4 Haziran 2023

Krala "psikolojik yetersizlik" raporu

Toplum Gazetesi/Almanya, 4 Haziran 2023

Ahmet ARPAD

Füssen'de bir doğum gününe davetliyiz. Emekli olduktan sonra Güney Bavyera'ya yerleşmiş Stuttgartlı bir tanış 75. yaşını bu güzel kentte kutluyor. Yaklaşık otuz kişi öğle yemeğinde bir arada. Kimileri bizler gibi uzaklardan gelmiş. Lokantanın dağlara bakan bahçesinde oturuyoruz.

Garson kızların getirdiği tabaklar Bavyera mutfağının leziz yemekleriyle dolu. Hava güzel, insanlar keyifli. Çene çalanlar, gülenler, kahkahalar atanlar... Daha önce tanışmayanlar kısa sürede dost oluyor. Yemeğin sonunda, biz tatlıları, meyveler beklerken iki müzisyen ortaya çıkıveriyor. Kadın akordeon çalıyor, erkek keman. Bavyera lehçesi köy şarkıları birbirini izliyor. Anlamakta zorlanıyorum. Sanırım benim gibi masadakilerin çoğu da sözlerini anlamıyor, sadece hoş melodiyi dinliyor. Ancak bu pek önemli değil. Karınları doymuş misafirler daha da keyifleniyor. El çırpanlar var, ayağa kalkıp dans etmeye çalışanlar da...

Az sonra müzik susuyor. Doğum gününü kutladığımız bayan ayağa kalkıyor, geldiğimiz için hepimize teşekkür ediyor. "Şimdi yemeğe içmeye bir ara vereceğiz, gezinti yapacağız", diyor. "Buyrun bizi bekleyen şu otobüse binelim. Yolculuğumuz kısa olacak." Biniyoruz. Yola koyuluyoruz. Biraz sonra otobüs Hohenschwangau kasabına ulaşıyor. Bir an düşünüyorum: Yoksa saraya mı gidiyoruz? Buralara Tegernsee kıyısında yaşadığım yıllarda birkaç kez gelmiştim. Onlarca yıl geçmişti aradan. Fakat değişen pek bir şey yok. Doğa aynı, güzelliği hiç bozulmamış.

‘Eksantrik Kral‘

Az sonra karşımızda yükselen yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu? Bir düşler dünyasındayız. 'Eksantrik' kral II. Ludwig'in karşımızda yükselen 'eseri' sarayla şato karışımı bir yapı. Milyonlarca Markı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen 6 bin metrekarelik bu olağanüstü saraya harcamış. İçinde bir mağara bile var. Ona "deli'' diyenler olmuş. Salonlar, odalar, küçük ve büyük, merdivenler, yine odalar.

Her yerde kraliyet sembolü kuğu figürleri... Altın, gümüş, emaye, mozaikler, şamdanlar, mumlar, sayısız kuğu heykeli. Belki de Avrupa'nın en güzel şato sarayı. Bavyera kralı II. Ludwig insanlarla bir arada değil, kendi yarattığı bir düşler dünyasında yaşamış. İçine kapanık, utangaç, fakat kendini hep en büyük hissetmek isteyen bir Kral!

İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı bu sarayın duvarları ardına çekilmiş, ancak zamanla onun bu yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla kralı tahtından indirmiş. II. Ludwig Starnberg gölündeki Berg şatosuna sürülmüş. Kısa süre sonra da gölde boğulmuş olarak bulunmuş. Arkasında büyük borçlar bırakarak bu dünyadan göç etmiş! Düşler dünyasında yaşamış bir insanın hazin sonu böyle olmuş...

Dönüş yolunda otobüste yanına oturduğum yaşlı bayanla Bavyera'nın bu çılgın kralından söz ederken, kadın aniden: "Babamın da sonu hazin olmuştu", diyor. Ben sorar gibi yüzüne bakınca, babasının 1930'lu yılların sonunda Starnberg gölüne yakın Bad Tölz'deki SS-Junker Okulu'nda eğitim görmüş olduğunu söylüyor. Ve laf lafı açıyor. Çok yaşlı kadının anlattıkları bir başka yazıya kalsın...

26 Mayıs 2023

Kutsal Ekmekten Lokmalar

Toplum Gazetesi, 26 Mayıs 2023

Ahmet Arpad

Küçük çocuk annesinin kucağında, başını omzuna dayamış, elleriyle kulaklarını tıkamış. Yüzü buruşuk, neredeyse ağlayacak. Top sesleriyle güvercinler uçuşuyor. Kadınlı erkekli koro siyahlar giyinmiş, ilahiler okuyor. Sesleri giderek yükseliyor. Küçük çocuk annesinin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Kadının suratı ekşiyor. Koro susuyor, dualar başlıyor. Yüksekçe bir sahnede duran baş rahip ve yardımcıları yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü İsa'dan, Meryem'den söz ediyor...

Kutsal ekmek

Münih'in güneyindeki Bad Tölz'de saat sabahın sekizi. İsar nehri kıyısındaki bu tarihi ve şirin kentin sokakları insan dolu. Katoliklerin yortusu. Kutsal ekmeğin İsa'nın vücuduyla özümleşmesini kutluyorlar. Altın sarısı bir çadırın altında yaşlı baş rahip binlerce insana günün önlemini anlatıyor. Çevre köy ve kasabalardan Bad Tölz'e gelmiş yöresel, tarihi, dini giysili gruplar ona kulak kesilmiş. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengarenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük baş rahibi dinliyor.

Sonra birden yine toplar atılıyor, Bad Tölz'ün tüm kilise çanları çalıyor. Güvercinler ürkek yükseliyor çatılardan. Küçük çocuk çocuğun gözlerinden yaşlar boşanıyor. Annesi kucağındaki oğluna daha çok sarılıyor. Rahipler dualar mırıldanarak okunmuş kutsal ekmekten lokmalar dağıtıyor bekleşenlere. Korodan ilahiler yükseliyor. İnsanlar şöyle bir kımıldanıyor ve ağır ağır yürümeğe başlıyor. En önde baş rahip, rahipler, arkalarında yöresel politikacılar, değişik üniformalı, tarihi giysili erkekler, kadınlar ve ‘bayramlıkları'nı giymiş halk...

Annesi küçük oğlunu yere bırakıyor, elinden tutup, evinin yolunda uzaklaşıyor. Binlerce insanın oluşturduğu dini alay gittikçe uzuyor, uzuyor. Boyu sonsuz bir yılan örneği kıvrıla kıvrıla yürüyor Bad Tölz'ün dar, tarihi sokaklarında. Rahipler dualar mırıldanıyor, peşlerinden gelen binler duaları tekrarlıyor, kaldırımlarda bekleşenler alay geçerken haç çıkarıp, duaya katılıyor.

Dini tören yavaş yavaş sonuna yaklaşıyor. En önden yürüyen bayraklılar İsar köprüsüne varıyor. Ak saçlı baş rahip yorgun ayaklarını sürüyor. Aşağıda nehir kıyısında insanlar güneşleniyor bikinili. Kimi üstsüz. Başörtülü iki kadın uzun eteklerini toplamış, çocukları peşlerinde güle oynaya yürüyorlar serin sularda...

13 Mayıs 2023

Ağca, İpekçi, Papa

Toplum Gazetesi/Almanya, 13 Mayıs 2023

Ahmet Arpad

Tetikçi Mehmet Ali Ağca 1 Şubat 1979'da İstanbul'da Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi'yi öldürmüştü. Ağca 25 Kasım 1979'da Maltepe Askeri Cezaevi'nden üzerinde asker elbisesi ile firar etmiş, üzerinde asker giysisi elini kolunu sallayarak "özgürlüğü"ne kavuşmuştu! Yıllar sonra yaptığı açıklamada Ağca şöyle demişti: "Eğer içeride kalsaydım bu durum bazı çevreler için yenilgi olacaktı. Bu nedenle firar ettirildim."

Ağca'nın Papa II. Jean Paul'e suikastını ele alan "Papa'ya Komplo" adlı kitabın (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alman araştırmacı gazeteci Valeska von Roques ünlü Alman haftalık dergisi "Der Spiegel"in çeyrek yüzyıla yakın İtalya muhabirliğini yapmış. Akıcı bir anlatım ve değişik bir kurgu bu kitaba bir gerilim romanı akıcılığını veriyor. Von Roques Vatikan'da 13 Mayıs 1981 günü gerçekleşen suikat girişimini bu yapıtında okura sunarken verdiği bilgilerle olayın Soğuk Savaş yıllarının kirli bir operasyonu olduğunu, geri planda ABD ile Vatikan içindeki bazı güçlerin olduğunu kanıtlamak istiyor.

Bu ortak girişimin nedeni, Vatikan'da birbirine rakip ve Ruhban sınıfı üyelerinden oluşmuş Faenza klanı ile Opus Dei arasında amansız mücadeleydi. Polonyalı bir Papa'yı Vatikanın başında görmek istemeyen Faenza klanı daha çok Masonları andırıyordu. Papa'ya destek veren karşı grup Opus Dei ise oldukça köktenci bir Hıristiyanlığı yeğliyordu. Aynı dönemde Amerika'daki bazı aşırı tutucu ve Sovyet Rusya karşıtı güçlerin çıkarlarıyla Vatikanlı Ruhban sınıfı üyelerinin çıkarları birbiriyle çok uyuşuyordu.

Burada yazar von Roques şuna dikkati çekiyor: "Biliyoruz ki 1980'li yıllara girildiğinde dünyada uluslararası bir yumuşama süreci başlamıştı. Ancak Amerika'daki bazı güçler Batı ile Doğu arasındaki bu yumuşamanın çıkarlarına hiç uymadığını sezerler. Vatikan içindeki II. Jean Paul karşıtları da "komünist" Papa'dan kurtulmak istemektedir. Gerçekten de ABD'li güçler Doğu Avrupalı Papa'nın Polonya ile Sovyet Rusya'nın arasını düzelteceğinden, dolayısıyla tüm Avrupa'ya huzur geleceğinden çekiniyordu.

Yazara göre Vatikan'ın hırs dolu piskoposları ile kapitalizmin kirli çıkarları birleşince o dönemde Batı'nın çevirmiş olduğu dolaplardan en çirkini gerçekleşir. Papa II. Jean Paul'ü öldürme girişimi Batılı güçlerin Soğuk Savaş'ta uyguladığı "covert operation"ların en korkusuzca olanıydı.

Türk gladyosunun rolü

Kitabın yazarı Valeska von Roques'a göre o yılların Soğuk Savaş ortamında Papa suikastı çok kirli bir oyundu. Suikast suçu Sovyetler Birliği'ne yıkılarak bu ülkenin uygar dünya dışında kalması amaçlanıyordu. "KGB ve Bulgaristan tezi işte bu nedenle ortaya atılmıştır", diye konuşuyor yazar. "Bu oyunda bir CIA adamı olan Paul Henze ile kadın gazeteci Claire Sterling çok önemli iki rolü üstlenmişlerdi."

Papa suikastında 'Bulgar parmağı' tezinin sahibi tabii gazeteci Sterling değildi. Geri planda ipleri tutan CIA, adamı Henze aracılığı ile bu 'görevi' Sterling'e verir ve kamuoyunu inandırıcı bir dosya hazırlaması istenir. Araştırmaları sonucu ortaya atılan 'KGB+Bulgar tezi'nin uydurma olduğunu kitabında kesinlikle ve inandırıcı bir şekilde kanıtlayan Valeska von Roques, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Soğuk Savaş strateji uzmanı Michael Leeden'in de tezin fikir babalarından biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Amaç, o dönemde Sovyetler Birliği'nin "Kötülüğün İmparatorluğu" olduğunu dünya kamuoyuna inandırmaktı. Önüne konulan verileri bir papağan örneği sorgulama aşamasında ve yargıç karşısında tekrarlayan M. Ali Ağca suçsuz Bulgarların tutuklanmasına ve uzun yıllar hapis yatmasına neden olur.

Kitapta anlatılanlara göre 1983 yılında Roma'daki ikinci celseyi izleyen Uğur Mumcu yanındaki İtalyan kadın meslektaşına: "Adam çok akıllı, çıkarlarını korumasını da çok iyi biliyor", der. "Ne söylemesi gerektiğinin de bilincinde..." Aynı davada tanık olarak dinlenen Abdullah Çatlı da: "Eğer bu mahkemede Ağca'nın 'Bulgar tezi'nin doğru olduğunu açıklarsak Almanya bize 200.000 dolar verecek, himayesi altına da alacaktı", diye konuşur.

Kitabın yazarı Valeska von Roques iki yılı aşkın çalışmaları sırasında İtalya ve Vatikan'dan başka Türkiye'den Amerika Birleşik Devletleri'ne birçok ülkede araştırmalar yapmış. "Papa'ya Komplo" kitabıyla perde arkasındakilerin kimler ve amaçlarının ne olduğunu ortaya çıkarmayı başarmış. İtalyan gizli servisi Sismi'nin bir ajanının verdiği bilgiye göre suikastta iki Amerikalı keskin nişancı da görevlendirilmiş. Bu kişilerin görevi, Ağca silahını kaldırdığı anda öldürücü atışı yapmaktı. Ancak son dakikada bu plandan vazgeçilmiş ve keskin nişancılar aynı gün apar topar Amerika'ya dönmüş. O yıllarda görev yapmış bir başka Sismi elemanı da yazarın dikkatini şuna çeker. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Ağca kurşun sıkarken tabancasını 4-5 metre ötedeki Papa'nın başına değil de, aşağı doğru tutmaktadır.

