastamonulu aşçı Burhan'ın başarısının gizemi, bu boşluğu doldurmak. Bir kaç yıl önce yine kent merkezine döndü. Büyük bir Alman lokantasını devraldı. Stuttgart'ta ağzının tadını bilenler yine Burhan'a gidiyor. Öğle akşam masalar dolu. Haftanın hangi günü giderseniz gidin, rezervasyonsuz yer bulmanız güç. Ünlüler müşterileri. Ağzının tadını bilen politikacısı, sanatçısı, futbolcusu en iyi yöresel yemeği pişiren Türk'e gidiyor. Alman medyası da onu çoktan keşfetti. Gazeteciler, televizyoncular radyocular sık sık uğruyor lokantasına. Porsiyonlar büyük olsa da hafif, sindirimleri kolay. Et yemekleri az yağlı, yanında bol sebze. Hele bir patates salatası var ki, yeme de yanında yat! Hiçbir Alman aşçının yapamayacağı kadar leziz.

Şu sıralar Burhan lokantasını kendi gibi aşçı olan oğlu Fuat'a bırakıyor. Bu "devir teslim süreci" yavaş yavaş gerçekleşiyor. Yemeklerin tadında hiç değişme yok. Hâlâ 20 yıl önceki gibi leziz. Devamlı müşterilerine yenileri katılıyor. O ise artık mutfağa daha az giriyor. Oğluna öneriler veriyor, yapılanlara uzaktan bakıyor. Tanışlarını kapıda karşılıyor. Masalarına oturup çene çalarken bir gözü mutfakla serviste! Bana kalırsa, uzun yıllardır tanıştığım Burhan, geleneksel Alman mutfağını kurtardığı için madalya vermeleri gereken birisi! Artık daha sık gidiyor Türkiye'ye dinlenceye. Kimi zaman birlikte uçuyoruz Dalaman'a. O taksiden Marmaris'te iniyor, ben devam ediyorum yoluma. Datça'ya..!

www.ahmet-arpad.de

29 Mart 2015

"Ne zaman evleneceksin?"

Cumhuriyet, 29.03.2015
BASEL
AHMET ARPAD


Karşımda duruyor 300 milyon dolar! Ona bana bakıyor, ben ona bakıyorum! Elimi uzatsam dokunacağım. Okşayacağım onu. Fakat yanına yaklaşılmıyor. Benden başka onlarca insan hayranlık dolu bakışlarla seyrediyor. O bize hem çok yakın, hem de çok uzak! Kısa süre sonra daha da uzaklaşacak, terk edecek bizleri. Gidecek çok uzaklara. Arap emirlerinin malı olacak! İnsanların karşısından ayrılamadığı şey bir tablo! Bir Paul Gauguin. Daha doğrusu onun en değerli eseri "Ne zaman evleneceksin?". Yakında Arabistan yarımadasında, Katar'ın saray duvarları ardında gözlerden uzaklaşacak. Tahitili iki güzele 300 milyon dolar ödeyen Katarlı emirlerin daha önce Paul Cézanne'ın "İskambil Oynayanlar"ını ve Avrupalı ressamların başka yapıtlarını da çok yüksek fiyatlara satın aldığı anlatılıyor. Gauguin'i Arap yarımadasına satan, yaşamını az ötedeki Basel'de sürdüren Staechlin ailesi. Daha doğrusu The Rudolf Staechelin Family Foundation. Staechlin ailesinin dededen kalma ve uzun yıllardır Basel Sanat Müzesi'nde sergilenen çok değerli koleksiyonunda Van Gogh, Picasso ve Pissaro'nun da yapıtları yer alıyor. Ancak 1946'da Basel'de vefat eden Rudolf Staechlin'in çocukları ve torunları 1960'lı yıllardan başlayarak empresyonist ve post-empresyonist yapıtlardan oluşan koleksiyonundan bazı tabloları elden çıkarmıştır. "Ne zaman evleneceksin?"i satma nedenleri sorulan Staechlin: "Şu sıralar piyasa çok hareketli" diyor. "On yıl sonra ne olacağını kim biliyor? Geçen yıl bize yapılan öneri çok iyi idi." Dedesinden kalan koleksiyonun ailesi için hep "bir yatırım ve yaşam güvencesi" olduğunu da itiraf ediyor. Şu sıralar salonlarını elli Gauguin yapıtının doldurduğu Fondation Beyeler, sanat koleksiyoncuları Hildy ve Ernst Beyeler'in 1982 yılında kurdukları bir aile vakfı. Gezdiğimiz Gauguin sergisinin hazırlığı tam altı yıl sürmüş. Beyeler için eşsiz bir üstün başarı, Avrupa çapında heyecan verici bir sanat olayı! Rusya'dan Amerika'ya tam on üç ülkeden ödünç alınarak Basel-Riehen'e getirilen elli Gauguin yapıtının toplam piyasaya değerinin iki milyar Avro olduğu söyleniyor!

