29 Mayıs 2022

Manfred Osman Korfmann

Toplum Gazetesi/Almanya, 29 Mayıs 2022

Bir İstanbul-Stuttgart uçuşunda beraberdik. Yine Troia'dan dönüyordu, her zamanki gibi heyecanlıydı. Uçakta yan yana oturmuş, sadece kazılardan değil, havadan sudan da sohbet etmiştik. Kendisi gibi cana yakın eşi de yanındaydı. Uçaktan indikten sonra benimle pasaport kuyruğuna girmiş, sabırla beklemişti sırasının gelmesini. Turkish Airlines uçağından inen çoğu yolcu "AB ülkesi vatandaşları" girişinden çabucak çıkıp giderken, Alman/Türk pasaportlu Manfred Osman Korfmann Türk pasaportlularla aynı kuyrukta beklemişti.

Alçak gönüllüydü, duyguluydu, sabırlıydı. Onun bu nitelikleri ve insanımıza olan yakınlığı, Troia kazılarında yanında çalıştırdığı köylülerle arasında kolayca bir baba-oğul ilişkisi kurabilmesinin nedeniydi. Onun 1988'de büyük bir özveri ile başlattığı dev projenin başarıya ulaşmasında, dünya çapında yankılar uyandırmasında, çocukluğunu ve gençliğini ailesiyle Hitler'den kaçarak (1935-1946) ülkemizde geçirmiş olan yakın dostu Edzard Reuter'in katkılarını da burada belirtmek gerekiyor. 1987-1995 arasında Reuter'in yönettiği endüstri devi Daimler-Benz'in sürekli sponsorluğu olmasaydı, bugün Troia hâlâ toprağın altındaydı. Stuttgart'taki bir sohbetimizde bu proje desteğinin nasıl gerçekleşmiş olduğunu anlatmıştı: “Herr Korfmann'ın Troia'daki başarılarını biliyordum. Bir gün büroma gelmiş ve hemen konuya girmişti; her türlü destek konusunda çabucak anlaşmıştık.” Bu ortak çalışma kapsamında Daimler-Benz sadece Korfmann'ın Troia'daki çalışmalarının sponsorluğunu üstlenmemiş, kazılarda başarıyla kullanılan “Archäomog" robotunu da geliştirmişti.

Manfred Korfmann 2001 yılında, Troia kazıları nedeniyle Helga ve Edzard Reuter Vakfı'nın her yıl verdiği Birlikte Yaşamı Teşvik ödülünü almıştı. On üç yıllık kazıların ardından Korfmann'ın 2001 yılında Almanya'da düzenlediği ve ilkini Stuttgart'ta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in açtığı üç büyük Troia sergisini yaklaşık 800 bin kişi gezmişti.

Troia, bir Hitit yerleşimi

Korfmann bu küçük, fakat çok önemli Küçük Asya kentinin sanıldığı gibi bir Yunan kolonisi değil, bir Hitit-Anadolu yerleşimi olduğunu, kanıtlamıştı. Troia kazılarında bulunan tunç bir mührün üzerinde Luwi dilinde hiyeroglif bir yazı vardı. Luwi dili Anadolu'nun en eski dillerinden biriydi ve Hititler tarafından hiyeroglif yazılarında kullanılıyordu. Korfmann Troia'nın Tunç Çağı'nda kentleşmiş büyük bir yerleşme olduğunu da kanıtlamıştı.

Birkaç kez görüşmüştük, Troia'da veya Stuttgart'ta; sohbetlerimizi hep Türkçe yapardık. Ölümünden iki yıl önce sessiz sedasız çift pasaportlu olmuştu! Alman makamları Manfred Korfmann'ın Türk pasaportunu da cebine koyup, Manfred Osman Korfmann adını almasını onaylamak zorunda kalmışlardı! 'Osman', kazılarda çalışan Türk işçilerin ona taktığı lakaptı!

63 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Uluslararası bir müzenin Troia'da açılması için çok uğraşmıştı. Tüm eserlerin günün birinde yine kaçırıldığı topraklara geri dönüp o müzede sergilenmesini düşlemişti. Bağışladığı 6 bin kitap ile 10 bin makalesi, 2007 yılında Çanakkale'de açılan Korfmann Kütüphanesi'nde.