Bu iki olay Papa'nın öldürülmesinden vazgeçilmiş olduğunu, sadece yaralanmasının amaçlandığını kanıtlar. Valeska von Roques'un sayısız tanığa ve zengin belgelere dayanarak kaleme aldığı "Papa'ya Komplo"da anlatılanlar ülkemizi de yakından ilgilendiriyor.

Ağca'nın özgür yaşamı

Bu kitapta Abdi İpekçi cinayeti ile adını ilk kez duyuran Ağca'nın nasıl biri olduğunu yakından izliyor, Türk gladyosunun aktörlerinin Batılı gizli servis örgütlerince nasıl korunduğunu da görüyorsunuz. Kitabında Oral Çelik'e de değinen yazar: "Onun anlattıklarıyla İtalyan yargıç Rosario Priore'nin soruşturmaları sonu ortaya çıkardıkları örtüşüyor", diyor. "Bu nedenle suikastta önemli bir rol oynamış olan Çelik'in açıklamaları çok ilginç kaynak olarak kabul edilmelidir." Vatikan'da Papa'yı öldürme girişiminin ardından tam 42 yıl geçmiş.

Olay günümüzde de gizemini koruyor! Abdi İpekçi cinayeti gibi… Ağca 65 yaşına bastı, 2007'den bu yana Katolik, özgür bir yaşam sürdürüyor... 23 Mart 2023 günü Odatv'ye şöyle konuşmuştu: "Benim cezaevindeki koğuş arkadaşım şu anda medyanın yüzde 50'sinin sahibi". Röportaj Büyükçekmece'de bir villada yapılmış.

13 Mayıs 1981 – 13 Mayıs 2023. Aradan tam 42 yıl geçmiş. Ağca'nın gazeteci Abdi İpekçi'yi öldürmesi, elini kolunu sallayarak hapisten ve Türkiye'den kaçması (!), Papa'yı öldürme girişimi ve sonraki özgür yaşamı tüm gizemini korumayı sürdürüyor. Çok ilginç!

7 Mayıs 2023

10 Mayıs 1933

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 7 Mayıs 2023

Ahmet ARPAD

Yazar Erich Kästner bundan tam 90 yıl önce, 10 Mayıs 1933 akşamı Berlin Opera alanında duruyor. Tam orta yerde dev bir ateş, alevler gecenin karanlığına yükseliyor. Çevresinde toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileriyle gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri yanlarında, olup biteni dikkatle izliyor.

Kästner 'Kitaplar Yakılır mı?' adlı denemesinde o geceyi şöyle anlatıyor: "Binlerce kitap dolu kamyon insanlar arasından geçip yaklaştı. Ateşin çevresindeki öğrenciler ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi öyle duruyordu. Kitapların verilen emirlerle ateşlerde yakılabileceğini şimdi öğreneceklerdi. Binlerce kitap yere döküldü, becerikli eller onları aldı, hızla alevlere savurdu..."

O gece Alman dilini, kültür ve edebiyatını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçıların, düşünür ve sanatçıların yapıtları büyük ateşte yanıyor, kül oluyor! Kitap yakma eylemleri 10 Mayıs'tan sonraki aylarda da sürdü. Hitler Gençliği ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde yüz iki yakma eylemi düzenledi. Almanya'nın yirmi bir üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu.

Kitaplar Silahlardan Daha Güçlüdür

Baskı yönetimleri kitaptan hep korkar, çünkü kitap her türlü silahtan daha güçlüdür. Kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bireye baskı yapan, onu düşüncelerinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak kitap her şeye karşın toplumları etkinlemesini, insanlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanı da (Çeviren: Ahmet Arpad) ateşe atılan Alfred Döblin'in olayların ardından şu söyledikleri çok uyarıcı: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar." 1933 kitap yakmaları Hitler'in aydınları yok etme girişiminde attığı ilk adımdır. Daha 1824'de: "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. 1933'de kitapları yakan Naziler 9 Kasım 1938'de tüm ülkede Yahudi ibadet evlerini, sinangogları da yaktı. O gece 400 insan yangınlarda öldü veya öldürüldü. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş tam 12 yıl sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu. 10 Mayıs 1933 insanlık tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir…"

Hitler seçimlerde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri krallarıyla gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan "Führer"in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklanmıştı.

"Yahudi Ruhu Almanya'yı Tehdit Ediyor"

10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Berlin Opera Alanı'ndan Münih Kral Alanı'na dek. Kitapların yakıldığı kentlerin tümünde üniversite vardı. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit ediyor", diye binlerce insana sesleniyordu. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar gibi uluyordu.

Naziler: "Alman düşün dünyasının çöpü", dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı kitapların yakılmasıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi Gömlekliler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Kültür Cinayetine Onay Veren Aydınlar

Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı.

Çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir", diye yazanlar oldu. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

Stuttgart'taki çalışmaları ağırlıklı 'insan hakları' olan "Die AnStifter" derneği önümüzdeki günlerde değişik toplantı ve okumalarla bizlere 10 Mayıs 1933'de ve sonrasında Hitler diktatörünün Almanya'sında neler olup bittiğini bir kez daha anımsatmaya hazırlanıyor!

30 Nisan 2023

"Kaçmasaydık, çoktan öldürülmüştük"

Cumhuriyet, 30 Nisan 2023

STUTTGART – Ahmet Arpad

Speyer istasyonunda trenden indi. Sağına soluna şöyle bir bakındı ve sonra ürkek adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Küçük istasyon binasının önünde bir taksi bekliyordu. Bir an düşündü. Kent merkezine yürüse miydi, yoksa taksiyle mi gitseydi? Hava serin, fakat güneşliydi. Yürümeye karar verdi. Karşı kaldırıma geçti. Sağa doğru gitmesi gerektiğini biliyordu. Büyük bir bahçe içinde kocaman, gösterişli, kırmızı tuğladan tarihi bir bina dikkatini çekti. Demir bahçe kapısında "Villa Ecarius" yazıyordu. Yoluna devam etti ve birkaç sokak sonra sola saptı. Uzaktan büyük katedralin kuleleri görünüyordu. Oraya gidecekti. Annesi, babası ve ablasıyla bu kenti terk ettiklerinde o bir yaşındaydı. Doğmuş olduğu topraklara hiç dönmemişti. Ana babası çoktan yaşamıyordu. Ablasını da beş yıl önce yitirmişti. Doğduğu toprakların hasretine daha çok dayanamamış, tek başına yola koyulmuştu.

"Çoktan Öldürülmüştük"

1939 sonbaharıydı, apar topar, her şeyi geride bırakarak son anda bu kenti terk ettiklerinde. Önce yakın Fransa'ya kapağı atmışlardı. Birkaç ay sonra da İngiltere'ye. İleri yıllarda savaş sürüp gitmişti. Babası anlatmıştı savaş sonrası yıllarda niçin aniden evlerini bırakıp buralara geldiklerini. "Kaçmasaydık", demişti, "bugün yaşamıyorduk, çünkü toplama kampından birinde çoktan öldürülmüştük."

Sağına soluna pek dikkat etmeden, düşüncelerle ve anılarla dolu yürüdü. Bomboş küçük sokaklardan, iki üç katlı daracık evlerin arasından geçti. "Greifengasse" yazıyordu tabelada. Bakışlarını katedralin kulelerinden ayırmadan ağır ağır devam etti yoluna. 'Predigergasse", oradan da geniş, upuzun Maximilian Caddesi. Buraları ablasının anlattıklarından anımsar gibi oldu. O yıllarda Speyer'in bu tek büyük caddesinden atlı arabalar ve tramvaylar geçermiş. Dosdoğru yürüdün mü katedrale çıkılırmış. Az ötede sinagog, köşeyi döndün mü banyo. Ablası "Pfaffengasse" adlı sokaktaki ilkokulun birinci sınıfından ayrılmış... Şimdi koskocaman, devasa katedral karşısında. Durdu. Hiç kıpırdamadan bakışlarını yüksek kapısında, sonsuza tırmanan kulelerinde gezdirdi... İnsanlar gidip geliyor, karıncalar örneği kocaman alanda hareket ediyorlardı. Esther Lieberberg ise hareketsiz öyle duruyordu. Düşündü bir an için, gireyim mi katedrale? Sonra yürüdü, küçük adımlarla kocaman kapıya yaklaştı.

"Ne Değişti Ortaçağ’dan Günümüze?"

Katedralin içi daha da yüceydi. Sütunlar ve kubbeler sonsuza yükseliyordu. 1025 yılında temeli atılan Speyer katedrali 1981’den bu yana Unesco Dünya Mirası dev bir yapı. O, sıraların arasında gezindi. Arka bölüme geçti. Bir an için ürperir gibi oldu. Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü. İsa 'dan önce 6. yüzyılda Yahudiler bugünkü Irak topraklarını terk edip önce Doğu Akdeniz kıyılarına, sonra da Roma döneminde İtalya üzerinden Batı Avrupa'ya göç etmişlerdi. Ren havzasına 4. yüzyılda Romalılar'la geldiklerinde Cermen kavimleri buralarda henüz yoktu. Yahudi tüccarlar Ortadoğu ile Orta Avrupa arasındaki ticaret köprüsünü oluşturmuşlardı. Speyer, Worms ve Mainz Yahudiler'in "kaleleriydi". Yahudi düşmanlığı o çağlarda da kendini göstermişti. 1348-1350 arasındaki büyük veba salgını sırasında "Yahudiler su kaynaklarımızı zehirliyorlar" gibi bir bahaneyle radikal Hıristiyanlar Yahudiler arasında kıyıma girişmişlerdi. Bu düşmanlık hep devam etmiş, 1500'lere girildiğinde Alman kentlerinden kovulmaya başlanmışlardı. 1529'da Speyer sinagogu ellerinden alınmıştı.

Esther Lieberberg, az sonra kendisini Judengasse" denilen sokakta bulduğunda, ne değişti ortaçağdan günümüze, diye düşündü. Yürüdü. Az sonra yerin üç kat altındaki eski banyonun taş basamaklarını ağır ağır inerken çok dalgındı. Her şeye karşın, bir yaşında terk etmiş olduğu doğum yeri kente 84 yıl sonra günübirliğine de olsa döndüğüne pişman değildi.

Hoplaya zıplaya eğleniyorlar

Toplum Gazetesi, Almanya, 30 Nisan 2023

Ahmet ARPAD

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üzerinde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Günümüzün tanınmış bütün şarkıları, ünlü panayır melodileri. Dans edenler hep bir ağızdan katılıyor sahnedeki hoplayan zıplayan güzel sarışına. Garsonlar zor yetiştiriyor masalara bira. Litrelik kadehler havalarda.

Sahneden az ötede başka bir masa. Orada da insanlar coşkuyla ayağa fırlamış. Asyalı turistler. Ellerinde akıllı telefonlar danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalıyorlar. Onların da masaları dizi dizi bira kadehi dolu. Ülkelerinde yapamadıklarını burada yapıyorlar gibi. Dev çadır ayakta, oturan çok az. Kırmızı tişörtlü, mavi blucinli on sarışın İngiliz güzeli de. Başlarında gri keçeden sivri şapkalar. Onlar Asyalı turistlerden daha neşeli, daha oynak, daha kıvrak. Kimi çapkın Alman genci gözlerini ayırmıyor güzellerinden...

Stuttgart 83 yıldır ilkyazın gelişini dev bira bayramıyla kutluyor. Bu şenlik Neckar ırmağının kıyısındaki 25 hektar çayırlık alana yayılan bir panayır.. Orkestralar, şarkıcılar, dönme dolaplar, çarpışan arabalar, macera trenleri, atlıkarıncalar… Üç hafta boyunca ucu bucağı görünmeyen çadırlarda kızartılmış tavuklar, kadeh kadeh biralar…

Orkestra ara veriyor. Dans edenler yerlerine oturuyor. Soğuk biralarına uzanıyorlar. Şakalaşıp konuşmaya başlıyorlar. Biz de karşımızdaki yaşlı çiftle az önce kadeh tokuşturmuştuk. Neşesi yerinde adam konuşmaya başlıyor. Anlatıyor, anlatıyor. Her yıl gelirlermiş Stuttgart'a bira bayramı haftalarında. Güney Afrika'da yaşayan bir Alman. Yetmiş beş yaşına basmış geçenlerde. Müzik yine başlıyor. Saçları kızıla boyalı yaşlı eşi ayağa fırlıyor. Tek başına dans ediyor.

Dışarıda güneş batmak üzere. Yazdan kalma bir gün. İnsanlar akın akın geliyor akşam yemeğine panayıra. Her yer rengârenk. Dönme dolaplar, atlıkarıncalar, salıncaklar, çarpışan otomobiller çocukluğumu anımsatıyor. Onlar hep var, aradan bu kadar yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uyduruyor, ne kadar modernleşirse modernleşsin dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. Bir yerlerden pamuk şeker ve kavrulmuş badem kokuları geliyor.

İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Stuttgart bira bayramına bu yıl bir milyonun üzerinde ziyaretçi bekleniyor. Ülkede geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış, fakat bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar panayır yerine. Boş veriyorlar dünyaya!

Çıkışa doğru yürüyoruz. Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, nostaljik melodiler. Omzuna oturmuş alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor.

23 Nisan 2023

Savaşı durduran şarkı

Toplum Gazetesi, Almanya, 23 Nisan 2023

Ahmet Arpad

Batı Almanya Cumhurbaşkanı Theodor Heuss, 1957 yılında Ankara ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde neredeyse benim de elimi sıkacaktı. Dolmabahçe'de motordan indiğinde alandaki karşılayıcılar arasında Alman Lisesi öğrencilerinin de olması doğaldı. Ertesi gün liseye geldiğinde onu daha da yakından görmüştük. Bahçede önümüzden geçerken tam da önümdeki çocuğun yanında durmuş, elini sıkmış ve onunla Almanca kısa bir sohbet etmişti. Yıllar sonra Stuttgart'taki üç katlı, parkı andıran bir bahçe içindeki villasının az ötesinde yaşayacağımı o günlerde düşümde görsem inanmazdım...