Avrupa'da çok inişli çıkışlı bir yaşam sürdüren Gauguin düşlediği üne bir türlü kavuşamaz. Yalnızlaşır, intihara kalkışır. İşte bu süreçte Güney Pasifik bölgesinin en büyük adası, Fransız Polinezyası'ndaki Tahiti'ye yerleşir. Eşsiz, bakir bir doğanın ortasında, uygarlığın henüz kirletmediği bir dünyada sadece sanatla yaşamak ister. Kendine çok değişik bir biçem geliştirir, eserleri canlanır, renklenir. Onlarda doğa, mistizm, erotizm, düş ve gerçek, neşe ve hüzün bir arada yaşar. Duyumsallık dolu ünlü kadın tabloları cennet köşe Tahiti'de oluşur. Ancak Gauguin zamanla Tahiti'de de mutlu olamayacağını anlar. Fransa'nın sömürgeciliği ve misyonerlik el değmemiş bu toprakları da değiştirmeye başlamıştır. Aradığı gerçek cennetin sadece düşlerinde olduğunu kavrar! Tutku ve serüven dolu bir yaşama, fakir ve hasta 54 yaşında veda ettiğinde, yitirilmiş o cennette yarattığı yapıtlara günün birinde milyarlar ödeneceğini nereden bilecekti? Fondation Beyeler'in girişinde insanlar bekleşiyor. Kuyruk, parkın yollarına taşmış! Az öteden kalkan 6 numaralı tramvaya binip Basel'in tarihi sokaklarını şöyle bir gezmeye gitmeli... Hava ilkyaz kokuyor.

www.ahmet-arpad.de

1 Mart 2015

Önce ağaçlar ölüyor, sonra da insanlar!

CUMHURİYET, 1 Mart 2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


"Yeşil ile bezenmiş bir çevreden özgür düşünce doğar" sözlerini Başbakan Erdoğan 2013'de söylemişti. Çok doğru! Başka bir gerçeğe de şu sıralar AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı Web sitesinde dikkati çekiyor: "Kirli hava tabakası canlı hayatı olumsuz yönde etkilemektedir. İstanbul nüfusunun hızlı artışı ve kalitesiz yakıt kullanımı nedeniyle 1985 yılından sonra hava kirliliği yaşanır olmaya başlanmıştır. 1990'lı yıllardan sonra tehdit edici boyutlara ulaşmıştır..." İstanbul gazeteleri bu ölümcül tehlikeye daha 20 yıl önce dikkati çekmiş, o günlerde: "İstanbul'da yaşamak ömrü 4 yıl kısaltıyor" diye başlık atmışlar! Yeşile zarar veren karbondioksit, azot monoksit, yeraltı sularına karışan nitratlar ve tarlalardaki çeşitli asitler kanser hastalığının baş nedenlerinden biri.