Ülkemiz Manfred Osman Korfmann'a (26 Nisan 1942 - 11 Ağustos 2005) çok şey borçlu... Geçtiğimiz 26 Nisan doğum günüydü, yaşasaydı 80. yaşını kutlayacaktı! Ülkemiz için daha çok verimli olacaktı.


22 Mayıs 2022

Papa Suikastı

Toplum Gazetesi, 22 Mayıs 2022

13 Mayıs 1981'de Mehmet Ali Ağca Vatikan'da Papa II. Jean Paul'ü öldürmek istemişti! Aradan tam 41 yıl geçmiş… Bu konu nereden mi aklıma geldi? Geçen hafta kitaplığımda, Alman kadın araştırmacı gazeteci Valeska von Roques'ın "Papa'ya Komplo" (*) adlı çalışması karşıma çıktı. Ünlü Alman haftalık dergisi "Der Spiegel"in çeyrek yüzyıla yakın İtalya muhabirliğini yapmış olan von Roques bu kitabı 2001 yılına yazmıştı; suikastın 20. yılında, ben de bir süre sonra Türkçe'ye çevirmiştim.

Gazeteci Abdi İpekçi'nin katili, tetikçi Mehmet Ali Ağca'nın Papa II. Jean Paul'e suikastını ele alan "Papa'ya Komplo"nun Hamburg'da yaşayan yazarıyla kısa süre sonra bir söyleşide bir araya gelmiştik. Görüşmemiz daha çok bu suikastın, daha doğrusu komplonun perde arkasında olup bitenler üzerine gelişmişti. Von Roques, Vatikan'da 4 Mayıs1998 gecesi işlenmiş ve bugüne kadar da nedeni ortaya çıkarılamayan üçlü bir cinayet üzerine kaleme aldığı "Vatikan'da Cinayet" adlı çok satan kitabın da yazarı. "Papa'ya Komplo" kitabında okura sunduğu bilgilerle cinayet girişiminin Soğuk Savaş yıllarının kirli bir operasyonu olduğunu, geri planda ABD ile Vatikan içindeki bazı güçlerin olduğunu kanıtlamak istiyordu. Kitabı yazarken çoğunlukla soruşturma hakimi Rosario Priore'nin 'Suikast' dosyalarından yararlanmış. Von Roques'a göre bu ortak suikast girişiminin nedeni, Vatikan'da birbirine rakip ve Ruhban sınıfı üyelerinden oluşmuş Faenza klanı ile Opus Dei tarikatı arasında amansız mücadeleydi. Polonyalı bir Papa'yı Vatikanın başında görmek istemeyen Faenza klanı daha çok Masonları andırıyordu. Papa'ya destek veren karşı grup Opus Dei ise oldukça köktenci bir Hıristiyanlığı yeğliyordu.

Aynı dönemde Amerika'daki bazı aşırı tutucu ve Sovyet Rusya karşıtı güçlerin çıkarlarıyla Vatikanlı Ruhban sınıfı üyelerinin çıkarları birbiriyle çok uyuşuyordu. Araştırmacı gazeteci von Roques şuna dikkati çekiyordu: "Biliyoruz ki 1980'li yıllara girildiğinde dünyada uluslararası bir yumuşama süreci başlamıştı, ancak Amerika'daki bazı güçler Batı ile Doğu arasındaki bu yumuşamanın çıkarlarına hiç uymadığını sezmişti. Vatikan içindeki II. Jean Paul karşıtları da 'komünist' Papa'dan kurtulmak istemekteydi."

Gerçekten de ABD'li güçler Doğu Avrupalı Papa'nın Polonya ile Sovyet Rusya'nın arasını düzelteceğinden, dolayısıyla tüm Avrupa'ya huzur geleceğinden çekiniyordu. Yazara göre Vatikan'ın hırs dolu piskoposları ile kapitalizmin kirli çıkarları birleşince o dönemde Batı'nın çevirmiş olduğu dolaplardan en çirkini gerçekleşmişti. Papa II. Jean Paul'ü öldürme girişimi Batılı güçlerin Soğuk Savaş'ta uyguladığı "covert operation"ların en korkusuzca olanıydı.

