4 Haziran 2023

Krala "psikolojik yetersizlik" raporu

Toplum Gazetesi/Almanya, 4 Haziran 2023

Ahmet ARPAD

Füssen'de bir doğum gününe davetliyiz. Emekli olduktan sonra Güney Bavyera'ya yerleşmiş Stuttgartlı bir tanış 75. yaşını bu güzel kentte kutluyor. Yaklaşık otuz kişi öğle yemeğinde bir arada. Kimileri bizler gibi uzaklardan gelmiş. Lokantanın dağlara bakan bahçesinde oturuyoruz.

Garson kızların getirdiği tabaklar Bavyera mutfağının leziz yemekleriyle dolu. Hava güzel, insanlar keyifli. Çene çalanlar, gülenler, kahkahalar atanlar... Daha önce tanışmayanlar kısa sürede dost oluyor. Yemeğin sonunda, biz tatlıları, meyveler beklerken iki müzisyen ortaya çıkıveriyor. Kadın akordeon çalıyor, erkek keman. Bavyera lehçesi köy şarkıları birbirini izliyor. Anlamakta zorlanıyorum. Sanırım benim gibi masadakilerin çoğu da sözlerini anlamıyor, sadece hoş melodiyi dinliyor. Ancak bu pek önemli değil. Karınları doymuş misafirler daha da keyifleniyor. El çırpanlar var, ayağa kalkıp dans etmeye çalışanlar da...

Az sonra müzik susuyor. Doğum gününü kutladığımız bayan ayağa kalkıyor, geldiğimiz için hepimize teşekkür ediyor. "Şimdi yemeğe içmeye bir ara vereceğiz, gezinti yapacağız", diyor. "Buyrun bizi bekleyen şu otobüse binelim. Yolculuğumuz kısa olacak." Biniyoruz. Yola koyuluyoruz. Biraz sonra otobüs Hohenschwangau kasabına ulaşıyor. Bir an düşünüyorum: Yoksa saraya mı gidiyoruz? Buralara Tegernsee kıyısında yaşadığım yıllarda birkaç kez gelmiştim. Onlarca yıl geçmişti aradan. Fakat değişen pek bir şey yok. Doğa aynı, güzelliği hiç bozulmamış.

‘Eksantrik Kral‘

Az sonra karşımızda yükselen yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu? Bir düşler dünyasındayız. 'Eksantrik' kral II. Ludwig'in karşımızda yükselen 'eseri' sarayla şato karışımı bir yapı. Milyonlarca Markı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen 6 bin metrekarelik bu olağanüstü saraya harcamış. İçinde bir mağara bile var. Ona "deli'' diyenler olmuş. Salonlar, odalar, küçük ve büyük, merdivenler, yine odalar.

Her yerde kraliyet sembolü kuğu figürleri... Altın, gümüş, emaye, mozaikler, şamdanlar, mumlar, sayısız kuğu heykeli. Belki de Avrupa'nın en güzel şato sarayı. Bavyera kralı II. Ludwig insanlarla bir arada değil, kendi yarattığı bir düşler dünyasında yaşamış. İçine kapanık, utangaç, fakat kendini hep en büyük hissetmek isteyen bir Kral!

İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı bu sarayın duvarları ardına çekilmiş, ancak zamanla onun bu yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla kralı tahtından indirmiş. II. Ludwig Starnberg gölündeki Berg şatosuna sürülmüş. Kısa süre sonra da gölde boğulmuş olarak bulunmuş. Arkasında büyük borçlar bırakarak bu dünyadan göç etmiş! Düşler dünyasında yaşamış bir insanın hazin sonu böyle olmuş...

Dönüş yolunda otobüste yanına oturduğum yaşlı bayanla Bavyera'nın bu çılgın kralından söz ederken, kadın aniden: "Babamın da sonu hazin olmuştu", diyor. Ben sorar gibi yüzüne bakınca, babasının 1930'lu yılların sonunda Starnberg gölüne yakın Bad Tölz'deki SS-Junker Okulu'nda eğitim görmüş olduğunu söylüyor. Ve laf lafı açıyor. Çok yaşlı kadının anlattıkları bir başka yazıya kalsın...

26 Mayıs 2023

Kutsal Ekmekten Lokmalar

Toplum Gazetesi, 26 Mayıs 2023

Ahmet Arpad

Küçük çocuk annesinin kucağında, başını omzuna dayamış, elleriyle kulaklarını tıkamış. Yüzü buruşuk, neredeyse ağlayacak. Top sesleriyle güvercinler uçuşuyor. Kadınlı erkekli koro siyahlar giyinmiş, ilahiler okuyor. Sesleri giderek yükseliyor. Küçük çocuk annesinin kulağına bir şeyler fısıldıyor. Kadının suratı ekşiyor. Koro susuyor, dualar başlıyor. Yüksekçe bir sahnede duran baş rahip ve yardımcıları yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü İsa'dan, Meryem'den söz ediyor...

Kutsal ekmek

Münih'in güneyindeki Bad Tölz'de saat sabahın sekizi. İsar nehri kıyısındaki bu tarihi ve şirin kentin sokakları insan dolu. Katoliklerin yortusu. Kutsal ekmeğin İsa'nın vücuduyla özümleşmesini kutluyorlar. Altın sarısı bir çadırın altında yaşlı baş rahip binlerce insana günün önlemini anlatıyor. Çevre köy ve kasabalardan Bad Tölz'e gelmiş yöresel, tarihi, dini giysili gruplar ona kulak kesilmiş. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengarenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük baş rahibi dinliyor.

Sonra birden yine toplar atılıyor, Bad Tölz'ün tüm kilise çanları çalıyor. Güvercinler ürkek yükseliyor çatılardan. Küçük çocuk çocuğun gözlerinden yaşlar boşanıyor. Annesi kucağındaki oğluna daha çok sarılıyor. Rahipler dualar mırıldanarak okunmuş kutsal ekmekten lokmalar dağıtıyor bekleşenlere. Korodan ilahiler yükseliyor. İnsanlar şöyle bir kımıldanıyor ve ağır ağır yürümeğe başlıyor. En önde baş rahip, rahipler, arkalarında yöresel politikacılar, değişik üniformalı, tarihi giysili erkekler, kadınlar ve ‘bayramlıkları'nı giymiş halk...