Oturma odası, yemek odası, bürosu 1950'li yıllarda Heuss ailesinin kullandığı mobilyalarla olduğu gibi duruyor. Katlardan biri eski cumhurbaşkanının arşivine ayrılmış. Yirminci yüzyıl Almanya'sının politik tarihi belgeleniyor. Theodor Heuss'un özel izniyle 1958'de Almanya'ya gelen Ankara Meslek Enstitüsü mezunu 150 kişi bu ülkeye giren ilk Türk işçileriydi!

Savaşı durduran şarkı

Villanın katlarından biri sürekli değişen sergilere ayrılmış. Bir gidişimde "Lilli Marlene"i sergiliyorlardı. 1915'te Rus cephesine gitmeye hazırlanan asker Hans Leip'ın yazdığı bir şiir Norbert Schultze'nin 1938'deki bestesi, ardından da Bremerhavenli kadın şarkıcı Bunneberg'in (Lale Andersen) repertuvarına almasıyla ünlenir. Ancak dünya çapındaki ününe 1941'de Belgrad'daki Alman asker radyosunun her akşam yayımlamasıyla kavuşur.

"Kışlanın büyük kapısının önünde / Büyük kapının önünde bir fener vardır / İşte orada buluşalım / O fenerin altında buluşalım / Eskiden olduğu gibi Lilli Marlene / Eskiden olduğu gibi Lilli Marlene". Anavatandan binlerce kilometre ötede savaşan Alman askerleri Lale Andersen'in hasret dolu boğuk sesini dinler, her şeyi unutur. Belgrad radyosuna on binlerce mektup yağar. Radyo her akşamki programına saat 21.55'te Lilli Marlene ile başlar! Savaş sürer gider, şarkı ününe ün katar.

Sadece Hitler'in değil, karşı cephedeki "düşman" askerlerine de savaşı, bir an için de olsa unutturur Lilli Marlene. Ünlü yazar John Steinbeck'in dediği gibi "Şarkılar siyasete benzemez, sınırları kolayca aşarlar". Birbirlerini boğazlasın diye cephelere sürülmüş milyonlarca gence her şeyi unutturan bu ezgi birkaç dakika için silahları susturur. O, "savaşı durduran şarkı"dır! "Lilli Marlene"i Alman Lisesi yıllarımda Beyoğlu'nda bir sinemada izlemiştim.

Yoksa bir Ufo mu?

Theodor Heuss evinden çıkıp villalar arasından ormana doğru ilerlerken, bir başka ünlünün, Ferdinand Porsche ailesinin evinin önünden geçiyoruz. Hitler'in, "Düşük maliyetli bir ‘halk' otomobili yap!" emri üzerine Porsche "kaplumbağa"yı yaratmıştı. Sonraki yıllarda Alman Nasyonal Sosyalist partisine ve SS'ye üye olmuş, Hitler'e askeri araç da üretmişti. Savaştan sonra tutuklanmış, fakat kimse kılına bile dokunamamıştı. Hitler ondan yararlanmıştı.

Savaşın ardından Batı Almanya'yı kurduranlara da gerekliydi Porsche! Şimdi önünden geçtiğim villayı 1923 de inşa eden Stuttgartlı mimar Paul Bonatz'dı. Almanya‘da bir çok projenin altında imzası olan Bonatz, Hitler yönetimiyle arası açılınca 1943'de Türkiye'ye yerleşmişti. Başarılı çalışmalarını ülkemizde de sürdürmüştü. Türkiye'deki en önemli görevlerinden biri Anıtkabir jürisinin başkanlığını yapmış olmasıdır.

Theodor Heuss evinin komşusu Porsche villası uzun yıllardır Porsche Konukevi. Stuttgart'taki fabrika her yıl rekora koşuyor. İçinde değerli ve ilginç otomobilleri barındıran Porsche müzesi fütürist bir yapı. Havada duran bir gemi mi, yoksa bir Ufo mu?


16 Nisan 2023

Çamurdan Golem yaratan haham

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 16 Nisan 2023

Ahmet Arpad

Gösterişsiz bir mezar taşı. Üzerinde yazanlar okunamıyor. İbranice. Az ötede taşları süslü olanlar var. Çiçeklerle, yapraklarla, değişik motiflerle bezenmişler. Dreyfuss ve Levi... Bir alt sıradakilerde süslemeler artıyor. Yazıların sağında solunda dua eden eller; kabartma kartallar... Bir başkasında Levi kabilesinin insanlarının yeğlediği ibrik motifi. Mezar taşları gittikçe büyüyor.

Rothschild ve Landauer... Süsler artıyor. Taşlardan birini nedense sünnet bıçakları süslüyor. Bu mezarlığa ilk gömü 1802 yılında yapılmış, son gömü de 1943'te. Stuttgart'ın güneyinde, Konstanz Gölü'ne uzanan yol üzerinde eski bir yerleşim merkezi olan Buttenhausen'da 18. yüzyıldan başlayarak Hıristiyanlarla Yahudiler, Hitler denen o diktatör "Führer" gelip de toplumun üzerine çöreklenene kadar barış içinde, ortak bir yaşam sürdürmüş. Şirin ovanın iki yamacına kurulu mahallelerinde yaşayıp durmuşlar.

Bir yamaçta kilise, diğer yamaçta sinagog. Yahudiler ticaretle uğraşırken diğerleri toprağı işlemişler. Sonra 20. yüzyılın ülkeye getirdiği sanayileşme Yahudi gençlerini yavaş yavaş büyük kentlere göçe zorlamış. Köy yaşlılara kalmış. Buttenhausen Mezarlığı'na 1943 yılından sonra hiç kimse gömülmemiş. Oralı Yahudilerin ölümleri başka topraklarda olmuş!

Göçle azalan nüfus…

Savaşın ardından yöreye yerleşen Walter Otto, Buttenhausen ve insanlarının geçmişini kendine görev edinir. O olmasaydı, günümüzde yörenin iki yüzyıllık Yahudi tarihi çoktan unutulur giderdi. Otto boş zamanlarında inatla araştırır, yıllarını bu göreve harcar. Büyük bir emek sonucu, bir zamanlar burada yaşamış insanların nerelere göç etmiş olduğunu bulur, okyanus ötesindeki çocuklarına, torunlarına ve onların çocuklarına ulaşır. Sonra kendini mezarlığın restorasyonuna verir. Devlet desteğinin yanı sıra bağışlarla 399 taş elden geçer. Heidelberg Üniversitesi'yle Stuttgart'taki politik eğitim merkezini de arkasına alarak Buttenhausen Yahudilerinin yaşamını anlatan küçük bir müze oluşturur. Stuttgart‘taki Politik Eğitim Merkezi‘nde bölüm şefi olan, eski tanış Sibylle Thelen'in anlattığına göre Baden-Württemberg eyaletinde Naziler öncesinde 30 bin Yahudi yaşarken günümüzde, savaşın bitiminden 76 yıl geçmesine karşın, sayıları ancak 10 bin civarında. Eyalet hükümeti Yahudi cemaati ile imzaladığı bir sözleşmeyle toplam 143 tarihi mezarlığın bakımını üstlenmiş! Tarihi kayın ağaçlarının gölgesinde uzanan Buttenhausen Mezarlığı'nı geride bırakıp yamaçları yemyeşil Lauter Ovası'nda güneye doğru ilerliyoruz. Tarihi manastırıyla ünlü Zwiefalten'e dek Lauter Çayı bize eşlik ediyor. Buradan gaza basan isterse bir saatte güneye, Konstanz Gölü kıyısındaki şirin Lindau'ya varır, isterse yeşilin yeşili tepeleri aşarak kuzeye, Stuttgart'a döner.

Çamurdan Golem yaratan haham

Almanya'nın komşu ülkelerinde de ilginç Yahudi mezarlıkları var. Bunlardan biri de Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı. Franz Kafka burada yatıyor. Az ötede eski, yeni sinagoglar ve altı yüzyıllık bir Yahudi mezarlığı da görülmeye değer. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste.

Prag kentinin ortasından akan Moldau Nehri'nin çamurundan bir Golem yarattığı iddia edilen haham Löw de Yahudi Mezarlığı’nda yatıyor. Efsanelerde ruhu olmayan, düşük zekalı, genelde kilden veya topraktan oluşturulan varlığa Golem denir. Bir büyücü tarafından yaratılmış olduğuna inanılır. Efendisine belli bir süre hizmet eder. Yahudi folklorunda canlı heykel veya tasvir anlamına gelir. Haham Löw onu yarattıktan bir süre sonra Golem çıldırıp her şeyi yıkmaya ve insanlara zarar vermeye başlayınca alnındaki tüm harfleri silmişler ve onu parçalara ayırmışlar. Bu parçaları Prag'daki Altneu sinagogunun altına, kapısı mühürlü bir odaya gizledikleri söyleniyor. Eski-yeni sinagogun temellerine karıştırılmış olduğunu anlatanlar da var.

9 Nisan 2023

Bahara Adım Adım...

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 9 Nisan 2023

Ahmet ARPAD

Merdiven dik. Basamaklar gökyüzünün sonsuzluğunda. Aşağıda durmuş düşünüyorum. Çıkmam gerek bu merdiveni. Ağır ağır, diyorum kendi kendime. İlk basamaklar kolay. Çekindiğim kadar değilmiş. Sağda bir üzüm bağı yükseliyor. Kütükler yeşermeye başlamış. Aşağıda kentin evleri küçülüyor. Az sonra yavaşlıyorum. Durup derin bir nefes alıyorum. Hızlı çıkmış olacağım.

Başımın üzerinde gökyüzü. Yeşil yapraklı dallar arasından maviliği görünüyor. İnsan: "Kış sona erdi, ilkyaz geldi", diye düşünürken pek sevinemiyor. Çünkü havalar bir türlü doğru dürüst ısınamıyor. Bir açıyor, bir kapıyor, bir serin, bir sıcak. Fakat her şeye karşın ilkyaz kapıda değil, içerde. Doğa yeşermekte, yeniden doğmakta.

Yukarılarda yaşlı bir adam duruyor, bastonuna dayanmış. Kamburu çıkmış Derin bir nefes daha alıp yoluma devam ediyorum. Biraz daha ağır. Aceleye gerek yok, diye mırıldanıyorum. Adam başını çeviriyor, aşağıdan gelen bana bakıyor. Yaklaşıyorum. "Merhaba," diyorum. Gülümsüyor: "Bu basamakları ağır ağır, dinlene dinlene çıkacaksın," diye konuşuyor. Duruyorum. "Çoğu gitti, azı kaldı," diyor. "Arkanıza bir dönün, aşağılara bakın."

Basamakların başladığı caddede insanlar, otomobiller ne kadar küçük. Ağaçlar arasında kentin villaları, evler, yamaçları, üzüm bağları, karşılarda ormanlar, televizyon kulesi.
"Ben haftada birkaç kez bu basamakları çıkarım," derken gurur duymuyor değil. "Yukarıdaki parkın yollarında gezinir, Stuttgart'ı tepeden seyrederim." Konuşacak birini bulduğu için mutlu olmalı, diyorum kendi kendime. Evi nerede? Eşi var mı, yoksa tek başına mı yaşıyor? Olabilir. Haftada birkaç kez bu eziyete katlandığına göre zamanı çok.

"İlk kez mi buralara geliyorsunuz?" diye soruyor. Başımı sallıyorum. "Stuttgart'ın en güzel merdivenlerinden biridir bu. Eugen alanına çıkan ya da Wagenburg tünelinin yanından yükselen merdivenleri de görmelisiniz." Yaşlı adam başını aşağıdaki kente çeviriyor. "Stuttgart'ta dört yüzün üzerinde merdiven olduğunu biliyor muydunuz?" diye mırıldanıyor. Yamaçlara ve tepelere kurulmuş kentte çok merdiven olduğunu biliyordum. Fakat dört yüzün üzerinde? Bunu ilk kez duyuyordum. Gökyüzünde bulutlar beliriyor.

Yamaçlar, Villalar, Merdivenler

Stuttgart konumuyla ovayı yamaç ve tepelere bağlayan, çoğu 13. yüzyıldan kalma merdivenleriyle Almanya'da eşi olmayan bir kent. 19. yüzyıla dek yamaçlara ektikleri üzümden yaptıkları değişik şaraplarla geçimlerini sağlayan Stuttgart halkı ovadan bağlara çıkmak için dar taş merdivenler yapmış. Kimi dar, kimi geniş ve gösterişli. Kentlinin yaşamını, toplam uzunlukları yaklaşık otuz kilometreyi bulan yedi asırlık bu merdivenler olmadan düşünmek mümkün değil. Yılan gibi kıvrılan merdivenler insana İtalya'nın dağ kasabalarını anımsatıyor!

Yamaçlardaki küçük evlerde ve villalarda oturanlar kente inip çıkmak için bu merdivenleri severek kullanıyor. Ne de olsa özel otomobiliyle veya tramvayla, otobüsle kente gidip gelmek yürümekten daha çok zaman alıyor. Kimi merdivenler güzel havalarda açan kır kahvelerinin yanından geçiyor. Buralarda biraz nefeslenmek hiç de fena olmuyor.

