31 Aralık 2023

Karda Köpeklerin Yarışı

Toplum24, 31 Aralık 2023

Ahmet Arpad

Köpeğin adı 'Layka'. Ormanın karlı yollarında koşuyor. Peşinden başka köpekler de geliyor. Hepsi nefes nefese. Yolun kenarında duran insanlar el sallıyor, heyecanla bağrışıyor. Köpekler yanıt vermek istermiş gibi havlıyor.

Hava güneşli, fakat çok soğuk. Yılın son günlerinde kar düştü Karaormanlar'a. Stuttgart ve çevresinden kayak severler bu güzel spordan yararlanmak için güneyin tepe ve yamaçlarını doldurdu. 1500 metrelik Feldberg'e yakın Hinterzarten de bugün insan dolu. Onların amacı kızak çeken köpeklerin yarışını izlemek. Almanya şampiyonası her yıl olduğu gibi yine bu yörede yapıldı. Todtmoos ve Bernau da karların bu güzel sporu için yeğlenen şirin kentler.

"Husky" denen köpekler Eskimoların can yoldaşı. Ava giderken kızakları çeken, karlarda kendilerine çukurlar açıp kulübelerinde uyuyan efendilerini Kutup ayılarından koruyan hep bu sadık hayvanlar. Kuzey kutbuna yaptıkları yolculuklarında Amundsen, Byrd ve Peary'ye eşlik etmiş olanlar da yine "husky"ler. Kurt nasıl soğuk havayı severse, bu köpeklerin de keyfi buz gibi kış günlerinde geliyor! Soğuk onları canlandırıyor. Hele ısı 10-15 derece sıfırın altındaysa keyiflerine diyecek yok!

Orta Avrupa'ya, özelikle Almanya'ya gelmeleri son 40 yılda olmuş. İçgüdüleri çok gelişmiş bu hayvanlar, Kuzey Kutbu kadar soğuk olmayan yörelere de kolayca uyum sağlıyor. Bavyera ve Güney Karaormanlar'ın karlı dağ ve ovalarında düzenlenen köpekli kızak yarışlarına ilgi sınırsız.

"Kral köpek"

Sürücü büyük kızağın üzerinde ayakta duruyor. Kırbacını havada şaklatıp bağırıyor. "Go, go, go", "Heja", "Gee", Haw, "Whoa..." Köpekler kızağı çılgın gibi çekiyor. Hızları saatte 40 km'yi buluyor. En akıllısı altı veya sekiz köpeğin önünde koşuyor. "Kral Köpek" deniyor ona. Kar tipisinde yolu, izi ve yönü bulan bu köpek.

Yarışın son turu. Kırbaçlar havada şaklıyor. Bağrışmalar, havlamalar. İnsanla köpek sanki bir bütün. Kızaklar daha da hızlanıyor. Varış çizgisi az ilerde. Köpekler uçuyor. Arkadan gelen kızaklar en öndekine çok yaklaşıyor... Ve yarış bitiyor.

Kazanan mutlu. Sürücüler birbirlerini kutluyor. İzleyiciler onlara sesleniyor, el sallıyor. Ya köpekler? İri mavi gözleri mutluluk dolu. Karlarda yuvarlanıyorlar, birbirleriyle koklaşıyorlar, önlerine konan kemikleri kemiriyorlar.

Afiyetle.

Alpler'in doruğunda çay keyfi

Cumhuriyet, 31 Aralık 2023

Yükseklik neredeyse 2 bin metre. İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde gölün yemyeşil suları, Königsee'ye akan pırıl pırıl dereler. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alpler'in karlı dorukları... 

Ahmet Arpad / Almanya (Münih)

Führer'in çayevinden seyrediyor insanlar bu doğa harikasını! Uçurumun bağrına sipsivri bir çıkıntı gibi saplanan terasta bundan 80 yıl öncesine kadar Hitler, yanında Eva'sı keyif çatıp çayını yudumlarken kafasından yeni "kötülükler" geçiriyordu. Alpler'deki bu "kartal yuvası" ona Nasyonal Sosyalist Parti yönetiminin 50. doğum günü armağanı! Martin Bormann'ın sadece 13 ayda inşa ettirdiği, yaklaşık 150 metrelik bir kayanın sivri tepesine oturtulmuş yapıya ulaşmak küçük bir macera. Önce kayalara oyulmuş, abajurlarla aydınlatılmış 124 metrelik bir tünelde ilerliyorsunuz. Sonra, tavanından sallanan kocaman bir avizenin, duvarlarındaki kollu şamdanları pırıl pırıl aydınlattığı, içi tamamen pirinç levhalarla kaplı 47 kişilik asansörle kayaların içinden 124 metre yükseliyorsunuz, sadece 41 saniyede. Az sonra keyifle pastanızı yiyip çayınızı içerken bakışlarınızı aşağılarda, durgun suları yeşil, beyaz, mavi Königsee'de gezdiriyorsunuz. Karşı tepelerin üzerinde küme küme küçük bulutlar, ötelerde sivri kayalara yükselen kartallar.

'FÜHRER'İN İZİNİ ARIYORLAR

Ziyaret sonrasında tünel çıkışında bekleyen özel otobüsler, insanları tekrar Berchtesagaden'e indiriyor. Buraya ulaşan yol özel araçlara kapalı. Sık sık çam ormanları arasından geçen, bir tarafı uçurum yol çok dik ve daracık. Manzara anlatılamaz. 1939'da tamamı kayalara oyulan 6.5 kilometrelik bu yolu da Bormann açtırmış. Otobüs ardı ardına tünelleri geçerek 1100 metreye iniyor. Yolcular buradan sonra kendi özel araçlarıyla ya da başka bir otobüsle yollarına devam ediyor. Fakat daha önce görecek başka şeyler var.

Az yukarıda bir düzlükte beş yıldızlı bir otel, biraz ötede "Belgeler Merkezi", az aşağıda kocaman bir yapının temel taşları, duvar yıkıntıları... Hitler'in, Berlin ve Wolfschanze'den sonraki Alp dorukları karşısında çılgınca planlarını yaptığı, Amerikalıların 1945 Nisan'ında bombaladığı üçüncü karargâhı Berghof'tan arta kalanlar. Almanya-Avusturya sınırındaki Berchtesgaden'e gelenler Obersalzberg tepesine de çıkıyor. Amerikalılarla Japonlar çoğunlukta. Buralarda hâlâ Hitler'den bir şeyler arıyorlar. Nazi subaylarının konakladığı Hoher Göll misafirhanesinin temelleri üzerine altı yıl önce oturtulmuş olan Nasyonal Sosyalist Belgeler Merkezi'nde geçmişi yaşıyorlar.

TAKMA ADI 'BAY WOLF'TU

Hitler'in bu yörede, "Bay Wolf" takma adıyla geçirdiği 1920'li yıllardan Berlin sığınağında intiharına kadar uzanan korkunç yaşamına dönüyorlar. Bormann'ın 1943'te tepenin altına oydurduğu 5 kilometrelik tünellere ve dehlizlere adım atıyorlar. Zengin olanları, Bavyera eyaletinin 50 milyon Avro harcayarak 100 dönümlük araziye kondurduğu lüks otelde konaklıyor. ABD askerlerinin 50 yıl boyunca tatil yaptığı, Hitler'in Berghof karargâhına sadece 150 metre uzaktaki Göring villası Platterhof'un yerine inşa edilmiş bu yuvarlak yapı dev bir uçan daireyi andırıyor. Zenginler kocaman pencereli odalarından dumanlı Alp doruklarını seyredip düşlere dalıyor.

26 Aralık 2023

Savaşla Savaşan Yazar: Erich Maria Remarque

Sincan İstasyonu, Ocak 2024

Ahmet Arpad

Remarque'ın amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıdır. 21 Sincan İstasyonu Şey Yok gibi bir eser ancak yüz yılda bir yazılır!" Ancak 1933'de Almanya'da yönetime el koyan Naziler halkın bu gibi aydınlatıcı romanları okumasına karşıydı. 10 Mayıs 1933 günü Berlin Üniversitesi önündeki alanda Nazilerin ateşe attığı binlerce kitap arasında Remarque'in, "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok‘' (Türkçesi. Burhan Arpad) ve "Dönüş Yolu" (Türkçesi: Burhan Arpad) romanları da vardı. Remarque Alman vatandaşlığından çıkarıldı. 1933'lerin kahverengi gömlekli iktidarı onu ve romanlarını kendilerine engel görmeye başlamıştı. Çünkü insanlar Remarque'i okuyor ve savaşın ne olduğunu, savaştan kimlerin yararlandığını anlamaya başlıyordu. "Uyanık olmak, dikkatle izlemek gerekiyor"

O edebiyat tarihçileri ve büyük okur yığınları için her zaman "Batı Cephesi"nin yazarı olarak kalmıştır. İlginçtir, Alman edebiyat çevreleri Remarque'ın romanlarına çoğu kez mesafeli durmuş, hatta onları küçümsemiştir. Onu büyük bir Alman edebiyatçısı olarak övenler daha çok yabancı edebiyat eleştirmenleridir. Ünlü yazarın: "Ülkemiz yazarları eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli süreklilikten yoksunlar" sözleri üzerinde durulması gereken bir görüştür. "Okurların, basının ya da iş başındakilerin hoşuna gitmemekten, sevilmemekten korkuyorlar. Bundan daha yanlış bir tutum olamaz..." görüşünü ileri süren ünlü yazar ilerde savaş sonrası Almanya'sından şöyle söz etmiştir: "Kaygılıyım. Eski Nazi ruhuna şurada burada tek tük de olsa rastlanıyor. Uyanık olmak, dikkatle izlemek gerekiyor..."

Remarque'a göre genç neslin de ana babalarının bir zamanlar ne suçlar işlediğini çok iyi öğrenmesi gerekir. "Bugün ülkede iktisat, politika ve hukuk alanlarında önemli yerlerde eski Nazilerin görev almasına da aklım ermiyor, bu beni rahatsız ediyor. Eski pislikler örtmekle yok edilemez..." Romanları 45 dile çevrilmiş olan Remarque hep kanlı savaşlardan ve bu savaşlara neden olan politikacılardan söz eder. Amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıdır. Ona göre insanlar arasında gerçek barış savaşların her çeşidinin kötülenmesi, savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir. Savaşla savaşan yazarlar Remarque'ın amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıdır. O savaşa karşı sadece kalemiyle savaştı, militarizmi hep eleştirdi, çıkarları adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanları boğazlamasını bütün yürekliliği ile yerdi. Ona göre insanlar arasında gerçek barış, savaşların her çeşidinin kötülenmesi. Savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir.

Remarque sorumluluğunu bilen bir yazar olarak bu görevini hep yerine getirdi. Eserleriyle kanlı savaşlarla geçinen çirkin politikacılara seslendi, militaristlerin gerçek yüzünü ve barışın kutsallığını insanlar kavrasın, barış dolu bir dünya gerçekleşsin istedi. Milliyetçilik yutturmacasıyla maskelenmiş Alman faşizminin içyüzünü Remarque romanlarında bütün çirkinliğiyle gözler önüne serdi. Öldüğünde arkasında on bir roman, bir tiyatro oyunu ve 20. yüzyıl Alman edebiyatında hiçbir yazarın ulaşamadığı büyük bir ün bıraktı. Savaşla savaşan dünya yazarları arasında Erich Maria Remarque'ın hâlâ ayrı bir yeri vardır.

24 Aralık 2023

45 Derece Japon Saygısı

Toplum24, Almanya 24 Aralık 2023

Ahmet Arpad

Otobüs otelin önünde duruyor. Açılan kapılardan çekik gözlü insanlar iniyor. Japonlar geliyor!

Rehberleri elinde kağıtlar hızla resepsiyona doğru yürüyor. Kısa bir konuşmadan sonra lobinin bir köşesinde bekleşen grubun yanına gidiyor. Başlıyor konuşmaya. Hızlı hızlı, yüksek sesle. Anlatacak çok şeyi var. Çevresinde toplanmış diğerleri onu dikkatle ve kök kös dinliyor. Sözünü kesip sorun soran yok.

Adamın anlattıkları bir süre sonra bitiyor. Hafifçe öne doğru eğilip çevresindekileri selamlıyor. Onlar da hep birlikte öne eğiliyor, başlarıyla rehberlerini selamlıyorlar. Sonra resepsiyon görevlisi bayanın getirdiği anahtarları alıp asansörlere doğru yürüyorlar. Binmeden önce de yine bir selamlaşma. Vücutların belden yukarısı inip kakıyor, başlar önde, gözleri lobinin mavi yer halısında. Eller iki yanda, sanki hazır olda beklemede! Selamlaşma bittikten sonra asansörün kapısı kapanmadan kendilerini içine atıyorlar.

Yolda tanıdığına rastlayan her Japon, nerede olursa olsun onu "Japon usulü" selamlamak zorunda. Ancak giderek endüstrileşen ülkede insanlar bazı nezaket kurallarını unutmaya başlamış. Özellikle büyük kuruluşlarda çalışan genç nesil elemanların günlük yaşamın birçok davranışından haberdar olmadığı dikkati çekmekte.

Bundan yararlanan bazı işini bilenin kurduğu "nezaket okulları" dolup taşıyor. Zengin babaların gönderdiği şımarık oğullardan büyük kuruluşların "nezaketi" zorunlu kıldığı elemanlarına kadar her gün sayısız Japon bu okulların kapılarını aşındırıyor. Oradaki kurslarda konuşmaktan oturup kalkmaya, el sıkmaya ve eğilip selam vermeye değin her şeyi öğreniyorlar. Hiç ucuz olmayan kurslarda.

Eğilerek selam vermenin çeşitleri var. Kişi, aynı sınıftan ve aynı derecedeki insan karşısında 15 derece, şefi karşısında 30 derece, onu kabul etmek lütfunda bulunan genel müdürü karşısında da 45 derece eğilmek zorunda. Eğilerek selamla bir saygı gösterisi, bir şükran ifadesi! Geleneğe uygun şekilde selamlanmayan kişi karşısındakinin kendisine saygısızlık yaptığına inanabilir.

17 Aralık 2023

El Emeği, Göz Nuru Ve Sonsuz Sabır

Toplum24/ALMANYA, 17 Aralık 2023

Ahmet Arpad

Stefanie Siebert bir "kumaş artisti". Tanışıyoruz. Stefanie Siebert yüzlerce metre kumaş çeşidinden, yıllarca çalışarak insan boyunda bebek insanlar yaratıyor. Şu ana dek yüzün üzerinde figüre yaşam vermiş!. Onlar dünyası! Neredeyse gece-gündüz birlikte yaşıyorlar. Büyük bir aile, Stefanie Siebert ve bebekleri. Yıllardır kendine büyük bir mekan arıyordu.

Sonunda Tübingen yakınlarında şirin kasaba Haigerloch'da boş duran tarihi Schwanen Oteli‘ni satın aldı. Otelin salonları, katları, odaları onun insanlarıyla dolu! İnanılmaz, dünyada eşi olmayan bir müze.

