9 Şubat 2025

Kedi, dokuz canlı

Cumhuriyet, 9 Şubat 2025 Pazar

STUTTGART - Ahmet Arpad

O gizem dolu bir yaratık. O dünyanın en çok sevilen evcil hayvanı. İnsana bağlı, fakat hiçbir zaman insanın emrine girmiyor. Kendini sevdiriyor, kendine bağlıyor. İnsan onun emrine giriyor.

Kedi denen yaratık köpek gibi değil, isterse insansız da yaşayabilir. Eski bir İngiliz atasözü "Bir kedinin dokuz canı vardır. Üçü oyun oynaması, üçü gezinmesi ve kalan üçü de durması için" der. Canı istedi mi, karnı acıktı mı sokuluyor, bacağınıza sürünüyor, kucağınıza çıkıyor, okuduğunuz gazetenin üzerine çörekleniyor, kendini okşatıyor. İşi bitince de çekip gidiyor; evin ya da bahçenin bir köşesinde, sizden uzak, ne kadar arasanız bulamayacağınız, aklınızın köşesinden geçmeyecek bir yerde keyif çatıp uyuyor. Yüksek sesle ne kadar çağırırsanız çağırın, umurunda bile değil, lütfedip gelmiyor. Ta ki karnı acıkana kadar. O zaman sallana sallana çıkıveriyor ortaya! Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

İNSANI BAĞIMLI YAPIYOR

Kediler dünyanın her ülkesinde aynı. İster Londra'da Downing Street 10'daki Başbakanlık Ofisi'nde, isterse Beyaz Saray'da, isterse gecekondunun birinde yaşasın. ABD başkanının masasına uzanıp onu parmağında oynatıyor, karnını zor doyuran fakiri de. İnsanla kedi tam 6 bin yıldır bir arada yaşıyor. Evcilleşmesi ise 3 bin 500 yıl önce olmuş. Mısır firavunları Tutankamon ve Ramses döneminde kediye tapılmış, yurtdışına çıkarılması yasaklanmış. Ancak kaçak yollardan, özellikle Fenikeliler zamanında Avrupa'ya sokulmuş.

Ortaçağda Avrupa'da farelerin büyük artış göstermesiyle kedilerin değeri çok artmış. Birkaç yıl önce Karlsruhe'de büyük bir kediler sergisi açılmıştı. Ünlü ressamlardan kedi tabloları, oyuncaklar, biblolar, küçük heykeller, karikatürler... Tam 400'ün üzerinde eser. August Renoir, Pierre Bonnard gibi empresyonistleri, Ernst Ludwig Kirchner, Franz Marc gibi ekspresyonistleri de kendine hayran bırakmış kediler. Geçen yüzyılın Max Beckmann, Paul Klee gibi ünlü ressamları da gizem dolu bu yaratığın etkisinden kurtulamamış. Kediler, "Fritz the Cat", "Garfield", "Felix the Cat, "Tom and Jerry" gibi karikatürler ve çizgi filmlerle de kendilerini yediden yetmişe herkese sevdiriyor, bağımlı yapıyor.

KEDİLER KAHVESİ

Gençten biri yere oturmuş, elindeki kumaştan bebeği havaya atıp duruyor. Yanındaki tekir bütün dikkatini bebeğe vermiş, yakalamak için ikide bir havaya sıçrıyor. Yakaladığı anda pençeleriyle kavrayıp altına alıyor. Az ötede iki küçük çocuklu kadın oturduğu sıraya kurulmuş siyahlı beyazlı bir kedinin karnını okşuyor. Çocukları ise ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi annelerini seyrediyor. Pencerenin yanındaki kırmızı mindere kurulmuş bir samur yanında duran kahve fincanına önce merakla bakıyor, sonra burun kıvırıp başını dışarıya çeviyor. Bir Münih ziyaretimizde bir dostun önerisi üzerine ünlü Schwabing semtindeki Kediler Kahvesi'ne de uğramıştık. Türk Caddesi 29 numaradaki kahvenin hemen hemen tüm müşterileri kediseverler! Masalar arasında dolaşan güleryüzlü gencin adı Thomas. Kediler Kahvesi'nin sahibi. Meslek yaşamına bankacı olarak atılmış olan kedisever Thomas, kız arkadaşıyla yaptığı bir Viyana gezisinde, Stephan Katedrali'nin az ötesinde, Ball Sokağı'ndaki, Japon bir ailenin çalıştırdığı Cafè Neko'yu ve oradaki kedileri görünce Münih'e döner dönmez mesleğini bırakmaya karar vermiş. Ailesi ona destek vermiş, bankadan kredi almış ancak insanların kahve içip, pasta yediği bir salonda kedilerin dolaşmasına, kucaklarına çıkmasına belediye önce izin vermek istememiş. Thomas yılmamış, inat etmiş, belediyenin çıkardığı her engeli aşmış ve kısa süre önce "kedili kahvehane" düşünü gerçekleştirmiş. Bakımevinden aldığı altı kedi, Balou, Gizmo, Jack, Saphyra, Tobyn ve Ayla masaların arasında cakayla dolaşıyor, canları istedi mi bacaklarınıza sürüyor, okşamanıza izin veriyorlar. En gençleri ve en meraklıları Balou, çabucak yanınıza sokuluyor ve mırıldanmaya başlıyor. Bir otomobil kazasında arka ayaklarından birini yitirmiş olması Jack'ın hiç umurunda değil, keyfi yerinde, oyunu seviyor.

Az sonra güzel Ayla yumuşak minderine kuruluyor, kendini okşatıyor; kardeşi Gizo ise içlerinde en küstahı ve en sokulganı, kendini grubun şefi gibi gördüğü hemen belli oluyor. Dördü de daha bir yaşında. Saphyra ve Tobyn diğerlerinden birkaç yaş büyük. Müşterilerin ilgisinden sıkılan, başını dinlemek isteyen kedi, Thomas'ın onlara ayırmış olduğu özel odaya çekiliyor! Kediler Kahvesi'ne her türlü insan geliyor. Ne de olsa Schwabing kozmopolit bir semt. Bohem yaşamı yeğleyen sanatçılar, müzisyenler, akademisyenler, yüksek sosyete, üniversite öğrencileri, alternatif yaşamı seven tuhaf giyimli gençler, emekliler Schwabing'in insanları. Thomas'ın söylediğine göre hepsini burada görmek mümkün. Münih dışından gelenler de uğruyormuş. Kedisever olmaları onları "Kediler Kahvesi"nde bir araya getiriyor! "Kedi, anarşist bir aristokrattır" demiş Hamburglu yazar Axel Eggebrecht. Kedi bir eşsizlik, kedi gizem dolu, mistik bir yaratık...

2 Şubat 2025

Hitler ilk adımlarını Viyana'da atmıştı

Aydınlık Avrupa, 2 Şubat 2025

27 Ocak 1945'te tarihinde Hitler Almanyası‘na giren Rus ordusu, Auschwitz toplama kampında kalan mahkumları kurtarmıştı. Almanya bu tarihi, Cumhurbaşkanı Roman Herzog'un 1996'daki girişimiyle Yahudi Soykırımı'nı Anma Günü olarak kabul eder. 2005 yılında Birleşmiş Milletlerin önerisiyle 27 Ocak "Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü" oldu.