Stuttgart'ın bence en ünlü dondurmacısı Pinguin, merdivenlerin başladığı Eugens Alanı'nda. Hafta sonlarında önünden kuyruklar eksik olmuyor. Dondurmasını alan az ötedeki, 1890 yılında Kraliçe Olga'nın Stuttgart'a armağan ettiği anıtımsı Galatea çeşmesinin çevresinde toplananların arasına karışıyor. Leziz İtalyan dondurmasını yalıyor, ovanın ve karşı yamaçların güzel manzarasına dalıyor. 1974 – 1996 yılları arasında Stuttgart'ın belediye başkanlığını yapmış olan, damadı Türk, Manfred Rommel şakayı seven birisiydi. Merdivenler üzerine şu söyledikleri gülümsetici: "İnsan bu merdivenleri inip çıkarken belki biraz yorulur, ancak kesinlikle otomobil altında kalmaz!"

Kamburu çıkmış adam 'allahaısmarladık' demeden yoluna devam ediyor. Aniden kara bir kurt köpeği beliriyor. Önce bana sokuluyor. Sonra yaşlı adamın yanına gidip bastonunu kokluyor. Genç bir kadın koşar adım merdivenleri iniyor. Köpeğine sesleniyor. Hayvan bastonu koklamayı bırakıp yoluna devam ediyor. Arada bir ağaç gövdelerini koklayarak genç kadının peşinden gidiyor. Az sonra aşağılardalar. İkisi de küçücük.

2 Nisan 2023

"Yaşamak İçin Hep Nefes Alacaksın"

Toplum Gazetesi/Almanya, 2 Nisan 2023

Kulesi dünyanın en yükseği. Tam 162 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Gücünüz varsa. Fakat çıktığınıza değiyor, hava açık ve berrak oldu mu tâ Alpler'e kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor.Temeli 1377'de atılmış Ulm Katedrali'nin. Devasa kapısından içeri girip de, başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz. Katedralin çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna'ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor.

Birçok tarihi Alman kentinde olduğu gibi, Ulm'da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Cafè'ler, lokantalar masaları çıkarmış dışarı. İnsanlar ilkyazın ılık havasında mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor...

Balıkçılar mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde otel ve lokanta olarak kullanılan Eğik Ev yedi yüz yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın.

Gizem Dolu Yaratıklar

Ulm'a her gelişiminde dev katedralin kapısından içeri girmeden edemiyorum. Kubbelerinin yüksekliği, yüzlerce irili ufaklı rengârenk pencereden içeri giren altın sarısı güneş ışınlarının aydınlattığı sonsuz mekan insanı büyüleyen. Katedralin bir köşesindeki Besserer şapeli ise sanki bir resimli kitap! Çoğu 1390'dan kalma tarihi pencerelerde rengin her çeşidi var. Dünyanın yaratılışından mahşer gününe kadar insanoğlu camlarda. Büyüleyici bir film karşınızda. Gezinirken insan nereye bakacağını şaşırıyor. Duvarlar, sütunlar ve sayısız kubbe irili ufaklı motiflerle, karmarışık fresklerle bezenmiş. Mihrabın az ötesindeki koro yerinin duvarlarını meşeden oyulmuş figürler kaplıyor. Gizem dolu, ne olduğu bilinmeyen yaratıklar, cinler, ortaçağ düşlemlerini yansıtan tuhaflıklarla dolu motifler, borazan çalan melekler, Sen Piyer, mahşer günü, ölüler, günahkârları cehenneme süren şeytanlar ve zavallı insanların ruhlarına dualar eden Meryem Ana.

Günaha Girmekten Kurtuluyorum!

Biraz ötede, yüksek duvarın dibinde, büyükçe bir masada yüzlerce mum yanıyor. Yanlarında duran kısa boylu, daha doğrusu küçüğün küçüğü yaşlı bir kadın mumlara oynar gibi dokunuyor, sönmüşlerini eline alıp sepetine atıyor, mumların üzerinde durduğu kumları küçük parmaklarıyla şöyle bir karıştırıyor, düzeltiyor, masanın bir kenarına yeni mumlar bırakıyor. Yanına sokuluyorum. Amacım, fark ettirmeden çok yaşlı olduğu belli olan kadının, yüzlerce mumun aleviyle aydınlanmış yüzünü fotoğraflamak.

Kadın, geldiğimi sezmiş olacak birden başını çevirip bana bakıyor. "Mum yakmak ister miydiniz?" diye soruyor. Bir an duruyorum, sonra İslam Hukuku profesörlerimizin kilisede mum yakmanın Müslümanlar'a yasak olduğunu açıkladığı haberi bereket versin aklıma geliyor da o gün günaha girmekten kurtuluyorum!

Yaşlı kadın nereden geldiğimi soruyor, nereli olduğumu bilmek istiyor. Sohbete başlıyoruz. Adı Ruth, 78 yaşında. Dul. katedralde görevli, sağın solun tozunu alıyor, mumları yeniliyor, her gün 5-6 saatini burada geçiriyor. İşi bittikten sonra evine gitmiyor, yakındaki yaşlılar yurduna uğruyor, mutfakta çalışanlara yardımcı oluyor, engelli yaşlıların sökük, yırtık giysilerini tamir ediyor. Eve akşama doğru dönüyor.

"Nasıl olsa bekleyen yok", diyor gülümsemeye çalışarak. "Soğuk aylarda Paulus Kilisesi'nde fakirlere yemek çıkar." Orada da mutfakta bulaşık yıkıyor. "Benim yaşamım hep buralarda geçti. Eşim 22 yıl önce öldü. Kiliseler benim yaşam amacım. Onlar nefes aldığım yerler. Yaşamak için hep nefes alacaksın!"

26 Mart 2023

Televizyon ve özgürlük!

Toplum Gazetesi/Almanya, 26 Mart 2023

Ahmet ARPAD

Her üç Almandan biri ekran bağımlısı. Boş saatlerini televizyon karşısında geçiriyor. Haftalık programları ezbere biliyor! Bağımlı olduğu dizinin yayın saati geldi mi evinde yaşam duruyor! Futbol maçı veya polisiye onun için akşam yemeğinden önemli. Uykudan da! Sabaha karşı birde, ikide yorgun, bitkin, dayak yemiş gibi yatağa girenler var. Bu insanlar bütün gününü büroda bilgisayar karşısında geçiriyor. Farkında olmadan gözleri bozuluyor, sırtına, beline, kollarına ağrılar giriyor, düşünemiyor, bilgisayar ne derse onu yapıyor! Yanında oturan iş arkadaşıyla doğru dürüst iki lâf bile edemiyor, eve dönerken sürekli elindeki smartphona bakıyor. Kapıdan içeri girer girmez televizyon onu bekliyor... Yemek diziyle veya maçla yeniyor. Evde kitap, gazete okunmuyor. Zavallı TV-bağımlısı kendini vur-kırlı polisiye filmlerinden veya uyku getirici, bıktırıcı açık oturumlardan kurtaramıyor!

Evet, bu anlattıklarım Almanya'dan, buradan, Türkiye'den değil. Geçenlerde, bir akşam yemekten önceydi, gazetenin televizyon sayfasına bir göz attım. Bakalım kanallar o akşam bizlere ne sunuyordu? Gördüklerimle gözlerime inanamadım, şaşırdım, öfkelendim. Almanya'nın en çok izlenen altı TV kanalı o akşam saat 20 ile 24 arasında tam 11 (on bir) polisiye, macera, vur-kır filmi yayınlayacaktı! Polisiyeden canı sıkılan isterse – insanı gülmekten çok öfkelendiren – komik şovlara da zaplayabilirdi!

Goethe'nin, Schiller'in, Beethoven'in ülkesinde günümüz insanı televizyona 'esir'. Birileri farkında olmadan onun beynini yıkıyor, onu bağımlı yapıyor, kimi çıkarlar uğruna onu ekrana alıştırıyor, uyuşturuyor. Bağımlı televizyon izleyicisi hiçbir şeyden habersiz, çoğunluğa hükmeden azınlığın (!) peşinde, onun dümen suyunda gidiyor.

Meraklı izleyici öğretici belgeselleri, operaları, klasik konserleri samanlıkta iğne arar gibi arıyor! Geçmişte haftada bir kez yayınlanan ünlü 'Tatort' polisiye dizisini neredeyse artık her akşam izlemek mümkün. Evinizde 2-3 televizyonunuz varsa aynı anda yerel kanalları da açın, orada da kesinlikle eski bir polisiye tekrar karşınıza çıkacaktır.

Çocuk Yaşta Bağımlı


İnsanlar sadece akşamları mı ekran karşısında oturuyor? Öğleden sonraları da evlerde tüm kanallar, özellikle kadınları ekran başına bağlayan, onları ev işinden alıkoyan saçma-sapan polisiye ve aşk dizileriyle dolu. Halle'li etnolog Thomas Hauschild: "Çoğu insan stres atmak için heyecan dolu filmleri ve polisiyeleri izliyor, katil yakalanınca da rahatlayıp uykuya çekiliyor...", diyor. Etnolog ne derece haklı bilemem! Günümüz toplumunda sekiz yaşındaki bir çocuk kitap okuyacağına heyecanı, ana babasının hediyesi olan akıllı telefonda arıyor, ertesi gün de arkadaşlarına dedektif rolü oynuyor! İlkokulda akıllı telefon bağımlısı olan çocuk büluğ çağına geldiğinde içinde büyüyeceği dünyanın gerçeklerini ne derece tanıyor?

"İnsanlarımızla Yeterince İlgileniyor muyuz?"

Bundan 14 yıl önceydi, 11 Mart 2009'da Stuttgart yakınlarındaki şirin Winnenden kasabasında "JawsPredator1" takma adını kullanan, okuldan geldikten sonra günün geride kalan saatlerini odasında tek başına geçiren 14 yaşındaki Tim K. şiddet içerikli bilgisayar oyunları oynayarak zaman öldürüyordu. İçine kapanıktı, kimseyle görüşmüyordu. Tüm dünyası "Far Cry 2", "Counterstrike" ve "Tactical Ops" gibi oyunlardı. Tim iki kişilikliydi! Ve günün birinde babasının dolapta duran tüfeğini aldı, on üçü okulunda, diğerleri sokakta, tam on beş insanı kurşuna dizdi ve en son kurşunu da kendi beynine sıktı...

Bu dehşet verici olayın ardından zamanın Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler şöyle sormuştu: "İnsanlarımızla yeterince ilgileniyor muyuz?" Büyük balığın küçük balığı yuttuğu, çoğu ortak değerin artık yitirildiği günümüz toplumunda insanlar bencilleşiyor, içlerine kapanıyor, kabuklarına çekiliyor. Birey, yalnızlık ve bencillikle daha çocukluğunda tanışıyor. Televizyon kanallarındaki diziler, polisiyeler, macera filmleri, açık oturumlar, şovlar göz boyamaktan, bizleri gerçekdışı bir düşler dünyasına götürüp orada yalnız bırakmaktan başka bir şey yapmıyor.

"Aşırı televizyon, smartphon, İnternet bağımlısı birey robotlaşmıştır, özgür düşünce özgürlüğünü yitirmiştir", demek bir hata mı? Araştırma verilerine göre günümüzde Almanya'da 60 milyon akıllı telefon varmış ve bu rakkam 2023 yılında 70 milyona fırlayacakmış! Bağımlılık pandemi sürecinde iyice arttı, çünkü son üç yılda yaşam daha çok dört duvar arasında geçti. Anneler, babalar, çocuklar işe, okula gitmeyip evden çalıştılar, sokağa pek çıkmadılar, dükkânların, lokantaların, sinema ve tiyatroların kapılarına kilit vuruldu. Çoğu aile tatile gidemedi. Oldukça bol boş zaman internetle, televizyonla, akıllı telefonla, bilgisaray oyunlarıyla sağlıksız geçti.

Yapay Zekâ, Nükleer Bomba

Mart 2018'de Tesla'nın kurucusu Elon Musk şu uyarıyı yapmıştı: "Yapay zekâ nükleer bombalardan çok daha tehlikeli! Neredeyse herkesin bildiğinden çok daha fazlasını yapabilir ve gelişme hızı katlanarak artıyor. Potansiyel risklere nasıl hazırlanacağımızı ve bunlardan nasıl kaçınacağımızı öğrenemezsek, yapay zekâ uygarlığımızın tarihindeki en kötü olay olabilir." Şu sözler de fizikçi Stephen Hawking'in: "Yapay zekânın hızlı gelişimi sıkı ve etik olarak kontrol edilmedikçe felaket yaşanabilir."

19 Mart 2023

Meraklı, gözüpek, hoşgürülü

Toplum Gazetesi, 19 Mart 2023

Ahmet ARPAD

Ünlü yazar Erich Maria Remaque'ın 1929 yılında yazmış olduğu baş yapıtı “Batı Cephesi'nde Yeni Bir Şey Yok”tan beyaz perdeye uyarlanan epik savaş karşıtı film, 12 Mart akşamı düzenlenen 95. Oscar Ödül Töreni'nde dört ödülle onurlandırıldı. 1956 yılında Burhan Arpad tarafından Türkçeye kazandırılan bu romanın 1930 yılındaki ilk beyaz perde uyarlaması da (Yapımcısı Alman Carl Laemmle) iki Oscar ödülü almıştı.

Cin Gibi Bir Delikanlı

Carl Laemmle (1867-1939) Laupheim'daki babaevini terk ettiğinde on yedi yaşındaydı. Ufak tefek, bakışları cin gibi delikanlı yürekliydi. Tek amacı okyanus ötesine gitmek, orada başarıya ulaşmaktı. Genç Carl doğup büyüdüğü kasabayı terk ederken tek başına değildi. 1884 yılında Hamburg'da “Neckar” göçmenler gemisine binerken arkadaşı Leopold Hirschgeld de onunla beraberdi. İki delikanlının ortak arkadaşları İsidor Nathan Landauer de bir yıl önce Amerika'ya ayak basmıştı. Laupheim'lı 'üçlüyü' bir yıl sonra Samuel Moritz Einstein takip etmişti. Dördü de yeni kıtadaki ilk yıllarını bulaşık yıkamakla, ayak işlerine koşmakla geçirmişlerdi!