Karşımda çoğu yaşını başını almış, suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanları sizi kurgu bir dünyaya alıp, götürüyorlar. Onlar gözünüzün içine bakıyor. Her an konuşacaklar. Yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı kocaman ağzını açmış sonuna kadar şarkılar söylüyor.

Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken, erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Başka bir salonda masa başına oturmuş köylü giysili kadınlarla, kısa deri pantalonlu erkekler sosisler yiyip bira içiyor. Birinin üzerinde frak, yakalarında altın salyangozlar, sosisler sallanıyor. Köşedeki küçük orkestra en popüler dans melodilerini döktürüyor.

Ak saçlı bir adam dans ettiği genç kızın omzuna başını dayamış. Üzeri pastalar, kekler dolu bir başka masanın çevresinde toplanmış üç-beş kadın pahalı porselen fincanlardan kahve içip kahkahalar atıyor. Masanın altına uzanmış süslü püslü köpekleri uyukluyor. 1920'li yılların Berlin'indeyiz. Otto Dix'in insanları karşımızda.

El emeği, Göz Nuru

Stefanie Siebert'in insanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi sentetik pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık strafor taneleri.

Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Bütün bunları başarmak için sadece sanatçı olmak yetmez. El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır da gerekli. Stefanie Siebert bunu tam kırk yıldır başarıyor!

Yarattığı "insanlar"la yıllarca kent kent gezmiş, büyük mağazaların vitrinlerinde, galerilerde, kütüphanelerde, tarihi saraylarda sergilemiş, görenleri hayrete düşürmüş. Bu insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına değişik kumaşlar kullanıyor.

Canlandırdığı erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler. Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamlarını sürdürenler… Ziyafet masasında oturanlar keyifli ve de aç.

Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpan hanımlar. Başka bir masada tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosisler... Posbıyıklı bir garson, elinde şampanya şisesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli.

Gerçeküstü bir dünyanın insanları yaşıyor eski Schwanen Oteli'nin salon ve odalarında. Stuttgart'a bir saat uzakta, Eyach boğazında bir yamaca yaslanmış şirin kasaba Haigerloch'un gizemli bir geçmişi var! Saltanatlarının son aylarında Naziler bu yörede atom bombası üzerine başarısız çalışmalar yapmış. Tarihi sarayın altında kayalara oyulmuş, orta çağdan kalma bölmeleri Hitler'in atom fizikçileri laboratuvar olarak kullanmış.

Luigi Colani, bir pop yıldızı!

Cumhuriyet, 17 Aralık 2023

Ahmet Arpad, Stuttgart

Şu günlerde, Stuttgart'a yakın Waiblingen'de 100. yaşına basacak olan büyük endüstri kuruluşu Stihl'in sanat galerisinde çok ilginç bir sergi var.

Geçtiğimiz yüzyılın ünlü endüstriyel tasarımcısı Luigi Colani'nin (1928-2019) yapıtları sergileniyor. O bir heykeltıraş, ressam, mühendis, kent plancısıydı. O bir yenilikçiydi. Sanat dünyası Colani için: "Sıra dışı bir çılgın dâhiydi" der. Doğadan esinlenerek yarattığı aerodinamik otomobiller, uçaklar, deniz araçları, kameralar, müzik aletleri, ev eşyaları, giysiler, yuvarlak, köşesiz ve organik şekilleriyle alışılmamıştır. Efsane tasarımcı için doğada köşe veya kenar yoktur. 1950'li yılların başından başlayarak Alfa Romeo, Fiat, Volkswagen ve BMW için de değişik tasarımlar yapmıştır. Yarattığı otomobil modellerini üreticilerden çok Colani tasarlamıştır. Ona "otomobil dünyasının Picasso'su" diyenler vardır. Colani için günümüz otomobilleri "çok akıllı uslu" idi.

BİR SANAT DEVRİMCİSİ

Onun alışılmamış yapıtları 2019'daki ölümünün ardından birçok özel koleksiyonda ve New York Modern Sanat Müzesi MoMa'da görülebiliyor. Berlinli koleksiyoncu Gerd Siekmann, yüzün üzerinde Colani yapıtının sahibi. Bunlardan birçoğu şu anda Stuttgart Stihl Galerisi'nde sergileniyor. Salonlardaki heyecan uyandırıcı, değerli yapıtlardan biri, 1960 yapımı Colani-GT spor otomobili. Sıra dışı düşünen bir sanat devrimcisi olmak, hep yeniliğin peşinden gitmek, onun yaşam ilkesiydi. Simge çizimleriyle yarattıklarında yumuşak hatları yeğliyordu. O hep doğadan esinlendiğini söylüyordu. 20. yüzyılın tasarımcı pop yıldızı Colani, doğadaki yumuşak hatları yapıtlarında uygulayan bir sanatçıydı. "Benim dünyam yuvarlak" derdi Colani.

RAHATSIZ EDİCİ VE YÜREKLİ

2 Ağustos 1928'de, Berlin'de doğan Luigi Colani (doğum adı Lutz Colani) çocukluğunda annesi babası oyuncak alamadığı için onları kendi yapmak zorunda kalmıştı. İleride, yaratıcılığının temellerinin o günlerde atılmış olduğunu söylemiştir. Tasarıma olan ilgisi, komşularının Mercedes marka otomobili sayesinde başlamıştı! Berlin Sanat Akademisi'nde aldığı heykel ve resim eğitiminin ardından 1948'de, Paris'teki Sorbonne'da aerodinamik öğrenimi yapmıştı. Colani ileride söylediğine göre Fransa'nın bu en eski üniversitesinde, "biyodinamik bir tasarımcı" olmuştu! "Yapıtlarım yüzde doksan doğa, yüzde on Colani'dir" demişti. Hep bembeyaz giyinirdi.

Üstün bilgiliydi, üstün yetenekliydi. Colani, kendini: "Ben üç boyutlu bir gelecek filozofuyum" diye tanıtırdı. Yapıtları, ilerici-modern çizgiler taşıyan tartışmalı sanatçı, 16 Eylül 2019'da Karlsruhe'de vefat ettiğinde, arkasında sıra dışı ve devrimci eserler bıraktı. O eserler, genç yaratıcılar için bir esin kaynağı olmayı sürdürüyor. Ona: "Dâhilikle delilik arasında gidip gelen bir sanatçıydı" diyenler de var.

10 Aralık 2023

Mutsuz Olma Özelliği

Toplum24, 10 Aralık 2023

Ahmet ARPAD

„İnsanlarımız mutlu olmasını bilmiyor. Çevrem hep bir şeylerden şikâyet edenlerle dolu. Sevdiklerine, sevindiklerine ender tanık oluyorum", diyor genç bayan.

Alman tanışlarla bir pazar akşamüstü çay/kahve sohbetindeyiz. Konudan konuya atlıyoruz. Az önceki sözler, pedagoji öğrenimini geçen yarıyıl bitirmiş genç bir bayanın. "Mutsuz olmak bir Alman özelliği, hatta yeteneği", diye heyecanla devam ediyor. Söylediklerinden rahatsız olan kimi tanış karşı çıkmak istiyor. Ancak genç pedagog ısrarlı.

O konuşurken düşünüyorum. Pek de haksız değil. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde demokrasi ve politika, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'daki kadar sağlam temellere oturtulmamıştır. Ekonomisi güçlü, artan işsizliğe, azalan gelire karşın insanlarının durumu komşularından daha iyi. Yine de mutsuzluk, şikayetçi olma yeteneği (!) günümüz Alman'ında çok gelişmiş.
 
"Sokakta yürürken gülümseyen çok az insanla karşılaşıyorum", diye devam ediyor genç bayan.

Pedagoji öğrenimi için iki yarıyıl geçirdiği Amerika'da sokaktaki insanın daha rahat, cana yakın olduğunu, sorunlarını Almanya'dakiler kadar kendine dert edinmediğini anlatıyor.

Alman insanının fakiri de zengini de nedense kolay mutlu olamıyor. Hatta gelir düzeyi yükseldikçe şikayetçi özelliği de artıyor. Aydın geçinenler arasına çevresine yaşam sevinci yaymak, mutluluk gösterileri yapmak sanki yasak. Çoğu aydın az gülüyor, çok eleştiriyor, eleştirmeye olanak arıyor.

"Şikâyetçilik kanımıza işlemiş", diyor genç kadın. "Okulda, işyerinde, evde... Siz çoğu aile mutlu mu sanıyorsunuz?.."

Yürekli konuşuyor. Kimi tanış söylediklerinden rahatsız olmaya başlıyor. Akşamüstü sohbeti tartışmaya dönüşmek üzere. Genç kadın konuyu biraz değiştirmek istiyor gibi: "Siz bir Alman karı-kocanın aralarında günde ortalama sadece 10 dakika konuştuğunu biliyor musunuz? Evlilikler suskunlaşıyor."
 
Doğru konuşuyor. Boşanmalar dorukta. Kadın kocasının, erkek karısının yaptığını, davranışını beğenmiyor.

Yeni evlenenlerin yüzde kırkı aradan üç yıl geçtikten sonra boşanıyor. Tek başına yaşamayı yeğleyen mutsuzların yüzde elli yedisi erkek, yüzde kırk üçü kadın!

Sonra birden konu değişiyor, daha doğrusu karşımda oturan tanış değiştirmesini başarıyor. Şimdi Alman futbolunu tartışıyoruz!

3 Aralık 2023

Salzburg'ta Bir Kış Akşamı...

Toplum24, 3 Aralık 2023

Ahmet Arpad

Salzburg düşle gerçek karışımı bir kent, görüntüsüyle siz günün her saatinde büyülüyor. Irmağa uzanan loş ve dar sokakların arnavutkaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, lodenlerine bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kenti Salzburg'da akşam oluyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları ışıl ışıl, vitrinler rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar insan dolu.

Noel öncesi Salzburg ışıl ışıl. Salzach kıyısındaki şirin kent, Noel'e birkaç hafta kala en canlı, en hareketli günlerini yaşıyor. Noel pazarı yeni başlamış. Bugünlerde Salzburg soğuk, çevre tepeler, uzaklardaki Watzmann karlar altında. Katedralin çevresindeki alanlara kurulu "Christkindlmarkt" hep çekici. 1920'den günümüze Salzburg Festivali'nin baş oyunu olan 'Jedermann'ın sahnelendiği bu alan her yıl Salzburg'a akın eden yaklaşık 1 milyon insanla doluyor. Herkes yiyip içiyor, şirin kentin dar sokaklarında geziniyor, buz patinaj sahasında müzik eşliğinde vals yapıyor!

Az sonra Café Tomaselli'den içeri giriyoruz. Salzburg'un bu ünlü kahvehanesi her zamanki gibi dolu. Şöyle bir sağa sola bakınıyoruz. Tek boş masa, hemen solda, pencere yanındaki küçük masa. Yanımızdan geçen yaşlıca garson gülümseyerek: "İyi akşamlar, Herr Doktor", diyor. Peşinden yürüyoruz. Adam boş masanın üzerindeki "rezerve edilmiştir" kartını kaldırıyor. Oturuyoruz.

Salzburg düşle gerçek karışımı...

Bu şirin Salzach kentini hiç boş göremezsiniz. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen küf yeşili kubbelerde, kıpkırmızı kiremitli sivri damların gün batışının son kızılı. Doğa renk değiştiriyor. Karanlık iniyor tarihi kente, yüce katedralin çanları çalıyor, yayılıyor alanlara, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, Salzach kıyılarında...

Düşle gerçek karışımı, görüntüsüyle siz günün her saatinde büyüleyen Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali temmuz - ağustos aylarında düzenleniyor.

Büyük katedralin önünde sahnelenen "Jedermann" oyunu ile açılıyor festival. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

Stefan Zweig'ın yaklaşık 20 yıl yaşadığı kenttir de Salzburg. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar onu edebiyatta doruğa tırmandıran en verimli yıllarıdır. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmişti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss'la villasında saatler, günler geçirmişti...

Bütün baskılara karşın yazdı

"Sanatla mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..." Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları günümüzde de hep güncel!

Tarihi yapılar arasındaki ortaçağ sokaklarını aydınlatıyor fenerler. Otele dönerken önünden geçtiğimiz kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, ışık süzülüyor. Tarihi dar ara geçitlerin birbirine bağladığı sokaklar şimdi ıssız. Dükkânlar çoktan kapanmış, Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Hotel Stein'ın terasından karşı tepeler, ışıklar içinde orta çağ kalesi Hohensalzburg...

Gerçekle düş arasında bir dünyaya yolculuk

Cumhuriyet, 3 Aralık 2023

Münih - Ahmet Arpad

Buluşu olan "uçan bisiklet" ile uçmasını ömrü boyunca becerememiş olan Gustav Mesmer, doktorlar "Bu adam şizofrendir" dediği için 1929-1949 yılları arası güney Almanya'nın ünlü manastırlarından Schussenried'in psikiyatri kliniğinde geçirmek zorunda kalır. Bugün tüm binaları ziyarete açık manastırın Rokoko kütüphanesi Almanya'nın görülmeye değer tarihi eserlerinden sayılıyor. Freskleri, sütunları, küçük kubbeleriyle kütüphaneden çok bir kiliseyi andıran bu yapı özellikle Stuttgart'tan Konstanz Gölü'ne ya da güney Bavyera'ya yapılan gezilerde mutlaka uğranması gereken bir yer. Az ötede Steinhausen'da "dünyanın en güzel köy kilisesi" olarak kabul edilen Barok yapı yükseliyor geniş ovada.

Aynı yol üzerinde, otomobille bir saat uzakta, Wies Kilisesi bir dünya kültür mirası. Geçenlerde yapılışının 250. yılı kutlanan bu Rokoko kiliseye ziyaretçiler Avrupa'nın en uzak köşelerinden akın ediyor. Çünkü Wies kutsal bir yer, bir dilek kilisesi olarak kabul ediliyor. Anlatılanlara göre 1738'de köylü kadın Maria Loy evinin tavan arasında bulduğu "Çarmıha gerilmiş İsa" heykelini aşağı indirir, tozunu alıp oturma odasında bir köşeye yerleştirir. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra bir akşam duası sırasında gördüklerine inanamaz. İsa'nın gözlerinden yaşlar akmaktadır. Bu inanılmaz olay yörede yıldırım hızıyla duyulur. Ve aradan birkaç ay geçtikten sonra da köylü kadının evinin yanı başında alelacele inşa edilen küçük kiliseye taşınır. Bugünkü dev kilise ise 1754 yılında kapılarını açar dindarlara. Derdine çare arayanlar o günden bugüne, sadece kırk insanın yaşadığı küçük Wies köyünde bir tepenin üzerinde bütün azametiyle yükselen kiliseye taşınıp duruyor.