Ağaçlar olmadan insan yaşayamaz. Çünkü ağaçlar insanın neden olduğu hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizler. Uzmanların açıklamalarına göre bir hektar ladin ormanı yılda 32 ton, bir hektar kayın ormanı yılda 68 ton, bir hektar çam ormanı da 30-40 ton karbondioksit yüklü havayı emiyor. Sadece bir kayın ağacı saatte 1,5 kilogram oksijen üretiyor. Ağaç yaşlandıkça insanlara yararı artıyor. Örneğin 100 yaşındaki, 35 metre boyundaki bir kayın yılda 2,5 ton karbondioksot filtre edebiliyor. Bu nedenle endüstri ülkelerinin büyük kentlerinde yeşil alanlar çok önemlidir. 500 bin nüfuslu Stuttgart'ın merkezinin yüzde yirmisi yeşil alanla kaplı. Altı kilometrekarelik kent parkının yolları ve çayırları her mevsim insan dolu. Avrupa'nın en büyük parklarına sahip Viyana'da kişi başına 25 metrekare yeşil alan düşerken, her gün 4 milyon aracın yollarını aşındırdığı dev kent İstanbul'da bu alan bir metrekarenin altında. Sağlıklı bir yaşam için ise en az on metrekare gerekiyor! 30 Eylül 2010 günü Stuttgart'ta kent merkezindeki 25 tarihi ağacın kesilmesini engellemek isteyen kadınlı erkekli, genç, yaşlı binlerce kişiye gaz ve tazyikli su sıkan, onları sert coplarla döven polis, altısı ağır olmak üzere dört yüz kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Bu olay beş ay sonraki seçimlerde eyalet başbakanının başını yemiş, açılan ve uzun süren davalar sonucu emniyet müdürüyle beş polis de değişik cezalara çarptırılmıştı!

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu bir süre önce sunduğu yazılı soru önergesinde, 3. Boğaz Köprüsü uğruna 2 milyon 700 bin ağacın kesilmesiyle doğanın ve insan sağlığının olumsuz etkileneceğinden, hava kirliliğinin toplu ölümlere neden olabileceğinden söz etti. Son iki yılda İstanbul'a oksijen pompalayan ormanlara kıyıldı, yeni bir Boğaz köprüsü uğruna milyonlarca ağaç kesildi. Bu öyle bir kıyım ki uzaydan bile görünüyor! Cumhurbaşkanlığı konutu için de Atatürk Orman Çiftliği'nin yüzde 40'ı (900 hektar) yok edildi. Tanrıkulu sormaya devam ediyor: "Ağaçların kesilmesi İstanbul'da hangi hastalıkların artmasına neden olacaktır? İstanbul'da yılda kaç kişi hava kirliliğinden hayatını kaybediyor?" Ankara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Recep Akdur da hava kirliliğinin toplu ölümlere yol açabilecek ciddiyette olduğunu belirtiyor. "1990'lı yıllardan sonra hava kirliliği tehdit edici boyutlara ulaşmıştır..." diyen İstanbul Büyükşehir Belediyesi ise, dünyanın en büyük kentlerinden birine oksijen pompalayan ormanlarda üç milyona yakın ağacın kesilmesine nedense ses çıkarmıyor! Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) güncel açıklaması tüyler ürpertici: Avrupa'nın büyük kentlerinde yaşayan insanların yüzde doksanı zehirli hava çekiyor ciğerlerine! WHO'ya göre 2010 yılında tam 230 bin insanın ölümüne hava kirliliği neden olmuş. İki yıl sonra bu rakkam 280 bine çıkmış! ‘European Study of Cohorts for Air Pollution Effects'in (ESCAPE) bir araştırması da, ciğer kanseriyle kalp yetmezliğinin ana nedeninin hava kirliliği olduğunu kanıtlıyor. Yeşil hızla betonlaşıyor! Önce ağaçlar ölüyor, sonra da insanlar...


www.ahmet-arpad.de

23 Şubat 2015

Kitabın yaşı sonsuzdur

ZAMAN Gazetesi, 23 Şubat 2015

Nazilerin acımasız baskısından kaçarak Brezilya'ya yerleşen ünlü yazar Stefan Zweig, tam 73 yıl önce bugün, 23 Şubat 1942'de Petropolis'teki evinde ikinci eşi Lotte ile yaşamına son vermişti. 20. yüzyılın en duyarlı, en üretken yazarlarından biri olan denemeci, öykücü, biyografi yazarı Stefan Zweig'ı ölüm yıldönümünde kendi kaleminden çıkmış; düşüncenin, kitabın ölmezliği üstüne cümleleriyle anıyoruz.