Nazi kamplarında öldürülenler geçen çarşamba Berlin'de anıldı. Aradan tam 80 yıl geçmiş. Alman Parlamentosu'nun büyük salonunda yapılan törene ilk kez bir Rusya temsilcisi davet edilmedi. Auschwitz toplama kampı Nazilerin Yahudilere, Romanlarla Sintilere uyguladığı kıyımın simgesidir. Bu azınlık kıyımı Alman tarihinin yaşadığı bir ırksal çılgınlıktır. Ausschwitz'de 1,1 milyon insan, ağırlıklı olarak Yahudiler, insanlık dışı koşullarda yaşamlarını yitirmişti. Berlin'deki etkinlikte anma konuşmalarını Cumhurbaşkanı Steinmeier ve Holokost'tan sağ kurtulan Roman Schwarzman yaptı. İki yaşında Auschwitz'den kurtulan Eva Umlauf için orası "dünyanın en büyük mezarlığı"!

Nazi kıyımının en son tanıklarından biri kabul edilen Margot Friedländer de son yıllarda değişik toplantılara davet ediliyor. 103 yaşındaki enerjisi sonsuz, dinç kadın hâlâ o günlerde yaşananları unutturmamak için aktif bir şekilde çalışıyor. Babasını, annesini ve kardeşini Nazi toplama kamplarında yitiren genç Margot 1944'te Theresienstadt kampına atılır, orada tanıştığı Adolf Friedländer ile savaşın ardından evlenir. Son yıllarda çağırıldığı değişik toplantılarda, öncelikle gençlere yaptığı uyarılarla anma kültürünün tüm yükünü adeta tek başına omuzluyor.

* * *

Genç Adolf Viyana'ya ilk geldiğinde 16 yaşındaydı. Çocukluğunun ve gençliğinin ilk yıllarını geçirdiği Linz'in sıkıcı havasından kurtulmak, başka şeyler görmek, yaşamak istiyordu. Dul annesinin verdiği cep harçlığı ile Viyana'da haftalar geçirdi. İnsan kalabalığı, geniş bulvarlar, binlerce otomobil, kamyon ve fayton onu şaşkına çevirdi. Viyana'nın tarihi yapılarına, kiliselerine, müzelerine, kahvelerine hayran kaldı. Başkentin cadde ve sokakları ışıl ışıldı. Evleri de elektrikle aydınlatılıyordu. Kavgacı babası öldüğünde Adolf 13 yaşındaydı. Bir yıl sonra notları kötü olduğu için Linz ortaokulunu terk etmek zorunda kalmıştı. Annesine çok bağlıydı, babasını ise hiç sevmemişti. Okuldan ayrıldıktan sonra bir işe girmedi, çıraklık eğitimine de başlamadı. Sanatkâr olmaktı amacı.

Sonunda annesini kandırdı ve Viyana'ya kapağı attı. Kısa süre sonra arkadaşı Kubizek'e yolladığı kartpostalda şöyle yazar: "Geçen gün saatlerce gezindim, opera binasını, parlamentoyu ve Ring Caddesi'ndeki yapıları seyrettim. Yarın ‘Tristan', ertesi gün de ‘Uçan Hollandalı' operalarını izleyeceğim. Bu akşam Şehir Tiyatrosu'na biletim var..." Bir ay sonra Linz'e döndü, fakat aklı hep Viyana'daydı. Başkent onu mıknatıs gibi çekiyordu.

AKADEMİ GİRİŞ SINAVINI BAŞARAMIYOR

1908 yılında ressamlık eğitimi için Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girmek üzere tekrar Viyana'nın yolunu tuttu. Önce kendine kalacak bir yer bulmak zorundaydı. Tren istasyonunun yakınında, Mariahilf Caddesi'ne açılan Stumpfer Sokağı 31 numarada, karanlık arka avluya bakan bir oda buldu. Ev sahibi, hiç evlenmemiş terzi Maria Zakreys'ti. Bohemyalı kadının ayda 10 krona kiraya verdiği başka odaları da vardı. Tuvaleti ve duşu diğer kiracılarla ortak kullandı. Odasının penceresinden gökyüzü görünmüyordu. Akademiye giriş sınavlarını başaramayan delikanlı, operadaki Wagner oyunlarını kaçırmıyordu.

Kısa süre sonra Stumpfer Sokağı'ndaki odasından ev sahibine borç takarak ayrıldı ve yakındaki Felber Caddesi 22 numarada, günümüzde de hâlâ oda kiralayan bir pansiyona yerleşti. Annesinin yolladığı harçlıkla ve çizdiği kartpostalları satarak geçinmeye çalıştı. Sınavları da bir türlü başaramıyordu. Birkaç ay sonra kaldığı o pansiyondan da ayrıldı, orada burada konakladı. Kimi zaman kimsesizler ya da erkekler yurdunda yatıp kalktı. Yurttaki odasını 8 saat uykudan sonra her sabah terk etmek zorundaydı, çünkü yatağını başkalarıyla paylaşıyordu.

O GENÇLİĞİNDE DE YAHUDİ KARŞITIYDI

Viyana günlerinde okuduğu kitaplar, günü gününe yaşayan, para sıkıntısı çeken, dostları toplumun ittiği insanlar olan bu genç için "tehlikeli" şeylerdi. "Okuduklarım bugünkü bilgimin temelini oluşturuyor", diye yazdı ileride Kavgam'da. Adolf Hitler ideolojisinin temellerini Viyana yaşamında atmıştı. Aşırı nasyonalist gazete ve dergilerde yazanları yutardı. Bu arada Birinci Dünya Savaşı'yla ülkede monarşi sona ermiş, onlarca yıldır bir arada yaşayan etnik toplumlar bölünmüş, milliyetçilik ruhu kendini göstermeye başlamıştı. Artık Çekler, Polonyalılar, Macarlar ve Sırplar birbirlerini düşman görüyordu. İşte bu ortamda kavrulmuştu genç Adolf! Beş yıllık Viyana yaşamının ardından kapağı Münih'e atar. 1913 yılında bu Bavyera kentine geldiğinde deneyimsiz bir genç olan Adolf kendini hemen tutucu ve aşırı sağcı grupların içinde bulur. Münih günleri onu geçen yüzyılın en korkunç lideri yapar! Adolf Hitler 1 Eylül 1923'te general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. Bavyera onun ‘olgunlaşması' ve ‘gelişmesi' için en uygun ortam olmuştur! Çevresindekilerle 9 Kasım 1923'te Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefleri, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. Beş yıl hapse mahkûm olur, fakat nedense 9 ay sonra Landsberg hapishanesinden çıkarılır. Bu arada "Kavgam"ın birinci cildini kaleme almıştır. O günden sonra da Naziler gittikçe güçlenir.

FELAKETİN BAŞLANGICI

Bundan tam 92 yıl önce, 30 Ocak 1933, insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler Almanya'nın başına geçmiş, dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir! İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in bu sözleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. 15 Mart 1938'de tekrar Viyana'ya döndüğünde o artık bir "Führer"di. Dört gün önce Alman ordusu Avusturya'yı işgal etmiş, Adolf Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim almıştı.