Annesi küçük oğlunu yere bırakıyor, elinden tutup, evinin yolunda uzaklaşıyor. Binlerce insanın oluşturduğu dini alay gittikçe uzuyor, uzuyor. Boyu sonsuz bir yılan örneği kıvrıla kıvrıla yürüyor Bad Tölz'ün dar, tarihi sokaklarında. Rahipler dualar mırıldanıyor, peşlerinden gelen binler duaları tekrarlıyor, kaldırımlarda bekleşenler alay geçerken haç çıkarıp, duaya katılıyor.

Dini tören yavaş yavaş sonuna yaklaşıyor. En önden yürüyen bayraklılar İsar köprüsüne varıyor. Ak saçlı baş rahip yorgun ayaklarını sürüyor. Aşağıda nehir kıyısında insanlar güneşleniyor bikinili. Kimi üstsüz. Başörtülü iki kadın uzun eteklerini toplamış, çocukları peşlerinde güle oynaya yürüyorlar serin sularda...

13 Mayıs 2023

Ağca, İpekçi, Papa

Toplum Gazetesi/Almanya, 13 Mayıs 2023

Ahmet Arpad

Tetikçi Mehmet Ali Ağca 1 Şubat 1979'da İstanbul'da Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi'yi öldürmüştü. Ağca 25 Kasım 1979'da Maltepe Askeri Cezaevi'nden üzerinde asker elbisesi ile firar etmiş, üzerinde asker giysisi elini kolunu sallayarak "özgürlüğü"ne kavuşmuştu! Yıllar sonra yaptığı açıklamada Ağca şöyle demişti: "Eğer içeride kalsaydım bu durum bazı çevreler için yenilgi olacaktı. Bu nedenle firar ettirildim."

Ağca'nın Papa II. Jean Paul'e suikastını ele alan "Papa'ya Komplo" adlı kitabın (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alman araştırmacı gazeteci Valeska von Roques ünlü Alman haftalık dergisi "Der Spiegel"in çeyrek yüzyıla yakın İtalya muhabirliğini yapmış. Akıcı bir anlatım ve değişik bir kurgu bu kitaba bir gerilim romanı akıcılığını veriyor. Von Roques Vatikan'da 13 Mayıs 1981 günü gerçekleşen suikat girişimini bu yapıtında okura sunarken verdiği bilgilerle olayın Soğuk Savaş yıllarının kirli bir operasyonu olduğunu, geri planda ABD ile Vatikan içindeki bazı güçlerin olduğunu kanıtlamak istiyor.

Bu ortak girişimin nedeni, Vatikan'da birbirine rakip ve Ruhban sınıfı üyelerinden oluşmuş Faenza klanı ile Opus Dei arasında amansız mücadeleydi. Polonyalı bir Papa'yı Vatikanın başında görmek istemeyen Faenza klanı daha çok Masonları andırıyordu. Papa'ya destek veren karşı grup Opus Dei ise oldukça köktenci bir Hıristiyanlığı yeğliyordu. Aynı dönemde Amerika'daki bazı aşırı tutucu ve Sovyet Rusya karşıtı güçlerin çıkarlarıyla Vatikanlı Ruhban sınıfı üyelerinin çıkarları birbiriyle çok uyuşuyordu.

Burada yazar von Roques şuna dikkati çekiyor: "Biliyoruz ki 1980'li yıllara girildiğinde dünyada uluslararası bir yumuşama süreci başlamıştı. Ancak Amerika'daki bazı güçler Batı ile Doğu arasındaki bu yumuşamanın çıkarlarına hiç uymadığını sezerler. Vatikan içindeki II. Jean Paul karşıtları da "komünist" Papa'dan kurtulmak istemektedir. Gerçekten de ABD'li güçler Doğu Avrupalı Papa'nın Polonya ile Sovyet Rusya'nın arasını düzelteceğinden, dolayısıyla tüm Avrupa'ya huzur geleceğinden çekiniyordu.

Yazara göre Vatikan'ın hırs dolu piskoposları ile kapitalizmin kirli çıkarları birleşince o dönemde Batı'nın çevirmiş olduğu dolaplardan en çirkini gerçekleşir. Papa II. Jean Paul'ü öldürme girişimi Batılı güçlerin Soğuk Savaş'ta uyguladığı "covert operation"ların en korkusuzca olanıydı.

Türk gladyosunun rolü

Kitabın yazarı Valeska von Roques'a göre o yılların Soğuk Savaş ortamında Papa suikastı çok kirli bir oyundu. Suikast suçu Sovyetler Birliği'ne yıkılarak bu ülkenin uygar dünya dışında kalması amaçlanıyordu. "KGB ve Bulgaristan tezi işte bu nedenle ortaya atılmıştır", diye konuşuyor yazar. "Bu oyunda bir CIA adamı olan Paul Henze ile kadın gazeteci Claire Sterling çok önemli iki rolü üstlenmişlerdi."

Papa suikastında 'Bulgar parmağı' tezinin sahibi tabii gazeteci Sterling değildi. Geri planda ipleri tutan CIA, adamı Henze aracılığı ile bu 'görevi' Sterling'e verir ve kamuoyunu inandırıcı bir dosya hazırlaması istenir. Araştırmaları sonucu ortaya atılan 'KGB+Bulgar tezi'nin uydurma olduğunu kitabında kesinlikle ve inandırıcı bir şekilde kanıtlayan Valeska von Roques, ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Soğuk Savaş strateji uzmanı Michael Leeden'in de tezin fikir babalarından biri olduğunu ortaya çıkarmıştı. Amaç, o dönemde Sovyetler Birliği'nin "Kötülüğün İmparatorluğu" olduğunu dünya kamuoyuna inandırmaktı. Önüne konulan verileri bir papağan örneği sorgulama aşamasında ve yargıç karşısında tekrarlayan M. Ali Ağca suçsuz Bulgarların tutuklanmasına ve uzun yıllar hapis yatmasına neden olur.