BAROK YAPILARIN KUBBELERİ

Savaşlarla geçen 17. yüzyıl Almanya'da Katolikliğin yeniden güçlenmesine neden olur. Daha iyi bir gelecek arayan insanlar özellikle Güney Almanya'da birbiri ardına inşa edilen kiliseleri doldurur. Yüksek, havadar, aydınlık Barok yapıların büyük kubbelerinden ve sütunlarından aşağı bakan figürler yepyeni bir vizyon peşindeki insanları çeker. Yapılardaki dinamiklik, yücelik, fresklerdeki ışık-gölge oyunları, dindarları gerçekle düş arasındaki bir dünyaya götürür!

HORVÁTH'IN YAŞAMI

Yine bir saat ötede, Bavyera Alpleri'nin eteklerinde küçük bir kasaba. "Dinlendirici huzuru burada bulacağımı hemen seziyorum..." Avusturya edebiyatının ünlü yazarı Ödön von Horváth 1923 yılında Murnau'ya geldiğinde ilk sözleri böyle olmuştu. Kısa yaşamının en önemli on yılını Alp Dağları manzaralı, göl kıyısındaki bu güzel yörede geçirdi, en önemli yapıtlarını burada yazdı. Horváth, bohem denebilecek Murnau yaşamında çoğunlukla kahveleri ve birahaneleri dolaşır, oturur gazetesini okur, çevresini inceler, notlar alır ve birasını yudumlardı. Tiyatro eserlerinde küçük burjuva insanlarının gizli kalmış kötü yanlarını ortaya koyan, onları iğneleyici ve acı bir alayla taşlayan Horváth'ın yaşamı 1930'lu yıllara girildiğinde büyük bir değişim geçirir. Yaklaşmakta olan nasyonal-sosyalist tehlikeyi çok çabuk sezer. Karşı çıkar. Korkan dostları onu terk eder. Horváth Murnau'dan uzaklaşır, Viyana'ya yerleşir. Çeşitli tiyatro eserlerinin yanı sıra "Allahsız Gençlik" adlı ünlü romanını da yazar. Naziler Horváth'ı yazarlar derneğinden atarlar, romanını da yasaklarlar.

Murnau ve çevresi 1900-1940 arasından sayısız sanatçının huzur içinde yaşayıp yeni esintiler ve düşüncülerle kişiliklerini bulduğu, geliştirdiği bir yöre olmuştu. Burada göl kıyısında yıllar geçiren ünlüler arasında soyut resimleriyle ün kazanmış olan ekspresyonist Vassili Kandinski ile öğrencisi ve sevgilisi Gabriele Münter'i de unutmamak gerekir. Dostları Franz Marc da sık sık Murnau'ya onları ziyarete gelirdi.Ormanlar, tepeler, dereler, göller, tahta evler... Dinlendirici huzur burada, Bavyera Alpleri'nin eteklerinde.

25 Kasım 2023

Yeni Bir Yemek Kültürü Gerekli

Toplum24, 25.11.2023

Ahmet ARPAD

Genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği, sokakta, trende, otobüste, tramvayda, metroda bir şeyler yiyip, içiyor. Her yer herkese bir lokanta! Almanya'da kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri için evindeki masa yerine sokakları, toplu taşıma araçlarını yeğleyenlerin son yıllarda gittikçe arttığı dikkat çekici. Tramvayda, otobüste otururken arkadaki yolcunun yüksek sesle cep telefonuyla konuşması, yanınızdakinin elindeki karton bardaktan kahvesini içmesi, arkanızdakinin iştahla sosisli veya salamlı sandviçini yemesi artık çok alışılmış! Eğer rahatsız oluyorsanız ya ineceksiniz ya da yerinizden kalkıp kendinize başka bir yer arayacaksınız. Rahatsız olduğunuzu yolcuya söylemek hakkınız yok!

Gittikçe daha çok insanın artık "uluorta" yiyip içmesi tabii başka sorunları da beraberinde getirdi. Kentlerde lokantalar azalırken kıyıntı büfelerinin sayısı arttı. Kapanan bir Alman lokantasının yerine bir başka Alman lokantası açılmıyor. Hangi kente giderseniz gidin yöresel Alman yemeklerinin tadına varmak için çok aranmanız gerekiyor. Kapanan "Hirsch", "Löwe", "Adler"in yerine "La Piazza", "Shangai", "La Ferté", "Topkapı" açılıyor. Ancak yabancı mutfağından spesiyaliteler sunan bu yerler de ne yazık ki işi pek çeviremedikleri için olacak, tutunamıyor, kısa süre sonra kapanıyor. Yerine bir başka yabancı lokanta açıyor.

Ülkede yemek alışkanlıkları nesiller değiştikçe gerilerken Alman mutfağı da özelliğini yitiriyor. İnsanlar gündüzleri sağdan soldan aldığı abur cuburla ayaküstü karın doyuruyor. Akşam eve giderken de köşedeki süpermarketten temin ettiği "dondurulmuş hazır yemeği" fırında çabucak ısıtıp televizyon karşısında yiyor. Bilgisayar ve cep telefonlarının gittikçe hızlandırdığı günlük yaşam, geleceğe güvenin yitirilmesi, zar zor bulduğu mesleği yitirip işsiz kalma korkusu, genç nesil insanının yaşamını değiştiriyor. On sekiz yaş üzerinde 22 milyon insanın tek başına yaşadığı ülkede günlük yaşamda yemeğin artık pek önemi kalmadı. Günde üç öğün yemek için alışverişe gitmeye, mutfağa girip pişirmeye, masa başına oturup yemeye ve bulaşık yıkamaya her gün en az iki saat ayırmak, hızlı yaşamak zorundakiler için artık olanak dışı!

Nestlè şirketi birkaç yıl önce bir araştırma yapmıştı. Almanya'da insanların gıdalanması üzerine yapılan bu bilimsel araştırmanın açıklanan sonuçları ürkütücüydü. Her yaş grubundan toplam on bin kişiyle görüşülmüş. 14-29 yaş arasındakiler çoğunlukla fast-food'la besleniyor. Araştırmaya katılanların yüzde otuzu sadece hafta sonunda ocağın başına geçip yemek pişirdiğini açıklamış. Çoğunluk için önemli olan lokantaya gittiğinde ucuz ve büyük porsiyonlarla karnını doyurabilmesi. Nestlè'nin araştırmacılarına göre yemek pişirirken kullanılan malzemelerin sağlıklı olup olmadığı, hele gençler için, pek o kadar önemli değil. Yanlış gıdalanan toplumun yüzde 50'si çok şişman, 7-12 yaş arasındaki çocukların yüzde 20'si hastalık derecesinde fazla kilolu.

Hemen hemen her akşam, herhangi bir televizyon kanalında ünlü bir aşçı yanına aldığı bir ünlüyle "yemek pişiriyor"! Güle konuşa, çok keyifle güzel görünümlü bir şeyler pişiriyorlar. Fakat program bittikten sonra ne pişirmiş oldukları ve ne de tarifi, izleyicinin pek aklında kalmıyor. O sadece bu şovla televizyon karşısında güzel zaman geçirmiş oluyor. Yeni evlenen veya daha büyük bir eve taşınan çiftler mutfak dekorasyonuna çok önem veriyor. Kısa süre sonra içinde pek yemek pişirilmeyen şık ve gösterişli mutfaklara ailelerin yaptığı ortalama harcama 10 bin Avro! Araştırmayı yapanlar: "Gıdalanma toplumun aynasıdır" diyor. "Alman toplumuna yeni bir yemek kültürü gerekli".

19 Kasım 2023

Balkon konuşması

Cumhuriyet, 19 Kasım 2023

Ahmet Arpad

Hitler, 15 Mart 1938 günü Viyana Hofburg Sarayı'nın balkonundan Kahramanlar Alanı'nda kendisini dinleyen 250 bin Viyanalıya çok sözler verir. "Alman ulusunun önderi ve şansölyesi olarak doğduğum ülkenin Alman Reich'ına katıldığını bugün tarih önünde ilan ediyorum!"

Partisinin ülkeye yeni bir düzen getireceğini, işsizliğe kesinlikle çıkar yol bulacağı sözünü verir. İnsanlar onun içi boş sözlerine inanır. Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim alır çünkü çoğunluk onun arkasındadır. Çaresizlik içindeki toplumun peşinden gideceği başka lider yoktur. Hitler, sudan sebeplerle sol görüşlü karşıtlarını ve aydınları tutuklatıp kamplara attırır.

TEPKİSİZLİKLE DESTEK

Bilim insanları ve yazarlar yurtdışına kaçar. Bunlardan 130'u 1933'ten sonra ailesiyle birlikte Atatürk Türkiyesi'ne sığınır. 11 Mart 1938 tarihinde, Avusturya'ya el koyduktan dört gün sonra o ünlü balkon konuşmasını yapan "Führer" artık iyice güçlenmiştir.

Kısa süre sonra Yahudilere yapılan eziyetler artar. Bundan 85 yıl önce, 9 Kasım 1938 gecesi Almanya ve Avusturya için "Kristal Gece"dir. Binlerce işyeri yağmalanır, 270 sinagog yakılır, Yahudiler öldürülür. Tam bir cinnet geçiren Hitler ve şürekâsı gerçek yüzünü çok çabuk göstermiştir! Akıllı bir propagandayla misyonlarını çok mükemmel sahneleyen Naziler, geleceğinden ümit kesmiş kültürsüz yığınların kolayca kandırılıp elde edildiğini çok güzel başarmıştır! Almanya'da ve Avusturya'da insanların çoğunluğu bütün olumsuz gelişmelere karşın ağızlarını açmamakla, kulaklarını tıkamakla ve gözlerini kapatmakla Hitler'e destek vermiştir! Ve halkın bu ilgisizliği onun gibi bir despotun son bin yılın en dehşetli katliamını işlemesine yol açmıştır! İşte o süreçte ve ardından gelen gelişmelerde Viyana'daki ünlü "balkon konuşması" çok önemli bir rol oynamıştır!

ŞARLO'NUN ALAYI

Kahramanlar Alanı'nda, Avrupa'yı Türklerden kurtarmış olan Prens Eugen'in dev heykelinin yanı başında durmuş Hitler'in o konuşmasını yaptığı balkona uzun uzun bakarken birden aklıma Şarlo'nun "Büyük Diktatör" filmi geliyor. Geçen yüzyılın en büyük sinema artisti ve rejisörü Chaplin, 1940'ta çevirdiği bu ilk sesli filminde Nazi Almanyası ve Hitler ile çok güzel alay eder. Onun diktatörlüğü ve faşistliğini alay konusu ederken izleyiciyi düşündürür ve hüzünlendirir de. "Büyük Diktatör" sayısız unutulmaz başarılı sahne ile doludur. Üzerine dünya haritası çizilmiş büyük bir balonla dans edişi ve alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı "balkon konuşması" çoktan sinema tarihine geçmiş ünlü sahnelerdir! Balkondaki Hinkel (Şarlo) kimi zaman çok öfkelidir, kimi zaman çok yumuşaktır. Charlie Chaplin bu sürekli değişimle Hitler'in nasıl dengesiz birisi olduğunu göstermek ister. Hele ağzından çıkanların tek kelimesi bile anlaşılmayan "Führer"e yığının coşkuyla haykırışı bu deha insanın hınzırca bir buluşudur!

Şarlo'nun ömrünün son 25 yılını geçirmiş olduğu Leman Gölü kıyısındaki Vevey'in yamaçlarındaki tarihi villası 2016'dan bu yana eşsiz bir müze. Yolu oralara düşenin görmesi zorunlu.

Ağaç Olmadan İnsan Yaşayamaz...

Toplum24, 19 Kasım 2023

Ahmet ARPAD

Bundan 13 yıl önce. Tarih 30 Eylül 2010. Stuttgart tren istasyonunu yerin altına alma çalışmaları nedeniyle kent merkezindeki 25 tarihi ağacın kesilmesini engellemek isteyen kadınlı erkekli, genç, yaşlı binlerce kişiye gaz ve tazyikli su sıkan, onları sert coplarla döven polis, altısı ağır olmak üzere dört yüz kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Bu olay beş ay sonraki seçimlerde eyalet başbakanının başını yemiş, açılan ve uzun süren davalar sonucu kent emniyet müdürüyle beş polis değişik cezalara çarptırılmış, ağır yaralılara da yüksek tazminatlar ödenmişti!

600 bin nüfuslu Stuttgart'ın yüzde yirmisi yeşil alanla kaplı. Kent göbeğindeki parkın altı kilometrekarelik parkının yolları ve çayırları her mevsim insan dolu. Bu sıcaklarda rahat bir nefes almak isteyenler kent merkezine 10 dakika ötedeki Killesberg tepesinin çimenlerini, açık yüzme havuzunu veya az ötede başlayan ormanın serin yollarını yeğliyorlar. Kısa süre önce orada ibret verici bir şey yaşandı! Stuttgart Belediyesi'nin Bahçeler Müdürlüğü elemanları ellerinde resmi izin olmadan Killesberg'de villara yakın bir yamaçtaki yedi ağacı 'hastalıklı' deyip birkaç saat içinde kesiverdi. Çevrede oturanlar ayağa kalktı, olay gazetelere yansıdı, belediye özür diledi, sorumluları da ihtar etti. Şimdi yedi ağacın kesildiği yere ondört yeni ağaç dikildi...!

Bütün Avrupa'da olduğu gibi Stuttgart'ın yakınlardan başlayan Karaormanlar'da da yağmursuzluktan ve hava kirliliğinden ağaçlar ölüyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. Ağaçlara zarar veren kükürt dioksidi, azot oksidi, yeraltı sularındaki nitratlar ve sebze-meyvenin ekildiği topraklardaki çeşitli asitler kanser hastalığının da baş nedenlerinden biri. Amerikalı bilim yazarı Peter Brennan, 'The Ends of the World' adlı kitabında açıkladığına göre insanoğlu karbondioksit sorununu çözemezse dünyamız bu yüzyılın sonunda 4.5-5 derece ısınacak.

Ağaç olmadan insan yaşayamaz

Asya'nın en büyük ormanlarını barındıran Endonezya zengin ülkelerin çikolata, krem, çamaşır tozu gibi gereksinimlerini karşılayabilmek için gereken palm yağını kazanmak amacıyla ülkesinde her yıl 620 bin hektar ormanı yok ediyor. Dünyamızdaki tropik ormanların üçte ikisini bünyesinde barındıran Brezilya da Amazonlar bölgesinde yıllardır 'tarıma yer açıyoruz' diyerek her yıl yaklaşık 8 bin kilometrekare ormana kıyıyor! Fakat Endonezya ve Brezilya ormanları dünyamızın 'yeşil ciğeri'...