‘Kahramanlar Alanı'nda, Viyana'yı Osmanlı işgalinden kurtarmış, ona büyük bir yenilgi tattırmış olan Prens Eugen'in dev heykelinin arkasındaki dev balkondan haykıran Führer'i, coşkulu ikiyüz elli bin Viyanalı dinliyor. Hitler karşısındaki insanlara çok sözler veriyor. Partisi ülkeye yeni bir düzen getirecek, işsizliğe bir çıkaryol bulacaktır. Avusturyalılar onun içi boş sözlerine inanıyor. Çoğunluk artık arkasında. Çünkü peşinden gidecekleri başka lider yok. Otuz yıl önce Viyana'nın sokaklarında kartpostal satmış olan zavallı genç şimdi yüz binlerin karşısında haykıra haykıra konuşuyor. Ve doğmuş olduğu ülkeye el koyuyor!

* * *

Alman Parlamentosu'nun salonunda geçen Çarşamba yapılan "Yahudi Soykırımı'nı Anma Toplantısı"nın hemen ardından aynı salonda toplanan Federal Meclis, sağcı parti CDU/CSU'nun getirdiği "sığınmacıları Almanya sınırdan geri çevirme" önerisini, 2021 yılından bu yana ülke iç istihbarat teşkilatı Federal Anayasa Koruma Dairesi'nin aşırı sağcı olduğu nedeniyle gözlem altında tuttuğu "Almanya İçin Alternatif Partisi"nin (AfD) oylarıyla kabul etti.

19 Ocak 2025

Tren müzesinde tarih

Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ocak 2025

NÜRNBERG
AHMET ARPAD


Çok ilginç bir kent Nürnberg, görmeye değer. Ortaçağdan kalma duvarları, sayısız kuleleri, kiliseleri, tarihi sokaklarıyla her yıl milyonlarca turisti çekiyor. Nürnberg'de mutlaka görülmesi gereken çok şey var. Demiryolları müzesi, Nazi parti kongrelerinin yapıldığı dev binalar, alanlar, savaş sonrası Hitler yandaşlarının yargılandığı mahkeme salonu ve dünyanın ikinci büyük oyuncak müzesi...

Nasyonal sosyalistlerin Almanya'da ilk adımlarını attığı 1920'li yıllarda Münih'in yanı sıra kuzeyindeki Nürnberg de önemli bir "buluşma" kentidir. Aşırı sağcılar burada "Almanların Günü"nü kutlarken Hitler'in NSDAP'si de önemli parti toplantılarını Nürnberg'de düzenler. Ülke yönetimini 1933'te ele geçirmelerinin ardından bütün büyük parti kongreleri de burada yapılır. Bir hafta süren toplantılara tüm Almanya'dan bir milyon insan katılır! Hitler, hemen arkasında yandaşları, sağ kolu havada büyük tribünden dev alandaki sonu gelmeyen geçit törenlerini izler... 1935 yılında bu kentte onayladıkları "Nürnberg yasaları" ile Yahudi soykırımı yolunda en önemli adımı atarlar.

İnsanları ölüme götüren trenler

Almanya'da ilk tren yolculuğu bundan 190 yıl önce Nürnberg ile Fürth kenti arasında yapılır. 7 Aralık 1835 Alman demiryollarının kuruluş yılı olarak kabul edilir. Nürnberg'e gelip de ülkenin büyük tren müzesini görmeden dönmek olmaz. 1835'de ilk tren seferini yapmış olan "Adler", 1853 yapımı buharlı "Nordgau", yaşamı bir peri masalını andıran yakışıklı II. Ludwig'in özel treninden vagonlar, şansölye Otto von Bismarck'ın kompartımanı, 1890 yapımı buharlı "Phoenix" müzedeki en değerli ve eski araçlar. Müzeye son yıllarda eklenen bir bölümde devlet demiryollarının Naziler döneminde oynadığı trajik rol de sergileniyor. Nasyonal sosyalistler sadece Alman kentlerinden değil, Yunanistan'dan Norveç'e, Fransa'dan Macaristan'a, işgal ettikleri bütün ülkelerden yüz binlerce insanı "safkan" Alman olmadıkları için trenlere bindirip gaz odalarına taşımışlardı. Savaşın kızıştığı yıllarda bile durmamıştı "ölüm trenleri". Doğu Avrupa'ya uzanan hatlar, asker ve silah trenleri ile dolu olduğu zaman ölüme götürülen insanları tıkıştırdıkları vagonları normal yolcu trenlerinin arkasına takmışlardı. Şimdi Almanlar Nürnberg'deki müzede tarihlerinin bu kara dönemini de sergiliyor!

Tren müzesinin az ötesinde bir başka tarihi yapı var. Nazi suçlularının 1945/1946 yıllarında yargılandığı mahkeme salonu burada. Göring, Ribbentrop, Speer, Dönitz, Keitel, Streicher, Kaltenbrunner'in de aralarında olduğu Nazi kodamanlarından on ikisi insanlığa karşı suç işlemiş oldukları gerekçesiyle Nürnberg Duruşmaları sonunda idama mahkûm edilmiştir.

Dev oyuncak müzesi

Nürnberg'de güzel şeyler de var. Örneğin, ABD'nin Missouri eyaletindeki Bronson oyuncak müzesinden sonra dünyanın en büyük ikinci oyuncak müzesi kent merkezindeki tarihi bir binanın tüm katlarına yayılmış .1400 metrekarelik kocaman salonlarda en eskisi iki yüz yıllık tam 3 bin 500 tarihi oyuncak sergileniyor. Binanın depolarındaki sandıklarda duran 65 bin oyuncak da günün birinde vitrinlerde yer almayı bekliyor. Alman oyuncak sanayisinin merkezi olan Nürnberg'de her yıl şubat ayında beş gün süren "Oyuncak Fuarı" açılıyor. Dünyanın bu en büyük oyuncak fuarına sayısız ülkeden üç bine yakın yapımcı katılıyor, çoğu yetişkin yüz bin oyuncak meraklısı da salonları dolduruyor...

10 bin 654 özürlünün ölümü

Aydınlık Avrupa, 19 Ocak 2025

STUTTGART – AHMET ARPAD

Ağaçlıklı yol uzun, geniş. Yüzyıllık ıhlamurlar çıplak. Soğuk, güneşli bir gün Stuttgart'ın 60 km. güneyindeki Grafeneck yamaçlarında. Otomobilden iniyoruz. Mezarlık az ötede. Kara demirden kapısı açık. Çimenlerde ağır ağır yürüyoruz. Mezar taşları kısa, tekdüze, hepsi bir elden çıkmış gibi. Üzerlerinde isim, soyadı ve ölüm tarihlerinden başka hiç yazı yok. Az ileride, duvarların sona erdiği yerde büyük iki mezar dikkatimizi çekiyor. Kuru otlarla kaplı, taş filanyok. Merak edip sokuluyoruz.

"Bu mezarlarda tam 250 ölünün külü var!" İrkilerek arkamıza dönüyoruz. Üzerinde rengi atmış mavi bir giysi, başında beyaz bir başörtü, zayıf, neredeyse kemikleri çıkmış, uzunca boylu, yaşlı mı yaşlı bir kadın duruyor hemen yanımızda.

Nereden çıkmıştı? Biz geldiğimizde mezarlık bomboştu. Sırtı hafifçe kambur, yüzü buruşuk. Bir tuhaf. Olsa olsa filmlerde görürsünüz onun gibisini. Ve konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor. Sormamıza gerek yok. "İyi ettiniz de buralara geldiniz", diyor. "Herkes görmeli Grafeneck'i, bilmeli burada neler yaşandığını, Nazilerin korumasız, zavallı insanlara yaptıklarını!" Birlikte çıkıyoruz mezarlıktan, yürüyoruz koca ıhlamurlar arasında. Uzun yolun sağında solunda tek katlı evler, yolun sonunda sarayımsı bir bina...