Türk gladyosunun rolü

Kitabın yazarı Valeska von Roques'a göre o yılların Soğuk Savaş ortamında Papa suikastı çok kirli bir oyundu. Suikast suçu Sovyetler Birliği'ne yıkılarak bu ülkenin uygar dünya dışında kalması amaçlanıyordu. "KGB ve Bulgaristan tezi işte bu nedenle ortaya atılmıştır", diye konuşmuştu yazar. "Bu oyunda bir CIA adamı olan Paul Henze ile kadın gazeteci Claire Sterling çok önemli iki rolü üstlenmişlerdi." Papa suikastında 'Bulgar parmağı' tezinin sahibi tabii gazeteci Sterling değildi. Geri planda ipleri tutan CIA, adamı Henze aracılığı ile bu 'görevi' Sterling'e verir ve kamuoyunu inandırıcı bir dosya hazırlaması istenir. Araştırmaları sonucu ortaya atılan 'KGB+Bulgar tezi'nin uydurma olduğunu kitabında kesinlikle ve inandırıcı bir şekilde kanıtlayan Valeska von Roques, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Soğuk Savaş strateji uzmanı Michael Leeden'in de tezin fikir babalarından biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Amaç, o dönemde Sovyetler Birliği'nin "Kötülüğün İmparatorluğu" olduğunu dünya kamuoyuna inandırmaktı. Önüne konulan verileri bir papağan örneği sorgulama aşamasında ve yargıç karşısında tekrarlayan M. Ali Ağca suçsuz Bulgarların tutuklanmasına ve uzun yıllar hapis yatmasına neden olmuştu.

Kitapta anlatılanlara göre 1983 yılındaki ikinci davayı izleyen Uğur Mumcu yanındaki İtalyan kadın meslektaşına: "Adam çok akıllı, çıkarlarını korumasını da çok iyi biliyor", der. "Ne söylemesi gerektiğinin de bilincinde..." Aynı davada tanık olarak dinlenen Abdullah Çatlı da: "Eğer bu mahkemede Ağca'nın 'Bulgar tezi'nin doğru olduğunu açıklarsak Almanya bize 200.000 dolar verecek, himayesi altına da alacaktı", diye konuşur.

Araştırmacı gazeteci Valeska von Roques iki yılı aşan çalışmaları sırasında İtalya ve Vatikan'dan başka Türkiye'den Amerika Birleşik Devletleri'ne birçok ülkede araştırmalar yapmış, "Papa'ya Komplo" kitabıyla perde arkasındakilerin kimler ve amaçlarının ne olduğunu ortaya çıkarmayı başarmıştı. İtalyan gizli servisi Sismi'nin bir ajanının verdiği bilgiye göre, suikastta iki Amerikalı keskin nişancı da görevlendirilmiş. Bu kişilerin görevi, Ağca silahını kaldırdığı anda öldürücü atışı yapmaktı, ancak son dakikada bu plandan vazgeçilmiş ve keskin nişancılar aynı gün apar topar Amerika'ya dönmüştü. O yıllarda görev yapmış bir başka Sismi elemanı da yazarın dikkatini şuna çekmişti: Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Ağca kurşun sıkarken tabancasını 4-5 metre ötedeki Papa'nın başına değil de, aşağı doğru tutmaktaydı. Bu iki olay Papa'nın öldürülmesinden vazgeçilmiş olduğunu, sadece yaralanmasının amaçlandığını kanıtlıyordu.

"Papa suikastta ölmediği için çok mutluyum"


Valeska von Roques'un sayısız tanığa ve zengin belgelere dayanarak kaleme aldığı "Papa'ya Komplo"da anlatılanlar ülkemizi de yakından ilgilendiriyor. Abdi İpekçi cinayeti ile adını ilk kez duyuran Ağca'nın nasıl biri olduğunu yakından izliyor, Türk gladyosunun aktörlerinin Batılı gizli servis örgütlerince nasıl korunduğunu da görüyorsunuz. Kitabında Oral Çelik'e de değinen yazar: "Onun anlattıklarıyla İtalyan yargıç Rosario Priore'nin soruşturmaları sonu ortaya çıkardıkları örtüşüyor", diyor. "Bu nedenle suikastta önemli bir rol oynamış olan Çelik'in açıklamaları çok ilginç kaynak olarak kabul edilmelidir." Akıcı anlatım ve değişik kurgu "Papa'ya Komplo" kitabına bir gerilim romanı akıcılığını veriyor.