Tekniğin gelişmesiyle nasıl tekerlek lokomotifin altında onu raylarda ilerletiyorsa, otomobili yollarda sürüyorsa, uçağı hareket ettirerek pervanesini döndürüyorsa, yazı da rulodan kitaba, tek tek kâğıtlardan bir araya getirilmiş yüzlerce kâğıda geçerek yaptığı gelişmeyle bireyin kendi içine kapanık düşünce ve görüşlerini artık geniş bir çevreye yaymasını sağlamıştır. Kitaplar sayesinde birey düşünceleriyle tek başlarına yaşamaktan kurtulmuş, kendini yeryüzünde olup bitenin, insanlığın düşünce ve duygularının ortasında bulmuştur. Günümüzde tüm düşün hareketlerinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamımızdaki etkileri sonsuzdur; ancak biz çoğu kez bunun farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir.

O, günlük yaşamımızın önemli bir parçasıdır. Yirminci yüzyılda kitabın mucizevi varlığı olmadan ruh dünyamızın ayakta durması mümkün değil. Kitapları okurken tanımadığımız insanların iç dünyalarını yaşamıyor, onların gözleriyle bakmıyor ve onların beyinleri ile düşünmüyor muyuz? Kitaplar aracılığı ile öğrendiklerim, yaşamımı bilgisizliğin sıkıcı darlığından kurtarıp özgürleştirmiş, ben küçük adama, değerler, coşku ve deneyimler kazandırmıştı. Çocuk ruhum macera kitaplarıyla etkilenmişti, bana yabancı ve vahşi gelen bir dünya, burjuva evimizin duvarlarını kırıp içeri girmişti, ben de onların dışına çıkmıştım. Yaşamı boyunca tek bir kitap bile okumuş olsa, yazılmış, basılmış olanların, sözlerin, düşünceler aracılığı ile sonsuzluğa ulaştırılmasının değerini kavramış olan her insan, günümüzde çok kişinin, hatta en akıllı geçinenlerin bile korkusu karşısında biraz da acıyarak gülümser.

KİTAPLARIN MİSYONU
Artık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli, diye yakınanlar var. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo sözlerle düşünceleri çok rahat, daha akıllıca nakleden buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak... Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kâğıtların oluşturduğu küçük deste kalıcılığını her zaman kanıtlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez. İnsan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, yaşamı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerin de yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever.


Son yıllarda gittiğim her yerde yazarların, düşünürlerin, şairlerin ve filozofların vatanı Almanya'nın, topluma zorla kabul ettirilen "nasyonal sosyalist felsefe" sonucu insancıl yaşama inanan birçok ülkeden nasıl uzaklaşmaya başladığını üzülerek hissettim. Benim gibi, yaşamak zorunda kaldıkları olaylar nedeniyle istemeye istemeye vatanlarından uzaklaşanların şimdi en önemli görevi, her şeyden nefret etmek yerine, sanki hiçbir şey olmamış gibi özenle ve sevgiyle, ısrarla kitap yazmaya devam etmektir. Bizler için üzerinde hâlâ durduğumuz toprak, düşüncelerimizle ve duygularımızla bağlı olduğumuz, hiç kimsenin çekip elimizden alamayacağı Alman dilidir! Ve şimdi her zamankinden daha güçlü olmalı, daha yoğun çaba göstermeliyiz. İnsanlık tarihinde dönüp geriye baktığımızda yazarların toplumlarını gururlandıran, onurlandıran ünlü eserlerini sürgünde yazmış olduklarını görürüz.

Yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan yazarlar için yaşam koşullarının güçleştiğini kabul etmek zorundayız. Başka bir dilin konuşulduğu yabancı bir topluma alışmak, yıllar boyu onu içine almış olan okur çevresinden uzaklaşmak ve bambaşka bir ortamda yepyeni sorunlarla bocalaşmak eskisi gibi verimli olmak isteyen yazarın karşısına çıkan en büyük engellerdir. Ancak o, işte şimdi başarılı olmak zorundayım, diyebildiği ve de buna inandığı sürece tüm engelleri aşabilir. O, yazarlık yaşamı boyunca inandığı yasaların peşinden gitmek zorundadır.

KİTAPLAR YAKILIP YOK EDİLEMEZ
Ben hep şuna inandım: Tüm düşünsel değerler arada sırada baskı altına alınır. Ancak onları değil parçalamak, değiştirmek bile mümkün değildir. Düşün, yaratıcılık ve kitap asbest gibidir; onlar yakılıp yok edilemezler. Belki düşünsel değerlerin geçici bir süre için çevrelerine yayılmaları ve etkili olmaları engellenebilir. Ancak onlar belli bir süre için etkilerini yitirseler de, günü geldiğinde tekrar canlandıklarında vurucu güçleri eskisinden de daha sonsuz olur. Kitapların yasaklanması, düşüncelerin takip edilmesi bize nasıl da gerekli olduklarını kanıtlar, içsel gücümüzü daha da güçlendirir. Bir kelimede veya bir eserde yerini almış her türlü düşünce sonsuza dek yitirilmez, korunur...