O konuşuyor, anlatıyor. Hep geçmişten söz ediyor. 1947 yılında burada çalışmaya başladığında 18 yaşındaydı. Yardımcı hemşire olarak işe almışlardı onu. Tepenin altındaki Gomardingen kasabasında doğmuştu. "Sanırım biliyorsunuz savaş yıllarında Nazilerin burada ne yaptığını?" diye soruyor birden. Biliyorduk, Hitler' in doktorlarının Ocak 1940 ile Aralık 1940 arasında Grafeneck'te tam 10 bin 654 özürlüyü gaz odalarında öldürdükten sonra yaktıklarını!

"O aylarda, çoğu zaman gece yarısı, kapkara otobüsler geçerdi kasabamızın sokaklarından", diye devam ediyor. "Önceleri ne olduğunu anlamamıştık. Fakat sonra günün birinde papaz efendi babama, bize tepeden bakan, sarayı andıran binayla çevresindeki barakalarda her yaştan özürlü insanların tedavi edildiğini anlatmıştı."

Birkaç ay sonra da her şeyin kokusu çıkmıştı! Çoğu gece bacalardan dumanlar yükseldiğini fark etmişti kasabalılar... Grafeneck tepesinde bugün de özürlüler var. 1947'den bu yana gerçekten tedavisi yapılıyor onların. Ağaçlıklı yolun iki yanındaki kocaman tek katlı evlerde kalıyorlar. Kimi zaman birkaç ay, kimi zaman da bütün bir ömür boyu. Nazilerin barakaları yerle bir edilmiş. Yerlerine toplantı ve okuma salonları yapılmış. Personel odaları da.

"Daha çok azap çekmesinler"

Yaşlı kadın çoktan emekli olmuş, fakat burada devam ediyor yaşamına. "Gidin bakın şuraya", diyor ve eliyle yeni yapılmış tek katlı bir binayı gösteriyor. "Orada bir belgeler müzesi var. Grafeneck'te neler olup bittiğini görmeli ve kavramalısınız!" Sonra küçük adımlarla uzaklaşıyor, geldiği gibi selam sabahsız.

Uzun yıllar süren araştırma ve çalışmaların ürünü belgeler vitrinlerde, fotoğraflar çerçevelerde. Okudukça, baktıkça içiniz bir tuhaf oluyor, sarsılıyorsunuz. Hitler 1935 yılında partisinin genel kurulunda, iyileşmesi mümkün olmayan, "daha çok azap çekmesinler" dediği özürlü insanların ortadan kaldırılması emrini vermişti. "Bir özürlü yatağında yatarken, savaş yaralısı yatak bulamıyor", sözleri onundur.

Güney Almanya'daki yurt ve hastanelerden toplanan bedensel ve zihinsel özürlüler getirildikleri Grafeneck'te kısa bir muayenenin ardından, tıpkı Yahudilere yapıldığı gibi, "Duşa gidiyorsunuz" kandırmacasıyla gaz odalarını boyluyordu. Grafeneck'te 10 bin 654 özürlü "yok edildi". Hitler'in 1939-1945 yıllarında hüküm sürdüğü Almanya'da iğne yaparak, Luminal denen ilacı içirerek, aç bırakarak, gaz odalarında karbondioksit vererek, yedisinden yetmişine, "yaşamasına değmez" dedikleri tam 200 bin özürlü ölüme yollanmıştır.

Dışarı çıkıyoruz. Yaşlı kadın az ötede kazların yanında durmuş, konuşuyor, konuşuyor. Kim bilir neler anlatıyor onlara!

Nazilerin ve Afrika diktatörlerinin doktoru

"Führer"in doktorları savaş yıllarda tüm Almanya'da ve istila ettikleri ülkelerde de toplam 200 bin özürlünün yaşamına son verdi. Bu kıyımda büyük bir rol oynayan ve 1940'da Grafeneck yöneticisi olan doktor Horst Schumann Kuzey Almanya'da da benzeri görevlere yollandı, savaşın son yıllarında doğu cephesindeki kamplarda, özellikle Auschwitz'de çalıştı. "Aşağı ırktan" tutuklular kısırlaştırıldı, ağır işlere koşuldu, "verimsiz" olanlar da doğrudan gaz odalarına yollandı. Savaşın ardından Nazi doktoru Schumann'ın başına hiçbir şey gelmedi! 1951'de arandığını duyunca Almanya'dan kaçtı, gemilerde doktorluk yaptı, Japonya'da yıllar geçirdi, oradan kapağı Afrika'ya attı, diktatörlerin özel doktoru oldu! 1959 yılında "Hristiyanlık ve Dünya" adlı gazetede çıkan bir makalenin ardından dikkati çekti. Yaşadığı Gana onu ancak 1965'de Almanya'ya iade etti. 1970 hakkında açılan dava 18 ay sonra, "suçlu ağır hastadır, bu nedenle mahkeme huzuruna çıkabilecek durumda değildir" gerekçesiyle düştü. Schumann'ın ağır hastalığı yüksek tansiyonuydu! 1972'de serbest kalan Schumann 1983 yılındaki ölümüne kadar Frankfurt'ta özgün bir yaşam sürdürdü! Olay Almanya'da hep bir "hukuk skandalı" olarak kabul edilmiştir. Horst Schumann geçmişte yaşananları ölümünden az süre önce itiraf etti: "Bize gelen emirlere uyarak özürlülerin yaşamlarına son verdik!"

Grafeneck tepesindeki sarayda bugün de özürlüler var. 1947'den günümüze gerçekten tedavisi yapılıyor onların. "Ölüm barakaları" çoktan yerle bir edilmiş.

Özürlüler gözümüzü açmak istiyor

Bundan iki yıl önceydi, Reutlingen'deki "Die Tonne" tiyatrosu, aralarında Bahattin, Seyyah ve Haydar'ın da olduğu çoğu orta yaşlı kadın-erkek 12 özürlünün tüm rolleri üstlendiği bir oyunla Grafeneck'te 1940 yılında yaşanmış, bir insanlık utancı olan özürlü kıyımını sahnelemişti. "Burada Kalacaksınız" adlı oyunla bugünün insanlarının gözünü açmak istiyorlardı. Özürlüler tiyatrosu bu oyunu, Baden-Württemberg Eyaleti'nde ailelerinden koparılıp "kara otobüslerle" ölüme götürülen 10 465 özürlünün yaşamış olduğu 25 kent ve kasabada sergilemişti. Oyununun senaryosu Grafeneck ve Achern arşivlerindeki belgelere dayanarak yazılmıştı. Bir yıl boyunca tiyatro uzmanlarından oyun, konuşma ve dans eğitimi alan özürlüler Reutlingen yöresindeki bakım evlerinden seçilmişti. Düşündürücü, hareketli, çağrışımlar ve değişimlerle dolu "Burada Kalacaksınız"da özürlü oyuncuları sürekli başka başka rollerde izlemiştik. Bahattin daha çok hareketli, danslı, tekerlekli sandalyede oturan Seyyah da yüksek sesle, atılgan konuşmayı gerektiren sahnelerde ön plandaydı. Kimi bölümleri gizemlerle dolu bir Brecht yapıtını anımsatan oyunda müziğe de yer verilmişti. Doğuştan özürlü bu insanlar biz özürlü olmayanları bilgilendirmek, uyarmak, düşündürmek istemişti. İzleyenler hüzünlenmişti.