Ağaç olmadan insan yaşayamaz, çünkü ağaç insanın neden olduğu hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizler. Bir hektar ladin ormanı yılda 32 ton, bir hektar kayın ormanı yılda 68 ton, bir hektar çam ormanı da 30-40 ton karbondioksit yüklü havayı emiyor. Sadece bir kayın ağacı saatte 1,5 kilogram oksijen üretiyor. Ağaç yaşlandıkça insanlara yararı artıyor. Örneğin 100 yaşındaki, 35 metre yüksekliğindeki bir kayın yılda 2,5 ton karbondioksit filtre edebiliyor. Bu nedenle endüstri ülkelerinin büyük kentlerinde yeşil alanlar çok önemlidir. Avrupa'nın en büyük parklarına sahip, çevresi ormanlarla kaplı Viyana'da kişi başına 25 metrekare yeşil alan düşerken, her gün 4 milyon aracın yollarını aşındırdığı dev kent İstanbul'da bu alan bir metrekarenin altında. Sağlıklı bir yaşam için ise en az on metrekare gerekiyor!

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) güncel açıklaması tüyler ürpertici: Avrupa'nın büyük kentlerinde yaşayan insanların yüzde doksanı ciğerlerine zehirli hava çekiyor! WHO'ya göre 2016 yılında tam 7 milyon insanın (600 bini çocuk) erken ölümünün nedeni hava kirliği. Sadece Brezilya'nın tropik ormanları her yıl dünya insanlarının neden olduğu 8 milyar ton karbondiyoksidin 2 milyar tonunu 'depoluyor', bizi zehirlenip ölmekten kurtarıyor! 'European Study of Cohorts for Air Pollution Effects'in (ESCAPE) bir araştırması da ciğer kanseriyle kalp yetmezliğinin ana nedeninin hava kirliliği olduğunu kanıtlıyor. İsviçre'nin Bern Üniversitesi birkaç yıl önce uyarmıştı: „Küresel ısınma emsalsiz boyutta, son 2000 yılın en hızlı seviyesinde. Dünya Meteroloji Örgütü'nün (WMO) en son açıklamasına göre de 2022 yılında yaşanan iklim sorunları sonucu sadece Afrika'da yaklaşık 5 bin insan yaşamını yitirmiş. Bunlardan yüzde 48'inin ölüm nedeni kuraklık, yüzde 43'ünün de sel felaketleri olmuş.

Önce ağaçlar ölüyor! Sonra da insanlar mı?

12 Kasım 2023

Şampanyalar, Havyarlar, Istakozlar

Toplum24, 12 Kasım 2023

Bulgari, Tiffany, Heuer, Chopard... İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Vitrinler kolye, küpe, yüzük, kol saati dolu. Her şey pahalı mı pahalı. Altın, platin, gümüş. Pırıl pırıl, ışıl ışıl camekânlar gözleri kamaştırıyor. Birkaç müşteri var, onlar da pek Alman'a benzemiyorlar. Kadınlar alışveriş yapıyor, adamlar sohbet ediyor.Paralı Doğu Avrupalılar olmalı. Bin beş yüz değişik parfümün satıldığı şık Beauty Department'e hiç uğrayan yok. Bir kat yukarıda Gucci, Dior, Chanel. Burada da müşteriden çok personel var. Güzel kızlar elleri önlerinde gülümseyip bekleşiyorlar. Her taraf şık, ışıl ışıl, modern, bakımlı. Satılanlar güzel ve çekici. Gereksinimi olmasa bile bir şeyler almak istiyor insan. Tabii cebinde parası varsa!

AVRUPA'NIN EN BÜYÜKLERİNDEN

Günlerden çarşamba, öğle üzeri. Avrupa'nın en büyük satış merkezlerinden Berlin KaDeWe'nin bütün katları bomboş, in cin top oynuyor. Dev mağaza 116 yaşında, 60 bin metrekare alana yayılmış. Burada 380 bin çeşit eşya satışa sunuluyor. Sabahtan akşamın geç saatlerine kadar iki bin (!) personel müşteri bekliyor. Katları birbirine altmış dört yürüyen merdivenle yirmi altı asansör bağlıyor. Korona öncesine kadar günbegün elli bin insanın ziyaret ettiği söylenen KaDeWe geçmişini mumla arıyor. Batı Avrupa'nın bu dev mağazasını dünya savaşları bile sarsamamıştı. Hitler daha 1933 yılında Yahudi aile Tietz'i satışa zorlayıp KaDeWe'ye el koymuş, başına da Aryan birini getirmişti!

On yıl sonra bir Amerikan savaş uçağının üzerine düşmesiyle harap olan mağaza 10 Temmuz 1950'de yeniden açıldığında 180 bin Berlinli coşkuyla kapılarına saldırmıştı. KaDeWe aynı hücumu 9 Kasım 1989 günü duvarın yıkılmasıyla yaşamıştı. On binlerce Doğu Berlinli önünde uzun kuyruklar oluşurmuştu.

Berlin'i ziyaret eden her turistin uğradığı söylenen KaDeWe'nin bugün sadece üst iki katı dolu. İran'ın havyarları, Fransa'nın şampanyaları, adını bilmediğiniz ülkelerin şarapları, uzakların narenciyeleri, Pasifik adalarının egzotik yiyecekleri otuz şarküterinin vitrinlerini dolduruyor. Kat kat, dizi dizi peynirler, dev jambonlar, yer mantarları, dört yüzün üzerinde ekmek ve sandviç çeşidi... Parisli Lenôtre'nin vitrinlerinde, sabahın altısında Fransa'dan uçakla gelmiş, olağanüstü görünümde ve lezzette pastalar, ağızda eriyen inanılmaz çeşitte fondanlar. Bu kat hiçbir krizden etkilenmeyen insanlarla dolu. Cepleri paralı, giyimleri şık mı şık hanımlarla beyler ayaküstü bir şeyler atıştırıyor, şampanya yudumluyor.

Istakozlar, istiridyeler, havyarlar, füme balıklar onları bekliyor. Biz ise en üst kattaki self-servis lokantayı yeğliyoruz. Aşçıların gözünüzün önünde hazırladığı değişik yemekler çekici. Adam başı en az 30 Avro'ya karnınızı doyurduğunuza değiyor. Berlin ayağınızın altında.

Az onra Unter den Linden Bulvarı'ndayız. Café Einstein'da masalar dolu. Berlin'de yaşayan edebiyatçı bir tanışla Viyana kahvesi yudumlayıp Sacher Torte yerken yayın dünyasının son yıllarda yaşadığı krizden söz ediyoruz. Parlamento az ötede. Sorduğumuz garson kız: "Başbakan Merkel görevdeyken ara sıra uğrardı, şimdiki başbakan Scholz ise adımını henüz içeri atmadı", diyor.

5 Kasım 2023

1494'te Almanya'ya yerleşen Türk

Cumhuriyet, 5 Kasım 2023

STUTTGART – Ahmet Arpad

Dar, uzun bir cadde. Arnavutkaldırımı döşeli. Eski ortaçağ evleri bir kolyenin incileri gibi dizilmiş iki yanına. İkişer üçer katlı. Tahta, balçık, tuğla, taş karışımı bir işçilik var bu rengârenk yapılarda. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Kırmızı kiremit kaplı damları dik. Sanki bir minyatür kentin oyuncağı andıran evleri! Otel ufacık, dar, odaları küçük, pencereleri minnacık, tavanlar alçak mı alçak. Her yan tahta kaplı, orta yerdeki yüksek yatak kocaman, yastıkları, yorganı kuştüyü. Üçüncü katın penceresinden görünen, dar, uzun cadde küçük kent Besigheim'ın merkezi. Araç trafiğine kapalı. Evlerde pek oturan yok. Bürolar, butikler, lokantalar, küçük barlar, pastaneler, çiçekçiler, kafeler, butik pansiyonlar...

Yazdan kalma bir gün. Havalar hâlâ güzel. Her yana iskemleler atılmış, masalar hazırlanmış, keyifli insanlar beyaz şemsiyelerin altına kurulmuş. Garson kızlar koşuşturuyor. Salata dolu tabaklar, güzelin güzeli pastalar, rengârenk dondurmalar, köpüklü biralar, kadehlerde buz gibi şaraplar... Günlerden cumartesi. Az ötede, evlerden büyükçe, tarihi belediye binası. Önünde dört köşe bir alancık. Ortasında suları fışkıran, ortası havuzlu bir çeşme. Çevresinde oturanlar, çene çalıp, gülenler, güneşin iliklerini ısıttığı mutlu insanlar, yaşlısı genci...

ALIŞVERİŞ SONRASI İTALYAN KAHVESİ

Pazaryeri bu şirin alan cumartesileri. Tezgâhlarını kurmuş yöre köylüleri alacakaranlıkta. Getirmişler pazara tarlaları, bahçeleri o hafta ne vermişse. Salatalar, elmalar, patates ve soğanlar yığın yığın, öbek öbek. Alanın üç bir yanı yine tarihi evlerle kaplı. Tümü de elden geçmiş, bakımlı. Pencereler, kapıları, panjurları tahta oyma, üstün bir işçilik. Üç kattan yükseği yok. Daha ortaçağda dikkat etmişler demek kentlerde düzene... Alanın bir köşesinde yan yana çiçekçi tezgâhları. Rengârenk her şey. İnsanından sebzesine, çiçeğinden tarihi yapısına. Güneş iyice yükseliyor, öğle yaklaşıyor. Otelin önünde kadınlı erkekli şık insanlar söyleşip gülüşüyor. Ellerde şampanya kadehleri, kırmızı beyaz şaraplar, köpüklü fıçı biraları. Bir şey kutluyorlar gibi. Uzun beyaz önlüklü garsonlar gümüş tepsilerde siyah havyarlı, füme balıklı, İsviçre peynirli küçük ekmek dilimleri taşıyor dışarı. Pazaryerinde alışverişi bitirenler İtalyana uğruyor, espresso, capucino içmek, leziz dondurmalardan tatmak, eve gitmeden önce tanışlarla biraz çene çalmak, günün keyfini çıkarmak için...

Alandan kiliseye uzanan yolda çalgıcılar. Trompet, kontrbas, saksofon. Çaldıkları havalar oynak. Başlarında kapkara koca şapkalar. Sakallar uzamış. Şakalaşıyorlar yanlarından geçenlerle, durup dinleyenlerle, yere açtıkları örtücüğe para atanlarla. Doğu Avrupalılar galiba. Sanki bir yerden gözüm ısırıyor. Prag'da, IV. Charles Köprüsü'nde görmüş olmayayım kısa süre önce! Kim bilir? Yol yokuşlaşıyor. Yükseliyor kiliseye doğru. Aşağıda küçük ırmak pırıl pırıl, su dolu. Üzerinde bembeyaz bir gezinti gemisi.

HANS TÜRK

Sonra sağda bir sokak. Daracık, küçük. Adı çok ilginç: "Türk Sokağı"... Ne işi var burada? 1494'te Besigheim'a bir Osmanlı Türkünün yerleştiği biliniyor. İtalya'dan gelmiş olabilir. Hıristiyanlığı kabul ediyor ve kayıtlara adı Hans Türk olarak geçiyor! Az sonra karşımızda, tepemizde, her şeye yukarıdan bakan kilise. Devasa. İnsanın üstüne üstüne geliyor. En büyük o! Ondan yücesi yok. Bastırıyor kasabayı, altında eziyor yemyeşil doğayı, yaşam dolu evleri, mutlu ve özgür yaşamı özleyen bireyleri...

mail@ahmet-arpad.de

29 Ekim 2023

"O'nun peşinden gittiği güç, sevginin gücüydü!"

TOPLUM24, 29 Ekim 2023

Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşunun 100. Yıldönümünde Mustafa Kemal...

Ahmet Arpad

Herbert Melzig Ortadoğu'yu çok iyi tanıyan bir Alman tarihçiydi. Kitaplarında ve araştırmalarında özellikle İran'ı ve Türkiye'yi ele almıştır. Daha çok Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamı ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Herbet Melzig'in ilgisini çekmiştir. Oldukça iyi Türkçe konuşan ve 1937-1947 yılları arasında Türkiye'de yaşamış olan tarihçi Melzig, Atatürk'ün misafiri olma ve masasında oturma şerefine de erişmiştir.

Herbert Melzig'e göre, Mustafa Kemal Atatürk ile Anadolu'da binlerce yılın derinliklerinden kahraman bir ruh doğmuş ve aydınlığa yükselmiştir. "Mustafa Kemal, yeryüzünün bu bölgesindeki, başkalarına kul olmuş bütün uluslara özgürlüğe giden yolu göstermiştir. O, Nil'in kıyılarından Çin'in akarsularına kadar toplumlar için bir efsanedir. Şimdi O kendi insanlarının ortasında durmuş çevresine ışıklar saçıyor. Bir yaşlının bütün bilgeliği ve bir gencin sonu gelmeyen enerjisi ve kararlılığı ile gerçekleştirdikleri bütün dünyanın hayranlıkla seyrettiği etkileyici bir oyundur. Yüce bir insanın milletine ve insanlığa olan aşkıdır..."

Herbet Melzig için Atatürk, doğunun tarihinde yepyeni bir döneme imzasını atan ve emperyalist Avrupa'nın anlayışlarının yanlış olduğunu kanıtlamayı başaran kişidir. "Türklerin İstiklâl Savaşı Avrupalılar'ın Ortadoğu düşlerine son vermişti." Osmanlı'nın sonunu, Türklerin İstiklal Savaşı'nı, düşmanı Anadolu'dan atmalarını, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu ve devrimlerin tasarlanıp gerçekleştirilmesini yaşamış olan Herbert Melzig'in gözünde, Mustafa Kemal tarihten gerçekten bir şey öğrenmiş olan ender devlet adamlarından biridir. Bütün mücadele ve kavgaları milleti içindi.

"Avrupa basını yıllar boyu yeni Türkiye'ye kötümser bakar, gereksiz suçlamalarda bulunurdu", diyor Melzig. "Fakat Türkiye Cumhuriyeti her defasında bunların gerçekdışı olduğunu kanıtlamıştır. Mustafa Kemal'in sentezine göre, Türk bilinci batıdan alınan form ve maddeleri kabul etmeli, fakat ona bağımlı değil yaratıcı olmalıdır, güven içinde kendi geleceğini kendi yaratmalıdır."

Melzig'e göre, Tanrı Mustafa Kemal'i bu göreve getirmemiş olsaydı, çok gizemli bir güç O'nu heyecanlandırıp peşinden sürüklemeseydi, O padişahın bir yaveri kalacak, hatta belki de Müslümanların halifesi olacaktı.

