Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi çevirmen-yazar Burhan Arpad, "Meslekte İz Bırakanlar" toplantılarının 6'ıncısında TGC Burhan Felek Konferans Salonu'nda anıldı
İSTANBUL – Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği "Meslekte İz Bırakanlar" toplantıları devam ediyor. TGC üyelerinden, gazeteci-çevirmen-yazar Burhan Arpad, "Meslekte İz Bırakanlar" toplantılarının altıncısında anıldı.
İstanbul tutkunuydu
Toplantının açılış konuşmasını TGC Başkanı Turgay Olcayto yaptı. Başkan Olcayto, "Çevirmen, gazeteci- yazar, İstanbul tutkunu Burhan Arpad'ı anmaktan mutluluk duyuyoruz. Kendisiyle tanışmıştım. Bana çok sevdiğim 'Tütün' isimli kitabını imzalamıştı. O kitabı kütüphanemin 'en başucu kitapları' olarak ayırdığım yerde tutuyorum" diye konuştu.
Örnek bir gazeteciydi
Toplantıya konuşmacı olarak katılan TGC Önceki Başkanı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Erinç, Bizim Gazete yazarı-şair, eleştirmen Eray Canberk, gazeteci-yazar Adnan Özyalçıner, Burhan Arpad'ı çeşitli yönleriyle anlattı. Gazeteci-yazar Adnan Özyalçıner, şunları söyledi: "Burhan Arpad, benim tanıdığım bir ağabeyiydi. Babıali'ne geldiğimde tanıdım Burhan Arpad'ı… Çok çalışkan, örnek bir gazeteciydi. Burhan Arpad gazetecilik yaşamında, öyküleriyle romanında ve bütün öteki yazılarında ortaya koyduğu politik, siyasal görüşlerini, geleceğe olan güvenini özyaşamında da sürdürmüştür. Sendikal mücadele içinde meslektaşları Hasan Yılmaer, Erol Dallı ile birlikte "Batıda Toplu Sözleşme ve Basın Sendikaları" adlı bir kitap hazırlamıştır."
Edebiyata önemli katkı
Gazeteci Özyalçınar, Arpad'ın edebiyata katkılarını ise şu sözlerle anlattı: "Burhan Arpad'ı yoğun gazetecilik çalışmalarının yanı sıra asıl edebiyatımıza öykü, roman, gezi yazıları, tiyatro eleştirileri, anı, bir de Alman edebiyatı ile Avusturya edebiyatından aktardığı çeviri kitaplarıyla yaptığı katkıları anmalıyız. Burhan Arpad, bütünüyle gerçekçi bir yazardır. Yazdığı her yazıda toplumsal ilişkilerle çelişkiler bütün çıplaklığıyla yer almıştır. Özellikle romanıyla öykülerinde bu tutum baskın bir özellik gösterir. Öykücü olarak Burhan Arpad, 1940 kuşağının toplumcu gerçekçi yazarları arasında yer alır. Dönemin savaş karşıtı şairleriyle yazarlarından biri de odur. Zaten bu tavır 1940 kuşağının temel görüşüdür. Arpad, kendi romanıyla öykülerinde toplumcu gerçekçi tavrını sürdürmekle kalmamış Alman edebiyatından yaptığı Erich Maria Remarque ile Anna Seghers'in romanlarının çevirileriyle toplumcu gerçekçi görüşü destekleyerek edebiyatımıza da toplumcu gerçekçi anlayışa da önemli bir katkıda bulunmuştur."
Kent insanı Burhan Arpad
"Burhan Arpad bir kent insanıydı" diyen gazeteci Özyalçıner, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bir İstanbulsever, bir İstanbul yurttaşıydı. Bu bakımdan Burhan Arpad'ı bir İstanbul yazarı saymak gerekir. İlk öykü kitabı 1940'da yayınlanan "Şehir 9 Tablo" dur. Adından anlaşılacağı gibi kentin içinden dokuz öykü dokuz ayrı görünüm, dokuz sıradan insanın/insanların yaşamları yer alırken kentin bütünü betimlenir, bir anlamda resmedilir. Bu tür bir anlatımla onun, tiyatro sahnelerini andıran tablolar biçiminde olayı ortaya koyması hemen bütün öyküleri için geçerlidir. Toplumcu gerçekçi içerikli, yenilikçi bir biçimi olan öykülerinin yer aldığı bu ilk kitabını dönemdaşı şair Hulusi Dosdoğru ile birlikte romancı Halit Ziya Uşaklıgil'e gönderir. Usta yazar Halit Ziya'dan aldıkları mektup, bu genç yazarları yüreklendiricidir. 19. ölüm yılında andığımız Burhan Arpad'ın örnek bir insan, örnek bir gazeteci, örnek bir yazar-edebiyatçı olarak etkisini sürdürdüğüne/sürdüreceğine inanıyorum/inanıyoruz. Genç gazeteci, yazar, edebiyatçıların da bu inancımızı paylaşacaklarına güveniyoruz."
Tiyatroya kaynak eser
TGC Önceki Başkanı Orhan Erinç, şunları söyledi: "Burhan Bey ile Cumhuriyet Gazetesi'nde aşağı yukarı 10 yıl kadar çalıştım. Yaşıtlarının ve bizden kıdemlilerin söylediğine göre; çok içten, ince yürekli, saygılı ve atılgan bir kişiliği vardı. Burhan Bey, ben doğduğum yıl gazeteciliğe başlamış. '10 parmağında 10 marifet var' diye tanımlanan ustalarımızdan biriydi. Sadece gazetecilikle yetinmedi, özellikle Almanca'dan çevirileri, edebiyata kazandırdı. En önemli özelliklerinden biri Dârülbedayi şimdiki adıyla İstanbul Şehir Tiyatrolarının kuruluşundan itibaren görev alan yöneticileri, sahne alan sanatçıları; anılarıyla kaleme alarak tiyatro tarihimiz açısından çok önemli bir kaynağı da bırakmış olmasıdır. Sanatçıların, orta oyuncuların Anadolu turnelerinde yaşadıklarını yazdığı kitaplarla belgelemiş, bu gün de şehir tiyatroları hakkında araştırma yapmak isteyen gençlere çok önemli bir kaynak yaratmıştır. Burhan Bey, sadece tiyatro ile değil; sinemayla da çok yakından ilgiliydi. Aynı zamanda sinema eleştirmeni idi. Bir dönemin Türk rejisörlerin de sıraya girip ödül aldığı Berlin Film Festivali'nde 1961 – 1964'te jüri üyeliği yapan ve kendini dünyaya da kabul ettiren bir ustamız olduğunu söyleyebilirim. Burhan Arpad, bir İstanbul tutkunuydu. Cumhuriyet Gazetesi'nde salı günleri ikinci sayfada 'Hesaplaşma' başlığı altında İstanbul'un eksikliklerini, yozlaşmakta oluşunu, mimar yolsuzluklarını anlatan, çözüm öneren yazılar yazardı. Öykücülük alanında çok başarılıydı. Burhan Bey, bizim de yetişme bahtiyarlığına eriştiğimiz, kimi davranışlarını, yaklaşımını özellikle 'gazeteciliğin kötüye kullanılmaması' konusunda örnek aldığımız ustalarımızdan biriydi."
Arpad'ın eserlerine yeniden kavuşacağız"
Önceki Başkan Erinç, Arpad'ın eserlerine okuyucuların tekrar kavuşacağının müjdesini ise şöyle verdi: "Burhan Arpad'ın oğlu Ahmet Arpad, Almanya'da yaşıyor ve Burhan Bey'in kitaplarının yeni baskılarının yapılması konusunda çalışıyor" dedi.
Hakkında yazılanlar
TGC önceki Başkanı Orhan Erinç, konuşmasında Burhan Arpad için söylenenleri de şöyle aktardı:
Çelik Gülersoy: "Burhan Arpad eski haksız ve içten dıştan çürümüş devlet çatısının çöktüğünü, yeni ve onurlu bir devletin kurulmasını yaşamış bir tanık, bir sosyalisttir. Çok partili dönemde çıkar ortaklıklarında birbirleriyle çok iyi anlaşanlardan uzaklaşmasını bildi…Çok partili dönemde çıkar ortaklıklarında birbirleriyle çok iyi anlaşanlardan uzaklaşmasını bildi.. Arsa spekülatörleri-politikacılar-lumpen proletarya üçlüsünün kente ve insanımıza verdiği onulmaz zarar netlikle gördü, çekincesiz açıkça yazdı."
Mücap Ofluoğlu: "Burhan Arpad, kendi kendini yetiştirmiş gerçek bir aydındır. 1936 yılında Vakit Gazetesi'nde başlayan basın emekçiliğinde, tiyatro yazılarında ve eleştirilerinde, toplumcu ve gerçekçi öykülerinde hep doğru bildiği yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısıdır…"
Tahir Alansu: "Burhan Arpad, konularını yaşamöyküsel türde ele alarak edebiyatımızda başkalarının pek beceremediği bir işi başarmıştır."
Melih Cevdet Anday: "Burhan Arpad'ı öykülerinde kesin yargıdan, büyük sözlerden kaçınması yazdıklarının daha keyifle okunmasını sağlıyor…"
Uğur Mumcu: "Öykü, çeviri ve yazıları ile elli yıldır Babıâli yokuşunu durmadan tırmanır Burhan Arpad…"
Yüksel Pazarkaya: "Burhan Arpad, 20. yüzyılda ülkemizde en güzel izi bırakmış aydın ve yazarlarımızdan biri olarak edebiyatımızda ve edebiyat tarihinde yerini alacaktır.
Almanca öğrenme tutkusu
Eray Canberk, Arpad ile ilgili şunları anlattı: "İşe adliye muhabiri olarak başladı. Adliye muhabirliği, insanları olduğu gibi, her yönüyle tanımasına yol açar. Burhan Arpad, bundan çok yararlanmıştır. 'Adliye muhabiri olmasaydım bu kadar şeyi göremeyecektim' demiştir. Bir de benim dikkatimi en çok çeken konu Arpad'ın Almanca öğrenme tutkusu. Hikayelerinde görünen emek, işçi sınıfı, sigara fabrikasında çalışmasından kaynaklanıyor. Burhan Arpad, genç yaşta babasını vefat edince hayatını kazanmak için sigara fabrikasında muhasebe yardımcısı olarak işe başlamış. Bu arada Almanca bir film görüyor ve o filmde Almancayı çok beğeniyor. Öğrenmeye karar veriyor. Öğlen paydoslarında yürüyerek Tünele gidiyor, Almanca öğretmeninden ders alıyor, iş başı düdükleri çalmadan da fabrikadan içeri girmiş oluyor. Buna karşılık da aldığı ücreti, Almanca öğretmenine veriyor."
Biyografi dersi verilmeli
Canberk, biyografinin de önemine dikkat çekerek liselerde edebiyatın dışında biyografi dersinin verilmesinin gençlere çok önemli katkılar sağlayacağını anlattı. Yazar Canberk, "Bir yazarı anlamanın en güzel yolu elbette yazarın eserlerini okumaktır. Benim yıllardan beri üzerinde durduğum bir konu var. Liselere biyografi dersi konulmalı. Çocuklara edebiyat dışında biyografi okutulmalı. Eğer tarih, özellikle yakın tarihi öğretmek istiyorsak bu çok önemli. Bunun en güzel örneği Burhan Arpad'ın kitaplarıdır. Arpad, Türk okurunun bilmediği, tanımadığı yazarları bize çevirerek kazandırmıştır" dedi.
Münevver Çakırtaş
Bizim Gazete, 28.12.2013
Cumhuriyet, 28.12.2013
28 Aralık 2013
22 Aralık 2013
'Özgür düşünce kuş gibidir..!'
Cumhuriyet 22.12.2013
SALZBURGAHMET ARPAD
Noel öncesi Salzburg ışıl ışıl, rengârenk. Dar sokaklar, alanlar ve tarihi yapıların altındaki geçitler insan dolu. Stefan Zweig üzerine çalışmaları ve kitaplarıyla ünlenmiş Gert Kerschbaumer ve değerli bir arşivi barındıran Salzburg Stefan Zweig Centre'in müdürü Dr. Klemens Renoldner'le Café Tomaselli'ye gidiyoruz. Salzach kıyısındaki şirin kent, Noel'e bir kaç hafta kala en canlı, en hareketli günlerini yaşıyor. Eski tanış Kerschbaumer son yıllarda "Uçan Salzburglu" ve "Stefan Zweig-Friderike Zweig Mektuplaşmaları, 1912-1942" eserleriyle adını duyurdu. Özellikle uzun bir uğraşı sonucu yayınladığı kalın "Mektuplaşmalar" kitabı titiz bir özverinin ürünü. Zweig doğumun 132. yılında Salzburg'da Stefan Zweig Centre'in düzenlediği çeşitli etkinliklerle anıldı. Bu etkinliklerin birinde, Salzburg Devlet Tiyatrosu yönetim kurulu üyesi ve rejisör Peter Arp, yazarın ünlü eseri "Yıldızın Parladığı Anlar" (Almancadan çeviren: Burhan Arpad) kitabından 'Güney Kutbu İçin Mücadele' minyatürünü okudu. Ünlü yazarın doğum günü olan 28 kasımda sayısız davetli Salzburg kütüphanesinin salonunu doldurmuştu. Bundan 72 yıl önce aynı gün Zweig yaşamındaki en son doğum gününü sığınmış olduğu Brezilya'da, Petropolis'te kutlar. Yanında kendisine çok yakın bir kaç tanışı vardır. 60 yaşına bastığı o gün çok kötümserdir, çünkü geleceğe olan ümidini artık yitirmiştir. Ertesi sabah, 29 Kasım 1941 tarihinde, ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektup: "Üzücü gün çok şükür geride kaldı," sözleriyle başlar.
Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. 'İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim' diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanının yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugüne dek hep güncel kaldı. 2013'de kitapları ölümünün ardından 70 yıl geçtiği için bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de artık telifsiz yayınlanabiliyor. Bundan yararlanan irili ufaklı bir çok yayıncı bu yıl peşpeşe Stefan Zweig bastı. Şu sıralar vitrinlerde aynı eserin bir kaç değişik baskısını yanyana görmek mümkün. Hatta öyle ki 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının bu en ünlü yazarının dev eserlerinin yazıldığı dil Almanca'dan değil Fransızca çevirisinden çevrilmiş baskılarını (bunu okura açıklamaya hiç gerek görmeden) alelacele piyasaya sürmeye cesaret eden, bir çevirmenin kitaba verdiği özgün adı aynı kitabın başka bir çevirmene ısmarladıkları çevirisinde hiç çekinmeden kullanan ünlü, ünsüz yayıncılar bile var!