Stuttgart'a bir saat uzaktaki Laupheim o yıllarda Hristiyanlarla Yahudilerin 1730'dan bu yana huzur içinde ortak yaşam sürdürdüğü bir kasabaydı. Yahudiler iş sektöründe ve politikadaki girişimleriyle Laupheim'ın toplum yaşamında hep önemli rol oynamıştı.

Endüstrileşmenin ilk adımlarının atıldığı 20. yüzyıl başında yeni dünyada şanslarını arayan yüz binlerden dördü olan Laupeim'lı, hırslı ve çalışkan delikanlılar ceplerinde beş kuruşsuz yerleştikleri Amerika'da değişik dallarda başarıya ulaşmasını başarmıştır.

Bir süre New York'ta her işi yapan Laemmle'nin ikinci durağı Şikago'dur. Ancak orada da çok kalmaz, Alman göçmenlerin çoğunlukta olduğu Oshkosh'a geçer ve bir tekstil fabrikasında iş bulur. Hırslı genç adam yenilikçi girişimleriyle birkaç yıl içinde fabrikanın müdürlüğüne yükselmeyi başarır. Carl Laemmle Amerika'da nasıl modern bir iş adamı olunacağını ve başarıda doruğa çıkabilmek için reklamın önemli olduğunu çabuk kavrar.

Aradan çok geçmeden de o güne dek kazandığı tüm servetini Şikago'da bir sinemaya yatırır, 1906'da bir film dağıtım şirketi kurar. 1908 yılına gelindiğinde bu şirket Amerika'nın en büyüğü olur. Carl Laemmle o yıllarda 50 sinema salonuna da sahiptir.

Ufak tefek, kurnaz, cin gibi Laemmle 1910'da kurduğu Independent Motion Picture'la film yapımcılığında en büyük adımı atar. 1912 yılında bazı küçük filmcileri de şirketine katar, böylece Universal Motion Picture Manufacturing Company (bugünkü Universal Studios) ortaya çıkar!

Meraklı, gözüpek, hoşgörülü


Carl Laemmle Amerikalıların 'bulaşıkçılıktan milyonerliğe' düşünü gerçekleştirmiştir. Dev Universal Studios'un kuruluşu aynı zamanda Hollywood'un da başlangıcıdır. 'Dracula', 'Phantom the opera', 'The Mummy', 'Frankenstein' ve 'Tom Amca'nın Kulübesi' klasikleri onun başarısıdır. 1930 yılında iki Oscar ödülü alan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmi o günlerde Almanya'da güç kazanmakta olan Nazileri öfkelendirir. Remarque'ın romanı ateşlerde yanarken Laupheimlı (“Küstah Yahudi sinemacı”) Laemmle'nin filmi Almanya'da yasaklanır.

Meraklı, maceracı, araştırmacı, ileri görüşlü, hoşgörülü, güçten ve sorumluluk yüklenmekten kaçınmayan biri olması Almanyalı bu Yahudi'nin başarıya ulaşmasının baş nedenleriydi. Zenginliğini başkalarıyla paylaşmayı da severdi. Birinci Dünya Savaşı'nda fakirleşen Laupheim'ın insanlarına çok destek vermişti. 1930'lu yılların başında Almanya'da nasyonal sosyalistlerin güçlenmeye başlaması üzerine ülkedeki tanışlarının dikkatini onları bekleyen büyük tehlikeye çeker, 1933'den sonra da Laupheim'lı üç yüz Yahudi'nin Amerika'ya kaçmasını doğrudan destekler.

Gözüpek ve başarılı Carl Laemmle'nin yaşamı ilginç bir filme konu olabilir!

12 Mart 2023

Şans oyunlarına milyarlar akıyor

Cumhuriyet, 12 Mart 2023

Baden-Baden
Ahmet Arpad


Kimler gelmemiş Karaormanlar'ın bu şirin, şifalı suları ve tarihi kumarhanesi ile ünlü küçük kentine!

Rusların Baden-Baden sevgisi Çar Aleksander'ın 1793'te bu yöreli Luise ile evlenmesiyle başlamış ve aralıksız sürmüş. Yeşillerin ortasında köşkler, villalar satın almışlar. Almanlar şifalı banyolardan çıkmazken onlar kumarhaneden, lokantalardan, şaraphanelerden çıkmamışlar. Bugün de değişen pek bir şey yok. Hatta Gorbaçov'dan bu yana Rusların Baden-Baden “istilası” artmış. Yeni zenginler sadece Karlsbad ve Viyana'nın, St. Moritz ve Davos'un, Nice ve Cannes'ın villalarıyla otellerini kapatmamışlar. Baden-Baden'in yamaçlarını dolduran çoğu tarihi villa da son yıllarda giderek daha çok el değiştirmekte, Almanlardan Ruslara geçmekte. Birkaç yıl önce Gürcistan'da görevinden geri çekilmek zorunda bırakılan Şevardnadze bile doksanlı yılların başında BadenBaden'de bir villa alıvermiş kendine!

PARASI OLANLAR İÇİN

Karaormanlar'ın bu şirin kenti, parası olanlar için yaşamaya değer bir yöre. Büyük bahçeler içinde villalar, yamaçlarda çamlar altında tarihi evler. Sahipleri buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Ortasından Oos Irmağı'nın geçtiği, tarihi ağaçlı kocaman parkların kente yayıldığı Baden-Baden moneymaker'ların buluşma yeri. 1858 yılında açılmış olan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcaları ile... Zengini, orta hallisi, fakiri, akşamları büyük parkın yanı başındaki kumarhanenin kırmızı salonlarını dolduruyor. Baden-Baden'de 1748'den bu yana kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de bugünkü kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettiriyor. On yıl sonra hipodromun işletmesini de üstleniyor.

Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi sabaha kadar açık Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok. Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmış insanlar, cüzdanı şişkin efendilerle, üzeri mücevherden geçilmeyen hanımlar kurulmuş koltuklara. Çoğu buranın müdavimi. Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da kaybetseler de kılları kıpırdamıyor. Buz gibi suratlarındaki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezenler “ikinci sınıf oyuncular”! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayanlar. Genelde ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar, Rus yeni zenginleri. Büyük oynuyorlar. Geçen yıl Baden-Baden'de 300 bin insan kumar oynamış. Bunlardan 70 bini yabancı pasaportlu. Milyarlar yatırılıyor Almanya'da şans oyunlarına.

BAĞIMLILIK YARATIYOR

İnsanlar fakirleştikçe kumar oynayanların sayısı artıyor. Son verilere göre 180 bin insan kumar bağımlısı, 70 bin de poker hastası. Almanlar kumar oyunlarına her yıl 46 milyar Avro yatırıyor. Loto, toto, kazı-kazan, milli piyango, at yarışları, rulet masaları, bakara... Genci yaşlısı, zengini fakiri bu bağımlılıktan vazgeçemiyor. Almanya'da 80 kumarhane kapılarını açıyor onlara her akşam. İnternette çevrimiçi kumarhaneler de var. Yıllık kazançları 200 milyon Avro...

Perestroyka'dan sonra BadenBaden'e yerleşen Rusların sayısı bir ara iki binin üzerine çıkmıştı. Putin'in Ukrayna saldırısının ardından şirin kentten ayrılanlar oldu, Rus turistlerinin de ayağı kesildi. Baden-Baden'de bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen lüks oteller, lüks butikler, lüks lokantalar ve tarihi kumarhane oldu.

mail@ahmet-arpad.de

Operetler Viyanalı'nın yaşam sevinci

Toplum Gazetesi, Almanya, 12 Mart 2023

Ahmet Arpad

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkmıştı. İmparatorluk yok olup gitmişti. Viyana'nın dar sokakları artık karanlık, evleri yıkık kırıktı. Ceplerindeki paranın değer yitirdiği insanlar karınlarını zor doyursa da birkaç lambanın aydınlattığı buz gibi salonlarda oynanan opera ve operetlere akın etmekten vazgeçmiyordu.
Viyanalı aradan daha bir yıl geçmeden ayağa kalkmasını başarmıştı. Viyanalı ünlü yazar Stefan Zweig ilerde anılarında o günlerden şöyle söz etmişti: "Özgürlüklerini arayan insanlarımızın sanata olan olağanüstü bağımlılığı ve tutkusu Viyana'yı bir kez daha kurtarmıştı... Özgürlüğün olmadığı yerde kültür ve sanat gelişemez."

Bir Mucize Daha

Orkestralar ve sanatçılar başarının doruğuna erişmişti. Ve sonra bir mucize daha gerçekleşmişti. Dört, beş yıl içinde her şey yine eskisi gibiydi. Yıkık binalar yepyeni ayakta, bahçeler, parklar rengârenkti. Viyana birden canlanmış, kent eskisinden daha güzel olmuş, her alanda etkinlikler hızla artmıştı. Avusturya aynı alınyazısını 2. Dünya Savaşı'nın da ardından yaşamıştı.

Özellikle 12 Mart 1945 günü bine yakın Amerikan ve İngiliz uçağının bir buçuk saatlik aralıksız bombardımanı sonucu Viyana yerle bir olmuştu. Hemen hemen hiçbir şey ayakta kalmamıştı. Ancak 1950'li yıllarda başlatılan ve inatla sürdürülen yeniden inşaat ve restorasyon çalışmaları sonucu günümüz Viyanası bugün Paris ve Roma'yı çoktan geride bıraktı.

"Art Nouveau'nun dünya şampiyonu" kabul edilen Tuna kentinin sokakları, caddeleri, alanları, bulvarları bu sanat akımının değerli yapılarıyla dolu. Saraycıklar, zengin villaları, opera, tiyatrolar, kiliseler, müzeler, kahvehaneler, çeşmeler, tren istasyonları, oteller ve resmi binalarda Art Nouveau dekoratif süslemeler doruk noktasında.

En Büyük Kayıp

Viyana'ya gelip de ünlü operanın, Burg Tiyatrosu'nun veya Volksoper'in kapısından içeri adım atmamak büyük bir kayıp. Viyana son yıllarda birkaç kez izlediğim "Im Weissen Rössl" opereti de kaçırılmaması gereken eserlerden biri. İki bin şansona, ellinin üzerinde sahne eserine, sayısız film müziğine, romanlara, şiirlere ve makalelere imza atmış olan üstün yetenekli Ralph Benatzky'nin bu yapıtı hem bir operet, hem bir müzikal, hem de bir revü. 1898'den bu yana kapılarını yılın 300 akşamında açan Volksoper'in sanatçıları tıka basa dolu salonu coşturuyor. İzleyiciler sahneden sıçrayan kıvılcımla kısa sürede sanatçılarla bütünleşiyor.

Vodvil Gibi

Viyanalı için opera, operet ve müzik hâlâ günlük politika kadar önemli. Neşeli ve alaylı şarkılar, çok hareketli danslar, yanılgılar, taşlamalar, raslantılar ve ezgilerle dolu Viyana operetleri birer vodvil sayılır, öyle bir an gelir ki konu içinden çıkılmayacak kadar karışır. Fakat sonunda her şey yine yoluna girer, herkes sevdiğine kavuşur. "Im Weissn Rössl" de böyle bir operet.

İzleyiciler, neşe dolu güzel şarkı ve melodilere hafif mırıldanarak, oturdukları yerde iki yana sallanarak katılıyor. Yaşam sevincini sahneden salona taşıyan bu operette büyük bir orkestra hareketli caz melodilerine, tiz sesle söylenen dağ şarkılarına, kanunu andıran bir aletle çalınan romantik Alp ezgilerine dek bütün oyuna başarıyla eşlik ediyor.Göz kamaştıran pırıl pırıl giysileriyle dans eden oyuncular kimi sahnede sizi bir an için 1920'li yılların revülerine götürüyor. Vals ve fokstrot ağırlıklı danslar dinamik ve fantazi dolu.

İlk gecesini 1930 yılında Berlin Büyük Sahnesi'nde 700 oyuncu ve figüranla yaşayan "Im Weissn Rössl"ü kısa süre sonra Naziler "soysuz sanat" gerekçesiyle yasaklamıştı! Viyana'da her sahneye konuşunda kapalı gişe oynayan yapıtta müzisyenler, 2009 yılında bir rastlantı sonucu Belgrad'da bulunan Benatzky'nin orjinal orkestra uygulamasına sadık kalıyor. Viyanalı'nın yaşam sevincine en güzel operetlerde tanık oluyorsunuz.

Perde kapanırken müthiş bir alkış fırtınası kopuyor. İki buçuk saatin ardından salonu terk eden mutlu insanlar yakındaki birahane ve şaraphanelere koşuyor.

5 Mart 2023

Schiller'in Kafatası Nerede?

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 5 Mart 2023

Kocaman çınarların dalları karlar içinde. Hava soğuk mu soğuk. Dar yollar kar kaplı. Tarihi mezar taşları arasında gezinen birkaç yaşlı insan. Stuttgart'ın Fangelsbach mezarlığı bu sabah biraz ürpertici. Kilisenin yanından uzanan yolun sonunda bakımlı bir mezar. Onun da üzeri kar kaplı.

Büyükçe taşında yazdığına göre en son gömü 1911 yılında yapılmış. Goethe ile birlikte Alman edebiyatında klasik dönemin en önemli temsilcisi sayılan Friedrich Schiller'in (10 Kasım 1759 Stuttgart-Marbach – 9 Mayıs 1805 Weimar) oğlu Ludwig, torunu Friedrich ve onun eşi Mathilde 1857'den günümüze burada yatıyor. 2005 yılında mezarları açılmış, kemikleri çıkarılmış ve DNA analizinin ardından küçük bir törenle tekrar gömülmüştü.

