BİRGÜN 06.10.2016
REFİK DURBAŞ Burhan Arpad, "Bir İstanbul Var İdi" başlıklı anılarında yaşam öyküsünden kimi sahneleri kendine özgü duygularla aktarırken İstanbul'un yakın tarihinin günümüz için ibret verici bir panoramasını da çıkarıyor; daha çok da İstanbul'un kültürel kimliğinin…
"Perde Arkası" başlıklı yazısında babasının ölümünü anlatırken "Ben de, o da pek konuşkan değildik" diyor.
Gerçekten öyle miydi?
Burhan Arpad'ı sanıyorum 70'li yıllarda Cem Yayınevi'nde tanıdım. Yayınevine sessizce gelir, geldiği gibi de giderdi.
80'li yıllarda da Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında "Hesaplaşma" başlığı altında yazacaktı, Oktay Akbal'ın yazmadığı günlerde…
O yıllarda Cumhuriyet'in Düzeltme Servisi şefi olduğum için yine karşılaşacaktık, ama şimdi düşünüyorum da sesinin yankısı hiç düşmemiş belleğimin kuyusuna…
Yalnızca görüntüsü gözlerimin beyazperdesinde:
Ufak tefek, ak saçlı, esmer, birazca kalın dudaklı; sırtında her zaman boz renkli bir paltosu ve elinde çantasıyla bir adam…
"Bir İstanbul Var İdi" ise bütün bunların aksine, her ne kadar kendisi de "konuşkan" olmadığını söylese de Arpad'ın hoş sohbet kimliğinin bir göstergesi…
Çünkü yazmıyor Arpad, okuruyla konuşuyor, sohbet ediyor.
"Bir İstanbul Var İdi"nin satırları arasında gezinirken bu sohbetin muhabbetine benim de kimi anılarımın gölgesi düştü.
Arpad, "1940'larda Türk Kitapçılığı"nı anlatırken şair Salâh Birsel ve hikâyeci İhsan Devrim ile birlikte kurdukları ABC Kitabevi'nden söz eder:
"Bâbıâli'nin ara sokağı Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken, solda, Maarif Kitabevi'nin bitişiğinde küçücük bir dükkân, baştan aşağı yenilenip kitabevi yapılmıştı."
Oysa Salâh Birsel'in "Seyirci Sahneye Çıkıyor"da anlattığına göre Birsel ile Arpad, önce "AB Neşriyatı" adıyla bir yayınevi kurmuşlardır.
Çok geçmeden aralarına İhsan Devrim katılır, Cağaloğlu'nda ABC adında bir kitabevi açarlar.
Yayın da yapmaktadırlar.
Bu işi iki yıl kadar sürdürürler.
Anadolu'da kitapçılardan o zamanın parası on bin lira kadar alacakları vardır; paranın büyük bölümünü alamayınca kitabevini kapatmak zorunda kalırlar.
Dükkânı satmaya karar verirler, ama satıştan önce Tan olayı patlak verecek (4 Aralık 1946) ve Tan gazetesi yakılırken ABC Kitabevi de yağmalanacaktır.
Arpad, "Komedyenin Ölümü" başlıklı yazısında Muammer Karaca'nın portresini şöyle çizmektedir:
"Yıllarca her şeye katlanmış, çay simitle yetinmiş, dekor taşımış, incecik bir paltoyla kışı geçirmişti. Yıllar sonra Tepebaşı bahçesinde Alabanda revüsüne bin lira aylıkla geçişini, ‘O günlerde bin liraya tabiiyet değiştirilirdi' diye şakayla anlatırdı. Çünkü Şehir Tiyatrosu'ndan yüz lira aylık alıyordu."
80'li yıllarda Cibali Karakolu üzerine Cumhuriyet gazetesinde bir yazı yazacak ve şunu öğrenecektim:
Muammer Karaca, üç bin kez oynadığı "Cibalı Karakolu" başlıklı oyundan kazandığı paranın bir bölümünü karakolun onarımı için harcamıştı.
Arpad'ın Ruhi Su ile macerası ise bir insanlık nişanesidir…
Ruhi Su, 1952 güzünde "Âşık Veysel" filminde komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle tutuklanır.
Ankara'dan hiçbir tanıdığı olmadığı için İstanbul'a getirilir.
Günlerce hücrede kalır.
Arpad, bu sırada Vatan gazetesinde muhabirdir; bin bir zorluğu aşarak "pijama üstüne palto giymiş, saçları karmakarışık, yüzü tıraşsız, adımları ve bakışları ürkek" Ruhi Su'yu İstanbul Emniyeti'nde görür.
Kucaklaşırlar. Ayrılırken Su, Arpad'a kirli çamaşırlarını verir, evde yıkansın diye…
Sonrasını şöyle anlatacaktır Arpad:
"Evde bohçayı açtık. Kanlı bir yatak çarşafı vardı. Yıkamadık, yıllarca sakladık tavan arasında. Sonunda yaktık."
Anıları yakmaya ise hiçbir ateşin gücü yetmiyor…
Üstadın çevirmen olarak Erich Maria Remarque, Stefan Zweig, Anna Seghers, Joseph Roth, Odon von Horvath, Thomas Mann, Ingeborg Bachmann, Fritz Habeck, Ignazio Silone, William Saroyan, Henry Wallace, Şalom Aljehem, Dimitir Dimov, Haşek, Silanpaa ve Istrati gibi faşizm karşıtı yapıtları Türkçeye kazandırdığını da unutmayalım.