Café Tomaselli'den içeri giriyoruz. Salzburg'un bu ünlü kahvehanesi her zamanki gibi dolu. Şöyle bir sağa sola bakınıyoruz. Tek boş masa, hemen solda, pencere yanındaki küçük masa. Yanımızdan geçen yaşlıca garson gülümseyerek: "İyi akşamlar, Beyler," diyor. Peşinden yürüyoruz. Adam boş masanın üzerindeki "rezerve edilmiştir" kartını kaldırıyor. Oturuyoruz. "Salzburg hep dolu bir kent," diye konuşuyor Kerschbaumer. "İnsanın kaçacağı geliyor; bir Festival haftalarında, bir de şu Noel öncesinde..!" Mırıldanıyorum: "Zweig da Festival süresince Salzburg'dan hep kaçardı." Masadaki iki Salzburglu gülümsüyor.
www.ahmet-arpad.de
2 Aralık 2013
"Dönüşüm" ve Prag'da Kafka izleri
Prag'a gelip de kahvelerine, daha doğrusu kıraathanelerine uğramamak olmaz. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan bu mekânların düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu bugün de hissediyorsunuz. Kent merkezinden geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp, Moldau kıyısına doğru uzanırken mutlaka Café Louvre'a bir uğramalı. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Café Louvre günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı Louvre 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş.
Prag'da, Franz Kafka'nın doğmuş olduğu bu kentte başı boş gezinirken kolayca onlarca yıl geriye dönüp, anılara dalabilirsiniz. Bu güzel Moldau kentinin sokaklarında Kafka'nın Milena'ya olan aşkının peşinden gider ya da var olmanın dayanılmaz hafifliğini tadabilirsiniz.
Prag kocaman, art nouveau, süslü, yüz yıllık yapılarıyla insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Gezinen nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Büyük alanda sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller müşteri bekliyor. Az ötede Paris Caddesi… Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Hepsi son yıllarda elden geçmiş, bakımlı yapılar. Altlarındaki şık mağazalar Paris'i aratmıyor. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğunu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından otuz bine yakın Yahudi Prag'a dönmüş. Hitler'den kaçanların torunları...
Sonra sokaklar daralıyor. Artık Franz Kafka'nın dünyasındasınız. Güney Bohemya'dan gelip, Prag'a yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz yaşamını Yahudilerin gettosu Josefov'da geçirir. Praglı yazarlar Jarovlas Hasek ve Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, Prag'ın başka semtlerinde de yaşar. Bu arada birkaç yılını Prag kalesinin gölgesinde uzanan Simyacılar Sokağı 22 numarada geçirir. Ancak küçük ve dar evdeki yaşama çok fazla dayanamayıp, yine taşınır. Yeni evi Moldau'ya yakındır. Fakat o da dardır, havasız ve rutubetlidir. Kafka'nın hastalığı ilerler; Prag'ı uzun süre için terk eder. 1924 yılında Viyana yakınlarındaki Kierling'de öldüğünde 41 yaşındadır. Prag'ın Zelivskeho mahallesindeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor. Moldau kıyısında şimdi güzel bir müzesi var...
Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Heykeltraş Jaroslav Rona onu yaratırken "Bir Savaşın Tasviri" öyküsünden esinlenmiş. Üç buçuk metre yüksekliğindeki kara heykel içi boş, kafasız bir giysi. Omuzlarında bir insan oturuyor. Heykelin dibinde, ayaklarının önünde çiçekleri çoktan solmuş küçük bir çelenk. Az ötede eski-yeni sinagog, iki saatli tarihi belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında.
Yaşamında çoğu kez dışlanmış olan Franz Kafka uzun öykü diyebileceğimiz "Dönüşüm"de sanki bazı yaşam birikimlerini kaleme almış. Sürekli iç sorunları olan, kendini bir yerde ailesi için ‘kurban' eden Gregor Samsa'yı yaşamı boyunca hiç kimse anlamamıştır, ne annesiyle babası, ne de kızkardeşi. Onlar Gregor'un çalışmakla yaşamını garanti altına aldığına inanırken, oğulları çalışarak getirdiği parayla evdekilere güzel ve mutlu yaşam sağladığı, daha doğrusu kendini onlar için ‘kurban' ettiği inancındadır. Çok şeye katlanan Gregor eleştirisel, karşı çıkan biri değildir; o zırhı kalın, içi yumuşak bir böcek gibidir. Ailesine olan çocukca bağlılığı böceğe dönüştükten sonra da kalır. Bir böcek olarak evinde geçirdiği dönemde de ailesinin ona yaptıklarına karşı çıkamaz.
Burada çok ilginç, daha doğrusu anlaşılmaz olan, kısa süre sonra Gregor dahil bütün ailenin dönüşümü çok olağanmış gibi kabullenmesidir. Uykusundan böcek olarak uyanan Gregor yaşadığı dönüşüme karşın hemen giyinip, işe gitmeye niyetlidir. Onun yaşam sorunu kişiliğidir; aşırı alçakgönüllüdür ve kendine özgüveni yoktur. Gregor bir gün olsun kendini ailesinin kıskacından kurtaramamış, annesiyle babasının mutluluğundan sorumlu olduğuna hep inanmıştır. Geçmişine sırtını dönüp, gönlünce yaşamasını hiç bilmemiştir. Ailesinin eve para getiren oğulları olmadan da yaşayıp, geçinebileceklerini, yıllarca acımasızca sömürülmüş olduğunu Gregor ancak dönüşümünden sonra fark etmiştir. Bir sabah uyandığında aniden böceğe dönüşmüş olmasını bir yerde her şeyden kaçma, hatta bir baş kaldırma olarak kabul etmek gerekir. O artık dayanılmaz, tek düze bir yaşamdan, her şeye boyun eğen bir birey olmaktan ve içine kıstırıldığı sistemin çarkları arasından kurtulmak istemektedir. Ancak aile içindeki yabancılaşmanın böceğe dönüşmesinin ardından da sürdüğünü fark eder. Bu 'yeni' yaşamı da bir çözüm, bir kurtuluş değildir. Ailesi onu yine dışlamaktadır, çünkü başkalaşmış olan oğulları artık işlerine yaramıyordur. Böcek yaşamında da yalnız kaldığının farkına varan Gregor kendisiyle ve dünyasıyla barış içinde, her şeye razı yaşama veda eder...
Franz Kafka'nın, Aralık 2013'de Remzi Kitabevi'nde çıkan "Dönüşüm" adlı eserine Ahmet Arpad'ın yazdığı önsöz
Prag'da, Franz Kafka'nın doğmuş olduğu bu kentte başı boş gezinirken kolayca onlarca yıl geriye dönüp, anılara dalabilirsiniz. Bu güzel Moldau kentinin sokaklarında Kafka'nın Milena'ya olan aşkının peşinden gider ya da var olmanın dayanılmaz hafifliğini tadabilirsiniz.
Prag kocaman, art nouveau, süslü, yüz yıllık yapılarıyla insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Gezinen nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Büyük alanda sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller müşteri bekliyor. Az ötede Paris Caddesi… Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Hepsi son yıllarda elden geçmiş, bakımlı yapılar. Altlarındaki şık mağazalar Paris'i aratmıyor. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğunu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından otuz bine yakın Yahudi Prag'a dönmüş. Hitler'den kaçanların torunları...
Sonra sokaklar daralıyor. Artık Franz Kafka'nın dünyasındasınız. Güney Bohemya'dan gelip, Prag'a yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz yaşamını Yahudilerin gettosu Josefov'da geçirir. Praglı yazarlar Jarovlas Hasek ve Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, Prag'ın başka semtlerinde de yaşar. Bu arada birkaç yılını Prag kalesinin gölgesinde uzanan Simyacılar Sokağı 22 numarada geçirir. Ancak küçük ve dar evdeki yaşama çok fazla dayanamayıp, yine taşınır. Yeni evi Moldau'ya yakındır. Fakat o da dardır, havasız ve rutubetlidir. Kafka'nın hastalığı ilerler; Prag'ı uzun süre için terk eder. 1924 yılında Viyana yakınlarındaki Kierling'de öldüğünde 41 yaşındadır. Prag'ın Zelivskeho mahallesindeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor. Moldau kıyısında şimdi güzel bir müzesi var...
Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Heykeltraş Jaroslav Rona onu yaratırken "Bir Savaşın Tasviri" öyküsünden esinlenmiş. Üç buçuk metre yüksekliğindeki kara heykel içi boş, kafasız bir giysi. Omuzlarında bir insan oturuyor. Heykelin dibinde, ayaklarının önünde çiçekleri çoktan solmuş küçük bir çelenk. Az ötede eski-yeni sinagog, iki saatli tarihi belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında.
Yaşamında çoğu kez dışlanmış olan Franz Kafka uzun öykü diyebileceğimiz "Dönüşüm"de sanki bazı yaşam birikimlerini kaleme almış. Sürekli iç sorunları olan, kendini bir yerde ailesi için ‘kurban' eden Gregor Samsa'yı yaşamı boyunca hiç kimse anlamamıştır, ne annesiyle babası, ne de kızkardeşi. Onlar Gregor'un çalışmakla yaşamını garanti altına aldığına inanırken, oğulları çalışarak getirdiği parayla evdekilere güzel ve mutlu yaşam sağladığı, daha doğrusu kendini onlar için ‘kurban' ettiği inancındadır. Çok şeye katlanan Gregor eleştirisel, karşı çıkan biri değildir; o zırhı kalın, içi yumuşak bir böcek gibidir. Ailesine olan çocukca bağlılığı böceğe dönüştükten sonra da kalır. Bir böcek olarak evinde geçirdiği dönemde de ailesinin ona yaptıklarına karşı çıkamaz.
Burada çok ilginç, daha doğrusu anlaşılmaz olan, kısa süre sonra Gregor dahil bütün ailenin dönüşümü çok olağanmış gibi kabullenmesidir. Uykusundan böcek olarak uyanan Gregor yaşadığı dönüşüme karşın hemen giyinip, işe gitmeye niyetlidir. Onun yaşam sorunu kişiliğidir; aşırı alçakgönüllüdür ve kendine özgüveni yoktur. Gregor bir gün olsun kendini ailesinin kıskacından kurtaramamış, annesiyle babasının mutluluğundan sorumlu olduğuna hep inanmıştır. Geçmişine sırtını dönüp, gönlünce yaşamasını hiç bilmemiştir. Ailesinin eve para getiren oğulları olmadan da yaşayıp, geçinebileceklerini, yıllarca acımasızca sömürülmüş olduğunu Gregor ancak dönüşümünden sonra fark etmiştir. Bir sabah uyandığında aniden böceğe dönüşmüş olmasını bir yerde her şeyden kaçma, hatta bir baş kaldırma olarak kabul etmek gerekir. O artık dayanılmaz, tek düze bir yaşamdan, her şeye boyun eğen bir birey olmaktan ve içine kıstırıldığı sistemin çarkları arasından kurtulmak istemektedir. Ancak aile içindeki yabancılaşmanın böceğe dönüşmesinin ardından da sürdüğünü fark eder. Bu 'yeni' yaşamı da bir çözüm, bir kurtuluş değildir. Ailesi onu yine dışlamaktadır, çünkü başkalaşmış olan oğulları artık işlerine yaramıyordur. Böcek yaşamında da yalnız kaldığının farkına varan Gregor kendisiyle ve dünyasıyla barış içinde, her şeye razı yaşama veda eder...
Franz Kafka'nın, Aralık 2013'de Remzi Kitabevi'nde çıkan "Dönüşüm" adlı eserine Ahmet Arpad'ın yazdığı önsöz
1 Aralık 2013
Hitler yandaşı bir yargıç
Cumhuriyet, 1 Aralık 2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Susanne Filbinger babasının 2007 yılında ölümünün ardından tavanarasında bir sandık içinde 60 defter bulur. Bu defterler merhumun yaşamı boyunca ailesinden saklamış olduğu günlükleridir. Kardeşleri engellemek istese de Susanne Filbinger'in kitaplaştırdığı bu günlükler bir kaç ay önce piyasaya çıktı. Baba Hans Filbinger 1913 Freiburg doğumludur. Lisenin ardından 1933'de hukuk öğrenimine başlar. Aynı yıl Nasyonal Sosyalist Üniversite Öğrencileri Birliği'ne üye olur. Kısa sürede "Hıristiyan olmayanlara ve Alman toplumuna yabancı güçlere karşı çıkmalıyız" gibi görüşlerle çevresinde ünlenir. 1934'de Hitler'in "Yıldırım Kıtaları"na (SA) katılır. Genç Hans Filbinger hırslıdır. 1937'de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) üyesi olur. Savaş sürecinde Nazi Almanyası'nda askeri yargıç olarak görev yapar. Çoğunlukla deniz kuvvetlerinde suç işleyenler (!) onun karşısına çıkarılır. Filbinger savaşın son aylarında bile idam kararları talep bir Nazi savcısıdır. Yeni kurulan Almanya'da hiç kimse Filbinger'in kılına bile dokunamaz. O avukat olarak yaşamını sürdürür, Hıristiyan Demokrat Parti'ye (CDU) girer, kısa süre sonra Freiburg belediye meclisine seçilir, parti içinde hızla yükselir. 1960'da eyalet meclisinde milletvekilidir. Kurt G. Kiesinger kabinesinde içişleri ve milli eğitim bakanlıkları yapar. 1966'dan 1979'a kadar Baden-Württemberg Eyaleti başbakanı Hans Filbinger'dir! Nazi Almanyası'ndaki geçmişi, Hitler döneminde yandaş bir savcı ve yargıç olması sağcı görüşlü ve tutucu çevresinde hiç kimseyi rahatsız etmemektedir. Hatta 1974 ve 1977 yıllarında Almanya'ya yeni bir cumhurbaşkanı aranırken Hans Filbinger'in adı hep adaylar arasında geçer. Ancak aynı süreçte ünlü tiyatro yazarı Ralf Hochhut Filbinger'in „bir Hitler savcısı" olduğunu belgeleriyle ortaya koyar. Ünlü rejisör Thomas Bernhard'ın o aylarda yazdığı "Emeklilkten Önce" adlı oyununu ünlü rejisör Claus Peymann Stuttgart'ta sahneler. Kısa sürede büyüyen tartışmaya eski savcı önce: „O zaman doğru olan şimdi yanlış olamaz" görüşleriyle karşı çıkmaya uğraşır. Hochhut aleyhine açtığı davayı kaybeder. Hatta bu dava sürecinde eski Nazi yargıcının dört idam kararının altında imzası olduğu ortaya çıkar ve Hitler yandaşı Filbinger Baden-Württemberg Eyalet Başkanlığ'ından istifa etmek zorunda kalır. Ancak o görüşlerinden vazgeçmeye hiç niyetli değildir; kısa süre sonra aşırı sağcı, tutucu Weikersheim Araştırmalar Merkezi'ni kurup başına geçer. 2007 yılında Filbinger'in cenaze töreninde yaptığı konuşmada: "O Nazilerin bir kurbanıydı, o nasyonal sosyalist değildi, kendini baskı rejiminin zincirlerinden kurtaramamıştı” sözleriyle Hitler yandaşı eski yargıcı koruyan eyalet başbakanı Oettinger bir skandala imza atar. O günlerde CDU sekreteri olan ve: "Eyalet başbakanımızın Filbinger üzerine söyledikleri çok doğru,” diyen Thomas Strobl şu sıralar Merkel'in beş yardımcısından biri! Oettinger ise skandal konuşmasının ardından görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. 2009'dan bu yana Merkel'in yolladığı Brüksel'de AB Enerji Komiseri olarak görev yapıyor!