1805 yılında Weimar'da ölen ve önce toplu bir mezara konan Schiller'in kemikleri anlatılanlara göre 1826 yılında prensler kabristanına taşınır. Fakat kısa süre sonra Weimar'da yatanın Schiller olmadığı iddiaları yükselmeye başlar. Ta ki 1959 yılında Gerassimov adlı bir Rus doktor kabristandaki kafatasıyla kemiklerin Schiller'e ait olduğuna karar verene kadar.

Ancak ünlü yazarın 200. ölüm yılında Alman televizyonu MDR aracılığı ile yeni ve çok kapsamlı bir araştırma başlatmıştı. İşte bu girişimler kapsamında Freiburg Üniversitesi Stuttgart'taki aile mezarında yatan oğlu ile torununun kemiklerini incelemiş ve Weimar'daki kafatasının Alman edebiyatının bu ünlü yazarına ait olmadığı kesinlikle saptamıştı.

2009 yılında Stuttgart-Marbach doğumlu Schiller'in 250. doğum yıldönümü törenleri nedeniyle konuşan Antropolog Ursula Wittwer: "On dokuzuncu yüzyılda ünlü kişilerin kafatasları meslektaşlarımın çok ilgisini çekerdi," demişti. Schiller'in kafatasının da o yıllarda çalınmış olduğu tahmin ediliyor! Kimi söylentilere göre 1826 yılında kafatasını Goethe'nin yazı masasında görmüş olanlar da var!

Goethe İle Yakın Dostluk

Aydınlanma çağının en önemli bu düşünürünün idealizmi, bireyin ruhuna ve özgürlüğüne öncelik tanır. Heyecanlıdır, ateşlidir, amaçlarına ulaşmak için hep isteklidir. Okul yıllarından başlayarak kendini hep baskı altında hisseder, dük Karl Eugen döneminde yaşam onun için dayanılmaz olunca 1782'de Stuttgart'ı terk eder ve Weimar'a yerleşir. Goethe ile yakın dostluğu işte o yıllarda başlar. “Wilhelm Meister“ romanını yazması için onu zorlar. Goethe de Schiller'i "Wallenstein" eserini yazması için yüreklendirir, hatta Weimar'da sahneye konduğunda oyunun rejisörlüğünü yapar. Schiller "Haydutlar"ın ilk baskısını kendi cebinden öder, borç parayla da bir edebiyat dergisi çıkarır. Ölümüne yakın son sözleri: "Artık her şeyi daha sade, daha berrak görüyorum..." olur. Schiller'in ardından "Varlığımın yarısını yitirdim", diyen Goethe için sahip olduğu en değerli hazine, aralarındaki yazışmalardır. Bir süre sonra bütün mektupları yayınlatır.

Schiller Milli Kütüphanesi'nin arşivlerindeki Alman edebiyatının Goethe'den Kafka'ya on binlerce belgesine 2000'li yıllarda yenileri de eklendi. Fischer Yayınevi'nin ardından Suhrkamp ve İnsel Yayınevleri de çok değerli arşivlerini kütüphaneye verdiler. Hofmannstahl, Rilke, Kafka, Zweig, Frisch, Enzesberger, Walser gibi 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının yıldızlarının elinden geçen müsveddeler ve mektuplar şimdi Marbach'da herkese açık.

26 Şubat 2023

Sevinç, Hüzün ve Özlem

Toplum Gazetesi Almanya, 26 Şubat 2023

Ahmet ARPAD

Bir şaraphaneden sokağın taşlarına vuran ışıkta iki kara kedi oturuyor. İçeri girmek için fırsat kolluyorlar. Hava soğuk. Birden kırbaç sesleri, eski evlerin duvarlarında yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyorlar. Şaraphaneden insanlar sokağa dökülüyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak. Şarap kadehleri elden ele dolaşıyor. Çakırkeyf insanlar coşkulu. Yaşlı bir kadın toprak sürahide daha çok şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Dar sokaklar karanlık. Bomboş. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tek tük ışık. Perdeler ardında insanlar uyanıyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önü de kalabalık.

İçeriden müzik sesi duyuluyor, neşeli insanların şarkıları. Kırbaçlıların geldiğini görenler el sallıyor, bağrışıyor. İçeride ayakta duracak yer yok. İnsanların yüzleri boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Giysileri de renkli. Müzisyenler masalara çıkmış. Genci yaşlısı insanlar hopluyor zıplıyor, şarap sürahileri elden ele dolaşıyor. Bunalan kendini dışarı atıyor.

Kentin ıssız sokaklarında yürümek güzel. Sabah olmak üzere. Ötelerden yine müzik sesleri. Gittikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli büyük bir orkestra köşeyi dönüyor. Rengârenk giysili bu insanlar da coşku dolu. Az sonra güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayaklanacak! Stuttgart‘ın bir saat güneyindeki Rottweil‘ın tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri...

Yolun iki yanı insan dolu, dizi dizi. Evlerin pencereleri de. Salkım saçak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize geliyor. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Sadece küçük çocuklar heyecanla sağa sola koşuşuyor. Birden çan sesleri tüm kenti dolduruyor. Güneş yükselmeye başlamış. Rottweil aydınlanıyor. Taş kulenin altındaki büyük kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetler, borazanlar ve davulların çaldığı Faşing marşı duyuluyor. Gergin bekleşen insanlar artık kendilerini tutamıyor. Hep birden bağrışıyorlar, haykırıyorlar, zıplıyorlar... Kimileri yola fırlıyor, dans ediyor. Kemerin loşluğunda ortaçağ süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk giysileri ile müzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar...

Maskelerin ardında kimler gizli?

Sonra da maskeli, renkli uzun giysili insanlar Kara Kapı'da görünüyor, hoplaya zıplaya. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler tahtadan oyma. Değişik. Giysiler gibi. Somurtkan, dişlerini gösterip sırıtan, ağızlarını kocaman açan korkutucu suratlar erkek maskeleri. Gülen, yumuşak hatlı olanlar kadın maskeleri. Afacan, yaramaz, kimi yılışık maskelerin ardında çocuklar...

Giysiler gibi maskeler de çok eski, tarihi. Yenilerini yapan ustalar artık ender Karaormanlar'da. Çıngırak ve zil sesleri müziğe karışıyor. Ürkütücü maskeliler yürüyüşü bırakıp yol kenarında duran insanlara koşuyor, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtüklüyor, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp acayip kahkahalar atıyorlar. Sonra hoplayarak, zıplayarak yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor...

Sevinçle hüzün bir arada

Önümüzde duran, olup biteni sessizce seyreden yaşlı adamın yüzü kireç rengi. Yanındaki yaşlı eşi de hüzünlü gibi, neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Tek sevinen, ellerinden tuttukları küçük kız. Başını uzatıp geçenlere bakıyor. Bıraksalar fırlayıp maskelilerin arasına karışacak. Rottweil‘ın tarihi ana caddesinde duygular doruk noktasında.

"Çılgınlık Günleri"nde kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak pek kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duyguları bir arada... Yörede yaşayan çoğu insan bütün bunların Hıristiyanlık öncesinden, çok Tanrılı dönemlerden kalma örfler olduğuna inanıyor. Kentin tarihi Kara Kapısı'ndan geçip kendini dar sokaklara bırakan bambaşka bir insan oluveriyor! Sanki bütün vücudu bir an için titriyor. Eski Faşing marşları duyuluyor. Büyük bir orkestra görünüyor. Üzerlerinde ortaçağ giysileri. Rottweil'da Faşing sokak eğlencesi. İnsanlar kışı kovalıyor, ilkyazı karşılıyor. Bu bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz bir sevinç...

Güney Almanya'da bir Faşing daha geride kaldı.

19 Şubat 2023

"Kimi kötülüğe engel olabilirsiniz"

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 19 Şubat 2023

Hitler Almanya'dan gelip anavatanı Avusturya'ya el koymasının hemen ardından 15 Mart 1938 günü Viyana'nın Kahramanlar Alanı'nda bağıra çağıra yaptığı konuşmada onu coşkuyla dinleyen yüz binlerin arasında 14 yaşında ürkek bir erkek çocuğu da vardı. Adı Johannes Mario Simmel idi…

Aradan tam elli yıl sonra yine Viyana. Ürkek çocuk çoktan ünlenmiş, yazar olmuş, tüm dünya tanıyor onu, yazdıkları otuz dile çevrilmiş 70 milyona yakın basmış. Romanlarının yanı sıra 1958'de yazmış olduğu "Okul Arkadaşı" adlı tiyatro oyunu Sydney'den Stockholm'a birçok büyük kentte sahnelenmesine, iki kez filme çekilmesine karşın Avusturya'da hiçbir tiyatro onu programına almaya cesaret edememiş. Ta ki sosyal demokrat Franz Vranitzky ülkenin başbakanı olana kadar! "Okul Arkadaşı" Nazilerle alay eden, onlarla işbirliği yapmış Avusturyalıları sert bir dille eleştiren bir tiyatro oyunu. Viyana'daki prömiyerine geldiğimizde haykıran dazlakların arasından geçip tiyatro binasına girebilmiştik. İki saat sonra perde kapanırken ülke başbakanı Simmel'i ayakta alkışlıyordu.

Yazdıklarıyla tüm yaşamı boyunca ırkçılıkla, faşizmle savaşmış olan ünlü yazar, söz Nazilerden açıldı mı her defasında hemen heyecanlanırdı. "Savaş bittiğinde biz gençler gelecekten çok ümitliydik", derdi. "Nazi vebasından kurtulduğumuz inancını taşıyorduk, ne de güzel planlarımız vardı!" Gazeteciliğe atılmıştı, görevi gereği ülkeden ülkeye gidiyor, savaş sonrasının insanlarını ve politikacılarını tanıyordu. En geç 1960'lı yıllara girildiğinde değişen pek bir şey olmadığını fark etmişti. Her şey eski hamam, eski tastı! "Hitler'i seçmiş olanlar 60 milyon insanın öldüğü savaşa karşın 'ben sadece görevimi yaptım' demekle sorumluluktan kurtulacağını sanıyordu… 1945 öncesinin yardakçıları yine aramızdaydı, onlar sadece giysilerini değiştirmişti…"

Johannes Mario Simmel ile 1973-2008 arası süren yakın dostluğumuz bir yazar-çevirmen tanışlığından öteye idi. Kimi yerde bir ağabey-kardeş, kimi yerde bir baba-oğul ilişkisiydi. Viyana, Münih, Stuttgart, Monte Carlo, Zug'daki buluşmalar, sohbetler, uzun telefon konuşmaları, yazışmalar havadan sudan değildi. İçerikleri politika, sanat, edebiyat olan heyecanlı düşünce alışverişlerini vefatından birkaç ay öncesine kadar sürdürmüştük. 12 Eylül ihtilalinin ardından Türkiye'de gazetecilerin ve solcu düşünürlerin hapislere atılması, düşünce ve basın özgürlüğünün kısıtlanması üzerine Simmel, yapıtlarının ülkemizde yayımlanmasına izin vermekten vazgeçmişti. Ve bu kararı ta 2007 yılına kadar sürmüştü. Türkiye o günden bugüne düşünce özgürlüğünde pek olumlu adımlar atmamış olmasına, Türkiye'deki iktidarı beğenmemesine karşın, "Eserlerinizi tanımayan yeni neslin aydınlatıcı düşüncelerinize çok gereksimi var!" sözleriyle onu 'inadı'ndan vazgeçirmeyi sonunda başarmıştım! Türkiye'de Simmel'ler yeniden basılmıştı…

Vefatından birkaç ay önceki son telefon sohbetlerinden birinde keyfi yerinde değildi. Her zamankinden daha karamsar konuşmuştu: "Yazar olarak bu dünyayı değiştiremezsiniz, fakat kimi kötülüğe engel olabilirsiniz. Günde 40 bin çocuğun öldüğü günümüz dünyasında insanların başarılı olduğu tek şey küresel kapitalizm!" Simmel'in savaş sonrası düşleri kısa sürede yıkılmış, ayaklar altında parçalanmıştı. Onlar koskoca bir kütleydi. "Ben yine de bu düşler kütlesini omuzlayıp dağa çıkardım. O ise her defasında yine aşağı yuvarlandı. Ve ben hep yeniden denedim".

Son yıllarda geriye dönüp baktıkça kendini Don Kişot'a benzettiği anların gittikçe arttığını söylerdi. Böyle bir insanı 35 yıl boyunca tanımış olduğum, en ünlü yapıtlarıı Türkçeye çevirdiğim için kendimi mutlu hissediyorum. Şu görüşü ne güzel: "Üzerinde yaşadığımız dünyada bir insan başka bir insanı mutlu yapabilseydi bütün dünya mutlu olurdu."

1 Ocak 2008'de yitirdiğimiz Johannes Mario Simmel yaşam görüşlerimi olumlu etkilemiştir.

12 Şubat 2023

Yaşam Görevi, İnsan Aydınlatmaktı...

Toplum Gazetesi/Almanya, 12 Şubat 2023

Ahmet Arpad

Bertolt Brecht 10 Şubat 1898 günü doğmuştu. Bundan tam 125 yıl önce! Geçen yüzyıl Alman epik tiyatrosunun en önemli ismi kabul edilen Brecht zamanın ruhuna karşı eserleriyle küçük insanı her dönemde, her ülkede hep kendine bağlamasını bilmiştir. Şu sözü ilginçtir: "Başkalarını aydınlatmak dünyanın en eski ‘meslekleri'nden biridir. O beni avucunun içine aldı!"