Sedat Peker için birkaç yıl önce bir TV röportajında: "O botokslu mafya lideri", diyen Ağca'nın şu sıralar İstanbul'da yaşadığı söyleniyor. 2009 yılında İtalyan Diva e Donna dergisine yaptığı açıklamada iki yıl önce din değiştirerek Katolik olduğunu söylemiş ve: "2010 yılında serbest kalınca Roma'ya gelip sevgili kardeşim Wojtyla'nın mezarını ziyaret etmek istiyorum", diye eklemişti. İki yıl önce de İngiliz Mirror gazetesine şunları söylemişti: „Papa suikastta ölmediği için çok mutluyum… O benim için kardeş gibi olmuştu. 2005'te öldüğünde kendimi kardeşim ya da en iyi arkadaşım ölmüş gibi hissettmiştim.” İngiliz gazetecinin yazdığına göre Mehmet Ali Ağca İstanbul'da sokak hayvanlarına bakarak günlerini geçiriyor!

(*) "Papa'ya Komplo" / Valeska von Roques/ Çeviren: Ahmet Arpad/ Yordam Kitap/ Ocak 2008/ 224 s.

15 Mayıs 2022

Alpler'de bir "Kartal Yuvası"

Toplum Gazetesi, Almanya, 15 Mayıs 2022


Stefan Zweig "Dünün Dünyası" yapıtında (Çeviri: Burhan Arpad, 1964) Salzburg yıllarını anlatırken şöyle söz eder: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp, damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde, fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

* * *

İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde gölün yemyeşil suları, Königsee'ye akan pırıl pırıl dereler. Yaklaşık 2000 metre yükseklikteyiz. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alpler'in karlı dorukları... Obersalzberg tepelerindeyiz. Bu dağın 1933'ten bu yana kötü bir ünü var... Yörenin güzel ve sağlıklı doğasına hayran olduğu için 1923 yılından başlayarak her yıl burada haftalar geçiren Wolf adında biri, kendine hep Moritz Pansiyon'da oda kiralıyordu. Königsee ve Berchtesgaden yakınlarındaki yamaçlar o yılların Almanyası'nda yavaş yavaş ünlenmeye başlamıştı. Varlıklı ailelerle ünlü politikacıların çok çabuk alışmıştı ayakları Obersalzberg'e. 1930'lu yıllara girildiğinde bay Wolf, güzel bir evi "Adolf Hitler" adına sürekli kiralar! Birkaç yıl sonra da yakındaki koskocaman bir villayı satın alır. 1933 yılına gelindiğinde Hitler, çevredeki arazileri ve başka villaları da tek tek elde eder. Ülke yönetimini hızla ele geçirmeye başlayan bu insan, mülkünü satmak istemeyenleri "Toplama kamplarına gönderirim" tehdidi ile inadından vazgeçirir.

"Türk'ün Yeri"

Hitler'e bir süre karşı çıkan ve binasını satmayan tek kişi, yamacın en güzel köşesinde "Türk'ün Yeri" adlı pansiyonu işleten Karl Schuster idi. Naziler üzerine söyledikleri nedeniyle bir süre Dachau Kampı'na tıkılan Schuster, sonunda tehditler altında pansiyonu elden çıkarmak zorunda kalır ve kısa süre sonra da ölür. Savaş yıllarında Hitler'in Rayh güvenlik kadrosunun konakladığı pansiyon, 1945'ten sonra Obersalzberg'de sahiplerine geri verilen tek binaydı. Onlarca yıl "Türk'ün Yeri" adı altında pansiyon ve lokanta olarak çalıştırıldı. Sürekli doluydu. Müşterileri, başta Amerikalılar olmak üzere yabancılardı. Buraya "Türk'ün Yeri" denmesinin nedenine gelince... Şimdiki binanın yerinde 17. yüzyılda da bir pansiyon ve lokanta varmış. O zamanki sahibi 1683 yılında, Viyana'yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordularına karşı savaşmak için askere alınmış. Osmanlılar'ı Viyana kapılarından püskürttükten sonra savaştan evine dönen adam binasını pansiyon-lokanta olarak çalıştırmaya devam etmiş. Yöre halkı da ona, Türklere karşı savaşmış olduğu için "Türk", pansiyonuna da "Türk'ün Yeri" demeye başlamış. Burası son zamanlarda kapalıydı; 2021 yılında yöreden bir zengine satıldı, yaklaşık 3 milyon Avro'ya.