Savaşın ardından Hans Filbinger örneği bir çok eski savcı ve yargıcın yeni kurulan Almanya'da yine görevlere getirildiği bilinen bir gerçek. Özellikle 1960'lı yıllara kadar Federal Almanya Adalet bakanlığı bünyesinde çalışanların üçte ikisinin Nazi geçmişi olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkmıştı. Bunun nedenini ülkenin ilk başbakanı Konrad Adenauer şöyle açıklamıştı: "Temiz suyun olmadığı yerde kirli su dökülemez!" Nazi geçmişli yargıç ve savcıların çoğunluğu Hitler'in 1933'de başa geçer geçmez kurdurttuğu Özel Yetkili Mahkemeler'de Filbinger gibi uzun yıllar görev yapmış hukukçulardı! Savaş başladığında Almanya'nın hemen hemen her kentinde böyle bir mahkeme vardı. Özel yetkili mahkemelerde görevlendirilen yandaş yargıçlar en ufak suçlara bile yıllarca cezalar verebiliyor, insanları toplama kamplarına atabiliyor, hatta ölüme yollayabiliyordu. Hitler hoşuna gitmeyen karar veren yargıçları nasyonal sosyalist olmamakla suçluyor, açık açık kendi eliyle görevden almakla tehdit ediyordu! "Nazi Almanyası'nda hukuk” konusuyla ilgilenen tarihçilere göre Özel Yetkili Mahkemeler kurulmasının ana nedeni Hitler karşıtlarını kısa sürede elemine etmekti...
www.ahmet-arpad.de
3 Kasım 2013
Hermann Hesse ve Münih
CUMHURİYET, 3 Kasım 2013
STUTTGART
AHMET ARPADYaşamında çok yol yürümüş. Yüz yaşına bir kaç adım kalmış. Karaormanlar kasabası şirin Calw'a tepeden bakan, pencerelerinden yeşil yamaçların göründüğü iki katlı villasının salonunda oturmuş çaylarımızı içerken konumuz her ziyaretimde olduğu gibi yine akrabası Hermann Hesse. Calw doğumlu Hesse'nin annesi, yaşlı mı yaşlı kadının dedesi Friedrich Gundert'in kız kardeşi oluyor! Datça dinlencesinden döner dönmez Stuttgart'ın yarım saat ötesindeki Bad Liebenzell kaplıcalarının şifalı ılık sularına bıraktım kendimi. Tabii buralara gelince, tüm ömrünü yakındaki Calw'de geçirmiş olan yaşlı tanışa uğramadan, bir çayını içmeden, havadan sudan sohbet etmeden, sonsuz Hesse anılarını dinlemeden olmuyor. Bu kez konumuz döndü dolaştı genç Hesse'nin Münih maceralarına geldi. Daha doğrusu sözü açan ben oldum. Bundan birkaç ay önce bir Münih ziyareti sırasında Edebiyat Evi'ndeki "Hermann Hesse ve Münih" adlı sergiyi izlemiştim. Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçarmış! O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı aklına estiğinde terk edip, kimi zaman sadece bir kaç günlüğüne, kimi zaman ise bir kaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın kucağına atarmış kendini. 1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoşsohbet Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır. "Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum," diyen genç yazar kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Az sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır. Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "Maerz" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm," der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yanlızlığına sırtımı dönmek istediğimde Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.
"Yirmi yedi yaşındaki genç Hessenin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı," diye çok yaşlı tanış anlatıyor. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müziği seviyor, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyordu. Tolstoy en sevdikleri yazardı. Ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan değişmiş bir insan olarak döner. Münih'e artık eski kadar sık kaçmaz. Bir yıl sonra da eşi Mia ile Konstanz gölü kıyılarını terk eder. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.
Odanın yüksek pencerelerinden görünen Karaormanların yamaçlarına batmaya hazırlanan güneşin güçsüz ışınları düşüyor. Ekim gelmiş doğaya. Meşeler, kayınlar sararmaya hazırlanıyor. Çok yaşlı kadına veda etmenin zamanı. Hava kararmadan Stuttgart'a dönmeli. Az sonra kocaman holde el sıkışırken, duvarlardaki Hesse küçük tablolarına her ziyaretimde yaptığım gibi bir göz atmadan edemiyorum. Yaşamının son 43 yılını geçirdiği, kadının genç kızlığında sık sık ziyaret ettiği Montaglona'daki villanın pencerelerinden görünen İtalyan İsviçresi doğası... Hesse annesiyle ona hediye etmiş. "Kusura bakmayın, bu kez size piyano çalamadım," diyor. Sesinde bir özür var. "Az sonra dostlarım uğrayacak, her perşembe birlikte oda müziği yapıyoruz." Pazartesi akşamları da Calw müzik okulunda başka bir orkestranın provasına katılıp, keman çalıyor. Anımsıyorum, 2012'de Hesse'nin ölümünün 50. yılı anma töreninde Calw kilisesindeki konserde piyanonun başına geçmişti..!
www.ahmet-arpad.de
13 Ekim 2013
Yahudi mezarlığında tarih
Cumhuriyet 13.10.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Gösterişsiz bir mezar taşı. Üzerinde yazanlar okunamıyor. İbranice. Az ötede taşları süslü olanlar var. Çiçeklerle, yapraklarla, değişik motiflerle bezenmişler. Dreyfuss ve Levi... Bir alt sıradakilerde süslemeler artıyor. Yazıların sağında solunda dua eden eller; kabartma kartallar. Oettinger ve Bernheim... Bir başkasında, elimizdeki kâğıtta yazdığında göre Levi kabilesinin insanlarının yeğlediği ibrik motifi. Mezar taşları gittikçe büyüyor. Rothschild ve Landauer... Süsler artıyor. Taşlardan birini nedense sünnet bıçakları süslüyor. Bu mezarlığa ilk gömü 1802 yılında yapılmış, son gömü de 1943'te. Stuttgart'ın güneyinde, Konstanz Gölü'ne uzanan yol üzerinde eski bir yerleşim merkezi olan Buttenhausen'de 18. yüzyıldan başlayarak Hıristiyanlarla Yahudiler, Hitler denen o diktatör gelip de toplumun üzerine çöreklenene kadar barış içinde, ortak bir yaşam sürdürmüş. Şirin ovanın iki yamacına kurulu mahallelerinde yaşayıp durmuşlar. Bir yamaçta kilise, diğer yamaçta sinagog. Aynı bina içinde iki sınıf. Biri Yahudilerin, diğeri Almanların. Biri ticaretle uğraşırken, diğeri tarlaya toprağa vermiş kendini. Sonra yirminci yüzyılın ülkeye getirdiği sanayileşme Yahudi gençlerini yavaş yavaş büyük kentlere göçe zorlamış. Köy yaşlılara kalmış. Buttenhausen Mezarlığı'na 1943 yılından sonra hiç kimse gömülmemiş. Oralı Yahudilerin ölümleri başka topraklarda olmuş!
Savaştan sonra yöreye yerleşen Walter Otto, Buttenhausen ve insanlarının geçmişini kendine görev edinir. O olmasaydı günümüzde yörenin iki yüz yıllık Yahudi tarihi çoktan unutulur giderdi. Boş zamanlarında inatla araştırır, yıllarını bu göreve harcar. Büyük bir emek sonucu, bir zamanlar burada yaşamış insanların nerelere göç etmiş olduğunu bulur, okyanus ötesindeki çocuklarına, torunlarına ve onların çocuklarına ulaşır. Sonra kendini mezarlığın restorasyonuna verir. Devlet desteğinin yanı sıra bağışlarla 399 taş elden geçer. Heidelberg Üniversitesi'yle Stuttgart'taki politik eğitim merkezini de arkasına alarak Buttenhausen Yahudilerinin yaşamını anlatan küçük bir müze oluşturur.
Stuttgart politik eğitim merkezinden bölüm şefi, eski tanış Sibylle Thelen'in anlattığına göre Baden-Württemberg eyaletinde Naziler öncesinde 30 bin Yahudi yaşarken, günümüzde, savaşın bitiminden neredeyse 70 yıl geçmesine karşın, sayıları ancak 10 bin civarında. Eyalet hükümeti 2010 yılında Yahudi cemaati ile imzaladığı bir sözleşmeyle toplam 143 tarihi mezarlığın bakımını üstlenmiş!
Tarihi kayın ağaçlarının gölgesinde uzanan mezarlığı geride bırakıp yemyeşil Lauter Ovası'nda güneye doğru ilerliyoruz. Zwiefalten'e dek Lauter Çayı bize eşlik ediyor. Kıyısında güneşlenip, piknik yapanlar, hızla akan sularında serinleyenler, kanolarında günün keyfini çıkaranlar. Az sonra vardığımız şirin kasaba Zwiefalten'de önce manastırla görkemli barok kilisesini ziyaret ediyoruz. Ardından 16. yüzyılda rahiplerin kurmuş olduğu bira fabrikasının hemen altındaki kocaman lokantada yemeğe oturuyoruz. Burası da 1521'de açılmış, yönetimi aileden aileye, nesilden nesile geçmiş. 1935'ten bu yana da Baader'ler çalıştırıyor. Genç garson kız, az sonra büyük kupa Zwiefalten Manastırı birasını önümüze bırakıyor. Ardından gelen mantarlı karaca filetosunu bitirmek çok zor... Buradan gaza basan isterse bir saatte güneye, Konstanz Gölü kıyısındaki şirin Lindau'ya varır, isterse yeşil tepeleri, yamaçları aşarak kuzeye, Stuttgart'a döner.
www.ahmet-arpad.de
15 Eylül 2013
Kedinin oyuncağı insan!
Cumhuriyet 15.09.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
O gizem dolu bir yaratık. O dünyanın en çok sevilen evcil hayvanı. İnsana bağlı, fakat hiçbir zaman insanın emrine girmiyor. Kendini sevdiriyor, kendine bağlıyor. İnsan onun emrine giriyor. Kedi denen yaratık köpek gibi değil, isterse insansız da yaşayabilir. Dokuz canlı! Canı istedi mi, karnı acıktı mı sokuluyor, bacağınıza sürünüyor, kucağınıza çıkıyor, okuduğunuz gazetenin üzerine çörekleniyor, kendini okşatıyor. İşi bitince de çekip gidiyor; evin ya da bahçenin bir köşesinde, sizden uzak, ne kadar arasanız bulamayacağınız, aklınızın köşesinden geçmeyecek bir yerde keyif çatıp uyuyor. Yüksek sesle ne kadar çağırırsanız çağırın, umurunda bile değil, lütfedip gelmiyor. Ta ki karnı acıkana kadar. O zaman sallana sallana çıkıveriyor ortaya! Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Gençten biri yere oturmuş, elindeki kumaştan bebeği havaya atıp duruyor. Yanındaki tekir bütün dikkatini bebeğe vermiş, yakalamak için ikide bir havaya sıçrıyor. Yakaladığı anda pençeleriyle kavrayıp altına alıyor. Az ötede iki küçük çocuklu kadın oturduğu sıraya kurulmuş siyahlı beyazlı bir kedinin karnını okşuyor. Çocukları ise ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi annelerini seyrediyor. Pencerenin yanındaki kırmızı mindere kurulmuş bir samur yanında duran kahve fincanına önce merakla bakıyor, sonra burun kıvırıp başını dışarıya çeviyor. En son Münih ziyaretimizde bir dostun önerisi üzerine ünlü Schwabing semtindeki Kediler Cafèsi’ne de (www.cafe-katzentempel.de) uğramıştık. Türk Caddesi 29 numaradaki kahvenin hemen hemen tüm müşterileri kediseverler! Masalar arasında dolaşan güleryüzlü gencin adı Thomas. Kediler Cafèsi’nin sahibi. Meslek yaşamına bankacı olarak atılmış olan kedisever Thomas, kız arkadaşıyla yaptığı bir Viyana gezisinde, Stephan Katedrali’nin az ötesinde, Ball Sokağı’ndaki, Japon bir ailenin çalıştırdığı Cafè Neko’yu ve oradaki kedileri görünce Münih’e döner dönmez mesleğini bırakmaya karar vermiş. Ailesi ona destek vermiş, bankadan kredi almış, fakat insanların kahve içip, pasta yediği bir salonda kedilerin dolaşmasına, kucaklarına çıkmasına belediye önce izin vermek istememiş. Thomas yılmamış, inat etmiş, belediyenin çıkardığı her engeli aşmış ve kısa süre önce “kedili kahvehane” düşünü gerçekleştirmiş. Şimdi bakımevinden aldığı altı kedi, Balou, Gizmo, Jack, Saphyra, Tobyn ve Ayla masaların arasında cakayla dolaşıyor, canları istedi mi bacaklarınıza sürüyor, okşamanıza izin veriyorlar... En gençleri ve en meraklıları Balou, çabucak yanınıza sokuluyor ve mırıldanmaya başlıyor. Bir otomobil kazasında arka ayaklarından birini yitirmiş olması Jack’ın hiç umurunda değil, keyfi yerinde, oyunu seviyor. Az sonra güzel Ayla yumuşak minderine kuruluyor, kendini okşatıyor; kardeşi Gizo ise içlerinde en küstahı ve en sokulganı, kendini grubun şefi gibi gördüğü hemen belli oluyor. Dördü de daha bir yaşında. Saphyra ve Tobyn diğerlerinden birkaç yaş büyük. Müşterilerin ilgisinden sıkılan, başını dinlemek isteyen kedi, Thomas’ın onlara ayırmış olduğu özel odaya çekiliyor!
Kediler Cafèsi’ne her türlü insan geliyor. Ne de olsa Schwabing kozmopolit bir semt. Bohem yaşamı yeğleyen sanatçılar, müzisyenler, akademisyenler, yüksek sosyete, üniversite öğrencileri, alternatif yaşamı seven tuhaf giyimli gençler, emekliler Schwabing’in insanları. Thomas’ın söylediğine göre hepsini burada görmek mümkün. Münih dışından gelenler de uğruyormuş. Kedisever olmaları onları Kediler Cafèsi’nde bir araya getiriyor! Biz otururken, ellerinde fotoğraf makineleri, birkaç Asyalı turist de şöyle bir girip çıktı. Kediler dünyanın her ülkesinde aynı. İster Beyaz Saray’da otursun, Londra’da başbakan konutunda keyif çıkarsın, isterse bir gecekonduda yaşasın... Kedi her yerde insanı parmağında oynatmasını beceriyor. Zengini de, karnını zor doyuran fakiri de. İnsanla kedi tam 6 bin yıldır bir arada yaşıyor. Evcilleşmesi ise 3500 yıl önce olmuş. Mısır firavunları Tutankamon ve Ramses döneminde kediye tapılmış, yurtdışına çıkarılması yasaklanmış. Ancak kaçak yollardan, özellikle Fenikeliler zamanında Avrupa’ya sokulmuş. Ortaçağda Avrupa’da farelerin büyük artış göstermesiyle kedilerin değeri çok artmış... “Kedi, anarşist bir aristokrattır” demiş Hamburglu yazar Axel Eggebrecht. Kedi bir eşsizlik, kedi gizem dolu mistik bir yaratık...
www.ahmet-arpad.de
25 Ağustos 2013
Diktatörün gerçekleşmeyen düşü...