Kitapta anlatılanlara göre 1983 yılında Roma'daki ikinci celseyi izleyen Uğur Mumcu yanındaki İtalyan kadın meslektaşına: "Adam çok akıllı, çıkarlarını korumasını da çok iyi biliyor", der. "Ne söylemesi gerektiğinin de bilincinde..." Aynı davada tanık olarak dinlenen Abdullah Çatlı da: "Eğer bu mahkemede Ağca'nın 'Bulgar tezi'nin doğru olduğunu açıklarsak Almanya bize 200.000 dolar verecek, himayesi altına da alacaktı", diye konuşur.

Kitabın yazarı Valeska von Roques iki yılı aşkın çalışmaları sırasında İtalya ve Vatikan'dan başka Türkiye'den Amerika Birleşik Devletleri'ne birçok ülkede araştırmalar yapmış. "Papa'ya Komplo" kitabıyla perde arkasındakilerin kimler ve amaçlarının ne olduğunu ortaya çıkarmayı başarmış. İtalyan gizli servisi Sismi'nin bir ajanının verdiği bilgiye göre suikastta iki Amerikalı keskin nişancı da görevlendirilmiş. Bu kişilerin görevi, Ağca silahını kaldırdığı anda öldürücü atışı yapmaktı. Ancak son dakikada bu plandan vazgeçilmiş ve keskin nişancılar aynı gün apar topar Amerika'ya dönmüş. O yıllarda görev yapmış bir başka Sismi elemanı da yazarın dikkatini şuna çeker. Fotoğraflarda da görüldüğü gibi Ağca kurşun sıkarken tabancasını 4-5 metre ötedeki Papa'nın başına değil de, aşağı doğru tutmaktadır.

Bu iki olay Papa'nın öldürülmesinden vazgeçilmiş olduğunu, sadece yaralanmasının amaçlandığını kanıtlar. Valeska von Roques'un sayısız tanığa ve zengin belgelere dayanarak kaleme aldığı "Papa'ya Komplo"da anlatılanlar ülkemizi de yakından ilgilendiriyor.

Ağca'nın özgür yaşamı

Bu kitapta Abdi İpekçi cinayeti ile adını ilk kez duyuran Ağca'nın nasıl biri olduğunu yakından izliyor, Türk gladyosunun aktörlerinin Batılı gizli servis örgütlerince nasıl korunduğunu da görüyorsunuz. Kitabında Oral Çelik'e de değinen yazar: "Onun anlattıklarıyla İtalyan yargıç Rosario Priore'nin soruşturmaları sonu ortaya çıkardıkları örtüşüyor", diyor. "Bu nedenle suikastta önemli bir rol oynamış olan Çelik'in açıklamaları çok ilginç kaynak olarak kabul edilmelidir." Vatikan'da Papa'yı öldürme girişiminin ardından tam 42 yıl geçmiş.

Olay günümüzde de gizemini koruyor! Abdi İpekçi cinayeti gibi… Ağca 65 yaşına bastı, 2007'den bu yana Katolik, özgür bir yaşam sürdürüyor... 23 Mart 2023 günü Odatv'ye şöyle konuşmuştu: "Benim cezaevindeki koğuş arkadaşım şu anda medyanın yüzde 50'sinin sahibi". Röportaj Büyükçekmece'de bir villada yapılmış.

13 Mayıs 1981 – 13 Mayıs 2023. Aradan tam 42 yıl geçmiş. Ağca'nın gazeteci Abdi İpekçi'yi öldürmesi, elini kolunu sallayarak hapisten ve Türkiye'den kaçması (!), Papa'yı öldürme girişimi ve sonraki özgür yaşamı tüm gizemini korumayı sürdürüyor. Çok ilginç!

7 Mayıs 2023

10 Mayıs 1933

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 7 Mayıs 2023

Ahmet ARPAD

Yazar Erich Kästner bundan tam 90 yıl önce, 10 Mayıs 1933 akşamı Berlin Opera alanında duruyor. Tam orta yerde dev bir ateş, alevler gecenin karanlığına yükseliyor. Çevresinde toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileriyle gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri yanlarında, olup biteni dikkatle izliyor.

Kästner 'Kitaplar Yakılır mı?' adlı denemesinde o geceyi şöyle anlatıyor: "Binlerce kitap dolu kamyon insanlar arasından geçip yaklaştı. Ateşin çevresindeki öğrenciler ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi öyle duruyordu. Kitapların verilen emirlerle ateşlerde yakılabileceğini şimdi öğreneceklerdi. Binlerce kitap yere döküldü, becerikli eller onları aldı, hızla alevlere savurdu..."

O gece Alman dilini, kültür ve edebiyatını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçıların, düşünür ve sanatçıların yapıtları büyük ateşte yanıyor, kül oluyor! Kitap yakma eylemleri 10 Mayıs'tan sonraki aylarda da sürdü. Hitler Gençliği ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde yüz iki yakma eylemi düzenledi. Almanya'nın yirmi bir üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu.

Kitaplar Silahlardan Daha Güçlüdür

Baskı yönetimleri kitaptan hep korkar, çünkü kitap her türlü silahtan daha güçlüdür. Kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bireye baskı yapan, onu düşüncelerinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak kitap her şeye karşın toplumları etkinlemesini, insanlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanı da (Çeviren: Ahmet Arpad) ateşe atılan Alfred Döblin'in olayların ardından şu söyledikleri çok uyarıcı: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar." 1933 kitap yakmaları Hitler'in aydınları yok etme girişiminde attığı ilk adımdır. Daha 1824'de: "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. 1933'de kitapları yakan Naziler 9 Kasım 1938'de tüm ülkede Yahudi ibadet evlerini, sinangogları da yaktı. O gece 400 insan yangınlarda öldü veya öldürüldü. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş tam 12 yıl sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu. 10 Mayıs 1933 insanlık tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir…"

Hitler seçimlerde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri krallarıyla gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan "Führer"in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklanmıştı.