"Kartal Yuvası"

Führer'in çayevinden seyrediyor insanlar ayaklarının altındaki doğa harikasını. Uçurumun bağrına sipsivri bir çıkıntı gibi saplanan terasta 1944 yılına dek Hitler, yanında Eva'sı, ayaklarının dibinde üç köpeği, keyif çatıp çayını yudumlarken, kafasından yeni "kötülükler" geçiriyordu. Alpler'deki bu "kartal yuvası" ona Nasyonal Sosyalist Parti yönetiminin 50. doğum günü armağanıydı! Martin Bormann'ın sadece 13 ayda inşa ettirdiği, yaklaşık 150 metrelik bir kayanın sivri tepesine oturtulmuş yapıya ulaşmak bir macera. Önce kayalara oyulmuş, abajurlarla aydınlatılmış 124 metrelik bir tünelde ilerliyorsunuz. Sonra, tavanından sallanan kocaman bir avizenin, duvarlarındaki kollu şamdanları pırıl pırıl aydınlattığı, içi tamamen pirinç levhalarla kaplı kırk yedi kişilik asansörle kayaların içinden 124 metre yükseliyorsunuz, sadece 41 saniyede. Ziyaret sonrasında tünel çıkışında bekleyen özel otobüsler insanları tekrar Berchtesagaden'e indiriyor. Buraya ulaşan yol özel araçlara kapalı. Sık sık çam ormanları arasından geçen, bir tarafı uçurum yol çok dik ve daracık. 1939'da tamamı kayalara oyulan 6.5 kilometrelik bu yolu da Bormann açtırtmış. Otobüs ardı ardına tünelleri geçerek 1100 metreye iniyor. Yolcular buradan sonra kendi özel araçlarıyla, ya da başka bir otobüsle yollarına devam ediyor. İsteyenin ovaya inmeden önce göreceği başka şeyler de var. Az yukarda, bir düzlükte, doruklar manzaralı beş yıldızlı bir otelle, az ötesindeki "Belgeler Merkezi". Bavyera Eyaleti'nin 2005 yılında 50 milyon Avro harcayarak 100 dönümlük araziye kondurduğu lüks otel dev bir uçan daireyi andırıyor. Zengin müşteriler kocaman pencereli lüks odalarından dumanlı Alp doruklarını seyredip düşlere dalıyor. Aşağılarda, durgun suları yeşil, beyaz, mavi Königsee. Üzerinde küçük gezinti gemileri, ötelerde sivri kayalara kanat çırpan kartallar...

Hitler'in Temmuz 1944'de terk edip savaşı Doğu Prusya'daki "Wolfsschanze”den (Kurt İni) yönetmeye başlamasının ardından boş kalan Obersalzberg tesislerini Amerikalılar 25 Nisan 1945'de bombalayıp yerle bir etmişti.

8 Mayıs 2022

Viyanalı rahatına düşkündür

Toplum Gazetesi/Almanya, 8 Mayıs 2022

AHMET ARPAD

Kahve alışkanlığı Sultan IV. Mehmet'in askerlerinin 1683'de Viyana kapılarından çekilirken geride bıraktığı çuvallar dolusu kahveyle başlayan Orta Avrupalı bu alışkanlıktan kendini 300 küsur yıldır kurtaramamıştır.1685'den başlayarak Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun ünlü kentleri Viyana, Budapeşte ve Prag'da ardı ardına kahvehaneler açıldı. Bu kentlerin keyfine ve rahatına düşkün insanları oralarda saatlerini geçirmeye başladı. Budapeşte'de Gerbaud, Central, New York yüzlerce yıldır kente damgasını vurmaya devam ediyor. Moldau kenti Prag'ın Avrupa düşünce ve edebiyat dünyasını etkilemiş olan Cafe Arco'nu, Cafe Louvre'u, Cafe Slavia'sı günümüzde hâlâ açık. Kapılarından içeri girdiniz mi, gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arıyor.