Almanya'nın karanlık geçmişinde yaşananlara çok yönlü bakan, insan yok edici düzeni, tüm yalanların üstünü örten Nazi propagandasını çok canlı, heyecan ve duygu yüklü anlatan "Burada Kalacaksınız"ın sonunda özürlüler haykırmıştı: "Saygı duyun bize!"  

5 Ocak 2025

Önce ağaçlar sonra insanlar ölür!

Cumhuriyet, 5 Ocak 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor.

Stuttgart'tan sabah erkenden yola çıktık. Hava biraz puslu. Yolculuk Freiburg'a. Az sonra Tübingen'i, biraz sonra da Rottweil'ı geride bırakıyoruz. Karaormanlar başlıyor. Yol yükseliyor, pus kalkıyor, hava açılıyor. Güneşli fakat serin bir gün bizi bekliyor. Güney Almanya'ya kış geldi. Yamaçlar kupkuru bir yazın ardından kahverengiye dönüşmüş, yükseklerde yer yer kar var. Semiz inekler, bembeyaz koyunlar çoktan ahırlarına dönmüş. Yol, vadilerde ve ovalarda yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Karaormanlar bir doğa olayı. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde rastlanmayacak büyüklükte ve güzellikte bir orman. “Şifalı” yeraltı sularıyla kocaman bir tatil ve kür yöresi.

Avrupa'nın en uzun nehri Tuna'nın çıktığı Donaueschingen uzaktan görünüyor. Bu ortaçağ kenti kuleleri, dar sokakları, tarihi yapıları ile bir molaya değer. Küçük bir lokantanın yemek listesinde o öğle değişik av etleri var. Karaca kızartmasını yeğliyoruz. Yanında tatlı kırmızı yaban mersiniyle doldurulmuş komposto armut ve yörenin ünlü hamur işi var. Ardından bir espresso, saray parkında asırlık ağaçların altında kısa bir gezinti... Ağır ağır akan derenin üzerinde tarihi köprüde durup soğuk sularda balık arıyoruz.

MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Az sonra Donaueschingen geride kalıyor. Şimdi Karaormanlar'ın göbeğindeyiz. Ağaçlar sıklaşıyor. Sağımız solumuz çamın çeşidi. Ötelerde, güneyde, Feldberg Dağı. 1500 metrelik doruğu karlar altında. Yörenin ünlü kayak merkezi. Çevresindeki göller her mevsimde turist çekiyor. Sağlıklı, temiz hava ve doğanın eşsiz güzelliği buranın insanının geçim kaynağı.

Madalyonun bir yüzü güzel. Mutlu edici. Ancak bir de tam karşıtı öteki yüzü var. Daha gerçekçi olanı. Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Hava kirliliği devam ediyor, asitli yağmur ve asit yüklü sis bulutları ormanlara iniyor, ağaçlar yavaş yavaş ölüyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. Ağaçlara zarar veren kükürtdioksidi, azot oksidi, yeraltı sularındaki nitratlar ve sebze meyvenin ekildiği topraklardaki çeşitli asitler kanser hastalığının da baş nedenlerinden biri. İnsanlar için öldürücü.

Kişi kafasında bu gibi kötümser düşüncelerle Karaormanlar'da gezinirken ister istemez anavatanı da aklına geliyor. Türkiye'nin endüstri girmiş büyük kentlerinde, hava ve çevre kirliliğinin hiçbir önlem alınmadan dev adımlarla ilerlediği güzel İstanbul'da, Marmara Denizi'nde, Akdeniz'in temiz kalabilmiş köşelerinden cennet Gökova'da, Yatağan çirkin örneğinde doğa elden çıkarılmış, insan çoktan unutulmuş.

13 MİLYON AĞACI KESENLER...

Üniversitesi ve büyük katedraliyle ünlü güzel Freiburg'a yaklaşırken düşünüyoruz:

Yeşilin hızla betonlaştığı, on binlerce ağacın kesildiği İstanbul'da yılda kaç ölümün nedeni hava kirliliği? Bunu ne soran var ne de araştıran. Hava kirliliğinden tek ölen ağaç mı?

Türkiye maden ocakları, taş ocakları, termik santrallar ve havalimanları uğruna on binlerce ağaç kesmeyi sürdürüyor. İstanbul'a yeni havalanı inşaatı öncesi ÇED raporuna: “2.5 milyon ağaç kesilecek” diye yazdılar fakat sonra inşaat sürecinde 13 milyon ağacın kesildiğini Kuzey Ormanları Savunması uydu görüntüleri aracılığıyla yaptığı analizle kanıtladı. 2012-2019 yılları arasında 13 milyon ağacın 8 milyonu havalimanına, 1.2 milyonu havalimanı inşaatı için açılan taş ocaklarına, 3.7 milyonu da havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu'na kurban edildi.

Parklara ucube gökdelenler!

Aydınlık Avrupa, 05.01.2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Yılbaşının ilk günü. Sabah geç kalktık. Her yer tatil. Münih'ten bizi ziyarete gelen dostlarımızla öğleye doğru güzel bir kahvaltı ettik, sonra da Viyana'dan her yıl doksan iki ülkeye canlı yayınlanan, elli milyon müzikseverin izlediği, ünlü orkestra şefi Riccardo Muti yönetimindeki Viyana Filarmoni Orkestrası'nın yılbaşı konserini dinledik. Viyana bu yıl vals kralı oğul Johann Strauss'un 200. doğum gününü kutlayacak.

İki buçuk saat boyunca valslarla, hızlı galop tempolu polkalarla coştuk, Güzel Mavi Tuna valsıyla köpüklü şarap yudumladık, baba Johann Strauss'un Radetzky Marşı'na alkışlarla katıldık. Ve iki buçuk saat süren canlı yayının ardından büyük kent parkında hava almaya çıktık. Kulağımızda Viyana müziği, keyfimiz yerinde, soğuk, fakat güneşli bir günde yeşillerin ortasındaki küçük göllerin çevresinde yürümek uzun gecenin ardından çok iyi geldi.

Alman insanının doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuzdur. Ülkenin her eyaletinde düzenlenen "bahçecilik sergileri"yle kentlere, kasabalara yeni parklar, daha çok yeşil alanlar kazandırılıyor. Stuttgart'ın merkezinde yürüyüşler yapılan 10 km uzunluğundaki bu park da son 40 yılda uygulanan çeşitli projelerle gerçekleştirildi. Mimarlar, plancılar, doğaseverler, uzman bahçıvanlarla yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya.

Geçmişte kalan düş

Doğup büyüdüğüm, gençlik yıllarımı geçirdiğim 'dev kent'te ise çocukların koşuşturup oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, tarihi ağaçların altında oturan yaşlıların sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı tek bir büyük park gösteremem! Bu benim için sadece arşivlerdeki eski fotoğraflarda yaşanan, artık geçmişte kalmış, insana hüzünle iç çektirten hiç gerçekleşmeyecek bir düş!