"Yahudi Ruhu Almanya'yı Tehdit Ediyor"

10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Berlin Opera Alanı'ndan Münih Kral Alanı'na dek. Kitapların yakıldığı kentlerin tümünde üniversite vardı. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit ediyor", diye binlerce insana sesleniyordu. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar gibi uluyordu.

Naziler: "Alman düşün dünyasının çöpü", dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı kitapların yakılmasıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi Gömlekliler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Kültür Cinayetine Onay Veren Aydınlar

Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı.

Çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir", diye yazanlar oldu. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

Stuttgart'taki çalışmaları ağırlıklı 'insan hakları' olan "Die AnStifter" derneği önümüzdeki günlerde değişik toplantı ve okumalarla bizlere 10 Mayıs 1933'de ve sonrasında Hitler diktatörünün Almanya'sında neler olup bittiğini bir kez daha anımsatmaya hazırlanıyor!

30 Nisan 2023

"Kaçmasaydık, çoktan öldürülmüştük"

Cumhuriyet, 30 Nisan 2023

STUTTGART – Ahmet Arpad

Speyer istasyonunda trenden indi. Sağına soluna şöyle bir bakındı ve sonra ürkek adımlarla çıkışa doğru yürüdü. Küçük istasyon binasının önünde bir taksi bekliyordu. Bir an düşündü. Kent merkezine yürüse miydi, yoksa taksiyle mi gitseydi? Hava serin, fakat güneşliydi. Yürümeye karar verdi. Karşı kaldırıma geçti. Sağa doğru gitmesi gerektiğini biliyordu. Büyük bir bahçe içinde kocaman, gösterişli, kırmızı tuğladan tarihi bir bina dikkatini çekti. Demir bahçe kapısında "Villa Ecarius" yazıyordu. Yoluna devam etti ve birkaç sokak sonra sola saptı. Uzaktan büyük katedralin kuleleri görünüyordu. Oraya gidecekti. Annesi, babası ve ablasıyla bu kenti terk ettiklerinde o bir yaşındaydı. Doğmuş olduğu topraklara hiç dönmemişti. Ana babası çoktan yaşamıyordu. Ablasını da beş yıl önce yitirmişti. Doğduğu toprakların hasretine daha çok dayanamamış, tek başına yola koyulmuştu.

"Çoktan Öldürülmüştük"

1939 sonbaharıydı, apar topar, her şeyi geride bırakarak son anda bu kenti terk ettiklerinde. Önce yakın Fransa'ya kapağı atmışlardı. Birkaç ay sonra da İngiltere'ye. İleri yıllarda savaş sürüp gitmişti. Babası anlatmıştı savaş sonrası yıllarda niçin aniden evlerini bırakıp buralara geldiklerini. "Kaçmasaydık", demişti, "bugün yaşamıyorduk, çünkü toplama kampından birinde çoktan öldürülmüştük."

Sağına soluna pek dikkat etmeden, düşüncelerle ve anılarla dolu yürüdü. Bomboş küçük sokaklardan, iki üç katlı daracık evlerin arasından geçti. "Greifengasse" yazıyordu tabelada. Bakışlarını katedralin kulelerinden ayırmadan ağır ağır devam etti yoluna. 'Predigergasse", oradan da geniş, upuzun Maximilian Caddesi. Buraları ablasının anlattıklarından anımsar gibi oldu. O yıllarda Speyer'in bu tek büyük caddesinden atlı arabalar ve tramvaylar geçermiş. Dosdoğru yürüdün mü katedrale çıkılırmış. Az ötede sinagog, köşeyi döndün mü banyo. Ablası "Pfaffengasse" adlı sokaktaki ilkokulun birinci sınıfından ayrılmış... Şimdi koskocaman, devasa katedral karşısında. Durdu. Hiç kıpırdamadan bakışlarını yüksek kapısında, sonsuza tırmanan kulelerinde gezdirdi... İnsanlar gidip geliyor, karıncalar örneği kocaman alanda hareket ediyorlardı. Esther Lieberberg ise hareketsiz öyle duruyordu. Düşündü bir an için, gireyim mi katedrale? Sonra yürüdü, küçük adımlarla kocaman kapıya yaklaştı.

"Ne Değişti Ortaçağ’dan Günümüze?"

Katedralin içi daha da yüceydi. Sütunlar ve kubbeler sonsuza yükseliyordu. 1025 yılında temeli atılan Speyer katedrali 1981’den bu yana Unesco Dünya Mirası dev bir yapı. O, sıraların arasında gezindi. Arka bölüme geçti. Bir an için ürperir gibi oldu. Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü. İsa 'dan önce 6. yüzyılda Yahudiler bugünkü Irak topraklarını terk edip önce Doğu Akdeniz kıyılarına, sonra da Roma döneminde İtalya üzerinden Batı Avrupa'ya göç etmişlerdi. Ren havzasına 4. yüzyılda Romalılar'la geldiklerinde Cermen kavimleri buralarda henüz yoktu. Yahudi tüccarlar Ortadoğu ile Orta Avrupa arasındaki ticaret köprüsünü oluşturmuşlardı. Speyer, Worms ve Mainz Yahudiler'in "kaleleriydi". Yahudi düşmanlığı o çağlarda da kendini göstermişti. 1348-1350 arasındaki büyük veba salgını sırasında "Yahudiler su kaynaklarımızı zehirliyorlar" gibi bir bahaneyle radikal Hıristiyanlar Yahudiler arasında kıyıma girişmişlerdi. Bu düşmanlık hep devam etmiş, 1500'lere girildiğinde Alman kentlerinden kovulmaya başlanmışlardı. 1529'da Speyer sinagogu ellerinden alınmıştı.