İnsanlığın 20. yüzyılda yaşadığı iki dünya savaşı Bertolt Brecht‘in yaşamını çok etkilemiştir. Bunu sadece tiyatro eserlerinde değil, şiirlerinde, mektuplarında, öykülerinde ve anekdotlarında da görmek mümkündür. Bertolt Brecht sorunlar içindeki topluma seslenirken çok inandığı akılcılığı hiç elden bırakmaz. Nazi Almanyası'nda Hitler ve çevresinin Almanya'yı ele geçirmeye başladığını sezen yazar 1933 yılında ülkesini terk eder. O yıla kadar Berlin'de büyük tiyatro adamı Max Reinhardt'ın yanında oyun yazarı olarak ünlenmeye başlamıştı. Almanya'yı terk etmesinin ardından yıllarını Avusturya, Fransa, İsviçre, Danimarka, İsveç ve Finlandiya'da geçirir. Savaş yıllarında, 1941'de Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşmeye karar verir. 1947'ye kadar bu ülkede kalan Bertolt Brecht en önemli yapıtlarını ‘sürgün'de gerçekleştirir. Savaş bitiminde İsviçre üzerinden 1948'de tekrar Almanya'ya döner. İki yıl sonra da tiyatro oyuncusu ve yöneticisi eşi Helene Weigel'le Berlin'de ünlü "Berliner Ensemble"yi kurar. Bu yıllarda Bertolt Brecht dünyaca ününe kavuşur.

"Hep Zayıfların Yanındayım"

1920'li yıllarda: "Büyük ve ünlü şiirler kanımca insanlık için birer belgedir", diyen Brecht bu görüşüyle şiire ne kadar çok değer verdiğini, onun etkisini ne kadar çok önemsediğini belirtmek istemiştir. Tiyatro yazarlığı ve rejisörlüğün yanı sıra şiire de ağırlık vermesinin nedeni budur. Brecht'in şiirleri onun anlık duygularını veya L'art-pour-l'art şairlerinin duygularını yansıtmaz. O sokağı anlatır, mahalle meyhanelerinde konuşulanları ve kabare konularını şiirlerine alır.

Kimi edebiyat tarihçisi Brecht'in François Villon, Arthur Rimbaud ve Frank Wedekind'den etkilendiğine inanır. O şiirlerini edebiyat çevrelerinin okuma akşamlarında sunmasını sevmezdi. Gitarı eşliğinde şiirlerini, koşuklarını ve şarkılarını küçük kent lokanta ve meyhanelerinde küçük insanlara sunmasını yeğlerdi. Brecht burjuva karşıtıydı.

İlerde o günlerden şöyle söz etmiştir: "Ben varlıklı bir ailede büyüdüm. Çocukluğum boyunca çevremde hep hizmetçiler vardı. Okula giderken bir yakalık takmak zorundaydım. Öğretmenlerimden emirler almaya alıştırılmıştım, ancak büyüyüp biraz özgürleşince içinde yaşadığım sınıf hoşuma gitmemeye başlamıştı. Ne emirler işitmek istiyordum ne de başkalarının bana hizmet etmesini. İşte o günden sonra sınıfımı terk ettim ve hep zayıfların yanında yer aldım..."

Brecht zeki, etkileyici, yerine göre de tartışmaktan kaçınmayan biriydi, yarattıkları ölümünden 67 yıl sonra da severek okunuyor. 48 tiyatro eseri, 2300 şiir ve 200 öyküyle peşinde, uzun yıllar yitirilmeyecek izler bırakmıştır. 20. yüzyıl Alman tiyatrosunun en önemli ve etkileyici tiyatro adamı ve lirik şairi Bertolt Brecht'in daha okul yıllarında yazılı çalışmalarında Goethe'den alıntılar yaptığı bilinir.

Şiirlerden bir seçkinin toplandığı "Açların Ekmeği"nin yazarı Brecht'in şu görüşü dikkat çekicidir: "Büyük ve ünlü şiirler kanımca insanlık için birer belgedir.", O bu sözleriyle şiire ne kadar çok değer verdiğini, onun etkisini ne kadar çok önemsediğini belirtmek istemiştir. Tiyatro yazarlığı ve rejisörlüğün yanı sıra şairliğe ve şiire de ağırlık vermesinin nedeni budur.

Brecht'in şiirleri onun anlık duygularını veya L'art-pour-l'art şairlerinin duygularını yansıtmaz. O sokağı anlatır, ara sokak meyhanelerinde konuşulanları ve kabare konularını şiirlerine alır. Kimi edebiyat tarihçilerine göre Brecht François Villon, Arthur Rimbaud ve Frank Wedekind'den etkilenmiştir. O şiirlerini kalburüstü edebiyat çevrelerinin düzenlediği akşamlarda okumayı sevmezdi. Brecht burjuva karşıtıydı, şiirlerini ve şarkılarını gitarı eşliğinde küçük kent lokantalarında ve meyhanelerinde küçük insanlara sunmasını yeğlerdi. Günümüzde şiirleri hâlâ okunuyor, yapıtları dünyanın değişik ülkelerinde sahneleniyor, üniversitelerde ders programında yer alıyor.

"Sen dünyayı değiştireceksin", der Brecht. O, sömürüsüz, dürüst bir dünya için savaş verirken elindeki tek silah sanattı! O, derin bir toplumsal kaygıya sahip bir öncünün bilinciyle yazdı şiirlerini ve diğer yapıtlarını. Şiirlerinde amaçladığı görüşünü en az sözcükle anlatmanın ustasıydı. Yerine göre tutarlı ve inatçı, inandığından kolay dönmeyen, kafasına koyduğunu gerçekleştiren başına buyruk bu insan 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vurmuştur.

Marx'ın Görüş ve Öğretileri

Bertolt Brecht 1920'li yılların sonundan başlayarak her geçen gün kendini daha çok Marx'ın görüş ve öğretilerinin içinde bulur. Almanya'da nasyonal sosyalistlerin ayak seslerinin gittikçe daha çok duyulmaya başlanması Brecht'i hızla Marx'ın öğretisine çeker. 27 Şubat 1933 Reichstag (Alman Parlamentosu) yangının hemen ertesi günü ülkesini terk eden Brecht yaşamının on beş yılını Danimarka, İsviçre, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde geçirir. Kitapları yakılır, Alman vatandaşlığından çıkarılır. Bu yıllar onun yaşamına ve kişiliğine değişikliler getirir. O günlerde yazdığı tüm şiirlerde, makalelerde ve mektuplarda güçlü, dirençli Brecht vardır. Yaşam görevi olan ‘aydınlatıcılığı' hiç elden bırakmaz!

Brecht Weimar Cumhuriyeti yıllarında sadece yapıtlarıyla ön planına çıkmamıştı, gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla da toplumun dikkatini gittikçe daha çok üzerine çekmeyi başarmıştı. Onların yanı sıra kısa öyküleri aynı dönemin Rilke, Döblin ve Musil gibi edebiyatçılarını aşan bir modernizme sahipti. 1930'lu yılların başlamasıyla başka düşünenlerin tutuklanmaya başladığı süreçte toplumu bölmeye başlamış olan materyalizme Brecht makale ve kısa öykülerinde kesinlikle karşı çıkar.

Savaş sonrasında yaşamını yeni kurulmuş olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde sürdürür, fakat ülkeyi yöneten Sosyalist Birlik Partisi'ne üye olmaz. Üst düzey yöneticiler de onu ilk yıllarda dışlar. Kurduğu "Berlin Tiyatro Topluluğu"nun sahnelediği oyunlar Doğu Almanya'da kimi eleştiriler alırken turneye gittiği yabancı ülkelerde başarıdan başarıya koşar!

Brecht'in yapıtlarındaki insanlar ‘dünya ruhu'nun kuklalarıdır! Faşizmle savaşta etkili olacak tek silah onun gözünde Marksizmdir! İnsanın değişken bir yapıya sahip oluşuna Brecht hayrandı. Kendisi de bu yapıda birisiydi. Böyle olmasaydı kısa yaşamında 48 tiyatro eserinin altına imzasını atabilir miydi?

Değişkenliği kadınlarla ilişkilerinde de görülür. Helene Weigel'le evliliğinin (1929 – 1956) yanı sıra Elisabeth Hauptmann, Ruth Berlau ve Margarete Steffin'le olan ilişkileri de ünlüdür! Brecht uyanık, hep tetikte olan birisiydi, yaşam dolu bir kişiliği vardı. Çalışırken çevresindekilerinden yapabileceklerinden fazlasını isterdi. Yerine göre tartışmaktan kaçınmazdı, ancak o karşısındakine sevecen olmasını da bilen bir insandı.

Brecht salt bir tiyatro adamı değildi, o estetik kuramcısı, ahlakçı ve bir savaşçıydı da. Kendisine eylem alanı seçtiği sanatı ve sanatın gücünü bir bütün olarak kavramış, kuramın yalnızca bir tiyatro kuramı olmadığını, tüm sanat dallarını kapsadığını göstermişti; sinema, opera, şiir, roman, öykü, inceleme gibi alanlardaki üretimi tiyatro ile birlikte sürdürmüştür.

14 Ağustos 1956'da Doğu Berlin'de gözlerini bu dünyaya kapattığında 58 yaşındaydı. Ölümünden kısa süre önce yanına çağırdığı papaz ve yazar Karl Kleinschmidt'e şunları söyler: "Arkamdan yazın, Brecht rahatsız edici biriydi! Bu, ölümümden sonra da değişmeyecek!" Sosyalist-devrimci tiyatro adamı haklı çıktı. Geçen yüzyıl Alman tiyatro ve şiirinin en önemli ismi kabul edilen, günümüzde de severek okunan Bertolt Brecht peşinde, uzun yıllar yitirilmeyecek izler bırakmıştır.

5 Şubat 2023

Gizemli sokaklarda gezintiler

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 5 Şubat 2023

Viyana'da akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Sonra ara sokaklardaki şaraphanelerden birine uğrayıp güzel şarabınızı yudumlarsınız. Gündüzleri ise sonsuz parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız.

Keyfine ve rahatına düşkün Viyanalı saatlerini Demel, Gerstner, Sacher, Central, Landtmann, Mozart'ın salonlarında geçirir. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alır. Çoğu Avusturyalı yazarın romanına konu olan tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılır, kitap okunur, mektup yazılır. Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Sigmund Freud günlerinin önemli bölümünü kahvelerde yaşamıştır. Orta Avrupa kültürünün yetiştirdiği edebiyatçıların en ünlülerinden Stefan Zweig da bir Viyana çocuğudur. Gençliğinde her gün saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri onun için de bir "okul" olmuştu.

Operası, tiyatrosu, operetleri, müzikalleri ile Viyana kültür soluyor. İnsanları günbegün kültür ile iç içe yaşıyor. Bu Tuna kentinin sokaklarını arşınlayan, mağazaların, yapıların, taşların, heykellerin, loş dar geçitlerin, parkların kültür soluduğunu seziyor. Günün geç saatlerinde Tuna kanalından operaya yapacağı gezinti onu bambaşka bir dünyaya götürüyor. Akşamın loşluğunda tarih ve gizem dolu dar sokakların taşlarında kendi ayak sesini duyuyor. Kapı içleri karanlık. Sokak lambalarının güçsüz ışığında yanından geçen tek-tük insanla irkiliyor. Kapatıyor gözlerini bir an için, dönüyor savaş sonrasının Viyana'sına...

"Üçüncü Adam"

... Ara sokaklar dar ve ıssız, kaldırımlar boş. Dükkân kepenkleri çoktan inmiş. Kadın bir baston sesiyle irkiliyor. Başını çevirip arkasına bakıyor. Yaşlı bir adam. Bir elinde köpeğinin tasması, öteki elinde bastonu. Kendisi gibi zor yürüyen şişman köpeği peşinde akşamın bu saatinde gezintiye çıkmış olmalı, diye düşünüyor. Katedrale açılan dar sokaklarda her şey nedense ürpertici. Kadın ellerini cebine sokup hızla yoluna devam ediyor. ‘En iyisi bir an önce eve dönmeli‘, diye düşünüyor... Opera’ya sapan köşede karaborsacılar, kaçakçılar, kalpazanlar duruyor. Palto yakaları kalkık, eller cepte, kasketler çarpık, ağızlarda sigara. Yağmur çiseliyor. Birden "Üçüncü Adam" hızla köşeyi dönüyor. Şapkasını yüzüne indirmiş. Koşar adım "Café Mozart"a giriyor. Canavar düdükleri. Polis otomobilleri çevreyi sarıyor. Baskın var...

... Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden sıcak bir ışık sızıyor. Masalarda konuşan, gülen, şarabını yudumlayan, gazetesini okuyan insanlar. Kaertner Caddesi'ne yaklaştıkça sokaklar renkleniyor. Binalar bakımlı, vitrinler pahalı. Buralar ıssız ve loş değil. Az ötede opera ışıl ışıl. Hotel Sacher'in kapısında dizi dizi siyah otomobiller. Loden paltolu beyler, kürk mantolu hanımefendiler yanınızdan hızlı hızlı geçiyor. Az ötede, operanın yan karşısında tarihi Hotel Bristol. Siz girin Hotel Sacher'den içeri, ısmarlayın kendinize ünlü çikolatalı pastadan bir porsiyon. Az ötedeki masaya çöreklenmiş dört erkeğin gürültüsünü önemseyip sakın keyfinizi kaçırmayın. Konuştukları dile bakılırsa Doğu Avrupalı işadamları olacaklar. Tabii Slovakya sınırının az ötesindeki Bratislava'da her türlü işi çevirip Perestroyka sonrası Viyana ormanlarındaki, Grinzing ve Kahlenberg'deki ucuza kapattıkları tarihi villalar, köşkler ve saraycıklarda yaşayan Rus zenginleri de olabilir...

29 Ocak 2023

'Yalnız değil birlikte'

Cumhuriyet, 29 Ocak 2023

Almanya'ya gelmişler yirmisinde, şimdi ulaşmışlar yetmişine, seksenine, kimi doksanına yaklaşmış...