Cumhuriyet 25.08.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Geçenlerde kitaplığımda Hermann Hesse'yi ararken Adolf Hitler'i buldum! Hesse'nin mektuplaşmalarının hemen yanında gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun yıllarca önce merak edip almış, fakat sonra nedense pek okumadan rafa kaldırmış olduğum "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı...." adlı kitabı duruyordu. 1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!"
Bu sözlerin altında kafasındaki geleceğin programı yatmaktadır. Hitler ve partinin kilit noktalarına getirdiği yardakçıları geleceğin dünyasının kapsamlı planlarını savaştan önce yaparlar. 1939'da Polonya'ya girdiklerinde gelecekte nasıl bir Avrupa'nın özlemini çektikleri, çekmecelerde hazır bekleyen sayısız muhtıra, genelge, emir ve yasa tasarısında yazıyordu! Polonya topraklarını Germen ırkının insanlarına açmak için ilk aşamada altı yüz bin Yahudi kamplara atılacak, üç buçuk milyon Polonyalı daha doğuya sürülecekti. Almanya'dan yollanacak köylüler ve işçilerle Polonya'daki Alman azınlığın nüfusu dört milyona çıkarılacaktı. Nasyonal sosyalizmin ideologlarından Himmler'e göre sadece "boylu boslu, sağlam yapılı" Polonyalıların Almanlarla bir arada yaşamasına izin verilecekti. Sovyet Rusya ele geçirildiğinde 45 milyon insan daha topraklarından edilecekti. Sürülen Ruslar, Polonyalılar ve Ukranyalılar Ural Dağları ötesine yerleştirilecekti. Bu ülkelerde boşalacak topraklar on milyon Alman'a açılacaktı. Hitler'in düşüne göre otuz-kırk yıl içinde bütün Doğu Avrupa insanları asimile politikasıyla "Almanlaştırılmış" olacaktı. Planlarından bir başkası da "yabancı" kadınları kısırlaştırma ve çocuk doğumlarını azaltma yöntemleriydi... Hitler'in görevlendirdiği jinekolog Carl Clauberg önce hayvanlar üzerinde deneyler yapar; ancak kısa süre sonra bundan vazgeçer, Auschwitz Kampı'nda kalan iki yüze yakın Çingene ve Yahudi kadını denek olarak kullanmaya başlar. Ancak deneyler başarısız olur, kadınlardan bir çoğu ölür. 1955 yılında Konrad Adenauer'in girişimiyle Sibirya kampından kurtarılan Dr. Clauberg'e Kiel üniversite kliniğinde görev verilir!
Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e, "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız" der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Almanya'daki kömür ve demir-çelik sanayisi üretimini durduracak, çalışanları doğuya aktarılacaktı. Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur."
Hitler'in beklentileri çok düşündürücüdür: Doğudaki yeni bölgelere İskandinav ükeleri insanlarının da yerleşmesi sağlanacak, gelen insanlar yeni kurulacak kentlerde yaşayacak, eski kentler yavaş yavaş yok olacak, köylüler radyo haberlerine sadece sokaklara yerleştirilecek hoparlörler aracılığı ile ulaşacak, okullarda Almancaya ağırlık verilecek, diğer dersler geri plana atılacak. Doğum kontrolü ve çocuk aldırmak desteklenerek yerli halkın uzun aşamada tamamen silinmesi sağlanacak. Özellikle taşrada insanların tek bir kiliseye değil değişik tarikatlara inanmasına izin verilerek inanç bütünlüğü engellenecek...
Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann, işgal edilmiş Doğu Avrupa topraklarından sorumlu Bakan Alfred Rosenberg'e 23 Temmuz 1943 tarihli mektubunda şöyle der: "Slavlar sadece bizim için çalışacaktır. Bize gerekmedikleri anda ölebilirler. Aşı olma zorunluluğu ve sağlık hizmetleri onlar için gereksizdir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden sadece işimize yarayacak işbirlikçiler yararlanabilir."
www.ahmet-arpad.de
18 Ağustos 2013
Viyana'da görülmesi gerekenler...
Cumhuriyet 18.08.2013
VİYANAAHMET ARPAD
Viyana'nın ünlü İspanyol binicilik okulunun hemen yanındaki Ulusal Kütüphane turistlerin pek uğramadığı bir yer. İmparator VI. Karl'ın 18. yüzyılda yaptırdığı barok salon belki de dünyadaki en güzel kütüphane salonu. Binlerce tarihi kitabın yanı sıra dev heykelleriyle, mermer sütunlarıyla, kubbeleriyle, tavan ve yer freskleriyle kiliseyi andıran bu kütüphanede insan saatler geçirebilir...
Az ötesindeki ünlü Kahramanlar alanında faytonlar turist bekliyor. Buradaki en önemli eser, Avrupa'yı Osmanlılardan kurtarmış olan Prens Eugen'in dev heykeli. Hemen arkasında, Hitler'in Avusturya'ya el koymadan önce o ünlü konuşmasını yaptığı balkon yükseliyor. Oraya bakarken insan Şarlo'nun "Büyük Diktatör" filmini anımsamadan edemiyor! Charlie Chaplin 1940 yılında çevirdiği bu ilk sesli filminde Hitler'in diktatörlüğünü ve faşistliğini alay konusu eder. Alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı "balkon konuşması" sırasında Hinkel çok öfkelidir... Chaplin bu olağanüstü filmiyle sürekli değişim geçiren Hitler'in nasıl dengesiz birisi olduğunu göstermek ister.
Kahramanlar alanından Ring Bulvarı'na geçip, yaşlı ıhlamur ağaçlarının altında yürüyerek Sanat Tarihi Müzesi'nin hazine bölümünü mutlaka görmeli. On yıl süren bir restorasyonun ardından kısa süre önce açılan tarihi salonlarda Avusturya-Macar İmparatorluğu'na hükmedenlerin 16. yy.'dan 20. yy.'la kadar topladığı sayısız birbirinden değişik ve paha biçilmez tablo, heykel ve değişik ev eşyaları birkaç aydır izlenebiliyor. İmparatorların özellikle Venedik, Milano ve Veronalı sanatçılara sipariş etmiş olduğu alışılmamış güzellikteki eserler altından, gümüşten, bronzdan, fildişinden, elmastan... Sekiz bin eserden oluşan bir hazine. 2 bin 700 metrekarelik yirmi salonda sadece iki bin iki yüzü sergilenebiliyor.
Viyana'da mutlaka görülmesi gereken başka bir yapı da barok Yukarı Belveder Sarayı. Dev parkı Viyana'nın merkezindeki önemli yeşil alanlardan biri. 1683-1699 ve 1716-1718 yılları arasında Osmanlılara karşı savaşmış olan, Kahramanlar alanında heykeli duran Prens Eugen von Savoyen tarafından 1716'da inşa ettirilmiş. Sarayın üç katı sergilere ayrılmış. Birinci katında sergilenen Schiele, Klimt, Munch ve Kokoschka'nın dünyaca ünlü eşsiz tabloları mutlaka görülmeli.
Belveder Sarayı'ndan opera alanına dönerken Viyana Müzik Derneği'nin 1870 yapımı binasını da ziyaret etmemek olmaz. Tarihi yapının dört salonu yıl boyunca 800 klasik konsere kapılarını açıyor! En ünlüsü 1959'dan bu yana her yıl 1 Ocak günü düzenlenen ve yetmiş ülkeden canlı izlenen Viyana Filarmoni Orkestrası'nın eşsiz Strauss melodilerinden oluşan Yeni Yıl Konseri! Akustiği olağanüstü iki bin kişilik Altın Salonu'nun bin Avro'luk biletlerini satın almak için her yıl yüz bin müziksever müracaat ediyor. Konser öncesindeki provanın biletleri bile karaborsaya düşüyor.
Yorucu, fakat doyurucu bir günün ardından ilginç bir ortamda Viyana yemeklerinin tadına bakmak istiyorsanız, Stephan Katedrali'ne yakın, ünlü kahvehane Hawelka'nın hemen yanıbaşındaki tarihi Reinthaler lokantası yeğlenebilir. Haşlama sığır etinden leziz bir tafelspitz'in tadı mutlaka günlerce damağınızda kalacaktır.
Akşam yemeği için çok alışılmamış bir ortamı arıyorsanız metroyla kent merkezine 25 dakika uzaklıktaki Deutsch-Wagram'a gitmeniz gerekir. Oraya varınca bahçe içindeki büyük lokanta Marchfelderhof'un kapısından içeri adımınızı atar atmaz geldiğinize pişman olmayacaksınız. Cana yakın garsonların servis ettiği Viyana mutfağının değişik yemeklerini canlı Viyana müziği eşliğinde yerken bakışlarınız sürekli çevrenize takılıyor. Neden mi? Duvarlar, sütunlar, tavanlar ancak bit pazarında bulabileceğiniz ilginç irili ufaklı eşyalarla dolu. Müzik ve mutfak aletleri, bebekler, yüzlerce fotoğraf, tablo, değişik boyutta ayna, küçük dolaplar, kristal avizeler, geyik boynuzları, Kaiser Franz Josef üniformaları... Kısacası burası tam bir müze-lokanta. 1843'te Carl Bocek'in kurduğu ve ünlülerinin kapısını aşındırdığı lokantayı günümüzde Gerhard Bocek işletiyor. Krallar, şeyhler, emirler, milyarderler, soylular, yıldızlar masalarında oturmuş. Bir zamanlar Liz Taylor'un, Clark Gabel'in de uğradığı Marchfelderhof'ta kısa süre önce Johann-Strauss'un torunu Hedwig Aigner de 90. doğum gününü kutlamış...
www.ahmet-arpad.de
4 Ağustos 2013
Münih'te hoş bir gün
Cumhuriyet 04.08.2013
MÜNİHAHMET ARPAD
Avrupa'nın en büyük kent parkı Münih'in göbeğinde. 370 hektarlık "İngiliz Parkı"nda dolaşırken insan kimlere rastlamıyor ki! Her gün gezintiye çıkan yaşlılara, yakındaki üniversiteden ders çalışmaya gelmiş gençlere, ağaçlar altına uzanmış, öpüşüp sevişen aşıklara, parkın uzun yollarında mutlu köpeklerinin peşinden giden köpekseverlere, uçsuz bucaksız çimenlere yatmış, tembel tembel gökyüzünü seyredenlere, atlarına binmiş, insanları rahatsız etmeden huzur dolu parkın yollarında gezinen polislere. "Çin Kulesi"nin çevresindeki tarihi ağaçların gölgesinde bira içen göbekli Bavyeralılara, sürekli fotoğraf çeken meraklı turistlere... Sizin anlayacağınız her cinsten insan burada! Kulenin altındaki sahnede Bavyeralı müzisyenler oynak melodiler çalıyor. 1789'da Prens Carl Theodor'un Alman ordusunun mimarı Joseph Frey'e İngiliz park kültürünü örnek alarak düzenlettiği bu dev alan köpeklerden bebeklere, yaşlılardan gençlere herkesin canının çektiğini yapabileceği bir yer. Havaların oldukça sıcak olduğu şu günlerde "özgür güneşleme"yi sevenler Schwabing deresinin çimenlerini ele geçirmiş! Daha çok özgürlüğü sevenler ise az ötedeki İsar nehrinin kıyılarını yeğliyor... Günün belli saatlerinde parkın uçsuz bucaksız çimenlerini dört ayaklı sevimli hayvanlar ele geçiriyor! "Ev hapsi"nden birkaç saatliğine olsa da kurtulduğu için sonsuz mutlu, her cinsten, her renkten, her boydan ve her yaştan köpek deliler gibi koşuşturuyor, hoplayıp zıplıyor. Seyreden için eşsiz bir gösteri... En iyi cins, en soylu köpekler ise, çimenlerdeki "karmakarışık özgürlük" soylu sahiplerinin pek hoşuna gitmiyor olacak buraya uğramıyor.
Bu kent parkında başka özgürlükler de var. Ağaç altlarında, çimenlerde akla gelen her müzik türünü dinlemek mümkün. Tamtamlara darbukalar, trompetlere saksofonlar karışıyor... Yakındaki Münih Üniversitesi'nde yıllar geçiren Güney Amerikalı, Afrikalı öğrencilerin müziği kulağa pek hoş geliyor. Bir başka köşeyi piknik yapanlar ele geçirmiş. Kömür ateşinde yağlı domuz etleri, iri sosisler, şişe geçirilmiş balıklar kızarıyor. Ağaçların gölgesinde bira içenlere kimse karışmıyor. İngiliz parkındaki özgür yaşama parkın yollarında devriye gezen polisler değil karışmak, yaşamın tadını çıkaran kent insanlarına dostça gülümseyip onlara selâm veriyor...
Kleinhesseloher gölünde küçük kayıklar dolaşıyor, kazlar, ördekler, alımlı bembeyaz kuğular sularda süzülüyor. Gölden Aumeister bira bahçesine uzanan bölümde her şey sakinleşiyor. Burada doğa tavşanların, sincapların, arada sırada ortaya çıkan alageyiklerin elinde. İngiliz parkından geçen dereciklerde kunduzlar, porsuklar da özgür yaşayabiliyor. 1789 yılından bu yana beton hiç girememiş bu parka!
Kentin merkezinde şöyle bir gezinmeden Stuttgart'a dönmek olmaz. Münih'in göbeğindeki ünlü Viktualien pazar alanı insan dolu. En iyisi yarım kızarmış tavukla seramik kupada buz gibi bira alıp, uzun tahta masalardan birine oturmak, keyifle yiyip içmek, karşınızdaki Bavyeralı ile sohbet etmek, cumartesi alışverişine çıkmış hanımefendilerle yanlarındaki beyefendileri, suları buz gibi fıskıyeli küçük çeşmenin yanında durmuş, bir yandan çene çalan, bir yandan ulusal içkileri köpüklü biralarını yudumlayanları, merakla dolaşan, sürekli deklanşöre basan her milletten turistleri seyretmek... İçlerinde birkaçı var ki Viktualien pazarında dolaşanlara hiç uymuyor. Dört hanım, tepeden tırnağa örtülü, değil saçlarının tek teli, ayakkabıların burnu bile görünmüyor. Gözlerinde kocaman kocaman kara gözlükler. Bir ellerinde pahalı marka çantalar, bir ellerinde külahta dondurmalar. Durmuş, çevrelerini seyrediyor, arada sırada uzun peçelerini, biraz zor da olsa kaldırıyor, dondurmalarını yalıyorlar... Az ötede ıhlamur ağacının gölgesine sığınmış kısa deri pantalonlu, şık loden şapkalarına keçi sakalı takılı dev gibi Bavyera erkekleri biralarını yudumlamayı bırakmış onlara bakıyor!
Stuttgart trenine gitmeden önce Sevgili Erol Özkan'la buluşuyoruz. Konuşurken daldan dala atlıyoruz. Geçmişten, gelecekten, ortak anılardan, Münih'ten, kentte yaşayan Türklerden söz ediyoruz. Konuşmadığımız tek konu: Türkiye! Almanya'dan "memleketi kurtarmak" bize mi düşmüş?
www.ahmet-arpad.de
28 Temmuz 2013
‘Büyük Birader' bizi dinlerken
Cumhuriyet 28.07.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden günümüze neredeyse 70 yıl geçti. Almanya topraklarında hâlâ 80 bine yakın yabancı asker var. ABD'nin 24 askeri üssünde tam 56 bin asker görevli. Ayrıca İngiltere 15 üsse sahip, 20 bin askeri sürekli Almanya topraklarında. Ülkedeki en önemli ABD üslerinden biri Ramstein'daki hava üssü. 1400 hektarlık alana kurulu ve ABD dışındaki en büyük Amerikan üssü olduğu söylenen Ramstein'dan Irak ve Afganistan savaşları yönetiliyor! ABD'nin Almanya'daki üslerinden çok önemli ikisi de Stuttgart'ta. Bizim eve de çok yakınlar! United States European Command'ın (EUCOM) denetim bölgesi Batı Avrupa'dan ta Ural dağlarına ve Ortadoğu'ya uzanıyor. Diğeri de tüm Afrika kıtasından sorumlu (!) Africom. ABD'nin kara kıtada terörist avında kullandığı insansız uçakların kumandasından Stuttgart'taki Africom sorumlu. US Army Field Stuttgart sivil havaalanıyla karşı karşıya. Almanya'dan kumandalı insansız uçakların Afrika'da arada sırada sivilleri de öldürmesine, uluslararası hukuka aykırı da olsa, hiçbir Alman hükümeti ağzını açıp karşı çıkamıyor. Amerikan askeri uçakları Alman hava sahasını da kendi istediği gibi kullanıyor. Resmi açıklamalara göre, ABD'nin kendine yandaş ülkelerde tam 761 askeri üssü var!
İkinci Dünya Savaşı sonrasında "Dörtler"in kurulmasına izin verdiği Federal Almanya'ya demokrasi tabanın zorlamasıyla değil tepeden inme gelmişti. 1949 yılında kabul edilen günümüz Alman Anayasası, 20. yüzyılda bu topraklardan üçüncü bir savaş çıkmaması için Almanya'yı kontrolü altında tutmak isteyen ABD'nin kendi anayasasının hemen hemen bir kopyasıdır. "Dörtler" Avusturya ile 1955'te barış antlaşması imzalarken Almanya ile savaşın ardından hiç masaya oturmamışlardır. Topraklarında şu anda elliye yakın yabancı üssün ve 80 bin yabancı askerin olması Almanya'nın hâlâ işgal altında olduğunun bir kanıtıdır! İşte bu gelişmeler göz önüne alındığında ABD Ulusal Güvenlik Dairesi'nin ülkede ayda yarım milyar kez internet trafiğini ve telefon görüşmelerini izlemesine hiç şaşmamak gerek. Eski NSA çalışanı Snowden'in açıklamasına göre Amerikalılar Almanya başbakanına bağlı istihbarat teşkilatı BND'yle ortak çalışıyor. Politika uzmanları ve muhalefet Angela Merkel'in bu skandaldan habersiz olduğuna inanmıyor. Belki de Başbakan'ın son haftalarda pek ağzını açmamasının nedeni bu! 1945'ten günümüze 80 bin Amerikan, İngiliz, Fransız, Hollanda ve Belçika askerinin konuşlandığı bir ülkeyi yönetenler ne yapsın? Merkel'in eli kolu bağlı! İki ay sonra Almanya'da genel seçim var. Acaba dinleme skandalı daha büyüyüp CDU'yu iktidardan uzaklaştırır mı? Medyada gittikçe sık öne sürülmeye başlanan bir sav da, Alman insanının her yazdığından, her konuştuğundan haberdar NSA'nın topladığı bilgileri Alman istihbarat teşkilatı BND'ye ilettiği. ABD sadece Almanya'yı değil, Avrupa'da birçok ülkenin temsilciliklerini de dinlemiş. Dinlenenler arasında Türkiye temsilciliklerininde olduğu ortaya atılınca Dışişleri'nden bir yetkili: "Bunu kabul etmemiz mümkün değil... Böyle bir şey ortaya çıkarsa ABD'den izahat isteriz" demişti! Bakalım Amerikalılar bize neyi nasıl "izah edecek?" Acaba Avrupa'da bireyleri dinleyen kulakları Türkiye'ye de uzanmış mı?
George Orwell'in, konusu 1984 yılında geçen "1984" adlı ünlü eserinde totaliter bir devletin başındaki "Büyük Birader" bütün gücü elinde tutar. "Düşünce polisi"nin her yerde gizli ajanı vardır. Telefonları dinlenen, baskıcı bir dünyada yaşayan, farklı düşünmelerine izin verilmeyen insanlar her yerde izlenir, saydamlaştırılır, sonunda bir korku toplumu oluşturulur. Orwell 1948'de bu dev eseri kaleme alırken Hitler örneğinden yola çıkmıştır. "Kitabımdaki toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ancak buna benzer bir toplumun geleceğine inanıyorum" diyen Orwell'in düşüncelerinin bilimkurgu olarak kalmadığı yürekli genç Snowden'in sunduğu belgelerle kanıtlandı, hatta şu ana kadar ortaya çıkanlar bile Orwell'in bilimkurgu romanını kat kat aştı! Obama ile Putin arasına kara kediyi sokan Snowden'in geçen hafta Moskova havaalanında söyledikleri biz "küçük insanı" düşündürmeli: "Hepimizi ilgilendiren şeyleri açıklamadan önce çok düşündüm. Fakat doğruluğuna inandığım bir şeyi yapmış olduğuma şimdi pişman değilim... Devletlerin yasadışı davranışlardan kaçınmaması bizler için en büyük tehlike. Bu böyle devam edemez!"
www.ahmet-arpad.de
7 Temmuz 2013
Maymunlarla göz göze...
Cumhuriyet 07.07.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Bir yanda goriller, bonobolar, diğer yanda politikacılarla gazeteciler... Bugün bir araya gelmişler. Bir görüşme için değil. Bu bir açılış, dört yüz davetlinin katıldığı, açık büfeli, Afrika müzikli bir tören. Stuttgart’ın tarihi hayvanat bahçesi Wilhelma’nın (www.wilhelma.de) değerli maymunları yeni “evleri”ne taşındı! Açılışa, başta eyalet başbakan yardımcısı ve maliye bakanı Nils Schmid ile eşi Tülay olmak üzere alt ve üst düzey yerel politikacılar akın akın geldi. 2006 yılında yapımına karar verilen, ancak temeli 2010’da atılan, giderleri sonunda 22 milyon Avro’ya tırmanan Maymunlar Evi’nin yapımı tehlikeye girince 28 bin üyeli Wilhelma Dostları Derneği 9 milyon Avro’luk katkıda bulunmuş. Avrupa’da bir benzeri yok, gerçekten görülmeye değer, ileriye dönük modern bir yapı. Hemen hemen tamamı camdan. Stuttgart’ın Wilhelma hayvanat bahçesi Avrupa’nın tek goril yetiştirme merkezi. Mimarı, uzun yıllardır tanıdığım Prof. Hascher’in Almanya’nın mimarları arasında önemli bir yeri var. Stuttgart’ın göbeğindeki Sanat Müzesi ile büyük bir alışveriş merkezinin de mimarı olan Prof. Hascher’in özelliği yapılarında çok cam kullanması. Bunu Maymunlar Evi’nde de gerçekleştirmiş. Gorillerle bonobolar 2300 metrekare büyüklüğünde alanda tabii birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Eskisinden tam on dokuz kat daha büyük bir alana inşa edilmiş bu yapıyla Wilhelma bir dönüm noktasına imza atmış. Maymunların geleceğe dönük yeni evi lüks, aydınlık ve de ferah. Burada yaşayan 25 goril ve bonobo artık oturdukları, yattıkları veya oynaştıkları yerden dışardaki güzel doğayı seyredecek, günün belli saatlerinde koşturup zıplayacakları, çimenlerine uzanacakları parka çıkacaklar. 1500 metrekarelik dış yeşil alanda on beş metre yüksekliğindeki değişik ağaçlar, çimenler ve bir derecik onları bekliyor. İki yüz metre ötedeki “eski evleri”nden buraya taşınırken elli yaşındaki Mimi Hanım hiç zorluk çıkarmamış, neredeyse “tıpış tıpış” arabaya binmiş. Bir yaşından küçükler de kucakta gelmiş. Büyük goril ailesinin 23 yaşındaki, 160 kilo ağırlığındaki şefi, hep öfkeli bakan Kibo’yu ise uyutup koskocaman bir sandığa koymak gerekmiş.
Ancak açılış töreninde biraz keyifsiz gibiler. Camların arkasındaki kalabalık hoşlarına gitmemiş olacak! Birkaç gün önce taşındıkları kocaman “evleri”ne daha alışmadan, camların ardında konuşup eden, gülen, kendilerine ikide bir el sallayan politikacılardan, fotoğraf ve film çeken gazetecilerden ve diğer kuru kalabalıktan rahatsız oluyorlarmış gibi. Sadece küçüklerin hiç umurunda değil bu yeni dünya. Onlar insan çocuklarının da severek oynayacağı büyükçe bir odada koşuşturarak, salıncaklarda sallanarak, topları sağa sola savurarak tam bir keyif çıkarıyor. Goriller yükseklere tırmanmadıkları, hoplayıp zıplamadıkları, sadece gezindikleri için onlara ayrılan alan, daha çok halatlara ve ağaçlara tırmanmasını seven bonoboların yaşadığı alanın iki katı. Dışarıya çıktıklarında da goriller otların, ağaçların altında bir şey arayıp dururken veya meşe gövdelerine sırtlarını dayayıp şöyle bir kestirirlerken, alçak dallara çöreklenip sağa sola bakınırlarken, bonobolar kendilerine ayrılan açık alanda yükseklere tırmanıyor, insanın yüreğini ağzına getiren değişik jimnastik hareketleri yapıyor, metrelerce yukardaki hamaklara kurulup ayaklarının altında uzanan hayvanat bahçesini ve çevresindeki büyük parkı seyrediyorlar. Gerek bonoboların, gerekse gorillerin bütün gün tembel tembel oturmasını veya uyuklamasını önlemek için değişik kimi yöntemler de uygulanıyor. Bazı bölümlerde ancak uğraşı sonucu bulabilecekleri köşelere leziz yiyeceklerle oyuncaklar saklanıyor. Açıp alacakları dolap raflarına da günün belli saatlerinde yiyecekler bırakılıyor. Susuzluğunu gidermek isteyen maymunun duvarlardan arada sırada akan sulara ağzını uzatması gerekiyor. Bonobolar (cüce şempanze) için bir köşeye kocaman bir televizyon ekranı yerleştirilmiş. Burası onların “televizyon odası...” Canı sıkılan bonobonun ekranın yanındaki düğmelere basarak Bonobo TV’nin her gün yarım saat boyunca yayınladığı beş değişik çizgi filmi seyretme olanağı var!
www.ahmet-arpad.de
16 Haziran 2013
Bir başbakanın hüzünlü sonu
Cumhuriyet 16.06.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Stefan Mappus Baden-Württemberg Eyaleti başbakanıydı! Yanlış hırsının kurbanı olan Mappus'un başını kent parkının ağaçları yedi! Stuttgart tren istasyonunu yerin altına almak ve toprağın üstünde açılan boş araziye de lüksün lüksü rezidanslar, alışveriş merkezleri, oteller yapmak için kentin göbeğinde iki yüze yakın tarihi ağacın kesilmesini onaylamıştı... 30 Eylül 2010 Almanya tarihine "kara perşembe" olarak geçti. O gün ağaçların kesilmesini çimenlere oturarak engellemek isteyen genç, yaşlı insanları geri tepen eli sopalı, coplu binin üzerinde polisin kaba kuvvet kullanması, kendi halinde insanların üzerine su ve gaz sıkması sonucu 450 kişi yaralandı. İçlerinden bazıları bugün görme engelli "Ben yaptım oldu" kafa yapısına sahip Stefan Mappus için başbakanlığı döneminde "Acımasız bir buldozer politikası uyguluyor" denirdi! 30 Eylül olaylarının ardından Mappus başka bir skandala daha el attı. Almanya'nın en büyük üçüncü enerji kuruluşu EnBW'nin Fransız Electricite de France (Edf) şirketindeki hisselerini 4.8 milyar Avro'ya hiç kimseden habersiz satın aldığı ortaya çıktı. Ne eyalet meclisine, ne de kabineye danışan Mappus sadece eski okul arkadaşı Dirk Notheis'la bu işi bitirmişti! Notheis'ın satıştan yüzde 0.3 komisyon aldığını bir meclis araştırması kanıtladı. İşte bu iki olay, özellikle park ağaçlarının kesiminin neden olduğu "kara perşembe" hem Mappus'un sonu oldu, hem de partisi CDU'ya Mart 2011'de seçim kaybettirdi! Yarım yüz yıl aralıksız hüküm süren Hıristiyan Demokratlar koltuğu muhalefete bırakmak zorunda kaldı. Mappus ise araştırma komisyonlarına hâlâ hesap veriyor. Partisince dışlandı. Politik yaşamında ona destek olmuş bütün yandaşları da birer birer uzaklaştı. Yanlış hırslı, hep öfkeli başbakan geride bir yıkıntı bıraktı! Komisyon hakkında olumsuz rapor verirse yargıç karşısına çıkması da gerekecek. Ceza alabilir. Evet, hüzünlü bir son. Tarihi ağaçların kesilmesine karşı çıkan, çılgın projeye direnen binlerce Stuttgartlı 2009 Ekimi'nden bu yana her pazartesi günü kent merkezinde toplanıyor. Kendilerine "park koruyucuları" denen direnişçiler, Stuttgart-Ulm demiryolu bağlantısının yenilenmesi de dahil toplam 10 milyar Avro'ya mal olacak akıl almaz projeyi şu an durduramasalar bile birkaç yıl geciktirtmeyi başardılar. Stuttgartlı mimar Paul Bonatz'ın bundan 100 yıl önce yapmış olduğu 16 peronlu büyük tarihi istasyonun bir bölümü tüm karşı çıkmalara karşın yıkıldı. Torunu bile yasal haklarını kullanamadı! Bonatz, Münih tren istasyonu projesini kendi kafasına göre değiştirmek isteyen diktatör Hitler'le anlaşmazlığa düşünce Almanya'yı Türkiye yönünde terk etmişti. Şehir plancısı ve mimarı Bonatz ülkemizde birçok önemli yapı ve projeye imzasını atmış bir ünlüdür. Bu yapıların arasında Ankara Saraçoğlu Mahallesi, Sergievi'nin tiyatro ve opera binasına dönüştürülmesi de vardır. Ayrıca İTÜ Taşkışla binasının değişim ve onarımı da onundur. 1943-1954 arasında Türkiye'de kalan Bonatz, Anıtkabir mimari Emin Onat'ın projesini kabul eden uluslararası jürinin başkanlığını da yapmıştı. Yönetenler Stuttgart'ta Bonatz'ın dev eserini kuşa çevirmeye, kente oksijen sağlayan 80-90 yıllık iki yüze yakın tarihi ağacı rant uğruna yok etmeye hazırlanıyor. CDU'dan sonra eyalet yönetimini ele geçiren SPD-Yeşiller koalisyonun birçok yerde eli kolu bağlı, çünkü sözleşmeleri Mappus ve ondan öncekiler yapmış. 2021'de bittiğinde kârlı olmayacağı şimdiden kesinlik kazanmasına karşın proje sahibi Alman Devlet Demiryolları, Angela Merkel'in de isteği üzerine, yapılmasından bir türlü vazgeçemiyor. Almanya yönetenlerin inatçılığını şu sırada Berlin'in yeni havalanında da yaşıyor. 2006 yılında yapımına başlanan ve 1.7 milyar Avro'ya çıkacağı söylenen, ancak sayısız teknik sorun nedeniyle bir türlü bitirilemeyen havalanına şu ana kadar 4.5 milyar Avro harcanmış! Merkel nedense bu skandal projede de inat ediyor! Başka bir trajedi ise Hamburg'da oynanıyor. 2007'de Elbe Nehri kıyısına temeli atılan ve eyalet yönetiminin 80 milyon Avro'ya mal olacağını söylediği 110 metre yükseliğindeki yapı da henüz bitmedi. Konser salonu, rezidans, beş yıldızlı otel için verilen yeni bitim tarihi 2017, toplam gider de 780 milyon Avro. Bütün bunlara karşın Merkel'in 23 Eylül genel seçimlerinde yine en yüksek oyu alıp, "tek kadın" kalması bekleniyor. Nedeni basit! Muhalefetin başbakan adayı çok zayıf! Son günlerde kentli Türklerin düzenlediği Gezi mitinglerine katılan Stuttgartlı park koruyucuları direnişi birlikte gerçekleştiriyorlar.
www.ahmet-arpad.de
2 Haziran 2013
Hoplaya zıplaya bardan bara!
Cumhuriyet 02.06.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Saat gecenin ikisi. Başka zaman olsa çoktan uykudayız. Fakat bu gece bir dost eğlentisinden dönüyoruz. Sabah biraz geç kalksak da o kadar önemli değil. Yolumuz kent merkezindeki Theodor Heuss bulvarından geçiyor. Sadece beş yüz metrelik sekiz şeritli geniş bulvar cumayı cumartesiye bağlayan bu gece tam bir "ana baba günü!" Uzun kışın ardından özlemini çektiği ılık ilkyaz gecelerinin tadını çıkarmak isteyen Stuttgart'ta insanlar sokaklara dökülmüş. Geniş kaldırımları kızlı-erkekli genç grupları doldurmuş. Bulvarın iki yanında son on yılda peş peşe açılan sosyetik, kibar, lüks barlar adam almıyor. Havanın güzel olmasından yararlanıp dışarıya da masalar atılmış! Suite 212, T-O 12, BarBee, Barcode, Muttermilch, L'Oasis, Rohbau, Sausalitos ağzına kadar dolu. Çoğu insan içerde ve dışarda, ellerinde rengârenk içkiler ayakta. Turistlerin ve hafta sonlarında da çevre kentlerden gelenlerin uğramadan edemediği "barlar bulvarı"nda neşe sabaha karşı dorukta!
Aynı bulvar üzerindeki bir varyete ile tiyatrodan çıkanların çoğu da eve gitmeden önce burada bir kadeh atmadan edemiyor! Stres dolu geçen bir haftanın ardından dostlarıyla, tanışlarıyla bir araya gelmek, bir şeyler atıştırıp çene çalmak, değişik kokteylerin tadına bakmak veya milli içki birayı yudumlamak, kalkıp dans etmek, yeni tanışlar edinmek, düşlere dalmak, kısacası sadece mutlu olmak isteyenler Theodor Heuss bulvarına akın ediyor.
Diskjokeylerin çoğunlukla elektro, dance, house, pop, black müzik türlerini yeğlediği kulüp ve barlarda bir tanışını arayan, başka bir müzik dinlemek veya değişik bir içki isteyen "hopping" yapıyor. Bardan bara gidiyor. Görmek ve görünmek isteyenler için Theodor Heuss bulvarı hafta sonları en uygun mekân! Buraya kadar gelip de şık barlardan, müzikli kulüplerden içeri adımını atmayanlar, alkollü içki içmeyenler de var. Onlar otomobilli fiyakalılar! Altlarında çoğu zaman kent cadde ve sokaklarında rastlamayacağınız, belki de bütün haftayı garajlarında geçiren lüks araçlar... Tabii bunlar sadece Stuttgart markaları Porsche veya Mercedes değil. 400-500 beygirlik, güzel havada üstü açılan Maserati'lere, Lamborghini'lere, Ferrari'lere hayransanız bir hafta sonu Theodor Heuss bulvarına gelin! Çoğu başka kent plakalı, lüksün lüksü araçların direksiyonlarında kelli felli, varlıklı beyler oturmuyor. Sürücüler, otomobilin kontak anahtarını kimden almış olduğu bilinmeyen, saçları briyantinli, altın zincirli, bir eli direksiyonda, diğeriyle birilerine el sallayan genç tipler.
Bunların bütün işi gücü, trafik tıkanmış da olsa gaza basıp gürültü yapmak, beş yüz metre sonra dönmek, tekrar ve tekrar aynı barların, kulüplerin önünden geçmek! Ellerinde alkollü içecekler binlerce insanın eğlendiği bulvarda tek kör kütük sarhoşa rastlamadık. Saat ikiyi çoktan geçmiş.
Bu gece artık içki içmeye niyetli değiliz. Theodor Heuss bulvarının geniş kaldırımlarını da yeterince arşınladık. Rotebühl alanındaki taksi durağına doğru yürürken şunları düşünmeden edemiyoruz. Türkiye'de yanılmıyorsam alkollü içkiye 3-4 yıl içinde son 90 yılın en büyük zamları yapıldı. Özel Tüketim Vergisi birkaç kez katlandı! İçkiyi pahallılandırmakla insanların içmekten vazgeçeceğini sanmanın doğru olmadığını, bunun sadece kaçak içki imalatını ve ülkeye kaçak içki sokulmasını arttıracağını kavrayan Almanya'da ise eyalet hükümetleri içki vergisini zamanla kaldırdılar. Kişi başına 130 litre bira ve şarap tüketilen 82 milyon nüfuslu ülkede şimdi saat 22.00 ile 5.00 arasında benzincilerle açık büfelerde her türlü içki satışı yapılamıyor. Almanya'da içki yasağını her eyalet kendine göre uyguluyor. Genelde ülkede 18 yaşından küçüklere tüm gün boyu her türlü alkollü içki satışı yapılmıyor. İdeolojik şok zamlara Almanya'da kesinlikle rastlanmıyor...
www.ahmet-arpad.de
26 Mayıs 2013
Diktatörler kitaplardan niçin korkar?
Cumhuriyet 26.05.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Stuttgart Belediyesi'nin salonundaki toplantı hüzünlendiriciydi. Kentli aydınlar günümüz insanlarına, düşünden korkan Hitler'in bundan tam 80 yıl önce "kitap yakma" girişimi başlattıklarını anımsattılar. Aynı gün büyükkent belediye başkanı Kuhn'un açtığı "Yakılan Kitaplar" adlı serginin konusu insancıl yazarlar Seghers, Brod, Döblin, Mann, Graf, Remarque, Tucholsky, Zweig ve Roth'un yaşam öyküleri. Sergi açılışının ardından ağzına kadar dolu salonda belediye başkanının yanı sıra ünlü televizyoncu ve yazar Lea Rosh, tarihçi Eberhard Jaeckel ve gazeteci Jürgen Serge de konuştu. 30 Ocak 1933'te Alman toplumu Weimar Cumhuriyeti'nden Hitler diktatörlüğüne geçmişti. 10 Mayıs 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. O akşam başlayan "kitap yakma" girişimi tüm ülkeye sıçramış, üç hafta içinde Almanya'nın tam 22 kentinde yüz binlerce kitap yok edilmişti. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın ünlü eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyordu. Naziler, "Alman düşün dünyasının çöpü" dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını 10 Mayıs akşamı ateşlere attı. Nazilerin tek amacı iktidarda kalabilmek için ülkede özgür düşüncenin köküne kibrit suyu dökmekti! Kısa süre önce yayınlandığında şok etkisi yapan "Berlin-Aleksander Alanı" romanı da ateşe atılan Alfred Döblin'in olayların ardından şu söyledikleri çok uyarıcı: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar." Aynı günlerde "Radetzky Marşı" romanının yazarı Joseph Roth da dostu Zweig'a şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak."
Stuttgart'taki toplantının ardından gösterilen filmdeki sahneler de ürpertici. Berlin Opera alanında alevler yükseliyor. Ateşin çevresine toplanmış 70 bin insan çok keyifli... Seyyar satıcılar sosis, bira satıyor. Ellerinde meşaleler üniformalılar dolaşıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri binlerce kitabı ateşe fırlatıyor... "İnsanlar budalaca, hayvani bir çılgınlıkla haykırmaya başladı" diye yazar ilerde Arnold Zweig anılarında. "Bugün kitapların yakıldığı yerde, ilerde insanlar da yakılır" diyen Alman şair Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. Hitler'in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya geçmek olmuştu. Kısa sürede yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürleri, sanatçıları, bilim insanlarını da tutuklatmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolara yapılan "temizlik" 7 Nisan 1933'te başlatıldığında Hermann Göring şöyle konuşmuştu: "Amacım haklıyı aramak değil. Görevim kötüyü ortadan kaldırmak, kökünü kazımak..." Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene ağzını açmadı. Hatta basında,"Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir" diye yazanlar oldu. Propaganda bakanı Goebbels'in 10 Mayıs'ta söyledikleri tüyler ürpertici: "Başa geçerken nasyonal-sosyalist hareketin bu kadar kısa sürede başarıya ulaşacağını, Almanya'yı radikal değiştireceğini hiç tahmin etmiyorduk." Gerçekten de 850 bin üyeli NSDAP'ye üç ayda bir buçuk milyon yeni üye eklenmişti! Almanya'ya "yeni bir ruh getirmek" için önce aydınlar elemine edilmeliydi. Hitler yönetimi 1935'te hazırladığı bir listeyle 524 yazarın "zararlı" dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasakladı.
Kitap, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcek kafalılar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, yanlış hırsından kurtulamayan diktatörler hep görülmüştür. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede olmuştur. Ne yazık ki olmaya da devam etmektedir! Ancak kitap kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuş, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, bireylere doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır. Toplantının ardından konuştuğum eski tanış, Stuttgartlı ünlü kabare sanatçısı Peter Grohmann şöyle dedi: "Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde aydınlar düşünceleri nedeniyle takip ediliyor. Eleştiri kültürü yok oldu. Bizler sadece sözlerimizle değil, çabalarımızla, girişimlerimizle de mutlaka başarılı olmak zorundayız!"
www.ahmet-arpad.de
5 Mayıs 2013
Tom amcanın kulübesi...
Cumhuriyet, 05.05.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Stuttgart'ın bahçe içindeki evleriyle ünlü şirin Sonnenberg semtindeyiz. "Hello! How are you? What can I do for you?" İri yarı, şişman, ak sakallı adam bu sözlerle karşılıyor kapıdan girenleri. Onlar da ona İngilizce yanıt veriyor. Müşteriyle dükkân sahibi arasındaki konuşma çoğu kez İngilizce devam ediyor. Çünkü buraya her gelen İngilizce biliyor. Şikagolu Tom Müller küçük dükkânında kitap satıyor. Hepsi de İngilizce... Vitrinler beyaz kartonlarla kapalı olduğundan içersi dışardan görğnmüyor. Kapının üzerindeki küçük tabelada "Books" yazıyor. Ak sakallı Tom vitrini örten kartonlardan birine de iri harflerle "All books only 1 Euro" yazmış. Rafları dolduran İngilizce kitapların tümü de second hand, hatta içerinde third hand olanlar da var! Tom'a gelenler İngilizce kitap okumak isteyen Almanlarla, Stuttgart ve çevresinde yaşayan Amerikalılar, İngilizler, Avustralyalılar, Kanadalılar... Kapıdan adımını atanı selâmladıktan sonra hemen soruyor: "Which books are you looking for?"
Şikagolu Tom daha ilkokula başlamadan okumasını öğrenmiş. İlkokulun üçüncü sınıfında babasının kütüphanesindeki eski kitapları okul bahçesine kurduğu masaya dizmiş ve üç, beş cent karşılığı arkadaşlarına ödünç vermeye başlamış. Kazancıyla da kendine yeni kitaplar satın almış. Tom Müller 1960'lı yıllarda Stuttgart'aki Amerikan üssüne asker olarak gelmiş. Ancak görevi bittikten sonra yurduna dönmemiş ve Cannstatt semtindeki Amerikan hastanesinde elektrikçi olarak yaşamını sürdürmüş. O yıllarda bir kadına aşık olunca da temelli bu ülkede kalmaya karar vermiş. Müller bugün 76 yaşında. Çocukluğundan bu yana hep bir kitap kurdu kalmış! Kitap almış, kitap toplamış, eline ne geçerse okumuş ve hiç birini kaldırıp atmamış, yetmiş yıl boyunca biriktirmiş. Polisiye romanlar, aşk romanları, mesleki kitaplar ve de Comics... Bazı raflarda çocuk kitapları da var; onları parasız veriyor. Bundan otuz yıl öncesine kadar elindeki kitapları, her cumartesi günü kent göbeğinde açılan eski eşya pazarında satmış. Ancak oradaki tezgâhı küçük gelmeye başlayınca şans yardım etmiş, bir gün ekmek alırken sohbet ettiği zengin ve yaşlı bir kadın o günlerde boş duran bu küçük dükkânı Tom Müller'e kiralamayı önermiş... Dükkândan çok büyük bir kulübe. Her taraf kitap dolu. Tam bir daraşmalık. Tavana kadar yükselen raflar arasında bir metre mesafe yok. Söylediğine göre 20 bin İngilizce kitap raflarda.. Bir 20 bin de sağda solda duran muz kartonlarında! Bir raf boydan boya Agatha Christie. Yerdeki sandık da, üzerinde yazdığına göre yine bu polisiye kraliçesinin romanlarıyla dolu...