Esther Lieberberg, az sonra kendisini Judengasse" denilen sokakta bulduğunda, ne değişti ortaçağdan günümüze, diye düşündü. Yürüdü. Az sonra yerin üç kat altındaki eski banyonun taş basamaklarını ağır ağır inerken çok dalgındı. Her şeye karşın, bir yaşında terk etmiş olduğu doğum yeri kente 84 yıl sonra günübirliğine de olsa döndüğüne pişman değildi.

Hoplaya zıplaya eğleniyorlar

Toplum Gazetesi, Almanya, 30 Nisan 2023

Ahmet ARPAD

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üzerinde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Günümüzün tanınmış bütün şarkıları, ünlü panayır melodileri. Dans edenler hep bir ağızdan katılıyor sahnedeki hoplayan zıplayan güzel sarışına. Garsonlar zor yetiştiriyor masalara bira. Litrelik kadehler havalarda.

Sahneden az ötede başka bir masa. Orada da insanlar coşkuyla ayağa fırlamış. Asyalı turistler. Ellerinde akıllı telefonlar danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalıyorlar. Onların da masaları dizi dizi bira kadehi dolu. Ülkelerinde yapamadıklarını burada yapıyorlar gibi. Dev çadır ayakta, oturan çok az. Kırmızı tişörtlü, mavi blucinli on sarışın İngiliz güzeli de. Başlarında gri keçeden sivri şapkalar. Onlar Asyalı turistlerden daha neşeli, daha oynak, daha kıvrak. Kimi çapkın Alman genci gözlerini ayırmıyor güzellerinden...

Stuttgart 83 yıldır ilkyazın gelişini dev bira bayramıyla kutluyor. Bu şenlik Neckar ırmağının kıyısındaki 25 hektar çayırlık alana yayılan bir panayır.. Orkestralar, şarkıcılar, dönme dolaplar, çarpışan arabalar, macera trenleri, atlıkarıncalar… Üç hafta boyunca ucu bucağı görünmeyen çadırlarda kızartılmış tavuklar, kadeh kadeh biralar…

Orkestra ara veriyor. Dans edenler yerlerine oturuyor. Soğuk biralarına uzanıyorlar. Şakalaşıp konuşmaya başlıyorlar. Biz de karşımızdaki yaşlı çiftle az önce kadeh tokuşturmuştuk. Neşesi yerinde adam konuşmaya başlıyor. Anlatıyor, anlatıyor. Her yıl gelirlermiş Stuttgart'a bira bayramı haftalarında. Güney Afrika'da yaşayan bir Alman. Yetmiş beş yaşına basmış geçenlerde. Müzik yine başlıyor. Saçları kızıla boyalı yaşlı eşi ayağa fırlıyor. Tek başına dans ediyor.

Dışarıda güneş batmak üzere. Yazdan kalma bir gün. İnsanlar akın akın geliyor akşam yemeğine panayıra. Her yer rengârenk. Dönme dolaplar, atlıkarıncalar, salıncaklar, çarpışan otomobiller çocukluğumu anımsatıyor. Onlar hep var, aradan bu kadar yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uyduruyor, ne kadar modernleşirse modernleşsin dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. Bir yerlerden pamuk şeker ve kavrulmuş badem kokuları geliyor.

İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Stuttgart bira bayramına bu yıl bir milyonun üzerinde ziyaretçi bekleniyor. Ülkede geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış, fakat bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar panayır yerine. Boş veriyorlar dünyaya!

Çıkışa doğru yürüyoruz. Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, nostaljik melodiler. Omzuna oturmuş alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor.

23 Nisan 2023

Savaşı durduran şarkı

Toplum Gazetesi, Almanya, 23 Nisan 2023

Ahmet Arpad

Batı Almanya Cumhurbaşkanı Theodor Heuss, 1957 yılında Ankara ve İstanbul'u ziyaret ettiğinde neredeyse benim de elimi sıkacaktı. Dolmabahçe'de motordan indiğinde alandaki karşılayıcılar arasında Alman Lisesi öğrencilerinin de olması doğaldı. Ertesi gün liseye geldiğinde onu daha da yakından görmüştük. Bahçede önümüzden geçerken tam da önümdeki çocuğun yanında durmuş, elini sıkmış ve onunla Almanca kısa bir sohbet etmişti. Yıllar sonra Stuttgart'taki üç katlı, parkı andıran bir bahçe içindeki villasının az ötesinde yaşayacağımı o günlerde düşümde görsem inanmazdım...

Oturma odası, yemek odası, bürosu 1950'li yıllarda Heuss ailesinin kullandığı mobilyalarla olduğu gibi duruyor. Katlardan biri eski cumhurbaşkanının arşivine ayrılmış. Yirminci yüzyıl Almanya'sının politik tarihi belgeleniyor. Theodor Heuss'un özel izniyle 1958'de Almanya'ya gelen Ankara Meslek Enstitüsü mezunu 150 kişi bu ülkeye giren ilk Türk işçileriydi!

Savaşı durduran şarkı

Villanın katlarından biri sürekli değişen sergilere ayrılmış. Bir gidişimde "Lilli Marlene"i sergiliyorlardı. 1915'te Rus cephesine gitmeye hazırlanan asker Hans Leip'ın yazdığı bir şiir Norbert Schultze'nin 1938'deki bestesi, ardından da Bremerhavenli kadın şarkıcı Bunneberg'in (Lale Andersen) repertuvarına almasıyla ünlenir. Ancak dünya çapındaki ününe 1941'de Belgrad'daki Alman asker radyosunun her akşam yayımlamasıyla kavuşur.