Türk insanı doğayı, yeşili sever, köyünde kaldığı sürece! Aynı insan büyük kente geldi mi, yeşil sevgisi kısa sürede 'beton sevgisi'ne dönüşüverir. 1950'li yıllarda bir 'başbakan'ın başlattığı "yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu"nu taşradan gelen, kendini „ben bu kente aşığım“ diye tanımlayan halefleri hep sürdürdü. Neredeyse yan yana dikilen "ucube" gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu bir türlü gelmiyor. 1994 yılında dev kentte sadece 4 gökdelen vardı. 'Tower' furyasını son 25 yıldır ülkeyi yönetenler başlattı! Depremi bekleyen bu güzel kentte bugün yüksekliği 100 metrenin üzerinde olan bina sayısı 300'ü geçmiş! İnanılmaz!

Parklara oteller, gökdelenler

Dünya kentlerinin yeşil alan performanslarını araştıran World Cities Culture'ın verilerine göre İstanbul'da kişi başına %2.2 oranında bir yeşil alan (6 metrekare) düşüyor, ancak sağlıklı bir yaşam için bunun en az 10 metrekare olması gerekiyor! Avrupa'nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasında değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Örneğin Viyana'da kişi başına düşen yeşil alan 25 metrekare! Kahramanlar Alanı'yla Burg Tiyatrosu


arasındaki Volksgarten'de dinlenirken, belediye parkındaki güzel Johann Restaurant'ın terasına oturup tarihi salondan gelen kulağa hoş piyano müziğini dinlerken hep doğduğum kenti gözümün önüne getirir, parklarını, Belediye Gazinosu'nu, onun deniz manzaralı bahçe lokantasını düşünmeden edemem! 1940-1970 yılları arasında büyük salonunda düzenlenen konserler, balolar, müzikli akşam yemekleri ve varyeteleriyle kentin sanat ve eğlence yaşamında önemli bir rolü olmuş bu nefis yapıyı günün birinde yıkıp yerine gökdelen bir otel kondurmuşları!

Daha önce de büyük park alanının ortasına bir Amerikan şirketinin dev oteline 1950'li yılların başbakanı izin vermişti. Bir zamanlar kentliler gezinsin diye Lütfi Kırdar'ın yaptırttığı ve 1943'de açılan 30 hektar büyüklüğündeki 2 no.lu gezi-park alanında bugün tümü de lüksün lüksü tam altı büyük otel yükseliyor!

18 milyonluk kentin kültürsever insanları 13 yıl boyunca kültür merkezsiz bırakılırken yeşil bir tepeye çabucak altı minareli, deniz manzaralı dev bir cami oturttular. Nedense kentsel yerleşimin dışına 100 milyon dolara yapılan camide aynı anda 63 bin kişi bir arada namaz kılabiliyormuş! Bayramlarda bile boş kalan camiin kubbesi, mimarı Hacı Mehmet Güner'in belirttiğine göre, “Ecdadın yaptığından da geniş”! Doğal sit alanın ortasındaki Türkiye'nin bu en büyük camisinin minareleri Mimar Sinan'ın güzelin güzeli, ustalık eseri Selimiye camisinin minarelerinden tam 36 metre daha yüksek! Onlar 107 metrelik 'gökdelenler'! Karşı kıyıdaki dizi dizi 'gökdelen kardeşleri'ne bakıyor!

Araç trafiğinde boğulan insanlar

AVM'ler, camiler, otoyollar... Yeşil alanlar hızla azalırken betondan ucubeler aynı hızla arttı. Çocukluğumuzun, gençliğimizin deniz manzaralı yamaçlarını korular kaplardı, erguvanlar açardı. Şimdi ise o yamaçların çoğunu bir takım zengin siteleri silme örtüyor! 1910'lu yıllarda bu anakentte sadece üç yıl belediye başkanlığı görevinde bulunan Cemil Topuzlu, insanlarına bir tiyatro ve konservatuvar kazandırmaktan öteye, anayolları ağaçlandırmış, saray bahçesini halka açmış, çeşitli semtlere de parklar yapmıştı. Onun "halefleri" ise tam tersini gerçekleştirdi!

Ağaçların kent hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizlediğini, araç trafiğinde boğulan anakentte belediye başkanlığı yapmış olanlar acaba bilmiyor muydu? ABD John Hopkins Üniversitesi'nde bilim adamları hava kirliliğinin meydana getirdiği mikro zerreciklerin büyük kentlerde ölüm oranının artmasına neden olduğunu çok yıllar önce saptamıştı. Her gün dev anakentin yollarını aşındıran 4,5 milyon aracın oluşturduğu kuyruklar dev bir ahtapotun öldürücü kolları gibi. Hava kirliliğinin insan yaşamını kısalttığını bugün artık ilkokul çocuğu da biliyor.

'Dev kent' İstanbul çoktandır alarm veriyor. Büyüdükçe, betonlaştıkça kuruyan tarihi ağaçların, küçülen parkların yerinde gökdelenler peş peşe fışkırıyor! Çevresi ormanlara kaplı, Karaormanlar'ın kuzeyine, Neckar ırmağının kıyısına kurulmuş altı yüz bin nüfuslu Stuttgart'a gelince... Kentin merkezinde bol ağaçlı 120 hektarlık bir alan bundan 600 yıl önce park olmuş! Yönetenler çıkarcı değil iyi niyetli olunca güzel her şey mümkün.

29 Aralık 2024

Palmiyeler Altında Yüzenler

Aydınlık Avrupa, 29 Aralık 2024

STUTTGART - AHMET ARPAD

Broşürlerde ve gazete ilanlarındaki sloganlar çekici: "Berlin neşeyle köpür köpür... Mutlu yaşam vahası... Şehvet bahçesi... Eski Roma hamamı...“ Yapıları tapınak, saray, cennetten bir köşe, Amazon ormanları görünümünde. Adları "Badylon" ve "Caprina", "Aquadrom" ve "Aquarena", "Pinea" ve "Caracalla"...

Korona nedeniyle çoğu haftalarca, aylarca kapalı kalmış olan alışılagelmiş yüzme havuzlarının pek tadı kalmadı. Artık gittikçe daha çok Alman, yüzüp dinlenip eğleneceği, kısacası gününü gün edebileceği, lüks sayılan havuzlara gitmeye başladı. Şelaleler, köpüre köpüre alan dereler, dalgalı denizler... Projektörlerle alttan üstten renkli ışıklar, sualtı ve su üstü hoparlörlerinden dinlendirici melodiler, palmiyeler, rengarenk papağanların çığlıkları, atlama kuleleri, bir uçtan bir uca uzanan Tarzan ipleri...

Yorgunluk gidermek isteyenlere sauna bahçeleri, buharlı mağaralar, Türk hamamları, güneşlenme terasları ve jimnastik köşeleri... Bütün gün boyunca karnı acıkanlara servis veren lokantalar, kafeteryalar, barlar... Canı sıkılanlar için oyun salonları, TV köşeleri. Bu yüzme havuzlarının en önemli çekiciliği yapı stilleri. Debdebenin, gösteriş ve aşırılığın yanı sıra pahalı mermerle kaplı, bembeyaz sütunlu, yüzenlere çoğu kez Roma hamamlarını anımsatan yüzme havuzları insanları sabahın altısından akşamın geç saatlerine dek sıcak sulara çekiyor.

"Eski Romalılar Gibi Yıkanın"

Stuttgart, Budapeşte'den sonra en çok kaplıcaya sahip Avrupa kenti. Az ötesindeki Baden-Baden, Bad Liebenzell, Bad Dürkheim, Freudenstadt, Aalen ve Filderstadt gibi küçük kaplıca kentlerinde son yirmi yıldır açılan yüzme havuzları olağanüstü inşa edilmiş yapılar. Örneğin, profesör mimar Wienand'ın Aalen kentinin tepelerinden birine oturttuğu "Limes Thermen" tamamen bir Roma tapınağı. Mimarların "Neo-Klasik" dediği türden. Renkli broşürdeki "Eski Romalılar gibi yıkanın" sözleri, bundan 1800 yıl önce Aalen yöresinde yaşamış olan Romalıları anımsatıyor.