Alman tarihçi Herbert Melzig "Kemal Atatürk, Osmanlı'nın Çöküşü, Türkiye'nin Dirilişi" adlı kitabında (Çeviri: Ahmet Arpad) 1919 yılında Mustafa Kemal'in Samsun'dan başlattığı ulusal savaşın sonunda vatanı dış düşmanlardan nasıl kurtardığını, yüzlerce yıllık şark tarihini nasıl tasfiye ettiğini ve iç düşmanlara karşın Anadolu'da nasıl çağdaş bir cumhuriyet kurduğu anlatıyor.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş günlerini de şöyle ele alıyor: "Cumhuriyet 'Evi'nin kaba inşaatı bitmiştir. Mustafa Kemal halkını, bütün insanların 'Ev'i olacak bu binaya girmeye ve her yanını sağlamlaştırıp inşaatı bitirmeğe davet eder." Yazar 'Ev'in sorumluluğunun yavaş yavaş yaratıcısından işçilere geçtiğini anlatır. Ona göre yeni 'Ev'in sağlamlaştırılması, her yanının donatılıp döşenmesi daha onlarca yıl sürecektir. "Yaratıcısı günün birinde dudaklarında bir gülümseme gözlerini kapatırken mutlu olacaktır. Çünkü biliyordur, insanları uyanıktır ve de çalışkandır. Onlar gerçek bir cumhuriyetin uzakta ışıldayan hedefinin ne olduğunun bilincindedirler: Sulh ve refah!"

"Kemal Atatürk" kitabında Herbert Melzig yeni Türkiye'nin yeğlediği dürüst ve gerçekçi bir politika ve attığı ileri adımlarla başarıya ulaştığını anlatıyor. "Dünyada bu politika eşsizdir ve onu taklit eden çıkamaz", diyor Melzig. "Mustafa Kemal Türk milletinin gücünün sınırlarını görüp anlamasını başarmıştır. Bu, manevi açıdan inanılmaz bir zaferdir. Bu, Avrupa'nın pek söz etmek istemediği Kemalist ideolojinin bir zaferidir."

Herbert Melzig'in, 1937 yılında yazılmış ünlü "Kemal Atatürk - Osmanlı'nın çöküşü, Türkiye'nin dirilişi" kitabından başka Türk tarihi ve edebiyatı ile ilgili başka eserleri de vardır. Amaçlarından biri, batının yeni Türkiye'ye karşı beslediği önyargıların yanlışlığını kanıtlamak olan Melzig'in eserlerinden bazıları şunlardır: "Atatürk'ün başlıca nutukları 1920-1938", "Atatürk bibliyoğrafyası" (1941), "İnönü diyor ki" (1944) ve 1954 yılında Sabahattin Ali öykülerinden Almanca'ya çevirdiği "Anadolu öyküleri". Bu kitapların yanısıra Aziz Nesin'in de bazı eserlerini Almanca'ya kazandırmıştır.

"Kemal Atatürk - Osmanlı'nın çöküşü, Türkiye'nin dirilişi" eserinin yazarı tarihçi Herbert Melzig, o dönemi yaşamış çok önemli bir tanıktır. Onun gözünde Atatürk, o yıllarda Avrupa'yı yönetenlerin tam karşıtı bir devlet adamıydı. Türkiye'de yaşadığı dönemde İstanbul Edebiyat Fakültesi'nde ve Ankara Tarih Fakültesi'nde dersler vermiş olan Alman tarihçinin şu anısı ilginçtir: "Naziler 'Atatürk Bibliyoğrafyası' kitabıma dış politika çıkarları ve umutları nedeniyle önce ses çıkarmamıştı. Ancak 1943 yılına gelindiğinde Gestapo hepsini toplatıp imha etmişti." O dönemin bir çok bilim adamı gibi Naziler'e hoş görünmeğe çaba göstermemiş olan Melzig, hatta bu gelişmeden gurur duymuş olduğunu anlatır anılarında.

Herbert Melzig, Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün ardından şunları söylemişti: "O'nun peşinden gittiği güç, sevginin gücüydü! Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak isteyenler Atatürk'ün iman verici ve yön göstericiliğinden örnek ve kuvvet alsınlar."

22 Ekim 2023

En Büyük Kabak 1041 kg

Toplum24, 22 Ekim 2023

Ahmet ARPAD

Stuttgart'a sadece on beş dakika uzaklıktaki Ludwigsburg sarayı 18. yüzyıldan kalma 452 odalı barok bir yapı. Her yıl yüz binlerce turistin ziyaret ettiği şirin kent porselen yapımıyla da ünlü. Rengârenk çiçeklerle dolu kocaman saray parkında geçenlerde ilginç '"Kabak Sergísi" açıldı. İsviçreli çiftçiler Martin und Beat Jucker'in girişimiyle Ludwigsburg sarayının parkında 2000 yılından bugüne her yıl güz aylarında kabaklar sergileniyor! Çeşitlisi. İrili ufaklısı, şişmanı, zayıfı, uzunu. Rengarenk tam 450 bin kabak! 600 çeşit!

Kabak çekirdeği de lüks

Türk mutfağında kabak dendi mi, insanın aklına kabak dolması gelir, tatlısı gelir. Hepsi o kadar mı? Yemek kitaplarına bir göz atın, bakın kabakla daha neler neler yapılıyormuş. Kabağın zeytinyağlısı var, bayıldısı var, bastısını da unutmamak gerek. Sakızkabağından musakka yapıyorlar. Kabak reçeli için bal kabağı yeğleniyor, üzeri cevizli, kaymaklı tatlısı için de.Kabağın çekirdeği de var Televizyonun henüz Türkiye'ye girmediği yıllarda ılık yaz akşamları mahalledeki açık hava sinemasına giden dar gelirli ailelerin vazgeçilmez eğlenceliği kabak çekirdeği idi. Sudan ucuzdu. Günümüzde ise yanına yaklaşılamıyor. Mısır Çarşısı'nda kilosu iki yüz elli lirayı bulmuş! Zengin eğlenceliği bir lüks olmuş dar gelirlinin kabak çekirdeği...

Avrupa'nın en büyük kabağı

25 Ağustos ile 3 Aralık 2023 arasında Ludwigsburg'da düzenlenen sergiye akın edenler rengarenk binlerce kabağın arasında geziniyor, sayısız etkinliğe katılıyor. 1 Ekim'de Almanya'nın en büyük kabağı tartıldı. Bu yılki kabak Hessen'den geldi. 782 kilo ağırlığında ve 3,5 metre çapında. 8 Ekim'deki yarışmada da Avrupa'nın en büyük kabağını seçtiler! Bavyeralı Luca Stöckl'ün yetiştirdiği kabak tam 1041 kilo ağırlığında! 2021 yılında İtalya'dan bir katılımcı 1226 kiloluk, çapı 5 metre kabağı ile dünya rekoru kırmıştı!

Bu rekoru 2023'de aşamadılar

Burada sergilenen binlerce kabağın çoğu yörede yetişiyor. Birkaç kilometre uzaktan, Schiller'in doğum yeri Marbach'taki Rielingshausen çiftliğinde. Onları yetiştiren Käfer ailesinin Portekiz'de de kabak tarlaları var. Almanya'da iklim nedeniyle istediği ürünü almazsa kabakları oradan getirtiyor! Mutfaklarında kabağa bizim kadar yer vermeyen Almanlar ve İsviçreliler pek tadı tuzu olmayan Orta Avrupa kabakları ile son yıllarda yepyeni yemekler yapmağa başladılar. Sergi boyunca bu fantezi yemekler ziyaretçilere sunuluyor: Kabak çorbası, kabak mantısı, kabak eriştesi, kabak gofret, kabak kızartması, kabaklı pilav... Susayanlar kabak tadındaki köpüklü şarabı deniyor. Taş fırında yapılan kabaklı ekmek çok leziz. Kabaktan reçel, kabak ezmesi, kabak çekirdeğinden elde edilen yağ da tezgâhlarda meraklısını bekliyor.

15 Ekim 2023

Karaormanlar'dan Zürih'e...

Toplum24/ALMANYA, 15 Ekim 2023

Ahmet Arpad

Karlsruhe'den Konstanz gölüne giden tren saat tam 08.09'da hareket etti. Baden-Baden ve Offenburg'dan sonra bütün yol Karaormanlar'dan geçiyor. Yamaçlar yemyeşil, üzerlerinde koyunlar, inekler, tepeler silme kayın, meşe ve çamın çeşidiyle dolu. Sıcak geçen bir yazın ardından bu güzel yörede güz kendini gösteriyor. Sular köpüre köpüre akıyor, kimi yerde küçük çağlayanlar oluşuyor.

Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından indiğimiz Triberg dar bir vadinin yamaçlarına kurulmuş, şifalı suları ve guguklu duvar saatleri ile ünlenmiş bir kasaba. 1730 yılında Schönwald‘lı saatçi Franz Ketterer'in buluşu olan bu tahta saatler bir Karaormanlar simgesi. Birçok yabancı için hâlâ guguklu veya kuşlu saat demek Almanya, Karaormanlar demek! El işçiliği bu güzel saatler ülkenin geleneği.

Triberg'den yola çıkarak Güney Karaormanlar'ı yürüyerek iki günde geçmek ve güzel Titisee'ye ulaşmak amacımız. Oradan da yine trenle Konstanz Gölü'ne ve daha ötesindeki Zürih'e! Göz alabildiğine çayırlar, yeşil çam ormanları, sarının her renginin yavaş yavaş görülmeye başladığı kayınlar, meşeler bize gün boyunca eşlik ediyor. Ötelerde, uzaklarda bir yerde, koyu mavi, kara doruklar, güneyin en yüksek dağı, 1500 metrelik kayak merkezi Feldberg. Yamaçların bitiminde, aşağıda vadilerde, çayırların ortasında kocaman Karaorman çiftlik evleri.

Ancak bu güzelliklerin bir de çirkin yanı var. Kimi yerde hastalıklı ağaçlar göze batıyor. Doğaseverlerin 80'li yıllardan günümüze sürekli toplumun dikkatini çektiği bu ürkütücü gerçek, her türlü önleme karşın önü bir türlü alınamayan büyük sorun. Özellikle iğne yapraklı ağaçlarda zararın ürpertici ölçüye vardığını yürüyüş sırasında görüyoruz. Yükseldikçe dalları cılızlaşmış ağaçlar artıyor. Güneş ışınlarının burada daha güçlü olması, son yıllarda topraktan az su almaları, kış aylarında yükseklere sisin ve bulutların daha fazla inmesi, ağaç ölümünde önemli nedenler.

Kafa yapısının değişeceği günler!

Akşamüstü Furtwangen'in az ötesindeki bir pansiyonda konaklamaya karar veriyoruz. Odamıza hemen çıkmıyoruz. Ayakkabılarımızı çeşmenin yanına bırakıp terastaki tahta masalara kuruluyoruz. Az sonra garson kız beyaz şarapları getiriyor. Ötelerde, mavi, kara dorukların ardında güneş batmaya hazırlanıyor. Kişi böylesine doğa dolu bir günün ardından Türkiye'nin doğasını düşünmeden edemiyor. Düşlüyoruz, doğayı yitirmemek için insanların kafa yapısının değişeceği günleri de!

Konstanz Gölü'nde sabah sisi. Arabalı vapurlar, küçük beyaz gemiler iki kıyı arasında gidip geliyor, peşlerinde besili martılar. Az sonra bindiğimiz tren bizi Zürih'e götürüyor. Arazi gölden hemen sonra hafif hafif yükseliyor. Yine çayırlar, yine inekler. Winterthur'dan sonra ötelerde dağlar beliriyor, Alplerin dorukları. Ve bankalar ve bankerleriyle Zürih! Kasalarına kara para kaçıranların onlarca yıl servetler doldurduğu ünlü kent.

8 Ekim 2023

Dizginler Endüstri Patronlarının Elinde

Toplum24/ALMANYA, 8 Ekim 2023

Ahmet ARPAD

Adolf Hitler ve yandaşları 8 Kasım 1923'te Bavyera'da bir darbe girişiminde bulunurlar. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden darbeciler, ertesi gün silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Çıkan çatışmada Hitler ve adamları 4 polisi öldürür. İhtilal girişimi başarılı olmaz, darbeciler tutuklanır. Darbe girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası idamdır. Ancak Hitler sadece 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Çünkü onu destekleyenler, başta eyalet Adalet Bakanı Franz Gürtner olmak üzere politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir.

Hitler, Landsberg hapishanesinde 9 ay kaldıktan sonra serbest bırakılır. 1933'te Almanya'ya el koyan Hitler ile yardakçılarının palazlanması ve 13 yıl ayakta kalması, Alman endüstrisinin "babaları" sayesinde mümkün olmuştu. Onlarsız Hitler bir hiçti. Nazi Almanyası'nın orduları, Flick, Krupp, Thyssen ve şürekası olmadan komşu ülkeleri istila edemez, savaşamazdı. Onlar sayesinde Nazi Almanyası 1942-1944 arasında silah gücünü üçe katlamıştır. Adolf Hitler'e verilen büyük parasal destek, daha 1920'li yıllarda Bavyera'da başlar. Oradan diğer Alman kentlerine, Avusturya'ya ve İsviçre'ye de sıçrar. Avrupa'ya kaçmış bazı varlıklı Rus asilleri "Bolşevik düşmanı" Hitler'e destek verirken, Yahudileri sevmediği bilinen Henry Ford da Hitler'in partisi NSDAP'ye bağışta bulunur! Aynı dönemde Mussolini yönetimindeki İtalyan faşistlerinin bile İsviçre bankaları kanalıyla milyonlarca markı Führer'e yollamış olduğu biliniyor. Hitler hapiste olduğu günlerde de para aramayı sürdürür.

Dizginler Endüstri Patronlarının Elinde

O günlerde desteğini kazandıkları arasında besteci Richard Wagner'in oğlu ile eşi de vardır. Bu iki ünlü özellikle Atlantik ötesinde başarılı olurlar! Hitler'le Henry Ford'un felsefeleri ve düşünceleri birbirine çok benziyordu, demiştir ilerde Winifred Wagner. "Bir görüşmemizde Almanya'yı Yahudilerden temizlemek isteyen Hitler gibi birine destek vermeye hazır olduğunu söylemişti..." Evet, o dönemlerde herkes çıkarları karşılığında Nazileri desteklemişti! İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yanında oldukları için Nürnberg mahkemesinin suçlu gördüğü endüstri patronları hapis günlerini bir zamanlar Hitler'in de kaldığı Landsberg hapishanesinde geçirdiler.

Yeni Almanya için ortak planlarını orada yaptılar. 40 milyona yakın insanın ölümünden, Hitler'e hizmet etmiş olan bu endüstri patronları da sorumludur. 1945'ten sonra İngilizler ile Amerikalılar, kurdurdukları Batı Almanya'ya, Sovyetler'e karşı "kale" görevini verirler. Ancak ülkenin bir an önce güçlenmesi gerekmektedir. Hitler'e hizmet vermiş olan Alman endüstrisinin patronları hâlâ hayattadır. Komünistlerden nefret eden, solcuları sevmeyen, ataerkil düzenin temsilcileri, despot ruhlu, politik görüşleri en sağda, NSDAP üyesi bu insanlar ülkeye yine gerekli oldukları için hapisten çıkarılıp aklandılar. Dizginler yine Flick, Krupp, Abs, Sohl ve Zangen'in elinde oldu. Savaştan kazananlar savaştan sonra da kazandı!