*Derleyen ve çeviren: AHMET ARPAD
(Metin Türkçede ilk kez yayımlanıyor)

8 Şubat 2015

Almanya’nın Türk polisleri

Cumhuriyet 08.02.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


Almanya’da eyalet emniyet teşkilatları polis kadrosunu güçlendirmek amacıyla 1990’lı yıllardan başlayarak yabancı kökenli polis memurlar almaya başlamıştı. Bunların çoğunluğu Türk’lerdi. Uzun yıllardır tanıdığım Kölnlü bir Alman polis o günlerde kendilerine kurslarda Türkçe öğretildiğini ve bu nedenle vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı semtlerde dilimizi bilmelerinin çok yararlı olduğunu anlatmıştı! Tanış mesleğinde çok ilerledi, bugün eyaletlerden birinde İçişleri Bakanlığı’nda görevli, Türkçesi hâlâ iyi, mutfağımızın hayranı, yaptığı Çerkes tavuğu, tarama, yaprak dolma çok leziz! Alman eyaletlerinde özellikle son üç yıldır daha çok yabancı kökenli kadın ve erkekler polis kadrolarına alınmaya başlandı. Almanya’da polis olmak için Alman pasaportu taşımaya gerek yok. Baden-Württemberg örneğinden yola çıkarsak Alman olmayan 200 polis eyalet emniyet teşkilatında görev yapıyor. Bunlardan başka tabii Alman vatandaşı olan, ancak sayıları istatistiklerde yer almayan yabancı kökenliler de var. Yapılan açıklamalara göre eyalet emniyet  teşkilatındaki  yabancıların yüzde sekseni Türk. 2012 yılında görevli tüm polislerin yüzde on altısı yabancı kökenliyken bu oran 2013’de yüzde yirmi ikiyi bulmuş.

Her eyalette amaç aynı. Yaklaşık 200 milletten insanın yaşadığı toplumda onların kültürlerini, dillerini, inançlarını, kafa yapılarını, örf ve adetlerini yakından tanıyan bu elemanlar polisin görevi oldukça kolaylaştırıyor. “Günlük çalışmamızda yabancılarla polis arasıdaki bariyerleri böylece daha rahat kaldırabiliyoruz” diyor eyalet emniyet teşkilatı sözcüsü yolladığı yazılı yanıtta. “İnsanlar bizi daha iyi anlıyor, sorunlar daha çabuk açıklığa kavuşturuluyor.” Özellikle Türklerin yoğun yaşadığı semtlerde görev yapan Türk kökenli polisler aracılığı ile bazı vatandaşlarımızın Alman polisine olan önyargısı kalkıyor. Toplumda sorunlarla yetişen çoğu gencimiz olay çıkardığında gelen polisin adının ‘Ahmet’ veya ‘Sibel’ olduğunu görünce rahatlıyor, sorun çok daha çabuk çözülüyor. Eyalet polis teşkilatı sözcüsü: “Bazı polisiye olaylarda soruşturma aşamasında işimizi kolaylaştırdıkları için onlar bize çok yararlı” diyor. Türklerin yoğun yaşadığı semtlerde çıkan olaylara yolladıklarında da aynı dili konuştukları için kısa sürede güven oluşuyor, sorunlar karakola gitmeden ortadan kalkıyor. Uzun yıllardır görev yapan Türk kökenli polislerden, teşkilata yeni yabancı eleman alınırken yapılan ön görüşmelerde, derneklerde ve camilerde düzenlenen bilgilendirme toplantılarında da yararlanılıyor.