Leopold Hawelka bir Viyana tarihiydi

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun eski başkenti Viyana ise, kahvehane geleneğini günümüzde diğer iki kentten daha titiz sürdürüyor. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alıyor. Schnitzler, Werfel, Freud, Zweig'ın saatler geçirdiği tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında günümüzde iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılıyor, kitap okunuyor, mektup yazılıyor. Sacher, Central ve Dehmel daha çok turistlerin tanıdığı ve uğramadan Viyana'dan ayrılmadığı kafeler. Bir de Braeunerhof, Korb, Sperl, Prückl var ki, oralarda sadece Viyanalı görürsünüz. Burg Tiyatrosu'nun ünlü aktörlerine rastlamak istiyorsanız mutlaka tiyatronun az ötesindeki Café Landtmann'a uğrayın. Herren Sokağı'nın sonundaki Cafè Griensteidl'e Schnitzler, Hugo von Hofmannstahl, Hermann Bahr devamlı müşteri olmuştur. Az ötedeki Café Braeunerhof'da Thomas Bernhard gazetelerini okumuş, birileri ile tartışmış, Elfriede Jelinek Stephan Katedrali'nin yakınındaki Cafè Korb'dan uzun yıllar çıkmamış. Daracık Dortheer Sokağı'ndaki Café Hawelka 1950'den bu yana kent merkezinin çok sevilen bir edebiyatçılar, ressamlar ve gençler kahvehanesi. Ernst Fuchs, ressam Hundertwasser, aktör Qualtinger, Oskar Werner, Elias Canetti, Andy Warhol, Henry ve Arthur Miller sürekli müşterileri olmuş. Şu sıralar tarihi masalarını daha çok aydın gençler dolduruyor. Sahibi Leopold Hawelka 2011 yılında öldüğünde 100 yaşındaydı, oğluna devrettiği kahvehanesine her gün geldi, her zamanki köşesinde oturdu, cin gibi bakışlarıyla olup biteni dikkatle izledi!

Viyanalı hafif alaycıdır

Yüzyıllar boyu bir dünya imparatorluğunun başkenti olmuş Viyana kozmopolitliğini hiç yitirmemiştir. Viyanalı hafif alaycıdır, rahatına düşkündür, her şeyi hemen ciddiye almaz. Viyanalı bürokratik bir monarşide ayakta kalabilmek için yüzyıllar boyu kendine hep çıkar yollar aramış, yaşamında çoğu kez kaçamağı yeğlemiştir.

Her Viyanalı'nın ailesinde mutlaka bir Macar, bir Polonyalı, bir Çek, bir Yahudi vardır. Eski Viyana'da varlıklı aileler evlerinde Bohemyalı hizmetçi kızlar, Macar kadın aşçılar ve Çek çocuk bakıcıları çalıştırırdı. İmparatorluğun askerleri ve memurları birkaç yıllığına gönderildikleri uzak eyaletlerden Slavca, İtalyanca, Macarca öğrenmiş, oralı kızlarla evlenmiş dönerdi. Viyana mutfağı da hep Bohemya, Macar, İtalyan, Bavyera mutfaklarının etkisinde kalmıştır. İmparatorluğun dört bir köşesinden gelenler yüz yıllar boyu başkent Viyana'nın hoşgörülü ortamında uyum içinde kendilerini geliştirmişlerdir. Gluck Bohemya'dan, Haydn Macaristan'dan, Beethoven Ren bölgesinden, Mozart Salzburg'dan, Brahms Hamburg'dan gelip burada ünlerine kavuşmuşlardır. Hugo von Hofmannsthal Yahudi, İtalyan ve Viyanalıdır.

Viyana'da gündüzleri kocaman parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız. Akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Otelinize dönmeden önce loş sokaklarında gezindiğiniz kentin kahvehaneleri, lokantaları, şaraphaneleri geç saatlere kadar açıktır. Fazla düşünmeyin, girin birinden içeri. Masalarda sohbet eden, gülen, şarabını yudumlayan insanlar oturur.

Ismarlayın kendinize bir kadeh kırmızı şarap. İyi gelir uykuya...

1 Mayıs 2022

"Kaçmasaydık, Bugün Yaşamıyordum"

 Toplum Gazetesi Almanya, 1 Mayıs 2022

Speyer istasyonunda trenden indi. Sağına soluna şöyle bir bakındı ve sonra ürkek adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Küçük istasyon binasının önünde bir taksi bekliyordu. Bir an düşündü. Kent merkezine yürüse miydi, yoksa taksiyle mi gitseydi? Hava serin, fakat güneşliydi. Yürümeye karar verdi. Karşı kaldırıma geçti. Sağa doğru gitmesi gerektiğini biliyordu. Büyük bir bahçe içinde kocaman, gösterişli, kırmızı tuğladan tarihi bir bina dikkatini çekti. Demir bahçe kapısında "Villa Ecarius" yazıyordu. Yoluna devam etti ve birkaç sokak sonra sola saptı. Uzaktan büyük katedralin kuleleri görünüyordu. Oraya gidecekti. Annesi, babası ve ablasıyla bu kenti terk ettiklerinde o bir yaşındaydı. Doğmuş olduğu topraklara hiç dönmemişti. Ana babası çoktan yaşamıyordu. Ablasını da beş yıl önce yitirmişti. Doğduğu toprakların hasretine daha çok dayanamamış, tek başına yola koyulmuştu.