"Kışlanın büyük kapısının önünde / Büyük kapının önünde bir fener vardır / İşte orada buluşalım / O fenerin altında buluşalım / Eskiden olduğu gibi Lilli Marlene / Eskiden olduğu gibi Lilli Marlene". Anavatandan binlerce kilometre ötede savaşan Alman askerleri Lale Andersen'in hasret dolu boğuk sesini dinler, her şeyi unutur. Belgrad radyosuna on binlerce mektup yağar. Radyo her akşamki programına saat 21.55'te Lilli Marlene ile başlar! Savaş sürer gider, şarkı ününe ün katar.

Sadece Hitler'in değil, karşı cephedeki "düşman" askerlerine de savaşı, bir an için de olsa unutturur Lilli Marlene. Ünlü yazar John Steinbeck'in dediği gibi "Şarkılar siyasete benzemez, sınırları kolayca aşarlar". Birbirlerini boğazlasın diye cephelere sürülmüş milyonlarca gence her şeyi unutturan bu ezgi birkaç dakika için silahları susturur. O, "savaşı durduran şarkı"dır! "Lilli Marlene"i Alman Lisesi yıllarımda Beyoğlu'nda bir sinemada izlemiştim.

Yoksa bir Ufo mu?

Theodor Heuss evinden çıkıp villalar arasından ormana doğru ilerlerken, bir başka ünlünün, Ferdinand Porsche ailesinin evinin önünden geçiyoruz. Hitler'in, "Düşük maliyetli bir ‘halk' otomobili yap!" emri üzerine Porsche "kaplumbağa"yı yaratmıştı. Sonraki yıllarda Alman Nasyonal Sosyalist partisine ve SS'ye üye olmuş, Hitler'e askeri araç da üretmişti. Savaştan sonra tutuklanmış, fakat kimse kılına bile dokunamamıştı. Hitler ondan yararlanmıştı.

Savaşın ardından Batı Almanya'yı kurduranlara da gerekliydi Porsche! Şimdi önünden geçtiğim villayı 1923 de inşa eden Stuttgartlı mimar Paul Bonatz'dı. Almanya‘da bir çok projenin altında imzası olan Bonatz, Hitler yönetimiyle arası açılınca 1943'de Türkiye'ye yerleşmişti. Başarılı çalışmalarını ülkemizde de sürdürmüştü. Türkiye'deki en önemli görevlerinden biri Anıtkabir jürisinin başkanlığını yapmış olmasıdır.

Theodor Heuss evinin komşusu Porsche villası uzun yıllardır Porsche Konukevi. Stuttgart'taki fabrika her yıl rekora koşuyor. İçinde değerli ve ilginç otomobilleri barındıran Porsche müzesi fütürist bir yapı. Havada duran bir gemi mi, yoksa bir Ufo mu?


16 Nisan 2023

Çamurdan Golem yaratan haham

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 16 Nisan 2023

Ahmet Arpad

Gösterişsiz bir mezar taşı. Üzerinde yazanlar okunamıyor. İbranice. Az ötede taşları süslü olanlar var. Çiçeklerle, yapraklarla, değişik motiflerle bezenmişler. Dreyfuss ve Levi... Bir alt sıradakilerde süslemeler artıyor. Yazıların sağında solunda dua eden eller; kabartma kartallar... Bir başkasında Levi kabilesinin insanlarının yeğlediği ibrik motifi. Mezar taşları gittikçe büyüyor.

Rothschild ve Landauer... Süsler artıyor. Taşlardan birini nedense sünnet bıçakları süslüyor. Bu mezarlığa ilk gömü 1802 yılında yapılmış, son gömü de 1943'te. Stuttgart'ın güneyinde, Konstanz Gölü'ne uzanan yol üzerinde eski bir yerleşim merkezi olan Buttenhausen'da 18. yüzyıldan başlayarak Hıristiyanlarla Yahudiler, Hitler denen o diktatör "Führer" gelip de toplumun üzerine çöreklenene kadar barış içinde, ortak bir yaşam sürdürmüş. Şirin ovanın iki yamacına kurulu mahallelerinde yaşayıp durmuşlar.

Bir yamaçta kilise, diğer yamaçta sinagog. Yahudiler ticaretle uğraşırken diğerleri toprağı işlemişler. Sonra 20. yüzyılın ülkeye getirdiği sanayileşme Yahudi gençlerini yavaş yavaş büyük kentlere göçe zorlamış. Köy yaşlılara kalmış. Buttenhausen Mezarlığı'na 1943 yılından sonra hiç kimse gömülmemiş. Oralı Yahudilerin ölümleri başka topraklarda olmuş!

Göçle azalan nüfus…

Savaşın ardından yöreye yerleşen Walter Otto, Buttenhausen ve insanlarının geçmişini kendine görev edinir. O olmasaydı, günümüzde yörenin iki yüzyıllık Yahudi tarihi çoktan unutulur giderdi. Otto boş zamanlarında inatla araştırır, yıllarını bu göreve harcar. Büyük bir emek sonucu, bir zamanlar burada yaşamış insanların nerelere göç etmiş olduğunu bulur, okyanus ötesindeki çocuklarına, torunlarına ve onların çocuklarına ulaşır. Sonra kendini mezarlığın restorasyonuna verir. Devlet desteğinin yanı sıra bağışlarla 399 taş elden geçer. Heidelberg Üniversitesi'yle Stuttgart'taki politik eğitim merkezini de arkasına alarak Buttenhausen Yahudilerinin yaşamını anlatan küçük bir müze oluşturur. Stuttgart‘taki Politik Eğitim Merkezi‘nde bölüm şefi olan, eski tanış Sibylle Thelen'in anlattığına göre Baden-Württemberg eyaletinde Naziler öncesinde 30 bin Yahudi yaşarken günümüzde, savaşın bitiminden 76 yıl geçmesine karşın, sayıları ancak 10 bin civarında. Eyalet hükümeti Yahudi cemaati ile imzaladığı bir sözleşmeyle toplam 143 tarihi mezarlığın bakımını üstlenmiş! Tarihi kayın ağaçlarının gölgesinde uzanan Buttenhausen Mezarlığı'nı geride bırakıp yamaçları yemyeşil Lauter Ovası'nda güneye doğru ilerliyoruz. Tarihi manastırıyla ünlü Zwiefalten'e dek Lauter Çayı bize eşlik ediyor. Buradan gaza basan isterse bir saatte güneye, Konstanz Gölü kıyısındaki şirin Lindau'ya varır, isterse yeşilin yeşili tepeleri aşarak kuzeye, Stuttgart'a döner.