Paris ve Belçika’daki olayların ardından tüm Almanya’da emniyet teşkilatlarının kadroları hemen genişletildi. Ülkede polis sayısı artıyor. Eyalet hükümetleri alelacele karar verdi, Anayasayı Koruma Teşkilatı’na da Arapça bilen elemanlar alınacak. Bu yenilikler (!) sonucu tabii yabancı kökenli, özellikle de Türkiyeli polislerin sayısında artma olacağı kesin. Yapılan resmi açıklamalara göre amaç, genç insanları, hangi kökenden olursa olsun, ülkenin ortak toplumsal geleceği için kazanabilmek! Bu nedenle Baden Württemberg Eyaleti’nde Uyum Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı 2013 yılından bu yana ortak bir çalışma içinde. Uyum Bakanı Bilkay Öney: “Polise alınacak yabancı kökenli gençlerle eyaletimizde emniyet teşkilatı güçlendirilecektir” diyor. Almanya’da artık polis de kültürlerarası bir toplumun aynası olmak zorunda. “İnsanına yakın bir polis kültürel çeşitliliği kabullenmelidir” sözleri de İçişleri Bakanı Reinhold Gall’ın. “Bu nedenle gittikçe daha çok yabancı kökenli insanımızı teşkilata alacağız.”

Aşkın Bingöl 1995’de Baden Württemberg eyaletinde emniyet teşilatına alınan ilk Türk kökenli polislerden. Mesleğinde hızlı adımlarla ilerleyen Bingöl zamanla narkotik büroda başkomiser olur. 2012 yılında Alman Polis Akademesi'ndeki yüksek lisans öğrenimini 120 kişi arasında birinci olarak bitirir ve Stuttgart yakınlarındaki Reutlingen kentinde emniyet müdür yardımcısı olarak göreve getirilir. Yabancı kökenli birisinin çaba gösterdi mi Almanya’da istediği her yere gelebileceğini kanıtlamış olan 39 yaşındaki Aşkın Bingöl şimdi Stuttgart’taki Eyalet İçişleri Bakanlığı’nda emniyet müdürü görevinde. Söylediğine göre Almanya’da bu göreve getirilmiş Türk kökenli başka polis yok. Sohbetimizin sonunda: “Bir demokrat olarak polis mesleğinin topluma bir hizmet olduğuna inanıyorum” diyor.

www.ahmet-arpad.de

18 Ocak 2015

Karlı ormanlar ve şarap keyfi...

CUMHURIYET, 18.01.15
STUTTGART
AHMET ARPAD

Ormanlar, evler, göz alabildiğine tarlalar. Yamaçlarda ağaçlar arasında hafif sis. Bembeyaz her yer. Kar doğanın üzerini örtmüş. Kış geri geldi Stuttgart yöresine. Kent merkezinden bindiğimiz banliyö treni bizi Rems vadisine götürüyor. Çok hızlı yol alıyoruz. İçinden geçtiğimiz uzun vadiler elma ağaçlarıyla, yamaçlar üzüm bağlarıyla, küçük köyler şirin lokantaları ve şaraphaneleriyle ünlü. Özellikle hafta sonlarında kent insanları Kernen, Romelshausen, Stetten, Schnait, Endersbach ve Beutelsbach'ın lokantalarına yörenin leziz yemeklerinin, beyaz, kırmızı, kalitelinin kalitelisi Riesling ve Trollinger şaraplarının zevkine varmaya geliyor.