Ahmet Arpad / Almanya (Stuttgart)


Çoğunun tekdüze ve tek başına bir yaşamı olmuştu. Hafta içinde çalışıp hafta sonunda hemşerileri ile bir araya gelmişlerdi. Almanya'nın büyük kent tren istasyonları onların tek buluşma yeri olmuştu. Sürekli para biriktirmişlerdi. Memlekete kim bilir son 60 yılda kaç milyar Mark/Avro yollamışlardı? Başlarında kasket, ellerinde sigara, koltuklarının altında Türk boyalı basının gazeteleri, omuzları çökmüş, ayaklarını sürüye sürüye yürümüşlerdi! Bu ülkede bir ömür geçiren insanlarımız çoğu kez yalnız, içine kapanık kalmıştı. Almanlarla Türkler birbirine dokunmadan, yan yana, kabuğuna çekilmiş yaşamışlardı. Sonra işsizlik Almanya'yı kıskacına almıştı. Bundan en çok etkilenenlerin başında da düşük gelirli, mesleğinde kalifiye işçi olmayan Türkler gelmişti. Çoğu altmış yıl boyunca gettolaşmış Türk mahallelerinde yaşamıştı.

Günümüzde birçok yaşlı insanımızın eline geçen emekli maaşı buradaki yaşamına açıkça yetmediği için hiç olmazsa yılın altı ayını ucuz (!) Türkiye'de geçirmesinin baş nedeni de bu... Ancak Türkiye ile hiç bağlantısı kalmamış sayısız insanlarımız da var. Memleketindeki bütün ailesini bir zamanlar yanına almış olan bu emekliler artık hep Almanya'da kalmak zorunda! Onlara ilk yıllarda aileleri bakıyor. Önce eşleri, sonra da çocukları. Ancak bir yaştan sonra bu bakım zorlaşıyor. İşte o zaman her gün birkaç saat uğrayıp evde bakımlarını yapan kuruluşlara muhtaçlar! Bu hizmetin bir kısmını kişi kendi ödüyor, bir bölümünü de devletin sosyal hizmetler dairesi üstleniyor.

'BİRLİKTE HER ŞEY DAHA KOLAY'


Stuttgart'ta 2015 yılında kurulan, başkanlığını Ergun Can'ın yaptığı "Emin Eller" girişimi yaşı ve sağlığı gereği bakımı gereken yaşlı insanlarımıza kapılarını açıyor. Stuttgart Belediyesi'nin bir yan kuruluşunun desteğindeler. Tek kişilik odalar kişiye özel donatılmış, evde yaşayanlar gün boyu rahat kanepeli, televizyonlu büyük ortak alanda bir araya geliyor, mutfağı birlikte kullanıyor, yemeklerini bir arada alabiliyor, güzel havalarda da terasa veya bahçeye çıkıyorlar.

Ergun Can sohbetimizde şuna dikkatimi çekiyor: "Bakım konusu, belli bir yaştan sonra yakınına bakan ailesi ve akrabası için önemli bir sorun oluyor." Birinci nesil yaşlı Türkler Emin Eller'de büyük bir aile! Sevgi ve ilgi onlara günlük yaşamlarında eşlik ediyor. Ergun Can şöyle devam ediyor: "Biz, birlikte olduk mu her şeyin daha kolay ve daha güzel olduğuna, sorunların daha iyi aşılabileceğine inanıyoruz." Günün yirmi dört saati sağlık bakım hizmeti var. Geliri yetersiz kişiler belediyenin sosyal hizmetler dairesinden parasal destek alıyor. Stuttgart'ta 1999 yılında kurulmuş olan, geliştirdiği değişik projelerle Almanya'da yaşayan Türklerin topluma uyumuna destek veren Türk-Alman Forumu 2019 yılında "Emin Eller"in çalışmalarını Manfred Rommel Ödülü'yle onurlandırmıştı. Yaşlılığında vatanına uzak kalmış yaşlı insanlarımız Stuttgart "Emin Eller"de mutlu bir ortak yaşam sürdürüyor, çok uzaktaki vatanlarının havasını ciğerlerine çekiyor!

30 Ocak 1933

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 29 Ocak 2023

Ahmet ARPAD

30 Ocak 1933 insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı.

Geçenlerde kitaplığımda Hermann Hesse'yi ararken Adolf Hitler'i buldum! Hesse'nin mektuplaşmalarının hemen yanında gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun yıllarca önce merak edip almış, fakat sonra nedense pek okumadan rafa kaldırmış olduğum "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı...." adlı kitabı duruyordu.

1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!"

"Bohem Onbaşı"

O yıllarda ülkede tatsız bir hava hüküm sürüyordu. Dünya çapındaki ekonomik buhran toplumu sert bir şekilde vurmuş, milyonlarca insan işsiz kalmıştı. Hiç kimse zayıf hükümete güven duymuyordu. Bu koşullar yeni bir liderin ve partisinin yükselişinde önemli rol oynadı. O, değişimi sabırsızlıkla bekleyen, geniş bir kitleyi kendine çeken güçlü ve son derece iyi bir hatipti. İnancını kaybetmiş insanlara daha iyi bir yaşam, yeni bir ülke sözü veriyordu. Partisi öncelikle işsizlerle gençleri, alt ve orta sınıf insanlarını hedefliyordu. İktidara yükselişleri hızlı oldu. Ekonomik buhrandan önce pek tanınmayan parti son seçimde tüm diğer partileri geçti. Cumhurbaşkanı Hindenburg Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri Adolf Hitler'i beğenmiyor, onu küçümsüyordu. Hindenburg'un gözünde Hitler "Bohem Onbaşı"ydı. Ancak NSDAP'nin güçlenmesi sonucu çevresinden gelen baskıyla 30 Ocak 1933'te Hitler'i şansölye, yani Alman hükümetinin başı olarak atamak zorunda kaldı. O yıllarda bir çok Alman ülkeyi kurtaracak kişinin bulunduğuna inanmaktaydı!

Önce Aydınlar...

Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız", der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Almanya'daki kömür ve demir-çelik sanayisi üretimini durduracak, çalışanları doğuya aktarılacaktı.

Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur."

1930'lu yıllarda Avrupa'da Hitler, Stalin, Mussolini ve Franco insanlığı inanılmaz bir felakete sürüklerken Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar bir toplum yaratıyordu!

22 Ocak 2023

Çevirmenlik, Ömür Alan Bir Uğraş

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 22 Ocak 2023

AHMET ARPAD

Çeviri, insan yaşamının tüm evrelerinde etkin bir aracı olduğunu kanıtlamıştır. Üzerinde yaşadığımız dünya hızla globalleşiyor. Ülkelerin, insanların, toplumların gittikçe daha çok birbirine yaklaştığı süreçte kültürler arası bağlantıların önemi sınırsız. Kültür ile çeviri iç içe. İşte bu aşamada çevirmenler ülkeler arasında kültür köprüsü oluşturanların başında geliyor. Onlar birçok batı kültür ülkesinde el üstünde tutulurken Türkiye'de nedense çoğu zaman unutuluyor. Batı ülkelerinde yayıncı-çevirmen ilişkisi ciddiye alınırken ülkemizde hâlâ çevirmenler olmadan ayakta kalamayacakları gerçeğini önemsemeyen – aralarında ne yazık ki büyük – yayınevleri de var!

Çeviri ve Genel Kültür

Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi. Bir çevirmen hem özgürdür, hem de yazarın anlatımına bağlı kalmak zorundadır.

Fakat metne ya da yazarın diline yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur. Çevirmenin kendine göre bir özgürlüğü olması gerekir. Bu önemlidir, yazara yüzde yüz bağlı kalırsa çevirisi okunmaz. Bu nedenle, az da olsa bir 'çevirmen özgürlüğü' gereklidir. Çevirmenin hem yapıtın yazılmış olduğu dili, hem de Türkçeyi çok iyi bilmesi gerekir. Tabii sadece yabancı dil bilmek, başarılı çevirmen olmak anlamına gelmez. Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle arasında bir yakınlaşma olmalıdır. Bu gerçekleşmediğinde birkaç çeviri sonrasında kimse çevirdiklerine bakmaz.

İyi Almanca veya iyi İngilizce bilmek, iyi çevirmen olmak için yeterli değildir. Bu mesleğe atılan kişinin edebiyatçı/yazar yanının da olması yararınadır. Burada sevgili Doğan Hızlan'ın şu görüşüne de yer vermek istiyorum: "Okura sunulan eserin olabildiğince hatasız olmasının tüm sorumluluğu yalnızca çevirmenin omuzlarına yüklenmemelidir… Olası hataları önlemek için yayınevleri çok sıkı bir editöryel kontrol oluşturmalıdır."

Stefan Zweig Tutkusu!

Türkiye'de son yıllarda gittikçe artan bir Stefan Zweig tutkusu var. Acaba bunun hangi nedenleri var? Bu sorunun yanıtı çok kolay: Zweig'ın anlatımı Türk okurunun doğasına yatkınlık gösteriyor. O bizden bir yazar gibi okunuyor. Yaşama ve insana olan iyimserliği hemen hemen her yapıtında görülüyor. Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir. Bence o yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Zweig barışın ve iyiliğin hep üstün geleceğini düşünmüş, umut etmiş ve yaşamının son dakikasına kadar da bu amaçla yazmıştır.

Stefan Zweig yapıtlarının 2013'de telif hakları sona erince yanılmıyorsam Türkiye'de yüzün üzerinde çevirisi çıktı. Tabii Zweig bu kadar yazmadı, ancak adı sanı duyulmamış Türk yayıncılar bir kitabını yirmi kez yirmi değişik çevirtmene çevirtmekten kaçınmadılar. Böylesine bir 'buluş' dünyada hiçbir ülkede yaşanmadı! Yayın programına aldığı 25 Zweig yapıtını 15 çevirmene çevirten büyük yayınevleri de var. Bunu niçin yaptıklarını anlamak mümkün değil!

Çevirmenlik ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraştır. Ülkemizin nitelikli yayınevleri batının nitelikli edebiyatçılarını, özellikle 20. yüzyıl yazarlarını ülkemize taşımak zorundadır! Batı kültürünün kapılarını Türk okuruna sonuna kadar açmak nitelikli yayıncıların sürekli yapması gereken çok önemli bir görevdir.

İnsanlar aydın olmak için çok kültürlü yetişmelidir. Hele içinde yaşadığımız 21. yüzyılda aydınlar toplumlara her zamankinden daha çok gerekli! Değişik kültürler arasında 'köprü' oldukları bilinen nitelikli çevirmenlerin önemli rolü de bu aşamada kesinlikle gözardı edilemez!

16 Ocak 2023

Umudun yazarı Stefan Zweig!

Cumhuriyet, 16 Ocak 2023

Ahmet Arpad

20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig hep güncel. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim", derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez." Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Stefan Zweig, 1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye.

Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin'de kaldı bir süre, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. 1908'de Hindistan'a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1911'de Amerika'ya gitti, ardından Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi.

Romain Rolland ve Rodin'le yakın dostluklar kurdu. Paris'in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde çok dolaştım, çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak çok araştırdım!" der Zweig.

DÜNYA SAVAŞI YILLARI…

İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile yakın dostluk kurdu, onunla uzun yıllar mektuplaştı.

Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir", düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi.

1919'da Salzburg'a, Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli villasına yerleşti. Mozart'ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü.

İnsanların kurtuluşu için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı.

Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Stefan Zweig Avrupa'nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti.

POLİTİKACILARA KARŞI DÜŞÜN SAVAŞI

Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu Amok Koşucusu yapıtını o günlerde yazdı.

Stefan Zweig'ın yapıtları artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. Ünü hızla yayıldı, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi gördü. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edindi.

Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine olan inancını hiç yitirmedi.

NAZİLERİN "SAFKAN OLMAYAN İNSANLAR" LİSTESİNDEYDİ!

1933'te ise Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün aydınlar gibi Zweig'ın da düşleri karmakarışık oluverdi.

İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi.

Tedirginlikleri giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. Thomas Mann 25 Şubat 1933'de, Zweig'a yolladığı mektubunda; "Almanya inanılmaz bir duruma düştü; ilerde çok insan o günleri yaşadığı için utanç duyacak!" diye yazar.

Stefan Zweig'ın 18 Nisan 1933 tarihli yanıt mektubundaki görüşleri şöyledir:
"Söylenenlere karşı çıkmak artık mümkün değil, çünkü yalan kanatlarını öylesine açmış ki gerçekler dışlanıyor, yalanın aktığı lağımlardan yükselen pis kokuları insanlar güzel kokular gibi içlerine çekiyor..."

Thomas Mann, 24 Nisan 1933 günü Zweig'a yanıt verir: "Siz de acılar çekiyorsunuz. İnanamıyorum. Günümüzde böyle şeyleri yaşamak zorunda bırakılmamız insanın nefret duygularını doruğuna çıkarıyor."

NAZİLER ANAVATANINI HARİTADAN SİLDİ!

Nazi yönetimi 1936'da Thomas Mann'ı Alman vatandaşılığından atınca Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: "Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!"

13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı kabul eden Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi.

Savaşın şiddetini arttırması, Hitler'in güçlenmesi onu daha çok bunalımlara sokar. Yıllar boyu kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. Yorgun ve bezgindir.

17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar:
"Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak..."

O, BİR UMUT YAZARIDIR

Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır.

Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise Zweig'ın gözü pek tutkularını kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir.

O yapıtlarında doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır.

Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür.

Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı.

Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

NASYONAL SOSYALİZMLE YÜREKTEN SAVAŞTI

Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi.

Stefan Zweig bireylerin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır.

Büstü bugün Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı hiç yitirmedi güncelliğini.