Az önce dükkâna girmiş olan yaşlı bir kadınla sohbet eden Müller müşterisinin onlarca yıldır her cumartesi uğradığını anlatıyor. İngiliz kadın gençliğinden bu yana hep Stuttgart'ta yaşamış. "Burada rafları karıştırıyorum, hoşuma gidenleri alıp, eve götürüyorum," diyor. Kimi zaman evde duran, artık okumadığı eski kitapları da getirip, Müller'e karşılıksız veriyormuş. Yaşlı adam kısa süre önce Afrika'ya eski bisikletler ve kullanılmış gözlük çerçeveleri yollayan bir dernekle anlaşmış, bugünlerde kocaman bir karton kitap hazırlaması gerekiyormuş. Yaşlı İngiliz kadın elinde dört kitap tutuyor. Tom'a beş Avro uzatıyor ve: "That's right, thank you, so long," deyip, dükkânı terk ediyor. Kapının hemen yanında duran bir kartonun üzerinde "Sex Books" yazıyor. İçinde incecik, renkli küçük dergiler var. "My Gigolo", "Sensual Ambitions" yazıyor en üstekilerin kapağında. Yaşlı adamın anlattığına göre bir kadın getirip bırakmış Amerika'da 1950'li ve 1960'lı yıllarda sevilerek okunan bu küçük pornografik dergileri. Kadın babasının ölümünden sonra tavanarasında keşfetmiş kartonu. Günümüzde Tom amcanın kulübesine gelip, onları 1 Avro'ya alanlar çoğunlukla genç kızlarmış!
www.ahmet-arpad.de
21 Nisan 2013
Özgür yaşamı sevenlerin alınyazısı
Cumhuriyet 21.04.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Almanya, 600 yıldır birlikte yaşadığı, Hitler döneminde soykırımdan geçirdiği Yahudilerle Roman ve Sintileri azınlık olarak kabul etmekte zorlanıyor. 9. yüzyılda Kuzey Hindistan'dan yola çıkıp bir kısmı İran, Mısır, Kuzey Afrika ve İspanya, bir kısmı da Balkanlar üzerinden 14. yüzyılda Avrupa'ya ulaşan, kendilerine Roman ve Sinti denen "Çingeneler" 600 yıldır Almanlarla bir arada yaşıyor. Nazi Almanyası'nda sadece 6 milyon Yahudi öldürülmemişti. Toplama kamplarında ve gaz odalarında yarım milyon da Roman ve Sinti yaşamını yitirmişti. Almanya onlara da soykırım yapıldığını ancak 1982 yılına gelindiğinde Helmut Schmidt döneminde kabullenmiş, Hitler'in ellerinden almış olduğu Alman vatandaşlığını da geri vermişti. Ancak topraklarında 100 binin üzerinde Yahudiyle 70 bin civarında da Roman ve Sintinin yaşadığı AB ülkesi Almanya, nedense her iki toplumu etnik azınlık olarak kabul etmeye yanaşmıyor! Almanya Federal Meclisi 1992 yılında Berlin'de bir soykırım anıtı yapılması kararını aldı. Önce proje yaratılması, bunun değişik gruplar tarafından kabul görmesi, ardından da kitabeye ne yazılacağı tartışması uzun yıllar sürdü. O günlerde toplum başkanı Romani Rose "Kitabede ‘Çingene' sözü yer alırsa yapılmasına izin vermeyeceğiz" diyordu. "Bizim öngördüğümüz metnin reddedilmesi, Nazilerin soykırım yaptığı tarihi gerçeğinin de reddedilmesi demektir!" Berlin Senatosu ilk önce karşı çıktığı Roman ve Sinti isteklerini sonunda kabullendi. Proje değiştirildi. Tasarımcısı, Paris'te yaşayan İsrail asıllı sanatçı Dani Karavan oldu. Günümüz insanlarına o büyük soykırımı hep anımsatması istenen anıtın, savaşın bitişinin 60. yılı olan 8 Mayıs 2005'te açılması kararlaştırıldı. Ancak başkent Berlin'deki anıt, Federal Meclis'in 1992'de aldığı ilk kararın ardından tam yirmi yıl sonra 24 Ekim 2012 günü açılabildi. Baden-Württemberg hükümeti de eyaletteki Roman ve Sintileri bu yıl içinde imzalayacağı bir sözleşmeyle azınlık olarak kabullenmeye hazırlanıyor. Bu halk topluluğu günümüzde sadece Doğu Avrupa ülkelerinde zor bir yaşam sürdürmüyor. AB'nin 2012 raporu Roman ve Sintilerin tüm birlik sınırları içinde dışlandığı gerçeğini ortaya çıkarmıştı. Rapora göre bu insanların yüzde doksanı fakirlik sınırının altında yaşamak zorunda. Sadece yüzde on beşi ortaokul diplomalı, yüzde otuzu bir meslek sahibi. Avrupa Birliği 2011'de bütün üyelerinden ülkelerindeki Roman ve Sintilerin uyumu üzerine raporlar hazırlamalarını talep etmişti. Bir yıl sonra Brüksel'e ulaşan önerilerle yirmi yedi ülke de sınıfta kalmıştı! Bundan 70 yıl önce ilk Roman ve Sinti ailelerin Stuttgart'tan Auschwitz kampına yollanmaları nedeniyle belediye sarayı salonlarında geçen ay açılan sergide sunulan bir araştırmaya göre Avrupa'nın bu en büyük etnik azınlığına mensup insanların yüzde sekseni Almanya'da dışlandıklarına inanıyor! Çoğu yarı göçebe bu insanlar, günlük yaşamlarında ülkedeki ayrımcı ve yabancı düşmanı davranışlardan en çok etkilenenlerden. İçlerinde isimlerini değiştirenlere de rastlanmıyor değil! Özgür yaşamı seven, katı toplum kurallarını ise zor benimsemeyen Roman ve Sinti insanlarına Alman toplumu nedense bir türlü alışamadı.
www.ahmet-arpad.de
31 Mart 2013
'Biri yer, biri bakar, ...'
Cumhuriyet 31.03.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Dünyanın en zengin insanları İsviçre'de yaşıyor! Onları Japonlarla Amerikalılar takip ediyor. İsrail'de yaşayanlar "Allianz Küresel Varlık Raporu" listesinde onuncu sırada, AB'nin lokomotifi Almanlar on altıncı sırada! İsviçre'de her kişi 138 bin Avro servete sahip. Almanya'da ise kişi başına 39 bin Avro düşüyor! Bu demektir ki Almanlar komşularına göre çok "fakir"... Bazı Almanların servetlerini İsviçre'deki kara hesaplara depolamasının nedenlerinden biri de bu olabilir? Almanya sadece on altıncı sırada gelmiyor, ülke şu sıra 2 trilyon Avro borçlu! Sizin anlayacağınız her Alman vatandaşının; yıllardır yaşayanın da, şu anda doğanın da 26 bin Avro borcu var! Fakat Almanya'da doğumlar da geriliyor. Daha doğrusu "saf kan" Almanlar azalırken, "saf kan" Alman olmayanlar artıyor. Tabii ülkenin borcu da gittikçe daha çok bu yabancıların sırtına yükleniyor... Verilere göre gittikçe daha az evlenen, tek başına yaşayan, evlense de üç çocuk yerine tek çocuk yapan Almanlar çoğunlukta!
Federal Çalışma Bakanlığı'nın birkaç ay önce itiraf ettiğine göre zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe büyüyüp derinleşiyor. Bunun nedenlerinden biri de orta direğin yavaş yavaş çökmesi. Açıklamalara göre bu çökme 90'lı yılların ortalarında başladı. Şu anda toplam nüfusun yüzde 58'i bu orta direği oluşturuyor. Günümüz Almanyası'nda toplam nüfusun serveti on trilyon Avro olarak açıklandı. Ancak nüfusun yüzde 10'unun bu servetin yüzde 53'üne sahip olduğu da başka bir gerçek! On yıl önce aynı yüzde 10 toplam servetin yüzde 48'ine sahipti! Demek ki zengin olan 2007-2008 yıllarındaki küresel ekonomik krizde bile servetine servet katabilmiş... İşte tehlike burada başlıyor; gelir dağılımının adaletsizleşmesi insanların ekonomik gücünü zayıflatıyor, sosyal dayanışmayı tehlikeye sokuyor ve bunların sonucunda da ülkede politik istikrarsızlık tehlikesi artıyor. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin nedenlerinden biri de, üst düzey görevlerde bulunanların maaşlarına yapılan zam oranının, alt düzeydeki meslek sahiplerine yapılan zam oranının çok üstünde olması. Ülke genelinde 2012'de işçi maaşlarına yüzde 2.9 zam yapıldı. Aynı süreçte elektrik ve gaza yüzde 3.6 zam geldi. Gıda maddeleri yüzde 4.4 ve giyim eşyaları yüzde 4.7 pahalılandı. En yüksek zammı da yüzde 9.9 ile meyve ve sebze yaşadı! En az zamma gelince, onu da her zamanki gibi yüzde 2.1 ile emekliler aldı! Bunlar Alman hükümetinin birkaç ay önce sunduğu "Fakirlik ve Zenginlik Raporu"nda açıklanan veriler. Şampanya satışları 2012 yılında yüzde 3.5 artmış! Bunun yanı sıra sadece dünya markaları Mercedes, BMW, Porsche cirosunu arttırmadı; Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü'ne göre silah şirketleri de aynı başarıya ulaştı... Bu arada şunu da anımsatmadan geçmeyelim: Berlin hükümeti 1991'den bu yana her yıl "devlet yardımı" adı altında vatandaşlarından özel bir vergi alıyor. Şu güne kadar toplam 250 milyar Avro'luk bu özel vergiyle ülkenin "fakir" doğusu desteklendi. Yine de işsizlik doğuda yüzde 20'nin altına düşmüyor. Doğu insanlarının yüzde 68'i geleceğe kötümser bakıyor, yüzde 50'si de şu sıra demokrasinin toplum sorunlarını çözmeye yeterli olmadığı inancında! Almanya'nın batısında artık demokrasiye inanmayanların oranı ise yüzde 30. Avrupa Komisyonu'nun 27 ülkede yaptığı araştırmaya göre Avrupa'da geleceğe kötümser bakan toplumların başını yüzde altmış sekiz ile Almanlar çekiyor.
Gelelim bizimkilerin durumuna. Almanya Türklerinin yarısı fakirlik sınırının altında yaşıyor. Geri kalanı da orta direğin alt sıralarında top koşturuyor!
www.ahmet-arpad.de
23 Mart 2013
Menschenlandschaften sollen gegenseitiges Verständnis prägen
Fotografien von Ahmet Arpad beeindrucken in Schwarzweiß und Farbe
Von Marita Gaile
Bad Wurzach – Mit der 189. Ausstellung "Türkei – Menschenlandschaften" im Amtshaus Bad Wurzach, die am vergangenen Donnerstag eröffnet wurde, werden heuer Fotografien des türkischen Übersetzers, Journalisten und Autors Ahmet Arpad aus Stuttgart in Schwarzweiß und Farbe gezeigt, Bilder, die nicht nur durch ihre Prägnanz, sondern auch ihre Natürlichkeit beeindrucken. Fotografien, die neben Landschaften auch Menschen in ihrer gewohnten Umgebung, bei der Arbeit oder in Gesellschaft zeigen. Arpad, der auch Gründungsmitglied des Deutsch-Türkischen Forums Stuttgart ist, erhielt für sein übersetzerisches Lebenswerk den Hauptpreis des deutsch-türkischen Übersetzerpreises Tarabya 2012 als Würdigung für sein jahrelanges Engagement für die Vermittlung deutschsprachiger Literatur in der Türkei verliehen. Seine Fotografien zeigen neben den unterschiedlichsten Landschaftsstrichen auch Porträts von einzelnen Personen, die in Istanbul, aber auch in den ländlichen Regionen der Türkei leben. Während die Bilder aus Istanbul, der Weltmetropole zwischen zwei Kontinenten, Glanz und Esprit versprühen, bestechen die Landschafts- und Menschenaufnahmen aus den weiten Hochebenen und den einsamen Gebieten Anatoliens, zwischen Ararat und Bosporus genauso, wie die allseits bekannte Gastfreundschaft dieser Menschen, die im Mittelpunkt von Arpads Fotografien stehen. Bürgermeister Roland Bürkle stellte in seiner Begrüßungsansprache fest, dass hier Menschen der Mittelpunkt sind, ein Umstand, der leider viel zu oft in Vergessenheit gerät. Auch das gegenseitige Verständnis untereinander solle durch die Ausstellung gestärkt werden, so Bürkle weiter. In diesem Zusammenhang berichtete der Bürgermeister über den Brandanschlag auf die Teestube des Moscheevereins Ditib in Bad Wurzach, der am 08. Juli 2012 erheblichen Schaden anrichtete. "Dieser Brandanschlag war der ausschlaggebende Punkt für diese Ausstellung und basiert auf einer Idee von Herrn Türker Ari. Ich freue mich, dass er bei der Eröffnung dieser Ausstellung ebenfalls dabei ist", so Bürkle. Generalkonsul Mustafa Türker Ari, Botschafter der Republik Türkei und seit September 2010 Leiter des Generalkonsulates in Stuttgart erklärte seine Beweggründe, nachdem er die türkischen Mitbürger in ihrer Landessprache begrüßt hatte: "Ich wünsche mir einfach, dass Ihnen allen mein Land durch das Betrachten der Fotografien ein wenig näher kommt."
Ahmet Arpad, der in Istanbul geboren wurde und seit 1968 in Deutschland lebt, hat mittlerweile 20 Einzelausstellungen in Deutschland und der Türkei gezeigt. Mit seinen Fotografien unter dem Motto "Türkei – Menschenlandschaften" hält Arpad sozusagen eine Hommage auf seine Heimat, auf die dort lebenden Menschen in ihrer Einzigartigkeit und Lebensfreude, aber auch auf eine Kultur, die die 3000-jährige Geschichte des Landes widerspiegelt. Die Ausstellungseröffnung wurde musikalisch untermalt von Kaan Kara, der zu Gitarrenklängen in türkischer und deutscher Sprache sang, so unter anderem den Song "Wir sind alle gleich". Anschließend bewirteten die türkischen Mitbürger aus Bad Wurzach die Gäste der Ausstellung mit landestypischen herzhaften Snacks und Gebäck.
Die Ausstellung "Türkei – Menschenlandschaften" mit digitalen Fotografien in schwarzweiß und Farbe von Ahmet Arpad ist noch bis zum 26. April 2013, Mo. bis Fr. im Amtshaus Bad Wurzach zu sehen.