Çamurdan Golem yaratan haham

Almanya'nın komşu ülkelerinde de ilginç Yahudi mezarlıkları var. Bunlardan biri de Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı. Franz Kafka burada yatıyor. Az ötede eski, yeni sinagoglar ve altı yüzyıllık bir Yahudi mezarlığı da görülmeye değer. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste.

Prag kentinin ortasından akan Moldau Nehri'nin çamurundan bir Golem yarattığı iddia edilen haham Löw de Yahudi Mezarlığı’nda yatıyor. Efsanelerde ruhu olmayan, düşük zekalı, genelde kilden veya topraktan oluşturulan varlığa Golem denir. Bir büyücü tarafından yaratılmış olduğuna inanılır. Efendisine belli bir süre hizmet eder. Yahudi folklorunda canlı heykel veya tasvir anlamına gelir. Haham Löw onu yarattıktan bir süre sonra Golem çıldırıp her şeyi yıkmaya ve insanlara zarar vermeye başlayınca alnındaki tüm harfleri silmişler ve onu parçalara ayırmışlar. Bu parçaları Prag'daki Altneu sinagogunun altına, kapısı mühürlü bir odaya gizledikleri söyleniyor. Eski-yeni sinagogun temellerine karıştırılmış olduğunu anlatanlar da var.

9 Nisan 2023

Bahara Adım Adım...

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 9 Nisan 2023

Ahmet ARPAD

Merdiven dik. Basamaklar gökyüzünün sonsuzluğunda. Aşağıda durmuş düşünüyorum. Çıkmam gerek bu merdiveni. Ağır ağır, diyorum kendi kendime. İlk basamaklar kolay. Çekindiğim kadar değilmiş. Sağda bir üzüm bağı yükseliyor. Kütükler yeşermeye başlamış. Aşağıda kentin evleri küçülüyor. Az sonra yavaşlıyorum. Durup derin bir nefes alıyorum. Hızlı çıkmış olacağım.

Başımın üzerinde gökyüzü. Yeşil yapraklı dallar arasından maviliği görünüyor. İnsan: "Kış sona erdi, ilkyaz geldi", diye düşünürken pek sevinemiyor. Çünkü havalar bir türlü doğru dürüst ısınamıyor. Bir açıyor, bir kapıyor, bir serin, bir sıcak. Fakat her şeye karşın ilkyaz kapıda değil, içerde. Doğa yeşermekte, yeniden doğmakta.

Yukarılarda yaşlı bir adam duruyor, bastonuna dayanmış. Kamburu çıkmış Derin bir nefes daha alıp yoluma devam ediyorum. Biraz daha ağır. Aceleye gerek yok, diye mırıldanıyorum. Adam başını çeviriyor, aşağıdan gelen bana bakıyor. Yaklaşıyorum. "Merhaba," diyorum. Gülümsüyor: "Bu basamakları ağır ağır, dinlene dinlene çıkacaksın," diye konuşuyor. Duruyorum. "Çoğu gitti, azı kaldı," diyor. "Arkanıza bir dönün, aşağılara bakın."

Basamakların başladığı caddede insanlar, otomobiller ne kadar küçük. Ağaçlar arasında kentin villaları, evler, yamaçları, üzüm bağları, karşılarda ormanlar, televizyon kulesi.
"Ben haftada birkaç kez bu basamakları çıkarım," derken gurur duymuyor değil. "Yukarıdaki parkın yollarında gezinir, Stuttgart'ı tepeden seyrederim." Konuşacak birini bulduğu için mutlu olmalı, diyorum kendi kendime. Evi nerede? Eşi var mı, yoksa tek başına mı yaşıyor? Olabilir. Haftada birkaç kez bu eziyete katlandığına göre zamanı çok.

"İlk kez mi buralara geliyorsunuz?" diye soruyor. Başımı sallıyorum. "Stuttgart'ın en güzel merdivenlerinden biridir bu. Eugen alanına çıkan ya da Wagenburg tünelinin yanından yükselen merdivenleri de görmelisiniz." Yaşlı adam başını aşağıdaki kente çeviriyor. "Stuttgart'ta dört yüzün üzerinde merdiven olduğunu biliyor muydunuz?" diye mırıldanıyor. Yamaçlara ve tepelere kurulmuş kentte çok merdiven olduğunu biliyordum. Fakat dört yüzün üzerinde? Bunu ilk kez duyuyordum. Gökyüzünde bulutlar beliriyor.

Yamaçlar, Villalar, Merdivenler

Stuttgart konumuyla ovayı yamaç ve tepelere bağlayan, çoğu 13. yüzyıldan kalma merdivenleriyle Almanya'da eşi olmayan bir kent. 19. yüzyıla dek yamaçlara ektikleri üzümden yaptıkları değişik şaraplarla geçimlerini sağlayan Stuttgart halkı ovadan bağlara çıkmak için dar taş merdivenler yapmış. Kimi dar, kimi geniş ve gösterişli. Kentlinin yaşamını, toplam uzunlukları yaklaşık otuz kilometreyi bulan yedi asırlık bu merdivenler olmadan düşünmek mümkün değil. Yılan gibi kıvrılan merdivenler insana İtalya'nın dağ kasabalarını anımsatıyor!