Yarım saatlik bir yolculuğun ardından küçük bir tren istasyonunda iniyoruz. Bizi uzaktan gören tanışımız el sallıyor. Hava burada Stuttgart'tan daha da soğuk. Ağızlardan çıkan dumanlarda güneşin ışıltısı var. Köyün eski yapılarla çevrili alanında yürüyoruz. Karla kaplı dar sokaklarından geçiyoruz. Bir kaç kediden başka tek canlı yok ortalıkta. "Hirsch" adlı lokanta yer ayırtılmış. Bizi orada başka tanışlar da bekliyor. Az sonra kapısından içeri adımımızı attığımız lokanta bambaşka bir dünya. İçerisi sıcak ve ağzına kadar dolu. Büyük pencerelerden giren güneş aydınlatıyor tahta masaları, tahta kaplama duvarları, keyifli insanları. Kış aylarında yaptığı değişik av eti yemekleriyle ünlü bu lokantaya müşteriler uzaklardan geliyor. Tanışlar köşedeki yuvarlak masanın çevresine oturmuşlar. Bizi görür görmez el sallıyor, hep bir ağızdan: "Hoş geldiniz!" diye sesleniyorlar. Hemen şaraplar ısmarlanıyor, ardından da yemekler. "Siz de mi geyik eti yiyeceksiniz?" diye soruyor garson kız. Başımı, evet, anlamında sallıyorum. Büyük kupalarda şaraplar çabuk geliyor. Meşe fıçılarda yıllarca bekletilmiş şaraplar. Bir kaç yudumdan sonra masada sohbet hemen koyulaşıyor. Aldinger, Schnaitmann, Kuhnle, Ellwanger yörenin tarihi şaraphaneleri. Almanya'da her yıl kişi başına 20 litre şarap içiliyor. Topraklarında dünyanın en büyük medeniyetlerinin kurulmuş olduğu Anadolu'da, belgelere göre M.Ö. 10 bin yılında Çatalhöyük'de insanlar şarap içiyormuş. Bunu bir içki kültürü yapanlar M.Ö. 2 bin yılında Hititler olmuş. İviriz'de bulunan dev Hitit kabartmasında, bir elinde üzüm salkımı, diğer elinde buğday başağı tutan Dionysos mutlu! Hititler hem şarap içmişler, hem de tam 1500 yıl boyunca Küçük Asya'dan Mısır'a tüm bölgeye hükmetmişler! Şarap tanrısı Dionysos'un anavatanı topraklarda şimdi her yıl kişi başına 1 litre şarap içiliyormuş...

Ismarladığımız yemekler peşpeşe masaya geliyor. Garson kızlar dolu mu dolu büyük tabakları zor taşıyor. Karaca ve geyik, yanında brokoli, ince ince kesilmiş ev işi hamur haşlama, ağızda dağılıyor. Çekilmiş kişniş, kırmızı şarap, ardıç dutu, horozmantarından yapılmış sosu da enfes! Bazı tanışlar dana rostoyu daha leziz buluyor. Önce hafif haşlanmış, sonra tavada kızartılmış. Ünlü bir yöre yemeği. Yanında halka halka patatesler.  Masadakilerin çoğu üstlük olarak siyah erik kompostosuyla ceviz dondurmasını yeğliyor... Hiç de fena değil! "Hirsch", Rems vadisindeki en eski lokanta. 1803'den bu yana aynı aile çalıştırıyor. 1610 yılında inşa edilmiş şirin yarı kâgir yapının içindeki her eşyanın bir öyküsü var. İki saat sonra tanışlara veda edip çıkıyoruz. Bu güneşli kış gününde biraz yürümeli, kalorileri yakmalı, karlı ormanlarında geyiklerin, karacaların gezindiği Rems vadisinde...

www.ahmet-arpad.de

4 Ocak 2015

'Bırakın Yaşasınlar'

Cumhuriyet, 04.01.2015
STUTTGART
AHMET ARPAD


"Almanlar Türklere adaletli davranmalıdır. Almanların Türklere yaptığı korkunç ve fanatik bir yabancı düşmanlığıdır. Hatta faşizm ve ırkçılıktır..." Ocak 2009'da yitirdiğimiz ünlü yazar Johannes Mario Simmel bu sözleri 1983 yılında söylemişti. Bundan tam 32 yıl önce! Eserleri 35 ülkede 70 milyon satan, tümü de filme çekilen Avusturyalı yazarın uyarıları çoktan kulak ardı edilmiş gibi. Aradan geçen yıllarda yabancı düşmanlığı azalacağına arttı, hele son yılda gemi azıya aldı! NPD, NSU, HoGeSa, Pegida... Aşırı sağcılar Almanya'da gittikçe daha çok saldırgan olurken, politikacılar karşılarında yetersiz kalmayı sürdürüyor. Ülkede aşırı sağcılık, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık bugüne dek doğu Almanya kaynaklıydı ve onlarca yıl Nasyonal Sosyalist'lerin (NPD) tekelindeydi! Politikacılar arada sırada bu konuyla ilgileniyor, NPD'yi yasaklamaya çalışıyor, ancak başaramıyordu. Daha 2001'de Avrupa Komisyonu: "Ülkedeki yabancı düşmanlığı, ırkçılık, antisemitist düşünce ve hoşgörmezlik önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir" sözleriyle Almanya'nın dikkatini çekmişti. Ancak o günlerdeki sosyal demokrat İçişleri Bakanı Otto Schilly'nin: "En iyi uyum asimilasyondur" açıklaması bütün ümitleri suya düşürmüştü.