Ne de olsa eski Roma'da hamamlar günlük yaşamın vazgeçilmez bir bütünüydü. İnsanların bir araya geldiği kent alanlarından daha önemliydi. Hamamlar bir eğlenti ve sohbet merkeziydi. Politikacılar ve tüccarlar oralarda buluşup iş bitirirdi. Günümüz iş adamları da modern banyoların sauna ve Amerikan barlarında buluşuyor, rahat rahat, gözden uzak iş konuşmaları yapıyor.

Karaormanlar'ın Şirin Kenti

Unesco'nun 2021 yılında 'Great Spa Towns of Europe' listesine aldığı Baden-Baden kumarhanesinin, büyük parklar ortasındaki villalarda oturan içine kapanık zenginlerinin, tarihi ağaçlarla dolu parklarının, ünlü at yarışlarının ve vitrinleri pahalı maldan geçilmeyen şık dükkânlarının yanı sıra şifalı sularıyla da tanınıyor. Karaormanların bu şirin kentine kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler uğramadan edemiyor. Baden-Baden'de dünyanın belki de en güzel kaplıcası var. Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu yaklaşık iki bin yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından yerin üzerine fışkıran 800 bin litre su Friedrich Banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Afrodit Çıplak Çıplak

1877 yapımı Friedrich Banyosu. İsa'dan sonra 213 yılında Roma İmparatoru Caracalla'nın Baden-Baden'in sıcak sularında yüzdüğünü anımsayan kent belediyesi 1985'de yıllarda Caracalla Banyoları'nı da açmıştı. Mavi ve beyaz mermerler zemini baştan aşağı kaplıyor. Kocaman kubbe zarif ince sütunlar üzerinde yükseliyor. Yusyuvarlak yapının her yanı cam. Yüzerek çıkılan dış havuza kayalardan sıcak şelaleler köpüre köpüre düşüyor. Datça yakınlarındaki tarihi Knidos liman kentinin tanrıçası Afrodit yüzenleri çıplak çıplak seyrediyor...

15 Aralık 2024

Bir tatlı huzur..!

AYDINLIK, 15 Aralık 2024

Cenevre – Ahmet Arpad

İsviçre'nin Fransızca konuşulan güneybatı bölgesinde en güzel köşe Cenevre Gölü ve çevresi. Lozan yakınlarından başlayan kıyı yolu Vevey ve Montrö üzerinden geçip Villeneuve'e kadar uzanıyor. Oradan ötesi İtalya ve Fransa toprakları...

Göl ve çevresi Akdeniz kıyılarını anımsatan iklimiyle Avrupa'nın varlıklılarını hep mıknatıs gibi çekmiş. Tarihi yapıları, dar sokakları, şık butikleri, gösterişli villaları, dünyaca ünlü otellerinin yanı sıra dorukları karlı dağlar, üzüm bağlarıyla kaplı yamaçlar ve tarihi köylerden oluşan olağanüstü bir doğa! Montrö'de göl kıyısında durup kentin arkasında yükselen 2 bin metrelik Rochers-de-Naye'ya bakarken sadece yamaçlara serpiştirilmiş villaları görmüyorsunuz, üzüm bağları arasındaki çayırlarda nergislerin de açmaya başladığını seziyorsunuz. Montrö'nün bağlarında Unesco'nun 2007'de listesine aldığı Lavaux şaraplarının üzümleri yetişiyor.

Montrö'nün doğusundaki doğa koruma alanı Grangettes'de 250 kuş türü yaşıyor. Villeneuve'den Montrö'ye uzanan yolda en önemli yapı 12. yüzyıldan kalma Chillon Şatosu. Gölden çıkan bir kayanın üzerine inşa edilmiş şatoya uzaktan baktığınızda sularda yüzüyormuş sanıyorsunuz. Bugün sayısız sanat etkinliğine ev sahipliği yapan Montrö'nün Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri var Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni 1936'da tarihi otel Fairmont Le Montreux Palace'da imzalamıştı.

Az ötedeki Vevey, İsviçreli ve yabancı varlıklıların yeğlediği belki de en güzel küçük kent. Göl kıyısından tepelere doğru yavaş yavaş yükselen yeşil yamaçlar villalarla dolu. Tarihi kent merkezinin dar sokaklarında şirin yapılar yanyana. Gezinirken butikler, dükkânlar, kafeler, lokantalar sizi çekiyor. Vevey görkemli, fakat burada milyarderlerin yaşadığını fark etmiyorsunuz. Göl kıyısındaki Grand Hotel du Lac'ın kapısında limuzinler dizi dizi, şirin lokanta Ze Fork ağzına kadar müşteri dolu.

CHARLİE CHAPLİN

17 Eylül 1952 tarihinde, son filmi "Sahne Işıkları"nın galasına katılmak için birkaç günlüğüne Londra'ya giden Charlie Chaplin'e dönüşte ABD makamları yaşamını geçirdiği topraklara girmesine izin vermez. Gerekçeleri, ünlü sanatçının son yıllarda ülkenin huzurunu kaçırıcı girişimlerde bulunmuş olmasıdır. Kendini hep bir dünya vatandaşı kabul etmiş olan Chaplin eleştiriciydi, liberaldi, II. Dünya Savaşı yıllarında savaş karşıtı olmuştu. Amerika'da daha 1930'lu, 1940'lı yıllarda yönetenleri hafif alaylı sorgulayanlara bile kolayca "Marksist ve Komünist" damgası vuruluyordu. Onun gibi dünyaca ünlü bir sanatçıdan "rejime ve ABD anayasasına sadık" olması bekleniyordu! Bu nedenle FBI, İngiliz vatandaşı Charlie Chaplin'in oturma iznini iptal ederek yaşamının en önemli dönemini geçirmiş olduğu Amerika Birleşik Devletleri'ne girmesini engeller.

Ünlü sanatçı 1953'de tarafsız ülke İsviçre'ye yerleşmeye karar verir ve yeni yaşamı için de Cenevre gölü kıyısındaki Corsier-sur-Vevey'i seçer. 14 hektar büyüklüğündeki parkın içinde yükselen 1839 yapımı iki katlı villa Manoir du Ban'i satın alır. İlerki yıllarda bu olağanüstü konutunda onu kimler ziyaret etmez! Winston Churchil, Marlon Brando, Bob Dylan, Peter Ustinov, Gandi, Çan Kay-Şek, Hanns Eisler, Bertolt Brecht, Albert Einstein, Sophia Loren, Petula Clark misafiri olur. Chaplin ailesinin tarihi villası ve 2016 yılında yanında açılan Chaplins World günümüzde inanılmaz güzellikte bir müze, 1350 metrekare büyüklüğünde bir "film stüdyosu". Burada Altına Hücum'un, Modern Zamanlar'ın, Sirk'in içindesiniz, Yumurcak, Serseri, Büyük Diktatör hemen yanıbaşınızda.

