29 Kasım 2020

Sevinçten ışıldayan gözler

Cumhuriyet, 29 Kasım 2020 

Çocukluğumuzun İstanbul'unda küçük panayırlar vardı, mahalle halkını eğlendirmek amacıyla kurulurdu. Çocukluğumuzda bayram yerleri vardı, genci yaşlısı açılmalarını özlemle beklerdi.

Kara tahta salıncakların yanı sıra atlıkarıncalar vardı. Anne babalarının ellerinden tuttuğu küçük çocuklar ilk kez geldikleri bayram yerinde biraz ürkek dolaşırdı. Gözlerini dönme dolaplardan, atlıkarıncılardan, uçan sandalyelerden ayıramazlardı. Pamuk helvacıların, kâğıthelvacıların, dondurmacıların, baloncuların, macuncuların önünden geçerken anne babalarının gözünün içine bakarlardı. Büyük semtlerde büyük alanlara kurulan lunaparklara sirkler de gelirdi. Çadırlarda tel cambazları ve trapezciler nefes kesen gösteriler yapardı.

'Düşsel oyuncak'
En çok anımsadığım, uzun yıllar yaz aylarını geçirdiğimiz Küçüksu'nun çayırındaki, haftalarca süren eğlencelerdi. Salıncakların, atlıkarıncaların yanı sıra çadır tiyatroları da tarihi ağaçların altına kurulurdu. Güldürüler, kukla ve gölge oyunları dört bir yandan gelen insanları keyiflendirirdi. Küçüksu'da sadece yüzmeyi öğrenmedim, sütlü mısırın tadına, bisiklete binmenin zevkine de orada vardım.

Almanya Cumhurbaşkanı Walter Steinmeier, konutunun büyük bahçesinde düzenlediği geleneksel dev yaz etkinliğine o yıl günlük yaşamın değişik alanlarında gönüllü görev yapmış, topluma yararlı olmuş 4 bin vatandaşı davet ediyor. İki gün süren açık hava partisine geçen yıl Ahlen'li Fredebeul ailesi de çağırılmıştı. Davet edilmelerinin nedeni, sahip oldukları 1919'da Thüringen'de Friedrich Heyn tarafından yapılmış sevimli ve şirin atlıkarıncalarıydı. Bellevue Sarayı'nın parkına kurdukları bu "düşsel oyuncak" on dört tahta hayvandan oluşuyor. Fredebeul'lar onu 2000 yılında mesleğine son vermeye hazırlanan Dinkelsbühl'lü bir panayır göstericisinde keşfetmiş. Almanya'da bir başka benzeri olmayan atlıkarınca şu hayvanlardan oluşuyor: Leopar, dağkeçisi, horoz, domuz, zebra... Bu hayvanları değiştirmek, yerlerine tilki, karaca, inek veya köpek de takmak mümkün.

Kısa süre önce bir kitapçıda karşıma çıkan 500 sayfalık, büyük boyut, 3.5 kiloluk dev bir kitabın konusu atlıkarıncaların tarihi! Ahlen'li Susanne Fredebeul bir çılgın, bu yapıta tam 28 yılını vermiş! Ümidini kesip her şeyi bir kenara bıraktığı anlar olmuş, ancak sonra kendini yine toparlamış, "misyonunu" sürdürmüş. İyi de yapmış! Kitap 800 tarihi atlıkarınca ve panayır oyuncaklarının fotoğraflarıyla ender planları da içeriyor. Değişik arşivlerden temin edilen patentler, sayısız belge, geçmiş yüzyıldan gazete makaleleriyle, okur çok kapsamlı bilgilendiriliyor. Onlarca yıldır sürdürdüğü çalışmaları ve yarattıklarıyla unutulmaya karşı bir savaş vermiş, vermeye de devam ediyor.