Von Marita Gaile
Bad Wurzach – Mit der 189. Ausstellung "Türkei – Menschenlandschaften" im Amtshaus Bad Wurzach, die am vergangenen Donnerstag eröffnet wurde, werden heuer Fotografien des türkischen Übersetzers, Journalisten und Autors Ahmet Arpad aus Stuttgart in Schwarzweiß und Farbe gezeigt, Bilder, die nicht nur durch ihre Prägnanz, sondern auch ihre Natürlichkeit beeindrucken. Fotografien, die neben Landschaften auch Menschen in ihrer gewohnten Umgebung, bei der Arbeit oder in Gesellschaft zeigen. Arpad, der auch Gründungsmitglied des Deutsch-Türkischen Forums Stuttgart ist, erhielt für sein übersetzerisches Lebenswerk den Hauptpreis des deutsch-türkischen Übersetzerpreises Tarabya 2012 als Würdigung für sein jahrelanges Engagement für die Vermittlung deutschsprachiger Literatur in der Türkei verliehen. Seine Fotografien zeigen neben den unterschiedlichsten Landschaftsstrichen auch Porträts von einzelnen Personen, die in Istanbul, aber auch in den ländlichen Regionen der Türkei leben. Während die Bilder aus Istanbul, der Weltmetropole zwischen zwei Kontinenten, Glanz und Esprit versprühen, bestechen die Landschafts- und Menschenaufnahmen aus den weiten Hochebenen und den einsamen Gebieten Anatoliens, zwischen Ararat und Bosporus genauso, wie die allseits bekannte Gastfreundschaft dieser Menschen, die im Mittelpunkt von Arpads Fotografien stehen. Bürgermeister Roland Bürkle stellte in seiner Begrüßungsansprache fest, dass hier Menschen der Mittelpunkt sind, ein Umstand, der leider viel zu oft in Vergessenheit gerät. Auch das gegenseitige Verständnis untereinander solle durch die Ausstellung gestärkt werden, so Bürkle weiter. In diesem Zusammenhang berichtete der Bürgermeister über den Brandanschlag auf die Teestube des Moscheevereins Ditib in Bad Wurzach, der am 08. Juli 2012 erheblichen Schaden anrichtete. "Dieser Brandanschlag war der ausschlaggebende Punkt für diese Ausstellung und basiert auf einer Idee von Herrn Türker Ari. Ich freue mich, dass er bei der Eröffnung dieser Ausstellung ebenfalls dabei ist", so Bürkle. Generalkonsul Mustafa Türker Ari, Botschafter der Republik Türkei und seit September 2010 Leiter des Generalkonsulates in Stuttgart erklärte seine Beweggründe, nachdem er die türkischen Mitbürger in ihrer Landessprache begrüßt hatte: "Ich wünsche mir einfach, dass Ihnen allen mein Land durch das Betrachten der Fotografien ein wenig näher kommt."
Ahmet Arpad, der in Istanbul geboren wurde und seit 1968 in Deutschland lebt, hat mittlerweile 20 Einzelausstellungen in Deutschland und der Türkei gezeigt. Mit seinen Fotografien unter dem Motto "Türkei – Menschenlandschaften" hält Arpad sozusagen eine Hommage auf seine Heimat, auf die dort lebenden Menschen in ihrer Einzigartigkeit und Lebensfreude, aber auch auf eine Kultur, die die 3000-jährige Geschichte des Landes widerspiegelt. Die Ausstellungseröffnung wurde musikalisch untermalt von Kaan Kara, der zu Gitarrenklängen in türkischer und deutscher Sprache sang, so unter anderem den Song "Wir sind alle gleich". Anschließend bewirteten die türkischen Mitbürger aus Bad Wurzach die Gäste der Ausstellung mit landestypischen herzhaften Snacks und Gebäck.
Die Ausstellung "Türkei – Menschenlandschaften" mit digitalen Fotografien in schwarzweiß und Farbe von Ahmet Arpad ist noch bis zum 26. April 2013, Mo. bis Fr. im Amtshaus Bad Wurzach zu sehen.
17 Mart 2013
Yaşlılıklarında da yalnızlar...
Cumhuriyet 17.03.2013
STUTTGARTAHMET ARPAD
Başlarında kasket, ellerinde sigara, koltuklarının altında Türk boyalı basının gazeteleri, omuzları çökmüş, ayaklarını sürüye sürüye yürüyorlar! Bu ülkede bir ömür geçirmiş, yalnız kalmış, içine kapanık insanlarımız. Almanya'ya gelmişler yirmisinde, şimdi ulaşmışlar yetmişine, tekdüze ve tek başına bir yaşamları olmuş. Hafta içinde çalışıp hafta sonunda hemşerileri ile buluşmuşlar, Bahnhof'larda! Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor. Çoğunun tek buluşma yeri hep tren istasyonları olmuş. İki toplum birbirine dokunmadan, yan yana, kabuğuna çekilmiş yaşamış. İnsanlarımız elli küsur yıldır gettolaşmış Türk mahallelerinde, çoğuna hiçbir Alman'ın adım bile atmayacağı, yıkık dökük evlerde oturuyor. Geçen haftaki Stuttgart-Backnang yangınında görüldüğü gibi de yaşamlarını tehlikeye atarak. Burada şuna da dikkati çekmek gerek, Almanya Türklerinin yarısı artık fakirlik sınırının altında yaşıyor! Almanya'nın doğusuyla birleşmesinin ardından oluşan sorunlar ülkede yaşam koşullarını zorlaştırdı. Bundan en çok etkilenenlerin başında da düşük gelirli, mesleğinde kalifiye işçi olmayan Türkler geldi. İşte o dönemde çoğu insanımız kendini "beşikten mezara" İslamcıların kucağında buldu! Cami ve mescitler hep onların günlük yaşamının bir parçası oldu. Keşke bu insanlar boş zamanlarını camilerde değil de Türk Kültür Enstitüleri'nde geçirseydi; Türkiye'den gelen sanatçılarımızı, edebiyatçılarımızı, aydınlarımızı Almanlarla birlikte tanıyabilseydi! Kültür alışverişinden yola çıkarak toplumlararası bir diyalog Almanya'da hiçbir zaman denenmedi. Her iki ülke de yarım yüzyıl boyunca bu önemli görevi yerine getirmedi. Niçin acaba?
Eskişehirli Mustafa Akçı 73 yaşında. Her hafta dostlarını çevresine topluyor. Hem bir arada olup eskileri yad ediyorlar hem de okumalar, sohbetler, koro şarkılarıyla "canlı ve genç" kalmaya çalışıyorlar. Stuttgart'ın birinci kuşak yaşlıları tam on beş yıldır Akçı'nın çevresinde bir araya geliyor. "Gittikçe azalıyoruz" diyor. "Evden çıkmayanlar, yılın yarısını memleketinde geçirenler, hastalananlar var..." Yaşlılığında kesin dönüş yapanlar da. Akçı'yı en az yirmi yıldır tanıyorum. 1961 yılında Eskişehir'i terk ederek Stuttgart'a geliyor. Çalışma yıllarının çoğunu Mercedes'te geçiriyor. Hep aynı semtte yaşıyor. İnsanlarımızın yoğun olduğu semtindeki kent kütüphanesini günlük Cumhuriyet'e abone ettiren Akçı bugün de gazetemize internetten abone. Çevresindeki Türklere günlük yaşamlarındaki sorunlarında elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyor. "1960'larda gelenler şimdi çoktan emekli" diye anlatıyor Akçı. "Fakat ellerine geçen emekli maaşı Avro‘yla pahalılaşan günlük yaşamda hiçbirine yetmiyor." Birçok yaşlı insanımızın hiç olmazsa yılın yarısını ucuz (!) Türkiye'de geçirmesinin başlıca nedeni de bu... Ancak Türkiye ile hiç bağlantısı kalmamış insanlarımız da var. Bütün ailesi zamanla yanına gelmiş bu emekliler Almanya'da kalmak zorunda! "Onlara ilk yıllarda aileleri bakıyor.Ancak bir yaştan sonra bu bakım zorlaşıyor." Bu insanlar her gün birkaç saat gelerek evde bakımlarını yapan kuruluşlara muhtaç! Hizmetin bir kısmını kişi kendi ödüyor, bir bölümünü de devletin sosyal yardım kasası üstleniyor. Evde bakım hizmeti veren kuruluşlar kiliselere bağlı oldukları gibi özel kişilerce de kurulmuş. Son yıllarda, bakıma muhtaç vatandaşlarımızın sayısı sürekli artması üzerine bazı Türk girişimciler de bu yeni pazarı keşfettiler. Bazı illerde gündüz bakımevleri var. Yaşlıları sabah evlerinden alıyor ve istenilen saatte geri getiriliyor. Müzik, resim, okuma gibi etkinliklerin yanı sıra isteyen dinleniyor, yürüyüş yapıyor veya tv karşısında oturuyor. Ruh havzasında açılan ve özellikle Müslümanlara dönük yurtlarda çok yaşlı ve hastalar kalıyor. Yaptıkları açıklamalara göre bazılarının mescidi var, yemekler de tabii "helal..." Bakım görevlileri Türkçe biliyor. Resmi verilere göre Almanya'da bakıma muhtaç 2 milyon insan var. Bunların 1.4 milyonuna kendi evlerinde bakım yapılıyor. Geri kalan yaklaşık 700 bin civarındaki insan ise yaşlılar yurtlarında yaşamak zorunda. Ülkedeki 450 bin yaşlı Türk'ün 25 bininin sürekli bakıma gereksinimi var.
www.ahmet-arpad.de
Ahmet Arpad çevirisiyle Radetzky Marşı
Cumhuriyet Haber Portalı, 17 Mart 2013
Can Yayınları, Tarabya çeviri ödüllü Ahmet Arpad 'ın Türkçeye kazandırdığı dünya edebiyatının ünlü yapıtı Joseph Rot'un 'Radetzky Marşı'nı yayınladı.
İstanbul - Joseph Roth'un, 1932'de tamamladığı Radetzky Marşı, yalnızca yazarının değil, Avrupa edebiyatının da başyapıtlarından biridir. Kader çizgileri Radetzky Marşı'nda birleşenTrottaların ve Habsburg monarşisinin bu öyküsü, eski Avrupa'ya ve değerlerine bir vedadır her şeyden önce...
Radetzky Marşı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünü öyküler. 1859 Solferino Meydan Savaşı'nda Slovenyalı genç bir teğmen, İmparator I. Franz Joseph'in hayatını kurtarır. İmparator güçlü, bünyesinde çok sayıda halkı barındıran imparatorluk büyüktür. Oysa bu görkemli tablonun ardında bir yalanlar silsilesi gizlidir ve son çok yakındır...
15 Mart 2013
Böll'ün 'Palyaço'su Can Yayınları'ndan çıktı
Cumhuriyet Haber Portalı 15 Mart 2013
Heinrich Böll'ün 'Palyaço' adlı romanı, Ahmet Arpad'ın çevirisiyle Can Yayınları'ndan çıktı.
İstanbul- Heinrich Böll'ün 'kahraman' palyaçosu… Donuk, beyaz bir makyajın ardında nelerin gizli olduğu kimin umurunda?!
"Sarhoş olarak sahneye çıktığımda, tam bir dikkat isteyen hareketlerde şaşırır, bir palyaçonun başına gelebilecek en kötü hataları yaparım, sonra da düştüğüm bu duruma kendi kendime gülerim. Korkunç bir alçalma. Sarhoş olmadığım akşamlarda sahneye çıkacağım (bazen beni arkamdan itmek zorunda kalırlar) âna kadar korkum daha da artar. Bazı eleştirmenlerin "bu düşünceli, fakat esprili neşe" dedikleri, "ardında yüreğin atışları duyulan" şey gerçekte beni bir kukla gibi hareket ettiren boş bir soğukkanlılıktır; fakat en kötüsü, iplerim kopup da yere yığıldığım andır; sanırım transa geçen rahiplerin de durumu böyledir."
20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli yazarlardan biri olan Heinrich Böll, yapıtlarında yaşamı, insanları, toplumu yansıtırken ve toplumsal eleştiri yaparken yalın bir dil kullanır. Almanya'da olduğu kadar başka ülkelerde de severek okunmasının nedeni budur.
Böll'ün bu romanının kahramanı bir palyaço, bir pantomimcidir. Marie adında genç bir kızı sever. Birlikte evlerini ve yaşadıkları kenti terk ederler. Genç adam aralarındaki bağı resmî ve dini nikâhla perçinlemeyi gereksiz bulur. Fakat genç kız Katolik'tir ve "cemaatin" baskısından kurtulamayıp Katolik bir erkekle evlenir. Sevgilisi kendisini terk ettiğinde palyaço yıkılır, sanatı biter.
Palyaçonun Marie'yle yaşadıklarını anlatması, yitirdiklerini tekrar kazanmak için giriştiği ümitsiz bir çabadır. Palyaço bütün acılarını, arzularını ve umutlarını donuk beyaz makyajlı yüzünün arkasına gizler. Hareketleri ve sözleriyle acı gerçekleri söyler; günlük hayatın acımasızlıklarını, boş kurallarını, insani olmayan yanlarını herkes bilsin ister. Böll de palyaçonun maskesi ardında en sarsıcı gerçekleri dile getirir. Katoliklere ve bütün Hıristiyanlara karşıdır. Aşkın gerçekleri ile Katolik toplumun ahlak anlayışı arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.
Heinrich Böll
Heinrich Böll, 1917'de Köln'de doğdu. İkinci Dünya Savaşı'na katıldı, esir düştü, 1945'e kadar özgürlüğüne kavuşamadı. Savaştan sonra hem üniversite öğrenimini sürdürdü, hem de ağabeyinin marangozhanesinde çırak olarak çalıştı. İlk öyküleri 1947'den sonra dergilerde yayımlanmaya başladı. Ölümüne değin Köln ve çevresinde bağımsız yazar olarak yaşadı. Eserleri için aldığı ödüller arasında 1967 Georg-Büchner Ödülü, 1972 Nobel Edebiyat Ödülü vardır. Alman ve Uluslararası PEN Derneği'nin başkanlığını yaptı. 16 Temmuz 1985'te öldü. Heinrich Böll, edebiyat yaşamına öykü yazarak başlamış ve öykücülüğü hep ön planda tutmuştur. İlk çalışmalarından en nitelikli yapıtlarına kadar, Böll'ün öykülerinde keskin gözlemcilik yeteneği, çağdaş ve eleştirel düşünce yapısı, alaycılığı, insancıl yaklaşımı kendini açıkça belli eder. Böll'ün eserleri yalnız Almanya içinde ve Alman dilini kullanan ülkelerde değil, bütün dünyada XX. Yüzyılın önde gelen klasikleri arasına girmiştir.
Heinrich Böll'ün Can Yayınları'ndaki diğer kitapları:
Fotoğrafta Kadın da Vardı, 1998
Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru, 1999
Babasız Evler, 1999
Dokuz Buçukta Bilardo, 1999
Yolcu Sparta'ya Varırsan Eğer, 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)