"Çoktan Öldürülmüştük"

1939 sonbaharıydı, apar topar, her şeyi geride bırakarak son anda bu kenti terk ettiklerinde. Önce yakın Fransa'ya kapağı atmışlardı. Birkaç ay sonra da İngiltere'ye. İleri yıllarda savaş sürüp gitmişti. Babası anlatmıştı savaş sonrası yıllarda niçin aniden evlerini bırakıp buralara geldiklerini. "Kaçmasaydık", demişti, "bugün yaşamıyorduk, çünkü toplama kampından birinde çoktan öldürülmüştük."

Sağına soluna pek dikkat etmeden, düşüncelerle ve anılarla dolu yürüdü. Bomboş küçük sokaklardan, iki üç katlı daracık evlerin arasından geçti. "Greifengasse" yazıyordu tabelada. Bakışlarını katedralin kulelerinden ayırmadan ağır ağır devam etti yoluna. 'Predigergasse", oradan da geniş, upuzun Maximilian Caddesi. Buraları ablasının anlattıklarından anımsar gibi oldu. O yıllarda Speyer'in bu tek büyük caddesinden atlı arabalar ve tramvaylar geçermiş. Dosdoğru yürüdün mü katedrale çıkılırmış. Az ötede sinagog, köşeyi döndün mü banyo. Ablası "Pfaffengasse" adlı sokaktaki ikokulun birinci sınıfından ayrılmış... Şimdi koskocaman, devasa katedral karşısında. Durdu. Hiç kıpırdamadan bakışlarını yüksek kapısında, sonsuza tırmanan kulelerinde gezdirdi... İnsanlar gidip geliyor, karıncalar örneği kocaman alanda hareket ediyorlardı. Esther Lieberberg ise hareketsiz öyle duruyordu. Düşündü bir an için, gireyim mi katedrale? Sonra yürüdü, küçük adımlarla kocaman kapıya yaklaştı.

"Ne Değişti Ortaçağ’dan Günümüze?"

Katedralin içi daha da yüceydi. Sütunlar ve kubbeler sonsuza yükseliyordu. 1025 yılında temeli atılan Speyer katedrali 1981’den bu yana Unesco Dünya Mirası dev bir yapı. O, sıraların arasında gezindi. Arka bölüme geçti. Bir an için ürperir gibi oldu. Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Speyer'e gelmesinin nedenlerinden biri de Tarih Müzesi'ndeki "Ortaçağda Avrupa Yahudileri" sergisiydi. İsa 'dan önce 6. yüzyılda Yahudiler bugünkü Irak topraklarını terk edip önce Doğu Akdeniz kıyılarına, sonra da Roma döneminde İtalya üzerinden Batı Avrupa'ya göç etmişlerdi. Ren havzasına 4. yüzyılda Romalılar'la geldiklerinde Cermen kavimleri buralarda henüz yoktu. Yahudi tüccarlar Ortadoğu ile Orta Avrupa arasındaki ticaret köprüsünü oluşturmuşlardı. Speyer, Worms ve Mainz Yahudiler'in "kaleleriydi". Yahudi düşmanlığı o çağlarda da kendini göstermişti. 1348-1350 arasındaki büyük veba salgını sırasında "Yahudiler su kaynaklarımızı zehirliyorlar" gibi bir bahaneyle radikal Hıristiyanlar Yahudiler arasında kıyıma girişmişlerdi. Bu düşmanlık hep devam etmiş, 1500'lere girildiğinde Alman kentlerinden kovulmaya başlanmışlardı. 1529'da Speyer sinagogu ellerinden alınmıştı.

Esther Lieberberg, az sonra kendisini Judengasse" denilen sokakta bulduğunda, ne değişti ortaçağdan günümüze, diye düşündü. Yürüdü. Az sonra yerin üç kat altındaki eski banyonun taş basamaklarını ağır ağır inerken çok dalgındı. Her şeye karşın, bir yaşında terk etmiş olduğu doğum yeri kente 83 yıl sonra günübirliğine de olsa döndüğüne pişman değildi.