Tahta atların büyüsü
Susanne Fredebeul'un dev kitabında yazanlardan öğrendim, Avrupa'da ilk atlıkarınca bundan tam 400 yıl önce, 17 Mayıs 1620'de Osmanlı topraklarındaki Bulgaristan'ın Plovdiv kentinde kurulmuş. Almanya'da ilk atlıkarınca 1780 yılında Hanau'da dönmüş. Onlarca yıl insan gücüyle çalışan atlıkarıncalar, ilk kez 1863'te İngiltere'de buharlı makine gücüyle dönmeye başlamış. Fredebeul'la eşi, ömrünü Almanya ve komşu ülkelerde dikkatlerini çeken tarihi atlıkarıncaları toplayıp restore etmeye vermiş. "Onların çekiciliği beni büyülüyor", diyor. Fredebeul'ların tutkusu sınırsız. Tarihi atlıkarıncaları sadece cumhurbaşkanının yaz etkinliğine davet edilmiyor, Münih'teki dünyanın en büyük panayırı "Ekim Bira Festivali"ne de son on yıldır sürekli çağrılıyor. Koleksiyonlarındaki bazı asırlık tahta atlar büyük mağazaların vitrinlerine dekor oluyor, televizyon dizilerinde de "rol alıyor". Fredebeul çifti dev koleksiyonlarıyla "Alman kültür tarihi"ni koruyor.

Almanya'da atlıkarınca ve diğer panayır oyuncaklarının merkezi sayılan Thüringen eyaletindeki birçok yapımcıya ve yüzyıllar boyu yarattıklarına kitaplarında geniş yer veriliyor. Tahta atların büyüsü Susanne Fredebeul'un yaşam yolunu belirlemiş. "Onlara baktıkça çocukluk günlerimi anımsıyorum" diyor.

Almanya'da yaklaşık 5 bin panayırcı var. Bu yıla kadar işleri fena gitmiyordu, fakat son altı ayda her şey değişti. Yaşam savaşı veriyorlar. Çoğu, devlet desteği olmadan yaşanan krizi atlatamayacak. Küçük aile kuruluşları olan panayırcıların misyonu, insanlara neşe ve sevinç vermek. Aachen'li atlıkarıncalar sahibi Johannes Braun: "Bizi mutlu eden, çocukların sevinçten ışıldayan gözleri..." diyor.

25 Kasım 2020

'Bizler yarın da bir hiç olacağız'

Toplum Gazetesi, 25 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

Bir modern dünya vatandaşı... İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşünce savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın... Kültür aracılığıyla daha iyi bir dünya kurulacağına inanmış bir düşünür... Savaş karşıtı bir yazar... 28 Kasım Alman dili edebiyatının yazarlarından Stefan Zweig'ın doğumunun 139. yılı. O ününü hiç yitirmedi. Yapıtları günümüzde de tüm ülkelerde severek okunuyor

Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde… Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığı ile birleştiren, güçlendiren o insanlar... İşte Stefan Zweig'ın düşleri! İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek Stefan Zweig için yaşam koşuluydu...

O, Avrupalı bir Avusturyalı. Avrupalı bir modern dünya vatandaşı. İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünür. Savaş karşıtıydı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Eserlerinde hep doğruya inanır, savaşlardan nefret eder Zweig. Lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" (Türkçesi: Burhan Arpad) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır."

ZWEİG ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti. Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemlidir: "Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez… Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır..."

1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle Almanya karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth o günlerde Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek…" Fakat o günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'dan kaçtı. Stefan Zweig'ın mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı yavaş yavaş sona ermeye başladı. Nazilerin onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir kararla Salzburg'u terk etti, İngiltere'ye yerleşti. Ancak burada da kendini rahat hissetmedi. Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı.

VATANSIZ KİŞİ STEFAN ZWEİG

Avrupa'daki gelişmeler onu yeni depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Elli yedi yaşında 'haymatlos' olması ona pek ağır gelir. "Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamaz," diyen Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a şöyle yazar: "Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar." Zweig bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyordu. O günlerde Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektupta da çok kötümserdir: "Evim nerede bilemiyorum… Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor..."