Batı Almanya'nın ilk başbakanı Konrad Adenauer'in dediği gibi, temiz suyun olmadığı yerde kirli su dökülemezdi! Bugün yabancı düşmanı Nazilerin Almanya'da etkin olması insanı: "Acaba bu gibilerin kökleri niçin bir türlü kurutulamıyor?" diye uzun uzun düşündürüyor. Aşırı sağcıların günümüz toplumunda yandaş bulması yüz yıl önce atılmış olan tohumlara sürekli su verilmiş olduğunun kanıtı!

2 Ekim 2023

Amaç Yeşil Alan

TOPLUM24, 2 Ekim 2023 

Ahmet Arpad

Alman insanın doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuz. Türk insanı da doğayı, yeşili sever, köyünü terk etmediği sürece! Büyük kente geldi mi, hele İstanbul'a yerleşti mi, yeşil sevgisi kısa sürede beton sevgisine dönüşüverir. 1950'li yıllardan bu yana yaşamakta olduğumuz bu sevginin sonu gelmeyecek gibi! Menderes'in başlattığı "yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu"nu İstanbullu olmayan, fakat kendilerine "İstanbul âşığı" diyen halefleri hep sürdürdü. "Mavi gözlü" Dalan'ın bir zamanlar, restore edeceğine üzerinden silindirle geçtiği ve "yeşil alan" yaptığı Haliç kıyılarına ne zaman giderseniz gidin, temiz hava almaya gelmiş Allah'ın tek kuluna rastlayamazsınız. Dalan'dan sonrakiler de yeşil yerine 'deprem kenti' İstanbul'da beton-asfalt politikasını sürdürdüler. Ve her belediye seçiminden de zaferle çıktılar! Son 25 yılda, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu geleceğe benzemiyor. Şu anda İstanbul'da yüksekliği 100 metrenin üzerinde olan tam 269 yapı var!!! Yüksek Binalar ve Kentsel Habitat Konseyi'nin paylaştığı Şubat 2022 verilerine göre Türkiye gökdelen sayısıyla Avrupa'da birinci sırada yer alıyor! En fazla gökdelene sahip Avrupa kenti de tabii İstanbul!

İstanbul çoktan bir "ahtapot" kent! Dev kollarıyla yeşil alanlara saldırıyor, kanlarını emiyor, onları yutup bitiriyor! Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi'ne göre kentte kişi başına düşen yeşil alan 6,4 metrekare. Bu açıdan dünyanın 50 büyük kenti arasında sondan ikinciymiş! İstanbul Mimarlar Odası, istatistiklerin genel anlamda yanıltıcı olabileceğine dikkat çekiyor: "İstanbul'un çoğu ilçesinde kişi başı yeşil alan miktarı 1 metrekareye düştü", diyor. Uçağınız İstanbul'un üzerinde inişe geçtiğinde aşağı bir bakın, Şehir Plancıları'na hak verirsiniz! Avrupa'nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasında değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Resmi verilere göre ömür boyu yaşamağa değer şirin Tuna kenti Viyana'nın yüzde elli biri yeşille kaplı!

Amaç yeşil alan

Bütün bunlardan niçin mi söz ettim? Ren ve Neckar nehirler arasına kurulu Mannheim'da 14 Nisan'da açılan Almanya Bahçecilik Gösterisi (BUGA) 8 Ekim'de kapanacak. Üç bin metrekarelik yepyeni bir yeşil alan yaratıldı. Üç yıllık bir çaba ve yedi milyon Avro harcama karşılığında kentin göbeğinde geleceğin insanlarına bırakılan çok değerli bir miras! Üç milyonun üzerinde ziyaretçi altı ay süren BUGA'da düzenlenen yaklaşık 500 değişik etkinliğe katıldı. Sayısız tür çiçekle dolu yataklar inanılmaz renkleriyle gözleri kamaştırıyor, oluşturulan çiçek dekorasyanları sanki bir oyun. Amaç, insanlara nesiller boyu kullanacakları bir yeşil alan bırakarak yaşam kalitesini arttırmak.

Almanya'da 1955'den bu yana tam 35 büyük kentte Bahçecilik Gösterileri düzenlenmiş. Bu girişimlerden öteye eyaletlerin küçük kentlerinde de her yıl benzeri girişimler sürekli gerçekleştiriliyor, yeni yeni yeşil alanlar orada yaşayanların kullanımına sunuluyor. Stuttgart'ın merkezindeki 10 kilometre uzunluğundaki yeşil alan ve park da bir zamanlar benzeri projelerle gerçekleştirilmişti. Mimarlar, plancılar, doğaseverler, bahçevanlar ve yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu kalıcı bir şey çıkıyor ortaya.

Siz bana 16 milyonluk İstanbul'da tek bir büyük park göstebilir misiniz? içinde çocukların koşuşturup oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, sıralarda oturan yaşlıların sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı? Bu hiç gerçekleşmeyecek düşten başka bir şey değil! Viyana'da, Londra'da, Paris'te ya da bir zamanların Taksim İnönü Gezisi'nde sandım kendimi birden, kusura bakmayın...

24 Eylül 2023

"Halkım çok aldatıldı"

TOPLUM, 23 Eylül 2023

Pablo Neruda ölümünün 50. yılında hep güncel

AHMET ARPAD

Pablo Neruda 12 Temmuz 1904'de Şili'de doğdu. Yaşamını 23 Eylül 1973'de yine Şili'de noktaladı. Bundan tam 50 yıl önce. Pinochet cuntasının dostu Salvador Allende'yi öldürmesinden 12 gün sonra. 11 Eylül 1973 sabahı sonun başlangıcı oldu. Neruda, Allende'nin son konuşmasını radyodan dinledi. Eşi Matilde'ye sarılmıştı. Pinochet'in askerleri cumhurbaşkanlığı sarayına tanklarla hücum etmekteydi. Neruda'nın evini de askerler çevirmişti. Telefonları kesilmiş, dostları kaçmıştı. Kaçamayanlar ise tutuklanmıştı.

"İnsan hayatında bazı şeyleri unutur", der Pablo Neruda. "Benim de unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur, ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilemeyen parçaları gibidir. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Bazı anılarım ise zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Ben belki kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Anılarım hayaletlerle dolu bir galeri, hayatım bütün hayatlardan oluşmuş bir hayat...Bir şair hayatı."

Pablo Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur," der. Neruda kendini, mesleğini yıllar yılı, bıkıp usanmaz bir sevgiyle yapan el sanatkârına benzetir. "Biz şairler milletlerimize ve onların mutluluk savaşına sımsıkı bağlıyızdır. Mutlu olmak hakkımız!" Dostlarından İlya Ehrenburg bir yazısında ondan şöyle söz etmiştir: "Pablo tanıdığım az sayıda mutlu insandan biridir."

Şili halkının onlarca yıl çektiği eziyet ve baskı onun birçok şiirine konu olmuştur. Özellikle ülkenin verimli güherçile vadilerinde, kömür ocaklarında ve bakır madenlerinde en acımasız işlere katlanan insanlar Neruda'nın okurları idi. "Halkım çok aldatıldı," diye yazar Nobel ödüllü şair anılarında. "O nedenle ben vatanıma ellerim, kulaklarım ve ayaklarımla dokunmadan yaşayamam." Halkının çok sevdiği, bağrına bastığı bu edebiyat insanı ülkesinin en uzak köşelerine kadar gitmiş, on binlerin, yüz binlerin karşısında, ağlayan madenciler önünde şiirlerini okumuştur. "Şiirlerimi milletimin insanlarına kucak kucak dağıttım," der Neruda.  

Bir tren makinistinin oğlu Pablo Neruda yaşamının uzun yıllarını Birmanya, Çin, Siyam, Japonya ve Hindistan'da ülkesinin diplomatı olarak geçirdi. İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçileri destekledi. Neruda, Şili edebiyatında "Mundovosismo" (yeni evrencilik) akımının öncüsüdür. Ülkesine döndükten sonra yıllarca milletvekilliği yaptı. 1971'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Öğrenci liderliğinden Şili'nin başkanlığına

Başkan Salvador Allende çok yönlü bir aydındı. İşçi sınıfının disiplini ve dayanıklılığı da toplumda hayranlık uyandırıyor, övgüyle karşılanıyordu. Ülkenin bakır madenlerinin millileştirilmesinden ötürü patlak veren çekişme, Şili'nin yeni bağımsızlığı yolunda atılmış dev bir adımdı. Halk hükümeti, bakır madenlerinin yurt çıkarına geri alınmasını sağlayarak Şili'nin bağımsızlığını hiçbir kaçamağa yer bırakmayacak şekilde damgalamıştı. Burjuva bir ailenin oğluydu, liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaíso'da tıp eğitimi görmüştü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükselmişti.

11 Eylül 1973'de arkasına CIA'nın desteğini alan General Pinochet önderliğindeki Şili Silahlı Kuvvetleri Allende yönetimine el koyar. 1990 yılına dek hüküm süren cunta yönetimi yıllarında 27 bin sol görüşlü tutuklanır. Resmi verilere göre 2095 insan ölüme mahkûm edilir veya hapiste ölür, 1102 Şili'li kaybolur, 250 bin insan yurdunu terk eder.

"Büyük yol arkadaşım Allende, Şili'nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi", diye yazar Pablo Neruda ‘Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' (Türkçesi: Ahmet Arpad) adlı anılar kitabında. "Şili askerlerinin makineli tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi. Şili bir kez daha ihanete uğradı. Öldürülmesinin nedenini üç gün gizlediler. O ölümsüz ölünün peşinden sadece dul eşinin yürümesine izin verdiler..." Neruda'nın anıları kimi zaman ısırıcı, kimi zaman şiir doludur... Bir haber verme, bir hesaplaşma, lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum.

Allende'nin ölümüyle çok sarsılmıştı

Neruda üç yıldır rahatsızdı. Doktorlar kansere yakalandığını sadece eşine açıklamıştı. Allende'nin ölüm haberinden birkaç gün sonra ağırlaşan şair hastaneye kaldırıldı. Cunta ihtilali ve Allende'nin ölümü Neruda'yı çok sarsmıştı. 23 Eylül 1973 gecesi uykusunun içinde ölüme kayıverdi... Cenazesinin peşinden, çoğu işçi, on binler yürüdü. Gerilmiş yüzlerde öfke ve acı okunuyordu. İnsanlar: "Pablo Neruda yaşıyor!" diye haykırıyordu.

Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur" der. Ünlü şair, gerçekçi olmayan şairin günün birinde öleceğine inanır. Fakat yalnız gerçekçi olanın da çok yaşamayacağını belirtir. Kendini eylemci şair olarak görür. "Günümüz şairi din adamı gibidir, ışığın yerini göstermek zorundadır" diyen Neruda sanatla her anlamda yaratıcılığa inanır. "Bende var olanı verdim. Şiirlerimi arenaya fırlattım. Şiirlerimle birlikte yavaş yavaş kan döktüm. Can çekişmelerin acısını çektim. Eşsizliği övdüm. Yaşamak ve doğrulamak istediklerimle arada sırada yanlış anlaşıldım, ama bu can sıkıntısına bile değmez. Şiir her zaman barışın bir parçası olmuştur. Şair barıştan doğar. Şiiri hiç kimse öldüremez. O, kedi gibi yedi canlıdır..."  

19 Eylül 2023

"Viyana, sen benim düşlerimin kentisin..."

TOPLUM, 19 Eylül 2023

Ahmet Arpad

Lirik tenor Frizt Wunderlich'in "Viyana, sen benim düşlerimin kentisin..." şarkısı hep belleklerde! Haydn, Mozart, Mahler, Strauss, Beethoven, Freud, Zweig, Roth, Grillparzer, Schnitzler, Klimt, Schiele, Schubert, Lang, Simmel gibi ünlülere ilham vermiş olan Viyana dünyanın en yaşanılacak kenti! Tarihi bulvar Ringstrasse'ye sadece opera, tiyatro, üniversite, müzeler, parlamento, kiliseler, imparatorluk sarayı, kahvehaneler, ucu bucu görünmeyen parklar açılmıyor, görkemli, birbirinden güzel sayısız yapı da Ringstrasse'yi bir kolyenin incileri gibi süslüyor. Düzinelerle barok, gotik, yeni gotik, yeni rönesans, art nouveau yapı 160 yaşındaki bulvarı erişilmez yapıyor. Prenslerin, varlılıkların, ünlülerin, sözü geçenlerin saraycıkları da bu kolyeye serpiştirilmiş. Ihlamurlarla süslü geniş bulvarda gezinmeden, faytonla keyifli bir tur atmadan Viyana'dan dönülmez.

Göz kamaştıran yapılar

İmparator 1. Franz Joseph, Osmanlı ordularının Viyana kuşatmaları sırasında önünde durmuş olduğu kent duvarlarına birkaç yüz metre ötedeki boş alanlara 1858'de büyük ve gösterişli bir bulvar açılması emrini vermiş. O günlerde bulvar boyunca sağlı sollu uzanan çoğu arazinin Viyana'nın burjuvazisinin varlıklı Yahudilerine satılmasıyla da Habsburg monarşisi inşaatın giderlerini karşılamış. 1865'de bitirilen bulvara imparatorluğun başkentinde toplumun en üst katında yaşayan kömür ve tekstil patronları, çelik sanayicileri, bankerler zenginliklerini herkese göstermek amacıyla villalar, saraycıklar oturtmuşlar.

On dokuzuncu yüzyıl Viyanası'nın günümüzde de göz kamaştıran bu yapıları Yunan tapınaklarını anımsatan sütunlar, heykeller, parmaklıkları altın kaplama balkonlar, fayanslar, kabartmalar süslüyor. Saraycıkların çoğu, o zaman için çok modern kabul edilen ısıtma düzenli, lüks banyolu ve tuvaletli inşa edilmiş. ‘Zenginlerin ışığı‘ elektrik yüzyılın sonunda bu lüks yapıları aydınlatmaya başlamış. Viyana'da akşama doğru etekleri yerlere kadar uzanan ipek giysili, kenarları geniş şapkalı şık hanımefendiler, üniformalı yakışıklı süvari subayları, ellerinde bastonları kırıtkan snoplar, uzun çizmeli, dar giysili hafif kadınlar bulvarın geniş kaldırımlarını doldurmuş. Sohbet toplantıları, oda konserleri, okuma akşamları saraycıkların salonlarında, gizli buluşmalar, iş görüşmeleri bulvarın kahvehanelerinde yapılmış.

Antisemitizmin ilk tohumları

Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde ‘Ringstrasse' üzerine çok kapsamlı bilgiler edinebilirsiniz. On dokuzuncu yılın ortalarında Tempel sokağındaki sinagoğun temeli için Kudüs'teki Zeytin Dağı'ndan getirilen taşların bazıları tarihi ıhlamur ve çınarlarla süslü Ringstrasse'de 1879'da ibadete açılan Votiv kilisesinin temelinde de kullanılmış. Çoğu Yahudilere ait saraycıklar bugün Unesco kültür mirası bulvarı süslemeye devam ediyor. Todesco, Goldschmidt, Springer, Epstein, Gomperz, Colloredo, Mansfeld, Dumba, Ephrussi, Biedermann, Helfert, Königswarter, Leitenberger, Wertheim, Württemberg bütün görkemleriyle Viyana'nın güzelliğini günümüzde de kanıtlayan, hepsi birer eşsiz sanat eseri yapılar.

Yahudi burjuvazisi olmasaydı acaba Viyana bugün böyle güzel bir bulvara sahip olur muydu? Avusturya-Macar İmpartorluğu döneminde Bohemya, Moravya, Macaristan ve Galiçya'dan gelen Yahudilerin zamanla sadece ekonomiyi değil, sanat ve kültür yaşamını da önemli derecede etkilediği Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları 20. yüzyılın başında atılmış. Belediye başkanı Karl Lueger'in 1916'daki "Viyana'yı Büyük Kudüs yaptılar... Peygamberimizi öldürdüler... En son Yahudi yok olduğunda antisemitizm de sona erecektir..." sözleri bugün arşivlerde. Yahudi Müzesi‘nin arşivlerine göre Hitler'in Avusturya'ya el koymasıyla kültürlü ve varlıklı bu insanların toplama kamplarına yollanmasının ardından Nazi güruhu villalarını yağma etmiş...

17 Eylül 2023

Burada develer mutlu

Cumhuriyet, 17 Eylül 2023

STUTTGART - AHMET ARPAD

Hava sıcak mı sıcak. Kimi develer yüksek ahırların serinliğine çekilmiş, kendini genç hissedenler, öğle sıcağına karşın çayırları ve ağaç altlarını yeğlemiş. Stuttgart'tan Tübingen'e uzanan yolun yamaçlarındaki çiftlikte yaşayan develerin çoğu çift hörgüçlü. Bir köşede küçük çocuklar küçük develerle baş başa, onları okşuyorlar, bir iki aylık yavrulara biberonla süt veriyorlar, kulaklarına bir şeyler mırıldanıyorlar, birbirlerinden hiç çekinmiyorlar. Az ötede başka çocuklar develere binmiş gezintiye çıkmaya hazırlanıyor. Ormanda ve çayırlarda yapılan dört kilometrelik deve gezisi bir saat sürüyor. Deve çiftliğinde algılama bozukluğu olan çocuklara ergoterapi tedavisi de uygulanıyor.

Üç milyon yıl önce Kuzey Amerika'dan Asya'ya geçtiği tahmin edilen develer bundan 5 bin yıl önce evcilleştirilmiş. Çok dayanıklı bu yük hayvanından her kıtada yararlanılıyor. Son yirmi yıldır Almanya'nın değişik yörelerinde deve çiftlikleri açıldı. Sütü ve yünü de değerli. Hele genç develerin boyun altından elde edilen tüyler çabucak alıcı buluyor. Deve sütünden kremler, sabunlar, banyo losyonları üreten çiftlikler de var.

Stuttgart yakınlarındaki deve çiftliği, doğa park Schönbuch'un içinde. Çevresi ormanlar, çayırlar ve ekili tarlalarla kaplı. Burası develerin ötesinde lamalar, eşekler ve köpekler de barındırıyor. Aynı aileden develer küçük gruplar oluşturmuş. İçlerinde beyaz olanları da var. Yeni doğmuşlar analarının peşinden ayrılmıyor. Hele biri var ki, bakıcı kızın dediğine göre birkaç gündür ilk kez dışarıda dolaşmaya çıkmış. Ürkek. Sürekli bağırıyor, gruptan diğerleri yanına gelip onu kokluyor. "Yatıştırmaya çalışıyorlar" diyor bakıcısı. Yeni bir grup daha temiz havaya çıkıyor. Deneyimliler en önden koşar adım gidiyor, leziz otlar onları bekliyor. Kimisi ise hemen otlayacağına az ötedeki toprağa uzanıyor, sağına, soluna dönüp duruyor. Toprak banyosundan zevk aldıkları belli!

KAFASINA ESENİ YAPAR

Deve çiftliğinin sahibi Claudia, "Haftanın belirli günlerinde develerle gezintilere çıkma olanağı var. Çocuklu ailelere de istek üzerine doğum günü partileri düzenliyoruz. Çocuklar burada okul stresinden, yetişkinler de iş stresinden kurtuluyor. Deve iyi niyetli gibi görünür, fakat istedi mi de kafasına eseni yapar, o köpekten çok kediye benzer" diyor.

Stuttgart'ın güneyindeki bu çiftlikte develer mutlu mutlu geziniyor. Yöre Karaormanlar'ın kuzeyi. İlk kez gören gözlerine inanamıyor. Arabistan yarımadasının kızgın kumlu tepeleri nire, güney Almanya'nın Karaormanlar'ı nire? Bu ormanlık yörede kışın haftalarca kar kalkmıyor. Develer soğuk günleri sıcak ahırlarda geçiriyor, yazları çamların, kayınların gölgesinde, yemyeşil çayırlarda... Mutlu olmalılar. Anavatandaki "akrabaları" işten işe koşarken onlar burada keyif çatıyor. İş yok, güç yok. Ekmek elden, su gölden!...

Bir zamanlar okumuştum, Türkiye'de 1935 yılında 120 bin deve varken günümüzde bu sayı 1500'e düşmüş. Acaba ülkemizde develer niçin azaldı?

10 Eylül 2023

Genç Adolf'un Viyana Yılları

Toplum24 / ALMANYA, 10 Eylül 2023

Ahmet ARPAD

Mariahilfer Caddesi Viyana'nın sadece yayalara açık güzel caddelerinden biri. On yıl öncesine dek otomobilden geçilmezdi. Bugün ise rahat rahat yürüyebiliyorsunuz, şık vitrinlere bakıyorsunuz, ayaküstü bir kahve içiyorsunuz. Metroyla Stephan Alanı sadece 10 dakika!

Genç Adolf, Viyana'nın bu semtine adım attığında 16 yaşındaydı. Doğup büyüdüğü küçük kentin sıkıcı havasından kurtulmak, başka şeyler görmek, yaşamak istiyordu. Dul annesinin verdiği cep harçlığı ile Viyana'da haftalar geçirdi. İnsanların çokluğu, geniş bulvarlar, binlerce otomobil, kamyon ve fayton onu şaşkına çevirdi. Viyana'nın tarihi yapılarına, kiliselerine, müzelerine, kahvelerine hayran kaldı. Başkentin cadde ve sokakları ışıl ışıldı. Evleri de elektrikle aydınlatılıyordu.

Kavgacı babası öldüğünde Adolf 13 yaşındaydı. Ertesi yıl notları kötü olduğu için Linz ortaokulunu terk etmek zorunda kalmıştı. Annesine çok bağlıydı, babasını ise hiç sevmemişti. Okuldan ayrıldıktan sonra bir işe girmemişti, çıraklık eğitimine de başlamamıştı. Sanatkâr olmaktı niyeti. Sonunda annesini kandırıp Viyana'ya kapağı attı. Kısa süre sonra arkadaşı Kubizek' e yolladığı kartpostalda şöyle yazdı: "Geçen gün saatlerce gezindim, opera binasını, parlamentoyu ve Ring Caddesi'nin yapılarını seyrettim. Yarın Tristan, ertesi gün de Uçan Hollandalı operalarını izleyeceğim. Bu akşam da Şehir Tiyatrosu'na biletim var..." Bir ay sonra Linz'e döndü, fakat aklı hep Viyana'daydı. Başkent onu mıknatıs gibi çekiyordu. Sonunda annesini kandırıdı ve ressamlık eğitimi için Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girmek üzere tekrar Viyana'nın yolunu tuttu.

Önce kendine kalacak bir yer bulmak zorundaydı. İstasyon yakınında, Mariahilfer Caddesi'ne açılan Stumpfergasse 31 numarada, karanlık arka avluya bakan bir oda buldu. Ev sahibi, hiç evlenmemiş terzi Maria Zakreys' tir. Bohemyalı kadının ayda 10 krona kiraya verdiği başka odalar da vardı kaldığı katta. Tuvaleti ve duşu diğer kiracılarla ortak kullandı. Odasının penceresinden gökyüzü görünmüyordu.

Richard Wagner Hayranı!

Akademiye giriş sınavlarını başaramayan delikanlı, hayranı Richard Wagner'in operadaki oyunlarını kaçırmadı. Kısa süre sonra Stumpfergasse'deki odasından ev sahibine borç takarak ayrıldı ve birkaç sokak ötede, Felber Caddesi 22 numaradaki, günümüzde de hâlâ oda kiralayan bir pansiyona yerleşti. Annesinin yolladığı harçlık ve çizdiği kartpostalları satarak geçinmeye çalıştı. Sınavları bir türlü başaramadı. Birkaç ay sonra kaldığı o pansiyondan da ayrıldı.

O günden sonra genç Adolf orada burada konakladı. Kimi zaman bir oda kiraladı, kimi zaman değişik pansiyonlara gitti, kimsesizler ya da erkekler yurdunda da yatıp kalktı. En son kaldığı yurdu 8 saat uykudan sonra terk etmek zorundaydı. Çünkü yatağını başkalarıyla paylaşıyordu. Bu yaşam tam 3 yıl sürdü. Toplumun dışlamış olduğu insanlar arasında geçirdiği yıllar genç Adolf'un politik dünya görüşünü giderek etkiledi, onu radikalleştirdi.

Başarısızlığının ve sorunlarının nedenini kendinde değil başkalarında aramaya başladı. Suçladığı bu insanlar Adolf'un gözünde düşmanlarıydı. O yılların Viyana'sında Yahudi düşmanlığı başını almış gidiyordu. Adolf, çevresinin de etkisiyle çok kitap okumaya başladı. Okudukları antisemit içerikli, Yahudi sermayesinin gücünü anlatan kitaplardı. Günü gününe yaşayan, para sıkıntısı çeken, dostları toplumun ittiği insanlar olan bu genç için "tehlikeli" şeylerdi. "O yıllarda okuduklarım bugünkü bilgimin temelini oluşturmakta" diye yazdı ileride Kavgam'da.

Adolf Hitler ideolojisinin temellerini Viyana yaşamında attı. Aşırı nasyonalist gazete ve dergilerde yazanları yuttu. Bu arada Birinci Dünya Savaşı'yla ülkede monarşi sona ermiş, onlarca yıldır bir arada yaşayan etnik toplumlar bölünmüş, milliyetçilik ruhu kendini göstermeye başlamıştı. Artık Çekler, Polonyalılar, Macarlar ve Sırplar birbirlerini düşman görmekteydi. İşte bu ortamda kavruldu genç Adolf!

15 Mart 1938'de Viyana'ya döndüğünde o artık bir "Führer"di. Kahramanlar Alanı'nda, Viyana'yı Türk işgalinden kurtarmış olan Prens Eugen'in heykelinin arkasındaki dev balkondan coşkulu yüz binlere haykırdı. Nazi Almanyası iki gün önce Avusturya‘yı topraklarına katmıştı..!

Günümüzde Viyana'ya gidip de o balkona uzun uzun bakarken insanın aklına Şarlo'nun "Büyük Diktatör" filmi geliyor. Geçen yüzyılın en büyük sinema artisti ve rejisörü Chaplin 1940 yılında yaptığı bu ilk sesli filminde Nazi Almanya'sı ve Hitler ile çok güzel bir alay eder. Daha doğrusu Hitler'in diktatörlüğü ve faşistliği ile alay ederken, izleyiciyi düşündürür ve hüzünlendirir.

"Büyük Diktatör" sayısız unutulmaz başarılı sahne ile doludur. Üzerine dünya haritası çizilmiş büyük bir balonla dans edişi ve alandaki binlere anlaşılmaz bir dilde yaptığı "balkon konuşması" çoktan sinema tarihine geçmiş ünlü sahnelerdir! Hele balkondaki Hinkel'in (Şarlo'nun) ağzından çıkanların tek kelimesi bile anlaşılmazken yığının coşkuyla haykırışı bu deha insanın hınzırca bir buluşudur!


3 Eylül 2023

Sivri kukuletalılar örgütü

Cumhuriyet, 3 Eylül 2023

ABD tarihinin “kara lekesi", insanlık tarihinin gördüğü en gaddar nefret gruplarından biri kabul edilen Ku Klux Klan (KKK) bir sosyal kulüp olarak 1866'da Tennessee'de kuruldu. Sembolü yanan haç olan ırkçı, yabancı düşmanı, antisemitik bu örgüt 20. yüzyılda Avrupa'ya da sıçradı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından güçlenen KKK “European White Knights of the Burning Cross - Avrupa Beyaz Şövalyeleri Yanan Haç" çatısı altında günümüzde Almanya, İsviçre, Avusturya, İsveç, Fransa, İngiltere ve İtalya'da etkin. Onlar siyahi karşıtı, beyaz üstünlükçüsü ve göçmenleri sevmeyen, ırkçı bir gizli örgüt.

Ahmet Arpad / Almanya (Stuttgart)

Resmi olmayan açıklamalara göre ABD'de yaklaşık 10 bin kişi KKK'ye üye, yurtdışı bağlantıları çoğunlukla değişik ülkelerdeki sağcı kuruluşlarla. Örgütün Avrupa'daki “şubeleri" 2007'de Almanya'da kurulan, günümüzde ise İngiltere'den yönetilen European White Knights of the Burning Cross'a bağlı. Çoğunlukla Facebook üzerinden yandaşlarına ulaşan, örgütün reklamını yapan KKK üyeleri Cermen anavatanlarına, Nazi dönemindeki Alman ordusuna övgüler, günümüz düzenine nefret yağdırıyorlar. Avrupa KKK örgütleri kendilerini nasyonal sosyalist ülküye yakın görüyor. Hayran oldukları Hitler'in resimleriyle “Gamalı Haç"lar internet sayfalarından hiç eksik değil. 2000'li yıllarda Almanya'da 8'i Türk olmak üzere 10 yabancıyı öldüren ve yıllarca ortaya çıkarılamayan (!) NSU neo-Nazi örgütü tarafından Stuttgart yakınlarındaki Heilbronn'da öldürülen kadın polis Michèle Kiesewetter'in iki meslektaşının yöredeki KKK'ye üye olduğu ve “gece törenleri"ne katıldığı soruşturmalar sırasında ortaya çıkarılmıştı. Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün Almanya'nın değişik yörelerindeki KKK gruplarıyla bağlantı içinde oldukları da bu soruşturmalarda kanıtlanmıştı.

POLİS BASKININDA 40 GÖZALTI


Birkaç yıl öncesine kadar Almanya İçişleri Bakanlığı, ülkede KKK ideolojisinde kurulmuş dört örgütten yola çıkıyordu. Bir ihbar üzerine Stuttgart yakınlarında tutuklanan “ünlü" bir sağcının telefonunda inanılmaz bilgilere ulaşıldı. Hemen ardından Almanya'nın sekiz eyaletinde KKK bağlantılı adreslere aynı anda polis baskınları düzenlendi, yüzün üzerinde tabancadan kılıca, değişik silahlara el konuldu, yaşları 17 ile 60 arasında tümü erkek 40 kişi gözaltına alındı. Bu baskınların nedeni şiddet yanlısı, yabancı düşmanı örgüt üyelerinin Almanya'da eyleme geçeceğinden korkulmasıydı.

KKK üyelerinin yaptıkları gizli törenler geceleri oluyor, katılımcılar kendilerini uzun beyaz cüppelere ve beyaz sivri kukuletalara gizliyorlar. Bütün gruplarda üyelerin mutlaka uyması gereken bazı kurallar var. Bunlardan biri de ağızlarından sır kaçırmamak için özel yaşamlarında az içki kullanacaklar. Diğeri de hep mücadeleye hazır olabilmek için düzenli ve sağlıklı bir yaşam sürdürecekler! Kurulduğu yıllarda Almanya KKK'nin web sitesinde şu sözler dikkati çekmişti: “Almanya örgütümüz Kuzey-Cermen kültürü ile KKK'nin dünya görüşünü bir araya getirmekte olup günümüzün kültürüne ve insanlarımızın gereksinimlerine uyuşum göstermektedir." KKK Cermen Şövalyeler Tarikatı, açıkladığına göre Cermen kökenli Alman Hıristiyanlarının toplum ve kültür değerlerini sözde koruyup teşvik ediyorlar! “Bu değerlerimizi teşvik etmekle atalarımızın mirasına saygı gösteriyor, onu hep canlı tutuyoruz."

mail@ahmet-arpad.de

"Edebiyat Yaşamımız Yok Olacak“

Toplum24 / ALMANYA, 3 Eylül 2023

"Joseph Roth ileri görüşlü bir edebiyatçıydı." (Stefan Zweig, 1938)

Ahmet ARPAD

2 Eylül 1894 Avusturya'nın önemli yazarlarından Joseph Roth'un doğum günüdür. Geçtiğimiz yüzyılda Doğu Galiçya'nın en büyük Yahudi yerleşimi kabul edilen Brody'de dünyaya gelmişti. 1913 yılına kadar yaşadığı kenti 1932 yazdığı başyapıtı Radetkzy Marşı'nda (Çeviri: Ahmet Arpad) konu eder. Lise öğreniminin ardından başkent Lemberg'de üniversitesinin felsefe bölümüne kaydolur, ancak bir yıl sonra, 1914'de Viyana'ya yerleşir. Burada Alman edebiyatı öğrenimine başlar.

1916 yılında gönüllü olarak cepheye giden Joseph Roth Birinci Dünya Savaşı'nın ardından düşlerinin vatanı olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünü yaşar, o andan sonra da kendini bir Haymatlos olarak kabul eder. Avusturya edebiyatında Joseph Roth için 'kahvehane edebiyatçısı' denir. Viyana kahvehaneleri 20. yüzyılın başında bir çok yetenekli gencin kültüre, edebiyata ve sanat yaşamına ilk adımlarını attıkları yerler olmuştu. Bütün günlerini Viyana'nın kahvehanelerinde geçirenler arasında Klimt, Schiele, Kokoschka, Trakl, Canetti, Broch, Schnitzler, Hofmannstahl, Altenberg, Musil, Zweig, Lehár, Stauss, Werfel ve Trotzki gibi ünlü kişiler çıkmıştır. Roth bu kahvehane alışkanlığını Berlin'e yerleştiği yıllarda da sürdürmüştü.

Joseph Roth fakirlik ve yoksulluk içinde geçen gençlik yıllarının ardından yüksek öğrenimi için Viyana'ya gelirken beraberinde çok değerli bir şey getirmişti: Alman diline olan sonsuz tutkusunu! Kısa sürede profesörlerinin dikkatini çeken bu başarılı öğrenciye burs verilmiş ve öğreniminin ardından da üniversitede doçent olarak görev yapabileceği söylenmişti. O günlerde Roth her şeyin yoluna girdiğine inanmıştı. Ancak güvenli bir yaşama kavuştuğunu sandığı günlerde Birinci Dünya Savaşı başlamış, gelişmeler bütün ümitlerini yıkıvermişti.

Roth'un eli açıktı

Yepyeni bir yaşam kurmak isteyen Joseph Roth'un yerleştiği Berlin'de şansı yaver gider, kısa süre sonra onun keskin bakışlı mükemmel bir yazar olduğunu sezen büyük gazeteler Roth'a ilgi duymaya başlar. Anlatımı göz kamaştırıcıdır, kişilere her zaman insanca yaklaşır, içlerine girerdi. Roth'un o yıllarda kazancı yerindeydi, fakat eli açıktı. Kolay gelen parayı bol keseden harcadı, küçük bavulu elinde, göçebe örneği kentten kente gitti, küçük otellerde konakladı. Genç Joseph Roth 1920'li yılların sonuna kadar bir bohem yaşamı sürdürdü.

1933 yılında yerleştiği Paris'te de otel odalarında 'özgür' bir yaşamı yeğler. Eline geçen para geldiği gibi gidiyordu. "Gelecek hafta nasıl yaşayacağımı bilemiyorum..." Aylarca üzerinde aynı giysiyle dolaşıyordu. "Kendime iyi bir kefen alıp bir kenara kaldırsam fena olmayacak" diye sık sık düşündüğü olmuştu. Verimli olduğu yaklaşık 20 yılda on altı romanla on dokuz öykünün altına imzasını atmasına karşın eli açık bir insan olması, durumu kendinden kötü olanlara destek vermesi yaşamını olumsuz etkilemiştir… Nazi felaketinin ortasında her şeye karşın verimli ve onurlu bir yaşam sürdürmeği kafasına koymuştu.

Sağlam karakterli, onurlu, dürüst ve kendisine inanılır birisiydi. "Dostluğun sınırı yoktur, o koşulsuzdur" diye düşünen Roth nefret nedir bilmezdi. O günlerde eski monarşinin özlemini çekmesinin nedeni belki de toplum düzeninin parçalanması, kimsenin geleceğinden emin olamamasıydı.

Joseph Roth gibi kendisi de yaşamının son yıllarını sürgünde geçirmiş olan Stefan Zweig yakın dostu üzerine şöyle konuşmuştu: "Joseph Roth Alman edebiyat tarihinin silip atamayacağı ender insanlardan biriydi. O, üstün bir yaratıcılık için gereken sayısız öğeye sahipti." Roth büyük coşkular yaşayan, her şeyde sınırlarını zorlayan bir insandı. Dine olan inancı sonsuzdu, kişiyi yok edebilecek içsel gerilimlere sahipti. Zweig şöyle devam etmişti: "Roth'un ruhunda bir başka insan daha vardı. O, akıllı, çok uyanık, yerine göre eleştiriyi seven yanıyla dürüst ve yumuşak olmasını başaran bilge bir Yahudi'ydi de. Ve onun bir üçüncü yanı, davranışlarıyla kibar ve saygılı, kendine güvenilen ve cana yakın, sanatsever ve müzikten anlayan bir Avusturyalı oluşuydu. İşte bu olağanüstü, benzeri olmayan birleşim kişiliğinin ve yarattığı yapıtların eşsizliğinin nedenidir."

"Tek başımayım ve perişanım"

1930'lu yılların başında Roth: "38 yaşındayım, fakat kendimi hasta bir yaşlı gibi hissediyorum" demişti. "Tek başımayım ve perişanım. Adım doruklarda bir yerde, varlığımsa çukurda." Kısa süre sonra Naziler büyük adımlarla ilerlemeye başlayınca: "Kâğıtlar ve kitaplar arasında geçen 12 yılın sonunda ben artık kuyruğu titreyen bir varlığım…" diye yazmıştı, ümidini henüz yitirmemiş olan Stefan Zweig'a.

"Dikkat edin. Siz çok zeki bir insansınız, ancak içinizdeki insan sevgisi kötülükleri görmenizi engelliyor… Almanya bizim için artık öldü, düşlerimiz geçmişte kaldı. Anlayın artık bu gerçeği." Zweig'ın olup biteni anlaması için aradan birkaç yıl daha geçmesi gerekir; Ekim 1937'de Roth'a yolladığı mektubunda şöyle der: "Çürümeye başlayan Avrupa'dan yükselen kötü kokular hepimizin burnunu yakmaya başladı…" Kara mizahı iyi başaran Joseph Roth Zweig'a şu yanıtı verir: "Sonumun yaklaştığını size yazalı çok oldu; fakat sonum bir türlü gelmek bilmiyor."

Heinrich Böll'ün: "Alman düzyazısının yaratıcı koruyucusu" dediği Roth, iki savaş arası dönemi konu alan “Hotel Savoy“ (Çeviri: Ahmet Arpad) ve “Eyyub“ (Çeviri: Burhan Arpad) yapıtlarında varoluşçu bir anlatımla okurun karşısına çıkar. Özellikle “Eyyub“ bir romandan çok bir destandır, çok duru ve kusursuz bir şiirsel yapıttır, dine ve Tanrı'ya olan inancının yaratıcılığının en önemli unsuru olduğunu gösterir. Joseph Roth'un ünlü bir başka değerli yapıtı olan “Radetzky Marşı“nda imparatorluğun yüzlerce yıllık soylu kültürünün artık gücünü yitirmekte olduğunu anlatır.

Geçmişe olan özlemi hissedilen bu yapıtıyla Kayzer Avusturyası'na olan sevgisini kanıtlar. Radetzky Marşı'nda köklü geçmişi olan ve yavaş yavaş sönen bir ailenin yazgısını ele alır.“İmparatorlar Mezarlığı“ (Çeviri: Ahmet Arpad) bu yapıtın devamıdır. Başarılarının doruğu olan bu üç yapıtıyla Joseph Roth, gerçek bir edebiyatçı, döneminin en başarılı izleyicisi olduğunu kanıtlamıştır.

"Edebiyat yaşamımız yok olacak"

Tanışlarıyla, edebiyatçı dostlarıyla ve kendisini destekleyenlerle yaptığı mektuplaşmalarda veya kaleme aldığı günlüklerinde Roth'un liberal ve kozmopolit yanıyla, günlük yaşamın perde arkasına bakan toplumsal yanı kendini çok belirgin gösterir. Ancak günün birinde çizmeli faşizmle Avrupa'ya büyük dönüşüm gelir. Almanya'da on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Bütün aydınlar gibi dürüst ve duygusal bu insan da büyük yasa düşer.

Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında yerleştiği Paris'ten yakın dostu Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın." Kısa süre sonra kitaplarının yakılması, yavaş yavaş okurlarını yitirmesi, yaşanan kaba güç, Avrupa'da patlama yapan nefret ve yalan hep geleceğe inanmış, insan dostu Joseph Roth'ta derin izler bırakır, sürekli umutsuzluk artık yaşamını belirlemeye başlar.

İyi yürekli, nazik ve içine kapanık, o güne dek dostlarını hep desteklemiş, davranışları hep olumlu, iyiliksever bu insan kişiliğindeki ani değişimle kolay alınabilen, öfkelenen birisi olur. 1939 yılındaki ölümüne dek Paris'te borç içinde zor bir yaşam sürdürür. Bu süreçte Stefan Zweig'la sık sık mektuplaştığı, yakın dostunun onu parasal desteklediği bilinir.

Yoksullukla geçen Fransa yılları Roth için acımasız bir sürgün yaşamıdır. Askerlik günlerinde başlayan içki bağımlılığı vatanından uzak geçirdiği bu süreçte iyice artar, sağlığı bozulur. Joseph Roth hem toplumun dışında bir yaşam sürdürür, hem de kendini her şeyin içinde hisseder. Roth önemli sağlık sorunlarına karşın yazmasını sürdürür. O, öykü ve romanlarıyla nefes alır. İnsancıldır, toplumcudur. Değişik görüşlere ve inançlara açıktır, yapıcıdır.

Nazi rejiminin ölüme sürüklediği yazarlar

Galiçyalı bir Yahudi ailenin çocuğu olan Joseph Roth hep oradan oraya gitmiş, kısa yaşamında sürekli bir göçebe olmuş, sürekli vatan hasreti çekmiştir. Gençlik yılları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çokuluslu toplum yapısında geçmiş olan Joseph Roth savaşın ardından gelen yıkım sürecinde toplumlararası kavgayı ve Yahudiler arasındaki çekişmeleri yakından yaşamıştı. Üniversite öğrenci olarak Lemberg'in ve Viyana'nın sokaklarında gittikçe artan antisemitizme de doğrudan tanık olmuştu.

Burada Zweig'ın dostu Roth üzerine söylediklerini anımsamak doğru olacak: "Roth, geleceğe akıllıca bakmasını bilen ileri görüşlü bir edebiyatçı kalmasını başarmıştır. Çevresindeki hataları görmüş, onlara anlayış göstermesini ve onları affetmesini bilmiştir. Kendinden yaşlı sanatçılara hep saygılı davranmış, gençlere destek vermiştir. Ona dostluk gösterenle dost olmuş, arkadaşa arkadaşça yakınlaşmıştır.

İyi yürekliliğini bir yabancı da hissetmiştir. Roth candanlığını, zamanını yaşamı boyunca bol keseden harcamıştır!" O, alışılmışın dışında, sıra dışı bir edebiyatçıdır, başarılı gözlemin ve somut anlatımın ustasıdır, yaşamın geçici olduğunu kabullenir, insanların sorun ve sıkıntılarına anlayışla yaklaşır, onları yapıtlarında dikkatle ve cesaretle ele alır. Anlattıklarıyla insanları yaşam bıkkınlığından uzaklaştırmak, onlara yaşamak sevincini taşımak ister.

Bu yazıyı Zweig'ın savaşın ilk yıllarında söylemiş olduğu şu çok düşündürücü sözlerle bitirmek istiyorum: "Zamanla azalsak da, sağımızdaki solumuzdaki yakın dostlarımızı yitirsek de, ümitsizliğe kapılmamalı, hüzünlenip kendimizi geri çekmemeliyiz. Bizler bir savaştayız, onun en tehlikeli yerindeyiz, tam ortasındayız. Aramızdan biri ayrıldığında, bizi bırakıp gittiğinde bir an için onu hüzünle anmalı, ona teşekkür etmeli ve hemen bizi koruyan görevimizin başına dönmeliyiz. Eserler yaratmalıyız! Hepimizi hep ayakta tutacak bu dürüst görevi başımız dik yerine getirmeliyiz, bizim de sonumuz gelene kadar!"

27 Mayıs 1939 günü öldüğünde 45 yaşındaydı. Nazi rejiminin yazmalarını yasaklayarak ölüme sürüklediği yazarların başında, yaratıcı ruhlu iki dost, Joseph Roth'la Stefan Zweig gelir...