LOZAN ANTLAŞMASI VE MODERN TÜRKİYE

Az ötedeki Lozan da Montrö gibi bir yamaca kurulmuş. Kentin eski evleri ve dar sokakları, şirin lokanta ve kafeleri göl kıyısında değil, yukarda! Bir füniküler kıyıyı kent merkezine bağlıyor. Lozan'da görülecek yerler arasında en ilginci, her yıl 400 bin ziyaretçiyi çeken 13. yüzyıldan kalma gotik yapı, görkemli katedral. 1915'den bu yana Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin merkezi de Lozan'da. On binin üzerinde giysi, madalya, belgenin vitrinlerini süslediği, geniş bir parkın ortasındaki Olimpiyatlar Müzesi'ni her yıl 250 bin insan ziyaret ediyor. Lozan'ın Cumhuriyet tarihimizdeki yeri çok önemli. 24 Temmuz 1923'de Palais de Rumine'de imzalanan Lozan Antlaşması modern Türkiye'nin temelini oluşturuyor.

Yörenin en şık ve ünlü otellerinden Beau-Rivage Palace'dan manzara eşsiz. Cenevre Gölü ayaklarınızın altında. Şirin göl gemisi "La Suisse" iskeleye yanaşıyor. Yolcular iniyor. Yeşiller, çiçekler arasında gezinirken hiç acele eden yok, gürültü yok. Her yerde bir tatlı huzur! 1910 yapımı yandan çarklı "La Suisse" bu arada hızla uzaklaşmış, burnunu karşı kıyıya vermiş, Cenevre'ye gidiyor. Geniş kaldırımlarında Ortadoğulu zenginlerin gezindiği Rue de Rhone ve Rue du Marche'nin gösterişli mağazalarında az insanın alabileceği şık giysilerin, saatlerin, takıların satıldığı lüks kente...

1 Aralık 2024

Denizler silah çöplüğü

Cumhuriyet, 1 Aralık 2024

Stuttgart – Ahmet Arpad

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü!

Geçen ay bir gazetede okumuştum, Kuzey Denizi'yle Baltık Denizi'nin dibinde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra atılmış 1.6 milyon ton cephane yatıyormuş. Konuyu biraz araştırırken kadın yönetmen Frido Essen'in "Denizde Bombalar" adlı belgesel filmine rastladım. Essen, denizlerde her an patlamaya hazır bombalarla kimyasal silahların yattığını anlatıyor. Almanya'nın bu denizlere tam 1500 kilometre kıyısı var. Sadece geçen yıl 20 milyon insan, dibi dev bir silah deposunu andıran suların kıyılarında tatil yapmış. Altlarında bombalar, top mermileri, mayınlar ve torpidolar...

SİLAHLARIN ZEHRİ

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü! Silahların çoğu Kiel, Lübeck ve Rostock önlerinde denizin dibinde. Uzmanların açıklamalarına göre bu silahlar bir yük trenine doldurulmak istense 2 bin 300 kilometre uzunluğunda bir tren gerekirmiş!

Yaklaşık 80 yıldır orada çürüyen İkinci Dünya Savaşı'nın silahlarından yayılan sayısız zararlı madde sulara karışıyor. Kiel Üniversitesi uzmanları, son yıllarda yangın bombalarıyla değişik cephanelerdeki fosforu, TNT ve arseniği pisi balıklarında ve midyelerde tespit ettiler. Silahların zehri deniz ürünleri aracılığı ile insanlara bulaşıyor. Yetkili makamlar sorumluluğu onlarca yıldır birbirlerine atıyor. Ne de olsa "Dörtlerin" denizin dibine yığdığı Hitler'in bombalarını çıkarıp imha etmek milyarlarca Avro'ya mal olacak.

Kısa süre önce telefonlaştığım Dresdenli bir tanışım, "Uzmanlar en çok Rostock kıyılarını araştırıyor, sonra da buldukları bombaları çıkarıyorlar" dedi. "Tatile gittiğimiz o kumsallarda gezinirken dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü yangın bombalarından kopan ve kıyıya vuran fosfor parçaları kehribarı andırıyor, yanılıp da eline alanın derisi kaslara kadar yanıyor!" Alman Federal Meclisi bütçe encümeni bir süre önce Kuzey ve Baltık denizlerinin altında yatan bombalarla kimyasal silahların çok iyi araştırılması için 100 milyon Avro'yu onayladı.

PATLAMAMIŞ BOMBALAR

İngiliz ve Amerikan uçakları savaşın son yıllarında Almanya'nın üzerine yüz binlerce bomba yağdırmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın bombaları sadece suların altında değil, Alman topraklarının altında da sayısız patlamamış uçak bombasının yattığı bilinen bir gerçek. Nerede oldukları belirsiz, arada bir rastlantı sonucu ortaya çıkıyorlar. Alman kentlerindeki inşaatlarda da patlamamış bombalar bulunuyor. Hemen imha ekibi çağrılıyor, çukurun bir kilometreye yakın çevresindeki tüm yerleşimler boşaltılıyor. Evlerde, okullarda, hastanelerde, işyerlerinde tek insan kalmıyor! Trenler, uçaklar duruyor. Binlerce insan 3-4 saatliğine başka yere "göç ediyor"!

Resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında müttefikler yaklaşık 1 milyon 900 bin ton bombayı Almanya'nın üzerine atmış. Yetkili makamlar bunlardan yüzde 10'unun hâlâ patlamadan toprağın altında yattığını açıklıyor.

Salzburg'da bir kış akşamı

Aydınlık Avrupa, 01.12.2024

SALZBURG düşle gerçek karışımı bir kent, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyülüyor. Ünlü yazar Stefan Zweig (28 Kasım 1881 – 22 Şubat 1942) Salzach kıyısında en verimli ve en mutlu yıllarını geçirmişti.

Irmağa uzanan loş ve dar sokakların Arnavut kaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, loden paltolarına bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kenti Salzburg'da akşam oluyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları ışıl ışıl, vitrinler rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar insan dolu. Bu şirin Salzach kentini hiç boş göremezsiniz. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen küf yeşili kubbelerde, kıpkırmızı kiremitli sivri damların gün batışının son kızılı. Şirin kent renk değiştiriyor. Dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş banklarda oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyor. Birden karanlık iniyor tarihi kente, yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor alanlarda, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, Salzach kıyılarında...

Düşle gerçek karışımı, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyüleyen Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Bu yıl tam 172 etkinliğe ev sahipliği yaptı. Büyük katedralin önünde sahnelenen "Jedermann" oyunu ile açılıyor festival. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

ZWEİG SALZBURG YILLARINDA DORUĞA TIRMANMIŞTI

Stefan Zweig'ın 17 yıl yaşadığı kenttir de Salzburg. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar
onun en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Orada doruğa tırmanmıştı. En güzel eserlerini, kente ve ırmağa yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villasında yazmıştı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmişti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss'la villasında saatler, günler geçirmişti...

"Sanatla mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden'in üzerinden yükselen tepede oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

YAZAR OLARAK ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim", diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli! Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Avrupalı Zweig bir Avusturyalı idi. O, modern dünya vatandaşıydı. Politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünürdü. İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Meydanı" romanının (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugün de hep güncel. Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, pastanelerden ışık sızıyor. Tarihi binaların altındaki dar pasajların birbirine bağladığı sokaklar ıssız. Dükkânlar çoktan kapanmış, Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Otel Sacher'in terasından karşı tepeler, ışıklar içinde orta çağ kalesi Hohensalzburg...