2011 yılında bir rastlantı sonucu, Doğu Almanya kökenli Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü NSU'nun 2000-2010 yılları arasında, sekizi Türk on kişiyi öldürdüğü ortaya çıkmıştı. Meclis Araştırma Komisyonu Mayıs 2013'te yayınladığı raporla özellikle Doğu Almanya'daki emniyet ve istihbarat kuruluşlarının bilerek veya bilmeyerek olup biteni görmezden geldiğine dikkati çekti. Mayıs 2013'te Münih'te başlayan ve bugünlerde sonuçlaması beklenen NSU davasında şimdiye dek, geride kalan 173 celseye karşın, doğru dürüst bir adım atılamadı! Mağdur avukatları NSU olayında "kurumsal ırkçılık" yapıldığını ve sorumluların yıllarca yanlış izlerin peşinden gitmiş olduğunu ileri sürüyor. Şimşek ailesinin avukatı, Stuttgartlı Jens Rabe: "Bunda soruşturma makamlarının yabancı kökenlilere karşı olan önyargısı kanımca önemli bir rol oynadı" diyor. Son açıklamalara göre dava bir yıl daha sürecek!

İşte bütün bu gelişmelerin ardından ülkede gittikçe daha çok tutucu görüşlü insanla aşırı sağcının sokağa dökülmesine, kol kola girip İslam, yabancı ve sığınmacılar karşıtı mitingler yapmasına şaşmamak gerek. Toplumsal sorunların sürekli arttığı, günlük yaşamın zorlaştığı ülkede insanlar yalnızlaştı, "adalarda" yaşamaya başladı. Almanlar kendilerinin ve ülkenin geleceğinden korkuyor. Yabancı kökenlilerin, hele Müslümanların ülkeyi 'ele geçireceğine' inanmaya başlayanlar az değil! "Batı'nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar" adı altında son aylarda sokağa dökülmeye başlayan on binler, aşırı sağcıların güçlendiğinin kanıtı. Aralık ayında açıklanan bir araştırmaya göre insanların yüzde kırk üçü, "Müslümanların sürekli arttığı ülkemde kendimi yabancı hissetmeye başladım" görüşünde! Yirmi bin yabancı karşıtının protesto gösterileri yaptığı günlerde Saksonya Eyaleti İçişleri Bakanı Markus Ulbig: "Afrika ve Balkan ülkelerinden gelen sığınmacıları red edeceğiz" diyerek sağcı popülizmi anımsatan bu sözlerle yangına körükle gitti. Alman Federal Polis Teşkilatı'nın en son basın açıklamasına göre aşırı sağcılar 2014 yılında sığınmacı yurtlarına doksan saldırı düzenlemiş! Bu rakkam 2012 ve 2013'deki toplam saldırıların üzerinde! Yazar Simmel'in "Bırakın Yaşasınlar" romanındaki ümitleri gerçekleşmedi...

Son aylarda aşırı sağcı ve tutucu görüşlü on binlerin ülkenin bir çok kentinde yürüyüşler yapması üzerine medya konuya eğildi, kilise papazından cumhurbaşkanına, yerel politikacıdan parti başkanına herkes açıklama yaptı. Aylardır susmayı yeğleyen başbakan Angela Merkel sonunda yılbaşı akşamı yaptığı televizyon konuşmasında bu konuya da değindi. Ancak 'masaya yumruk vuracağına', hükümetin ne gibi somut önlemler alacağını açıklayacağına, vatandaşlarına 'aşırı sağcıların peşinden gitmeyin' dedi! Başbakan Helmut Kohl da işine gelmeyen konulara kıyısından köşesinden dokunmayı, çözüm yerine suskunluğu yeğlerdi. Onun "wait and see" taktiğini, yanında yetişmiş olan Merkel de uyguluyor gibi! Resmi açıklamalara göre 2014 yılında Almanya'da bütün partiler (CDU 7200, SPD 12100) üye yitirmiş. Sağcı popülist parti AfD ise 6000 yeni üye kazanmış!

www.ahmet-arpad.de