Yamaçlardaki küçük evlerde ve villalarda oturanlar kente inip çıkmak için bu merdivenleri severek kullanıyor. Ne de olsa özel otomobiliyle veya tramvayla, otobüsle kente gidip gelmek yürümekten daha çok zaman alıyor. Kimi merdivenler güzel havalarda açan kır kahvelerinin yanından geçiyor. Buralarda biraz nefeslenmek hiç de fena olmuyor.

Stuttgart'ın bence en ünlü dondurmacısı Pinguin, merdivenlerin başladığı Eugens Alanı'nda. Hafta sonlarında önünden kuyruklar eksik olmuyor. Dondurmasını alan az ötedeki, 1890 yılında Kraliçe Olga'nın Stuttgart'a armağan ettiği anıtımsı Galatea çeşmesinin çevresinde toplananların arasına karışıyor. Leziz İtalyan dondurmasını yalıyor, ovanın ve karşı yamaçların güzel manzarasına dalıyor. 1974 – 1996 yılları arasında Stuttgart'ın belediye başkanlığını yapmış olan, damadı Türk, Manfred Rommel şakayı seven birisiydi. Merdivenler üzerine şu söyledikleri gülümsetici: "İnsan bu merdivenleri inip çıkarken belki biraz yorulur, ancak kesinlikle otomobil altında kalmaz!"

Kamburu çıkmış adam 'allahaısmarladık' demeden yoluna devam ediyor. Aniden kara bir kurt köpeği beliriyor. Önce bana sokuluyor. Sonra yaşlı adamın yanına gidip bastonunu kokluyor. Genç bir kadın koşar adım merdivenleri iniyor. Köpeğine sesleniyor. Hayvan bastonu koklamayı bırakıp yoluna devam ediyor. Arada bir ağaç gövdelerini koklayarak genç kadının peşinden gidiyor. Az sonra aşağılardalar. İkisi de küçücük.

2 Nisan 2023

"Yaşamak İçin Hep Nefes Alacaksın"

Toplum Gazetesi/Almanya, 2 Nisan 2023

Kulesi dünyanın en yükseği. Tam 162 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Gücünüz varsa. Fakat çıktığınıza değiyor, hava açık ve berrak oldu mu tâ Alpler'e kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor.Temeli 1377'de atılmış Ulm Katedrali'nin. Devasa kapısından içeri girip de, başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz. Katedralin çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna'ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor.

Birçok tarihi Alman kentinde olduğu gibi, Ulm'da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Cafè'ler, lokantalar masaları çıkarmış dışarı. İnsanlar ilkyazın ılık havasında mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor...

Balıkçılar mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde otel ve lokanta olarak kullanılan Eğik Ev yedi yüz yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın.

Gizem Dolu Yaratıklar

Ulm'a her gelişiminde dev katedralin kapısından içeri girmeden edemiyorum. Kubbelerinin yüksekliği, yüzlerce irili ufaklı rengârenk pencereden içeri giren altın sarısı güneş ışınlarının aydınlattığı sonsuz mekan insanı büyüleyen. Katedralin bir köşesindeki Besserer şapeli ise sanki bir resimli kitap! Çoğu 1390'dan kalma tarihi pencerelerde rengin her çeşidi var. Dünyanın yaratılışından mahşer gününe kadar insanoğlu camlarda. Büyüleyici bir film karşınızda. Gezinirken insan nereye bakacağını şaşırıyor. Duvarlar, sütunlar ve sayısız kubbe irili ufaklı motiflerle, karmarışık fresklerle bezenmiş. Mihrabın az ötesindeki koro yerinin duvarlarını meşeden oyulmuş figürler kaplıyor. Gizem dolu, ne olduğu bilinmeyen yaratıklar, cinler, ortaçağ düşlemlerini yansıtan tuhaflıklarla dolu motifler, borazan çalan melekler, Sen Piyer, mahşer günü, ölüler, günahkârları cehenneme süren şeytanlar ve zavallı insanların ruhlarına dualar eden Meryem Ana.

Günaha Girmekten Kurtuluyorum!

Biraz ötede, yüksek duvarın dibinde, büyükçe bir masada yüzlerce mum yanıyor. Yanlarında duran kısa boylu, daha doğrusu küçüğün küçüğü yaşlı bir kadın mumlara oynar gibi dokunuyor, sönmüşlerini eline alıp sepetine atıyor, mumların üzerinde durduğu kumları küçük parmaklarıyla şöyle bir karıştırıyor, düzeltiyor, masanın bir kenarına yeni mumlar bırakıyor. Yanına sokuluyorum. Amacım, fark ettirmeden çok yaşlı olduğu belli olan kadının, yüzlerce mumun aleviyle aydınlanmış yüzünü fotoğraflamak.

Kadın, geldiğimi sezmiş olacak birden başını çevirip bana bakıyor. "Mum yakmak ister miydiniz?" diye soruyor. Bir an duruyorum, sonra İslam Hukuku profesörlerimizin kilisede mum yakmanın Müslümanlar'a yasak olduğunu açıkladığı haberi bereket versin aklıma geliyor da o gün günaha girmekten kurtuluyorum!

Yaşlı kadın nereden geldiğimi soruyor, nereli olduğumu bilmek istiyor. Sohbete başlıyoruz. Adı Ruth, 78 yaşında. Dul. katedralde görevli, sağın solun tozunu alıyor, mumları yeniliyor, her gün 5-6 saatini burada geçiriyor. İşi bittikten sonra evine gitmiyor, yakındaki yaşlılar yurduna uğruyor, mutfakta çalışanlara yardımcı oluyor, engelli yaşlıların sökük, yırtık giysilerini tamir ediyor. Eve akşama doğru dönüyor.

"Nasıl olsa bekleyen yok", diyor gülümsemeye çalışarak. "Soğuk aylarda Paulus Kilisesi'nde fakirlere yemek çıkar." Orada da mutfakta bulaşık yıkıyor. "Benim yaşamım hep buralarda geçti. Eşim 22 yıl önce öldü. Kiliseler benim yaşam amacım. Onlar nefes aldığım yerler. Yaşamak için hep nefes alacaksın!"