'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'

Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile anıları Dünün Dünyası'ydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: "'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması". Sevmiş olduğu dünyasının kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı. "Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek…Bizler her yerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız". 1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Zweig'la ikinci eşi Lotte'yi Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Orada Avrupa'yı unutmak ister. Fakat oradan gelen korkunç haberlerle bunu başaramaz, huzura Brezilya'da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa'dadır. Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! 1941 Ekiminde ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektupta yakın gelecekte hiçbir yere gidemeyeceğini yazar. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder.

RUHSAL ÇÖKÜNTÜ VE SON

Stefan Zweig 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: "Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulur. Bir kaç gün sonra Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." satırları yer alır. Ölümünün üzerinden 78 yıl geçtikten sonra Salzburg'daki 'sevgili' evi hâlâ bir müze olamadı. Büyük çabalar sonucu ancak 2010 yılında bir Stefan Zweig Centre açılabildi. Yirmi yıl önce adı bir okula verilecekti, ancak o günlerde bakanlık "İntihar etmiş birinin adını bir okula veremeyiz" diye karşı çıkmıştı. 2014 yılına gelindiğinde Salzburg Pedagoji Akademisi'nin adı yazarın 133. doğum gününde yapılan bir törenle Stefan Zweig Akademisi olarak değiştirildi...

Stefan Zweig savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim" diyen "Yıldızın Parladığı Anlar"ın yazarı Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle bize her zamankinden daha çok gerekli.



18 Kasım 2020

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

Toplum Gazetesi, 18 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

2000'li yılların başında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanıyordu. Yine o günlerde Dünya Bankası, sunulacak kapsamlı bir deprem projesine 500 milyon dolar vermeye hazır olduğunu belirtiyordu.

Ancak ne o yıllarda bir proje hazırlandı, ne de Marmara depreminin ardından yirmi bir yıl sonra Dünya Bankası'na sunulacak bir proje var ortada.

Ranta dayalı zenginleşme

Her yanı denizlerle çevrili 2500 yıllık metropolün son altmış yetmiş kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örnekleri burada görülür. Menderes 'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştı.

Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.

Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Altmış küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir şehircilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. Zamanla 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi.

Son yirmi yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, holding ağalarının Büyükdere Caddesi'nin sağına, soluna diktiği 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residence'lar'... Gökdelenlerin modern kentcilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar...

Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... İstanbul hep çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacılarını, 'dinibütün' belediyecileri, 'referansı İslam' olan politikacıları gördü...

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan-filan, fasa fiso..."

Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü! İstanbul'da 325 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem olmuştur.

"Yağma Hasan'ın böreği"

Yıllar arkada kaldıkça da depremler arası süre kısalmıştır. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil.

Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul'u yetmiş yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! İnşaat Mühendileri Odası bir zamanlar açıklamıştı: "İstanbul'daki yapıların yüzde 90'ının yapı kullanma izni yok!" İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek! Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor!

Büyük yıkım olur

Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği her zaman için su götürmez bir gerçek.

Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? On binlerce insanın ölümünün, yüzlerce milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke.

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

9 Kasım 2020

9 Kasım: Almanya'nın Alınyazısı

EK Dergi, 9 Kasım 2020 

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Ahmet Arpad


İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp, Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır.

"Kavgam"la aşılanan ülkü

Ancak suçun işlendiği Bavyera eyaletinin Adalet Bakanı Franz Gürtner, geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir.

Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır…" 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım'da 'yakma emrini' verir! O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır.

1930'lar, Almanya'da Hitler, Türkiye'de Atatürk

Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Toplam 190 sinagog yangınlarla yerle bir edilir. SS'ler aynı gece 26 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2020, Almanya'da kayserin ihtilalle tahtan indirilmesinin ve monarşinin sonunun 102. yılı, Hitler'in Münih'te darbe girişiminin 97. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 82. yılı… İki Almanya'yı bölen duvarın yıkılışının 31. yılı…

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu!