1 Aralık 2024

Denizler silah çöplüğü

Cumhuriyet, 1 Aralık 2024

Stuttgart – Ahmet Arpad

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü!

Geçen ay bir gazetede okumuştum, Kuzey Denizi'yle Baltık Denizi'nin dibinde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra atılmış 1.6 milyon ton cephane yatıyormuş. Konuyu biraz araştırırken kadın yönetmen Frido Essen'in "Denizde Bombalar" adlı belgesel filmine rastladım. Essen, denizlerde her an patlamaya hazır bombalarla kimyasal silahların yattığını anlatıyor. Almanya'nın bu denizlere tam 1500 kilometre kıyısı var. Sadece geçen yıl 20 milyon insan, dibi dev bir silah deposunu andıran suların kıyılarında tatil yapmış. Altlarında bombalar, top mermileri, mayınlar ve torpidolar...

SİLAHLARIN ZEHRİ

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü! Silahların çoğu Kiel, Lübeck ve Rostock önlerinde denizin dibinde. Uzmanların açıklamalarına göre bu silahlar bir yük trenine doldurulmak istense 2 bin 300 kilometre uzunluğunda bir tren gerekirmiş!

Yaklaşık 80 yıldır orada çürüyen İkinci Dünya Savaşı'nın silahlarından yayılan sayısız zararlı madde sulara karışıyor. Kiel Üniversitesi uzmanları, son yıllarda yangın bombalarıyla değişik cephanelerdeki fosforu, TNT ve arseniği pisi balıklarında ve midyelerde tespit ettiler. Silahların zehri deniz ürünleri aracılığı ile insanlara bulaşıyor. Yetkili makamlar sorumluluğu onlarca yıldır birbirlerine atıyor. Ne de olsa "Dörtlerin" denizin dibine yığdığı Hitler'in bombalarını çıkarıp imha etmek milyarlarca Avro'ya mal olacak.

Kısa süre önce telefonlaştığım Dresdenli bir tanışım, "Uzmanlar en çok Rostock kıyılarını araştırıyor, sonra da buldukları bombaları çıkarıyorlar" dedi. "Tatile gittiğimiz o kumsallarda gezinirken dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü yangın bombalarından kopan ve kıyıya vuran fosfor parçaları kehribarı andırıyor, yanılıp da eline alanın derisi kaslara kadar yanıyor!" Alman Federal Meclisi bütçe encümeni bir süre önce Kuzey ve Baltık denizlerinin altında yatan bombalarla kimyasal silahların çok iyi araştırılması için 100 milyon Avro'yu onayladı.

PATLAMAMIŞ BOMBALAR

İngiliz ve Amerikan uçakları savaşın son yıllarında Almanya'nın üzerine yüz binlerce bomba yağdırmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın bombaları sadece suların altında değil, Alman topraklarının altında da sayısız patlamamış uçak bombasının yattığı bilinen bir gerçek. Nerede oldukları belirsiz, arada bir rastlantı sonucu ortaya çıkıyorlar. Alman kentlerindeki inşaatlarda da patlamamış bombalar bulunuyor. Hemen imha ekibi çağrılıyor, çukurun bir kilometreye yakın çevresindeki tüm yerleşimler boşaltılıyor. Evlerde, okullarda, hastanelerde, işyerlerinde tek insan kalmıyor! Trenler, uçaklar duruyor. Binlerce insan 3-4 saatliğine başka yere "göç ediyor"!

Resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında müttefikler yaklaşık 1 milyon 900 bin ton bombayı Almanya'nın üzerine atmış. Yetkili makamlar bunlardan yüzde 10'unun hâlâ patlamadan toprağın altında yattığını açıklıyor.

Salzburg'da bir kış akşamı

Aydınlık Avrupa, 01.12.2024

SALZBURG düşle gerçek karışımı bir kent, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyülüyor. Ünlü yazar Stefan Zweig (28 Kasım 1881 – 22 Şubat 1942) Salzach kıyısında en verimli ve en mutlu yıllarını geçirmişti.

Irmağa uzanan loş ve dar sokakların Arnavut kaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, loden paltolarına bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kenti Salzburg'da akşam oluyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları ışıl ışıl, vitrinler rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar insan dolu. Bu şirin Salzach kentini hiç boş göremezsiniz. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen küf yeşili kubbelerde, kıpkırmızı kiremitli sivri damların gün batışının son kızılı. Şirin kent renk değiştiriyor. Dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş banklarda oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyor. Birden karanlık iniyor tarihi kente, yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor alanlarda, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, Salzach kıyılarında...

Düşle gerçek karışımı, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyüleyen Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Bu yıl tam 172 etkinliğe ev sahipliği yaptı. Büyük katedralin önünde sahnelenen "Jedermann" oyunu ile açılıyor festival. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

ZWEİG SALZBURG YILLARINDA DORUĞA TIRMANMIŞTI

Stefan Zweig'ın 17 yıl yaşadığı kenttir de Salzburg. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar
onun en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Orada doruğa tırmanmıştı. En güzel eserlerini, kente ve ırmağa yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villasında yazmıştı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmişti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss'la villasında saatler, günler geçirmişti...

"Sanatla mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden'in üzerinden yükselen tepede oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

YAZAR OLARAK ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim", diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli! Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Avrupalı Zweig bir Avusturyalı idi. O, modern dünya vatandaşıydı. Politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünürdü. İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Meydanı" romanının (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugün de hep güncel. Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, pastanelerden ışık sızıyor. Tarihi binaların altındaki dar pasajların birbirine bağladığı sokaklar ıssız. Dükkânlar çoktan kapanmış, Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Otel Sacher'in terasından karşı tepeler, ışıklar içinde orta çağ kalesi Hohensalzburg...

24 Kasım 2024

'Onur, özgürlük, anavatan'

 Avrupa Aydınlık, 24 Kasım 2024

Stuttgart - Ahmet Arpad

Stuttgart'ın tutucu üniversite öğrenci dernekleri Untertürkheim semtinde yıllık toplantılarını yapıyor. Almanya'da üniversite öğrencilerinin 19. yüzyılın başlarında (Halle kentinde 1814'te) kurduğu ve ömür boyu üye kaldığı bu derneklerin sayısı binin üzerinde. Toplam 157 bin üyeleri var! Hemen hemen tümü de erkek. Bu derneklerin içinde yüz kırkı sadece tutucu değil, aşırı sağcı da... Onların üye sayısı 20 bin.

İşte Stuttgart'ta bir araya gelip üç gün boyunca geleceklerini tartışanlar da bu gibiler. Altı yüze yakın karşıt görüşlü genç üniversiteli toplantı salonunun önünde nümayiş yapıyor. İki grubun birbirine girmemesi için iki yüz kadar polis de motosikletleri, su sıkma araçları, atları ve köpekleriyle salonu koruma altına almış. Adolf Hitler'in 9 Kasım 1923 günü hükümeti devirmek amacıyla Münih'te düzenlediği başarısız darbede başrolü oynamış olan tutucu öğrenci derneklerinin içinde o yıllarda NSDAP sempatizanı çok üye vardı. Bunlardan ikisi, Hitler'e çok yakın üyelerden, ilerde SS komutanlığına getirilen Himmler (Apollo Münih) ile Treblinka ölüm kampının komutanı olan Eberl (Germania İnnsbruck) idi. Bu dernekler Nazi döneminde üye sayılarını kimi kentte ikiye katlamıştı. Günümüzde çoğu dernek, geçmişte de olduğu gibi yabancı üniversite öğrencilerini üye olarak aralarına almıyor. Çünkü onların kapıları sadece ‘saf kan' Alman gençlerine açık.

ÖĞRENCİ YURTLARI TUZAK

Gençleri kendi ideolojilerine çekmek için en güzel tuzak da kurdukları öğrenci yurtları. Bilindiği gibi her yıl öğretim yılının başında on binlerce yeni öğrenci kalacak bir yer arıyor. Onlar ya ailelerinin yanında kalmak ya özel odalar kiralamak ya da bu gibi derneklerin yurtlarına sığınmak zorunda. Tanışımız olan Hırvatistanlı bir aile kısa süre öncesine kadar böyle bir öğrenci yurdunda görev yapmıştı. Karı-koca binanın ve odaların temizliğinden, tüm alışverişe kadar çok şeyden sorumluydu.

Tanış anlatmıştı: "Buradaki ağabeyler acemi öğrenciye hemen kucak açıyor. Rahat bir yaşamı olsun, ortama alışsın diye çok çaba gösteriyor." Genç öğrenci iki sömestr sonra - tabii işlerine yarayan biri ise - aralarına alınırmış. Önemli olan bu kişinin saygı, namus ve şeref gibi idealleri kabullenmesi... İkinci yılın sonunda, dördüncü sömestrin ardından, işe yarayan (!) bu öğrenci kesin kabul görüyor. Çünkü o artık düzenin tüm kurallarını benimsemiştir, derneğin bir üyesidir. Ve bu üyeliği ömür boyudur! Stuttgart'ın yamaçlarındaki kimi tarihi, paha biçilmez değerde villayla, apartman bu derneklerin malı. Her yıl sadece üye aidatlarından 200 bin avro bir araya geliyor. Bu derneklerin, varlıklı yaşlı üyelerin parasal desteği olmadan ayakta duramayacağı da biliniyor.

Stuttgart - Untertürkeim'da toplantının yapıldığı salona değil girmek, yakınına bile sokulmak olanak dışı. Sıkı bir polis korumasında aşırı sağ görüşlü tutucu öğrenciler! Ara sokaklara toplanmış genç karşıtları ellerindeki bayrak ve afişleri sallıyor, bağırıp çağırıyor, müzik yapan bir grubun çaldığı müziğe ayak uyduruyorlar.

Tüm Almanya'da sloganları "Onur, özgürlük, anavatan" olan, ülkedeki yabancılardan pek hoşlanmadıkları bilinen aşırı sağcıların toplandığı Sängerhalle salonuna uzanan yolun başındaki tabelada "Türkenstrasse" yazıyor...

17 Kasım 2024

"Bunlar ölüme gidiyor!"

 Cumhuriyet, 17 Kasım 2024

STUTTGART - AHMET ARPD

Günlerden Cuma. Heidelberg'den dönüyoruz. Az önce yağmur başladı. Hava kararmak üzere. Stuttgart yönüne uzanan otoban dolu. Yanımda oturan yaşlı Rudi uzun yıllar Brezilya'da yaşadıktan sonra emekliliği geldiği için ülkesine döneli daha bir ay olmamış. Bugün havanın güzelliğinden yararlanıp Neckar akarsuyu kıyısından Heidelberg'e uzanmış, şirin kentin tarihi sokaklarını ve kalesini gezmiştik. Bütün gün gülen, çenesi hiç durmayan neşeli Rudi nedense Heidelberg'den yola çıkalı sus pustu.

Az sonra da dayanamadım, sordum: "Ne oldu, canını sıkan bir şey mi var?" Hemen yanıt vermedi. Suratına baktım. Başını salladı: "Şu otobanın haline baksana", dedi. "Bu havada deliler gibi araç süren şu insanlar seni rahatsız etmiyor mu?" Kapkara alçak bulutlar neredeyse başımıza değecek. Üç şeritli otobanda ayağını gazdan çeken yok. İşten çıkanlar, evlerine dönenler, hafta sonu tatiline gidenler kelle koltukta gaza basıyor. Yağmur kimsenin umurunda değil. Ben de farkında olmadan kendimi onlara uydurmuşum.

Sağ şeritte peş peşe uzun araçlar, kamyonlar kervanı. Aralarına düşen bir daha kendini zor kurtarır. Bizim gibi orta şeritte gidenler saatte ortalama 130 km yapanlar. Sağdan soldan fışkıran kirli yağmur sularının arasından önümüzü görmeye çalıyorum. Solumdan geçenleri gözümün ucuyla şöyle bir seçiyorum. Mercedes'ler, BMW'ler, Porsche'ler... Sürücüleri otobanların Formula 1 sürücüleri! Yanılıp da şeritlerine geçmeye filan kalkışmayın. Yandınız. Bu "kahramanlar" otobana çıkar çıkmaz gaz pedalına sonuna kadar basar, saatte 200 kilometre hıza ulaşırlar. Uzunları yakar söndürür, arka tamponunuza yapışırlar.

Aşırı hıza hapis cezası

"Bunlar ölüme gidiyor", diye Rudi tıslar gibi konuştu. "Brezilya'da da otobanlar var, fakat saatte 100-120 kilometreden fazla hız yapanı göremezsin." Aynı anda az önümüzde sağdan giden uzun araç sinyal verip çabucak şerit değiştiriyor. Aramızdaki mesafe şimdi taş çatlasa 20 metre. Korna, reflektörler! Hollanda plakalı aracın şoförü benimle alay eder gibi havalı kornasına basıyor. Hafifçe frene basıp şerit değiştiriyorum. Yanından giderken bana bir korna daha. Az sonra yine orta şeritteyim. Arkamdaki kamyonun yanıp sönen uzun yol farları dikiz aynasında gözümü alıyor. Yavaşlıyorum. Sanki benden başka bütün sürücüler telaş içinde bir yere yetişmek derdinde. Karısı çocuk mu doğurmuş, evinde yangın mı çıkmış, randevusunu kaçırırsa kızı onu terk mi edecek? Belki de bu otobanda bir yarış düzenlenmiş, fakat benim haberim yok? İsviçre‘de aşırı hız yapanları artık hapis bekliyor, Danimarka'da otomobillerine el konuyor ve açık arttırmayla satılıyor!

Az sonra Heilbronn/ Würzburg sapağından Stuttgart yönüne uzanan dört şeritli otobana girdiğimizde yağmur sanki bıçakla kesilmiş gibi duruveriyor. Batmaya hazırlanan güneş alçak bulutların arasından kendini son bir kez gösteriyor. Bu otobanda trafik daha da yoğun. Frankfurt, Nürnberg ve Würzburg'dan gelip Güney Almanya'ya, İsviçre'ye gitmek isteyenler dört şeride yayılmış. Biraz sonra da uzun rampada birbirini sollayan kamyonlar ilk iki şeride el koyuyor.

"Ben daha fazla bu işkenceye dayanamayacağım", diye inler gibi konuşuyor Rudi. "Haydi seni Monrepos sarayındaki lokantaya akşam yemeğine davet ediyorum." Direksiyonu sağa kırıyorum. Ludwigsburg çıkışından kendimizi dışarı atıyoruz. Az sonra buzlu duble İskoç'larımızı yudumlarken keyfimiz yine yerine geliyor.


10 Kasım 2024

9 Kasım, Almanya'nın yazgısı

10 Kasım 2024

Ahmet Arpad

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Adolf Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu. İtalya ve İspanya'da insanlar Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi.

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman Kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de General Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır!

YASALARI ÇİĞNEYEN BAKAN

Ancak suçun işlendiği Bavyera Eyaleti'nin Adalet Bakanı Franz Gürtner geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz da aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır..." 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım 1938'de 'yakma emrini' verir!

TÜRKİYE'DE ATATÜRK, ALMANYA'DA HİTLER

O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır. Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Almanya, Avusturya ve Sudetenland'da toplam 267 sinagog yangınlarla yerle bir olur. SS'ler aynı gece yaklaşık 30 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2024, Almanya'da Kayser'in ihtilalle tahttan inmesinin ve monarşinin sonunun 106. yılı, Hitler'in darbe girişiminin 101. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 86. yılı...

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu! İtalya ve İspanya diktatörler Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi...

3 Kasım 2024

"İkinci vatanım Türkiye"

Cumhuriyet, 03.11.2024

STUTTGART – AHMET ARPAD


Bu sözler değerli insan, Türk dostu Edzard Reuter'in. O'nu 27 Ekim günü yitirdik. 96 yaşındaydı. Dostluğumuz çok gerilere gidiyordu. 1997'ye. Stuttgarter Zeitung benden 'Almanlarla Türkler arasında uyum" üzerine bir makale istemişti.

Almanya'nın 1990'da Doğu Almanya ile birleşmesinin ardından iki toplum arasındaki ortak yaşam ve yabancıların uyumu zora girmişti. Almanya'nın 1990 yılında 62 milyon olan nüfusu iki ülkenin birleşmesiyle bir günde 80 milyona çıkıvermişti! İşte o günler topluma kimi güçlükler getirmişti. Bunlardan biri de otuz yıldır uyum içinde sürüp giden Alman-Türk ortak yaşamının karşısına engellerin çıkmasıydı. 7 Mayıs 1997'de Stuttgarter Zeitung'a yazdığım yarım sayfalık makalenin konusu uyum ve ona giden sağlam yollardı! Edzard Reuter'le o güne dek hiç görüşmemiştik. Yazımı okuduktan aramıştı. Bir akşam yemeğinde buluştuk. Eşi Helga'yla gelmişti. Bir yıl önce Berlin'de 'Helga ve Edzard Reuter Vakfı'nı kurmuşlardı. Vakıflarının hedefi değişik ırklardan, dinlerden ve kültürlerden gelen insanların barış içinde ortak bir yaşam sürdürmesiydi!

Türklerin topluma uyumu

Tabaklarda İskender Kebabı, kadehlerde Yakut vardı! Önden mezeyi de unutmamıştık. Sohbetimiz bir gün önce gazetede çıkan yazımın konusu ve üzerine eğildiğim sorunlardı. Keyifli geçen o akşam yemeğinin sonunda getirdiğim öneriye sıcak bakmıştı. Kuracağımız bir 'kültür köprüsü' aracılığı ile iki toplumu bir araya getirecektik! 1964 yılında işe başlamış olduğu Daimler-Benz'de doruğa çıkan ve 1987'den 1995'e kadar da dünya devinin CEO'su olarak görev yapan Edzard Reuter görüşmemizin hemen ardından kolları sıvamıştı. Sayısız ortak girişimlerimiz olumlu sonuçlar almış, kafamızdan geçenler bereketli topraklara düşmüş, tohum tutmuştu. "Stuttgart Türk-Alman Forumu" 1999 yılında kurulmuştu. https://www.dtf-stuttgart.de/artikel/hakk%C4%B1m%C4%B1zda

Kısa süre önce büyük bir törenle 25. yılını kutladık. Almanya'da benzeri yok! Forum kendini şöyle tanıtıyor: ''Hedefimiz Almanlarla Almanya'da yaşayan Türklerin kültürel çerçevede bir araya gelmelerini ve ortak çalışmaların oluşumunu desteklemektir. Geliştirdiği eğitim projeleri ve kültürel programlarıyla Forum, bu ülkeye özgün çabalarıyla yerleşmiş Türklerin topluma uyumuna destek vermektedir."

Özgürlük kaçınılmaz koşul

Baba Ernst Reuter 1934 yılında Hitler'den kaçıp Türkiye'ye sığınan 130 bilim ve kültür adamından biriydi. Onun ve ailesinin Türkiye ilgisi 1946'da vatanlarına dönmelerine karşın hep sürmüştü. Reuter o günlerde şöyle konuşmuştu: "Özgürlüğün, demokrasinin ve hoşgörünün insancıl bir toplum için ilk ve kaçınılmaz bir koşul olduğu, her zaman için böyle kalacağı gerçeğini de ödün vermeden kabullenmeliyiz." Bu bilinci oğlu Edzard'a da aşılamıştı. 1997 yılında tanışmamızın ardından bir başka sohbetimizde de şunları söylemişti: "Anadolu'nun yüzyıllara dayalı gelenekleri, deneyimleri ve kültürleri, barış içinde birlikte yaşayan bir halklar topluluğunun gelişmesine katkıda bulunabilirdi. Babamın, Atatürk ve ondan sonra göreve gelenlerin, Türkiye'yi, devletleri özgürlükçü demokrasinin temellerine dayanan uluslar topluluğu yoluna sokmak için g
österdiği şaşmaz kararlılıktan etkilendiğini çok iyi hatırlıyorum."

"Türkiye benim ikinci vatanım"

"Türkiye benim ikinci vatanım", diyen Edzard Reuter, en zor dönemlerde Türkiye'nin birçok Alman'a kucak açtığını söylüyordu. Türkiye ile Almanya arasında sıkı dostluk ilişkileri bulunduğunu ve bu ilişkilerin kararlı bir biçimde sürdürülmesi gerektiğinin de altını çiziyordu. "Yabancıya karşı açık olacaksın, onu itmeyeceksin, ona 'hoş geldin' diyeceksin. Ben bunu Türkiye yıllarımda öğrendim."

Hitler Almanya'sından kaçarak "modern çağın ilk beyin göçünü" yaratan ve Atatürk'ün davetiyle gelen bilim adamlarından biri olan babası Ernst Reuter'in de "İkinci Vatan" olarak adlandırdığı Atatürk Türkiye'si ona ve dostlarına çok olanak tanımıştı. Değerli bilim adamı ve politikacı Reuter ülkemizden ayrıldıktan sonra da kitap ve yazılarında Türkiye'den hep "memleketim, memleketimiz" diye söz etmişti. Oğul Edzard'da şöyle anlatıyordu: "Babamın o günlerde birçok Alman bilim adamı gibi Amerika Birleşik Devletleri yerine Türkiye'yi yeğlemiş olmasının önemli nedenlerinden biri, Atatürk Türkiye'sinde kendilerini iyi bir geleceğin beklemiş olacağına inanmalarıydı. Burada daha özgür çalışarak kendilerini daha iyi kanıtlayabileceklerine emindiler." Atatürk'ün modern bir Türkiye yaratma düşünün gerçekleşmesinde, Nazi Almanya'sından kaçıp Türkiye'ye gelen her bilim adam gibi Ernst Reuter'in de o yıllarda ülkemize çok büyük ve kalıcı katkısı olmuştu.

17 Haziran 1953, halk ayaklanması

Gazeteci Burhan Arpad 18 Haziran 1953 günü Salzburg Festivali'nden Berlin Festivali'ne gitmek için Münih'ten bindiği PAN AM uçağında Batı Berlin Başkanı Belediye Başkanı Ernst Reuter'le yanyana oturur. Bu bir rastlantıdır! Bir gün önce, 17 Haziran 1953'de, savaş sonrası kurulan yeni Almanya'nın tarihinde önemli iz bırakacak bir olay yaşanmıştır. Berlin'de bir milyonun üzerinde insanın katıldığı özgürlük ve demokrasi nümayişi kısa sürede bir ayaklanmaya dönüşmüş ve Sovyet tankları tarafından acımasızca bastırılmıştır. En az 50 insanın öldürüldüğü, 15 bin insanın tutuklandığı 17 Haziran günü Berlin'de olmayan Ernst Reuter ertesi gün uçaktan inerken arkasında Burhan Arpad durmaktadır. "Merdivenin ucunda yaklaşık 200 gazeteci bekliyordu", diye anlatmıştı ilerde. Ernst Reuter onu ertesi gün makamına davet eder. Bir gün sonra da Vatan Gazetesi tüm birinci sayfasını Arpad'ın röportajına ayırır. Oğlu Edzard'ı tanıdıktan sonra İstanbul Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi'nde bulduğum o sayfa bugün Berlin'deki Ernst Reuter Vakfı'nın arşivinde duruyor

Hocaefendi Almanya'da hep koruma altındaydı!

STUTTGART
AHMET ARPAD


Yıl 2002. Stuttgartlı Gülen'e yakınlığı ile tanınan dershane yöneticisine sormuştum: "Niçin ısrarla 'Ben Fethullahçı değilim' diyorsunuz? Fethullah Gülen'e niçin karşısınız?" Yanıt kısa olmuştu: "Ben Gülen adından rahatsızlık duyuyorum." Bir soru daha: "Hoca Efendi sizi niçin rahatsız ediyor?" Yanıt yine kısaydı: "Bizim Gülen'le ilgimiz yok. O siyaset yapıyor." Sıkıştırmıştık: "Fethullah Hoca üzerine ne düşünüyorsunuz?" Son yanıt: "Türkiye bağlantılı bir konu olduğu için görüş bildiremeyeceğim. Bizim amacımız Almanya'daki Türk ve yabancı gençlere eğitim vermek."

O günlerde din baronunun peşinden gitmeye başlayanlar Almanya gibi liberal bir ülkede kök salmasalardı şaşırmak gerekirdi. Kimler miydi bu çıkarcı yardakçılar? Çoğu 1990'lı yıllarda Alman vatandaşlığına geçmiş işadamları, akademisyenler, üniversite öğrencileri, dini bütünlerdi! Kısa süre önce Nurcu hareketinden ayrılmışlar, Türkiye'den 1992 yılında Stuttgart'a yollanan Halil Şimşek hocanın çevresinde toplanıp yola koyulmuşlardı. Bu hocayı Gülen hareketinin ikinci adamı Nurettin Veren'in tanımasını, Necip Hablemitoğlu'nun Gülen raporunda adının geçmesini hiç umursamamışlardı. İlk işleri hep birlikte öğrenci dernekleri kurup dershaneler açmak olmuştu. O günlerde kendilerine: "Siz Hocaefendi'nin müritlerisiniz!" diyenlere kızmışlardı. Hatta gazetecilere, araştırmacılara davalar açıp gözlerini korkutmuşlardı. "Niçin?" diye soranlara hep: "Gülen siyaset yapıyor, adından rahatsız oluyoruz", yanıtını vermişlerdi. Birkaç yıl sonra da dershaneleri yavaş yavaş özel okullara çevirmeye başlamışlardı. Bu girişimde de Almanya'da ilk adımı Stuttgart'daki Hocaefendiciler atmıştı! Halil Şimşek Hoca Hizmet görevlerini ilerki yıllarda İspanya ve İsviçre'de de sürdürüp 2006'de tekrar Almanya'ya dönmüştü. Gittiği ülkelerde o resmi makamların kayıtlarında ‘Zaman gazetesinin muhabiriydi'!

‘Ağabeyler' ve 'Ablalar'

1990'lı yılların sonunda üniversiteye giden Türk gençlerinin yaşadığı 'ışık evleri' açılmıştı. Sayıları bir ara üç yüze yaklaşmıştı. Çoğu da tabii yaklaşık 200 bin Türk'ün yaşadığı Berlin'deydi. Baden-Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi'nin 2014 yılında uzmanlardan aldığı bilgilerle hazırladığı rapora göre, ülke genelinde Gülen Cemaati'ne yakınlığıyla bilinen 24 okul, yaklaşık 300 dernek ve 150 okul derslerine yardımcı kurs vardı. İdeolojilerine yakın olanları ‘ağabeyler' ve ‘ablalar' akşam sohbet toplantılarında ve ortak gezilerde yanlarına çekiyordu.

Geçmiş yıllarda olduğu gibi bugün de cemaatten doyurucu bilgi almak pek kolay değil. Ya sorularınıza hiç yanıt vermiyorlar ya da "niçin soruyorsunuz?" dedikten sonra kısa bir yanıtla geçiştiriyorlar. Gülen'i Almanlara her fırsatta "Türk İslam bilimcisi" diye lanse eden cemaatçilerin 2014'de kurduğu Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın internet sitesi 'diyalog, tolerans, karşılıklı anlayış, düşünce ve din özgürlüğü, demokrasi, barış, kadın ve erkek eşitliği' gibi güzel sözcüklerle dolu. Vakfın açılış törenine yolladığı ve Zaman Gazetesi'nde yayınlanan mektubunda Hocaefendi şöyle diyordu: "…Hakiki insan bir muhabbet adamıdır. O herkese ve her şeye şefkatle yaklaşır. Çocukları geleceğin tomurcukları gibi okşar ve koklar. Gençlere yüksek hedefler göstererek onlara ideal insan olmalarını salıklar. Yaşlıları en içten bir saygı ve hürmetle onore eder. Herkese karşı mutlaka bir diyalog yolu araştırır ve engin vicdanında her insana bir yer ayrılır."

Gülenci kuruluşların danışma kurullarına aldıkları, konferanslara çağırdıkları bilim adamları, politikacılar, gazeteciler, profesörler vardı. Alman medyasında çıkan Gülen hareketini eleştiren sayısız haberi, makaleyi, değişik TV kanallarının Gülen olayına eleştirisel eğilmesini, verilen soru önergelerini bu 'uzman danışmanlar' - birkaçı dışında - pek ciddiye almadı. Görüşlerini sorduklarımız hareketin çalışmalarını onayladıklarını söyleyip görevlerine devam ettiler! Almanya'nın ünlü bir üniversitesinde ders veren bir profesörün: "Gülen hareketinin yaptığı 'Säkulare Prophetie' (dünyevi kehanet)" açıklaması çok ilginçti! O zaman Hocaefendi de 'dünyevi kahin' mi oluyordu?

"Mafya Babası"

Özellikle Gülen hareketine sürekli eleştiriler yöneten ünlü Der Spiegel dergisinin Türkiye ve cemaat deneyimli yazarı Maxmilian Popp, Hareket'in Almanya'da İslami öğeleri ağırlıklı bir Türk milliyetçiliğine yöneldiğinin üzerine basmıştı. Yaşamının üç yılını Türkiye'de geçirmiş, Bilgi Üniversitesi'nde uluslararası hukuk ve politika üzerine öğrenim görmüş olan Popp 2012'de Der Spiegel'de yayınladığı "Mayfa Babası" başlıklı 4 sayfalık yazısıyla cemaati öfkelendirdiği gibi birçok Alman okurun da gözünü açmıştı.

O günden bugüne cemaat ve Hocaefendi Alman medyasının ilgi odağı olmuştu. Hemen hemen hepsi de eleştirisel yazıların, haberlerin, filmlerin, radyo röportajlarının uzun süre ardı arkası kesilmemişti. Gazeteciler okullarının, dershanelerinin, derneklerinin, öğrenci yurtlarının kapılarını çalmışlar, ancak sorularına ender doyurucu yanıtlar almışlardı. Almanya'nın ünlü gazetelerinden Frankfurter Allgemeine hareketin ileri gelenlerinden Ercan Karakoyun'a yönettiği: "Alman polisine Gülenci Türk asıllı polislerin sızdığı iddiası var, ne diyorsunuz?" sorusuna yanıt alamamıştı. Aralık 2013 olaylarının ardından Diyalog ve Eğitim Vakfı‘nın başkanı olan Karakoyun'a Stuttgart'taki bir toplantıda: "Bir süre önce Türk basını Abdullah Aymaz'ın Hocaefendi'nin yerine geçeceğini yazmıştı", dediğimde "Hayır, yok öyle bir şey!" diye karşı çıkmıştı. Toplantıdaki konuşmasında da sık sık diyalogdan, toleranstan, karşılıklı anlayıştan, düşünce ve din özgürlüğünden, demokrasiden, barıştan, kadın ve erkek eşitliğinden söz etmişti. Toplantıya katılmış olan türbanlılar arka sıralarda oturuyordu!

2013'de Erdoğan'la Gülen'in arasına giren ‘karakedi' Alman medyasının biraz olsun gözünü açmış gibiydi. Cemaati eleştiren yazılara daha sık rastlanmaya başlamıştı. Berlin'de Sol Parti, Stuttgart'ta Hıristiyan Demokratlar (CDU) verdikleri soru önergeleriyle dikkatleri Hareket'e çekmişti. Çoğunluk sınırsız şeffaflık talep ediyordu! O günlerde görüştüğüm bazı yerel politikacılar "konunun üzerine sürekli gideceğiz" demişti. Kuzey Ren Vestfalya İçişleri Bakanı Ralf Jaeger yaptığı açıklamayla Erdoğan'la Gülen arasında yaşanan depreme dikkatleri çekmişti. Onun hemen ardından Ren-Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Roger Lewentz, Federal İçişleri Bakanı'ndan Gülen hareketinin tüm Almanya çapında çalışmalarının izlemeye alınmasını talep etmişti. Yine aynı günlerde Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü yaptığı bir açıklamayla, Gülen'in görüşlerinin inanç özgürlüğü ve özgür demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmadığını ve yakın gelecekteki çalışmalarında bu konuya ağırlık vereceğini belirtmiş, Fethullah Gülen'in geçmişte Almanya'da dağıtılan bazı yayınlarında "özgürlükçü demokratik düzenle çelişki içinde" olduğuna da dikkatleri çekmişti.

Girişken genç iş adamları!

Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü'nün Eyalet Meclisi'ne bir "Gülen Hareketi raporu" sunması beklenirken Fethullah Gülen'i sevdiklerini söyleyenlerin Stuttgart'ta 2012'de yeni inşa ettiği okul binasının açılış törenine katılım üst düzeyde olmuştu. Eyalet Başbakanı Kretschmann, büyükkent belediye başkanı Schuster, İstanbullu meslektaşı Kadir Topbaş ve Hakan Şükür bu törenin şeref misafirleriydi! Eyalet meclisinden her renkte milletvekili de salondaydı! Gülensever'lere 2004'te açtıkları okul küçük gelmeye başlayınca belediyenin gösterdiği araziye daha büyüğünü kondurmuşlardı. Gazeteler: "İnşaata 26 milyon Avro harcandı" diye yazmıştı ertesi gün. Son 7-8 yıl içinde Almanya'da iyice palazlanmışlardı. Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kısa sürede kendilerine çekmişler, onlara sahip çıkmışlardı! Her renkten Alman politikacıyı kısa sürede "zararsız Müslüman" ve "girişken genç iş adamları" olduklarına inandırmışlardı.

Gülen hareketini ve ideolojisini Almanya'da tanıtmak için iki binli yıllarda çaba gösterenlerin başında gelenlerden biri kabul edilen, onursal başkanlığını Gülen'in yaptığı Berlin FİD derneğinin başkanı Ercan Karakoyun'un: "Gülen hareketi Almanya için bir şanstır!" açıklaması çok anlamlı ve düşündürücüydü! 2012 yılında Diyalog ve Eğitim Vakfı'nı da (https://de.wikipedia.org/wiki/Stiftung_Dialog_und_Bildung) kuran Ercan Karakoyun'un o günlerde: "Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz, düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor", diyenlere olan yakınlığı da sır değildi! Yıllarca inatla: "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz?" diye sorana, "Gülen adından rahatsız oluyoruz, çünkü o siyaset yapıyor", demişlerdi. Sonra bir gün gelmiş, aynı kişiler ona "hayran" olduklarını itiraf etmişlerdi. Çünkü onlar atlarıyla Üsküdar'ı çoktan geçmişti, artık çekinecek bir şeyleri kalmamıştı. Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı yüzde 90 civarında... Eğitim bilimcilerinin sürekli: "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı kökenli öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli" demesi hiçbir işe yaramamıştı.

Ülkeyi yönetenlerin bir yandan: "Türkler uyum sağlamakta zorluk çekiyor", demesi, diğer yandan da çocukları ve ailelerini Gülencilerin kucağına atmasına bir anlam vermek kolay değil!

"Hem siz hem de biz kazandık…"

Gülenseverler'in Stuttgart'taki yeni okulunun 2012'de açılışını yapan eyalet başbakanı Kretschmann:"Bu okuldan geleceği parlak öğrencilerin yetişeceğine inanıyorum", diye konuşurken o yılların Stuttgart Belediye Başkanı Schuster: "Eğitim konsepti çocukların uyumunu kolaylaştıran bu okul girişiminiz için tebrik ederim. Hem siz hem de biz kazandık…" demişti. Okulun açılışına özel uçakla gelen o yılların İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da konuşmasında Mevlânâ'nın bazı sözlerine değinmişti. İşte o konuşmadan kimi bölümler: "...Bu okul büyük bir fedakârlığın sembolü, uyumun en önemli temel taşlarından biridir... Tertemiz çocukları geleceğe hazırlamalı... Onlar güzel ellerde hazırlanırsa bütün topluma kazandırılır..." Topbaş aynı gün Millî Görüş sorumluları ve ‘Gülensever' işadamlarıyla da görüşmüş, akşam Stuttgart Belediye Başkanı Schuster'in veda toplantısına katılmış ve aynı özel uçakla geç saatlerde İstanbul'a dönmüştü. AKP millet vekili Hakan Şükür de okulun sponsorlarıyla bir araya gelmişti. Toplantı basına kapalıydı... Okulun açılışının ardından görüştüğümüz Hristiyan Demokrat Parti'nin deneyimli bir politikacısı şu açıklamayı yapmıştı: "Almanya'da Gülen Hareketi şeffaf olmadığından şüpheler oluştuğu için örgütlenmesinin iç yapısını, finansmanını ve hedefini daha açık ortaya dökmek zorundadır", demişti, fakat bu güzel sözleri partisi umursamamıştı.

2004 yılında kurulduğunda adı BİL olan okulun 16 Temmuz 2016 olaylarının ardından adını değiştirdiler ve (nedense?) 18. yüzyılda yaşamış olan Alman yazar ve filozof Gotthold Ephraim Lessing'in adını verdiler! 2011-2016 arasında Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı olarak görev yapmış olan Bilkay Öney (SPD) BİL Okulu'nu "Fethullah Gülen hareketine yakın bir kuruluş", diyerek ziyaret etmeye hep karşı çıkmıştı. Bu davranışı nedeniyle de eyalet meclisinde eleştirilerle karşılaşmıştı!

Para musluğunu iyice açtılar

O günlerde para musluğunu iyice açan Almanyalı Hocaefendiciler'e aralarının hep iyi olduğu yerel politikacılar, belediyeler karışmamıştı. Eğitim müdürlerinin, yüzde doksan Türk çocuklarının devam ettiği okullar için: "Alman toplumuna uyumlarına engel" demesi bir işe yaramamıştı. Çoğu kentte bu okullara ve dershanelere harcanan paralar orta halli iş adamlarının (!) kurduğu dernekler üzerinden akmıştı. Bu yöntemi de ilk uygulayanlar yine Stuttgart'takiler olmuştu. Hatta o kadar becerikli çıkmışlardı ki, Hristiyan Demokrat eyalet başbakanını, kent belediye meclisini bile yaptıklarının yararlı olduğuna çabucak inandırmışlardı. Önce Başbakan Oettinger'le buluşmuşlar, elini sıkmışlar, adama hediyeler vermişler, karısının vakfına da 3 bin Avro bağışlamışlardı. Hemen ardından da kısa süre önce Stuttgart'ta yaşama geçirmiş oldukları, kendi açıklamalarına göre de ekonomi, politika ve toplum arasında aracılık yapan SELF adlı kuruluşun üç yıl sürecek ‘uyum projesi‘ne Stuttgart Belediyesi'nin 700 bin Avro vermesini eyalet başbakanının da desteğiyle becermişlerdi! Bu projeye göre iş bulmakta güçlük çeken Türk gençleri Hocaefendici'lerin şirketlerinde pratisyen olarak çalışacak, derneğin abileri de onlara yardımcı olacaktı... O günlerde SELF'in bu projesine kaç şirketin katıldığını gazeteci olarak sorduğum kuruluş sorumlusu bana yanıt vermemiş, ısrar edince de öfkelenmişti!

"Gülen bizim için şans"

Aynı süreçte Freiburg'daki Hristiyanlık üzerine çıkardığı kitaplarla tanınan Herder Yayınevi Fethullah Gülen'in ve yandaşlarının kaleme almış olduğu dört kitabı da yayınlamıştı! 2010 yılında Baden-Württemberg eyaletinin ‘Dinler ve Kültürlerarası Diyalog‘ sorumlusu görevine getirilen Dr. Michael Blume Almanya'nın değişik kentlerindeki Gülen etkinliklerine katılıp konuşmalar yapmış, cemaat için de: "Fethullah Gülen hareketi bizim için bir şans!" görüşüyle Hocaefendi'nin karşıtlarının tepkilerini üzerine çekmişti. O yıllarda köşe yazılarının çıktığı Zaman gazetesindeki şu açıklaması da ilginçti: "Fethullah Gülen'i İslam aleminde çok önemli bir fikir adamı olarak görüyorum. Eğitimi teşvik ediyor. Gülen, modernizmle dinin bir arada yürütülebileceğini gösteriyor. Eğitimi, aile yapısını, diyalogu, hoşgörüyü ve farklı toplumlarla barış içinde yaşamayı teşvik ediyor. Bir din bilimci olarak fikirlerini beğeniyorum."

Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın başkanı Ercan Karakoyun, Westdeutscher Rundfunk'a geçen hafta, 21 Ekim'de yaptığı açıklamada, cemaatin Almanya'daki faaliyetlerini Gülen'in ölümünden sonra da sürdüreceğini söyledi. Bakalım ne olacak? Cemaat'in yurtdışı sorumlusu kim olacak, Gülenseverler'i kim yönlendirecek, geride kalan ‘sermayeyi' kim yönetecek? Bir sorumlu mu yoksa birkaç sorumlu mu olacak? Her şey uyum içinde devam mı edecek yoksa kısa süre sonra birbirlerine mi girecekler?

27 Ekim 2024

Din Kardeşleri Cemaati

Aydınlık Avrupa, 27 Ekim 2024 

Ahmet Arpad

Güz geldi. Günlerden pazar, Stuttgart yakınlarındaki Korntal'da yaşayan tanışlarımızın bahçesinde öğle yemeğine davetliyiz. Hanımlar tarihi kestanenin altına büyük masayı kurarlarken ben biraz gezinmek istiyorum. Az ötede Korntal'ın güzel, bakımlı bir mezarlığı var. Hermann Hesse'Hindisnin babasıyla kız kardeşleri burada yatıyor. Mezar taşları tekdüze. Alçak, gri ya da kara taştan. Hepsi de eğik, arkaya doğru. Üzerlerindeki yazılar gökyüzüne bakıyor. Saat on bire geliyor. Sokaklar bomboş. Uzun yıllar Korntal lisesinin müdürlüğünü yapmış tanış ilginç şeyler anlatıyor: "Burada yaşayanların çoğu Din Kardeşleri cemaati üyesidir", diyor. "Bu cemaati 1819 yılında Protestan kilisesinden ayrılan Gottlieb Hoffmann kurmuş. Kendisine inanan 70 aileyle Korntal'da 300 hektar araziyi satın alıp yerleşmişler." Giderek güçlenen bu cemaatin üyeleri İsa'nın ve onun dininin buyruklarına uygun yaşayan Piyetistler. Kimi dinbilimcilerine göre Katolikler için Roma neyse, Piyetistler için de Korntal o. Ancak son on yıldır cemaat çok zor durumda.

BİNLERCE ÇOCUĞUN KÖLE YAŞAMI

2013 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı, 1950 ile 1980 yılları arasında cemaatin okullarına devam eden binlerce çocuk köle yaşamı sürmüş, yüzlercesi cinsel tacize uğramış ve bugüne dek de hiç kimse ağzını açmamış, bilenler hep susmuş. Bundan yaklaşık on yıl önce onlardan yüz ellisi ağızlarını açtı, olup bitenleri anlattı. Sorumlular utanılacak bu olayları ilk günlerde yine samanaltı etmeye çalıştılar, fakat sonra çeşitli çevrelerden baskılar gelince, ardından da 408 sayfalık bir uzmanlar araştırması yayınlanınca geçmişteki çoğu şeyi kabullendiler, henüz hayatta olan ‘kurbanlar'dan özür dilediler, tazminat ödeyeceklerine söz verdiler. Aradan geçen yıllara karşın dosya henüz kapanmadı. Sanki her şey sürüncemede. Geçen ay Almanya'da gösterime giren "Korntal'ın Çocukları" adlı bir film cemaatin yurdunda yaşamış çocukların acılarla dolu yaşamını anlatıyor. O günlerin çocukları günümüzün yaşlıları! 1950 ile 1980 arasında orada eziyet çekmişler. Hristiyan bir ortamda olup bitmiş her şey. Çok başarılı araştırılmış film bir belge niteliğinde. Bakalım Korntal cemaatinin suskunluğu artık sona erecek mi?

ONLAR GÖZE BATMAYAN İNSANLAR

Az sonra büyük bir alana çıkıyoruz. Eski ve heybetli iki yapı hemen dikkati çekiyor. Tanışın söylediğine göre sağdakinde dinsel törenler, soldakinde toplantılar yapılıyor. İçeri giriyoruz. Her yer bir tuhaf. Mobilyalar, duvarlardaki resimler, perdeler, dolaşan insanların giyimleri... Zaman burada sanki 50 yıl önce durmuş. Her şey konserve olmuş. Tanış az sonra içimin sıkıldığını fark ediyor. "Haydi çıkalım", diyor. Dışarıda rahat bir nefes alıyorum. Bu arada büyük ayin salonunun kapıları açılıyor. İnsanlar akın akın çıkıyor. Suskunlar, dudaklarında mutlu bir gülümseme var. Görünümleri tekdüze. Giyimleri pastel renklerde, pahalı değil.

Dinsel törenden çıkanlar, öğle yemeğinden önce büyük alanda gruplar oluşturup aralarında sohbete dalıyorlar. Tanış sabırla anlatmaya devam ediyor: "Her önüne gelen Hristiyanı aralarına almıyorlar. Zihniyet değişimi geçirmiş, kutsal ruhun değiştirdiği, yeniden doğuşu yaşamış, yepyeni insan olmuşlar cemaate üye kabul ediliyor."

Günlük yaşamlarını İsa'nın buyruklarına göre düzenliyorlar. Onlar sokakta göze batmayan, silik görünümlü insanlar. Kadının sözü pek geçmiyor. Toplumda etki alanları geniş, çünkü çoğu işveren, avukat, doktor, mimar. Tümü de varlıklı. Cemaatin mal mülküne herkes ortak. Çevredeki büyük araziler onların. Aileler çok çocuklu. Cemaat her zaman olduğu gibi bugün de çocuklar ve gençlere yönelik projelere ağırlık veriyor. İnternet siteleri etkinliklerle dolu. "Altın Gençlik" Din Kardeşleri cemaati için çok önemli.

Hindistan'da uzun yıllar misyonerlik yapmış olan baba Hesse'nin yattığı mezarlık cemaatin. Ölüler beyaz tabutlarda gömülüyor. "Kurucuları Hoffmann'ın oğlu Christoph'un 19. yüzyılın ortalarında Templer kolonisini kurduğu İsrail'le araları hep iyi" diye anlatıyor tanış. "Başka ülkelerde de şubeleri var. Kuzey İtalya'da, Kanada'da, Afganistan'da, Kamerun'da, Güney Almanya'da..." Sayısız misyonerlik kuruluşu ile ortak çalışıyorlar. Bunlardan biri de yıllarca önce İstanbul'a din kitapları sergileyen gemiyi yollayan, Türkiye'de misyonerlik çalışmaları yaptığı bilinen Operation Mobilisation! İnternet sitelerinde 2023 depremine de büyük yer ayırmışlar. O günlerde Türkiye'ye gelmişler. "Depremde büyük yaralar alan insanlar İsa'ya inananların aracılığı ile O‘nun sevgisine eriştiler!" diye yazıyor sitelerinde.

Korntal'deki Din Kardeşleri cemaatinde 1950-1980 arası yaşanan ve filme konu olan çirkin olaylar hukuksal açıdan zaman aşımına uğramış! Ancak böyle bir dosya hiçbir zaman kapanmayacaktır! Dava açmak isteyenlere 5 bin Avro ile 20 bin avro arası değişik ödemeler yapılmış!

Artık eve dönmeli. Tarihi kestanenin altında öğle yemeği bizi bekliyor.

13 Ekim 2024

'Kara tren gelmez m'ola...'

Aydınlık Avrupa, 13 Ekim 2024

Ahmet Arpad

...düdüğünü çalmaz m'ola / Gurbet ele yar yolladım, mektubumu almaz m'ola.


Biri ötekinden şişman. Adam açık pencereden dışarıya bakıyor. Yanımızdan ağır ağır geçen doğayı seyrediyor. Dudaklarında sürekli bir gülümseme. Çok mutlu gibi. Evler, yemyeşil yamaçlar ve otlayan ineklerle koyunlar. Bir şeyler söyleyip gülüyor. Karşısında oturan kadın ise doğa ile pek ilgilenmiyor. Elindeki boyalı gazozu yudumluyor, arada sırada adama yanıt veriyor. İki şişman dört kişilik yere zor sığmış.

Hava ılık. Artık güz geldi. Pencerelerden giren esinti ferahlatıyor. Bir sıra ötede yaşlı bir karı koca oturuyor. Kadın yetmişinde, adam seksenine merdiven dayamış. İkisi de uzunca boylu, şık ve az da cakalı. Tatile gelmiş Hamburglular olabilirler. Daha çok adam konuşuyor. Çocukluğunda, bombalanacak diye trene binmekten korktuğunu anlatıyor. Kadın suskun, dışarısını seyrediyor. Bizim kompartımanda başkası yok. Yandaki ise dolu. Orta yaşlı insanlar, el kol hareketleri ile heyecanlı bir şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Ne dedikleri duyulmuyor. Dolu kompartıman sessiz. Çünkü o "konuşanlar" dilsiz...

ÖKÜZLER TRENE ŞÖYLE BİR BAKIYOR

Kara tren oflaya puflaya tırmanıyor tepeye, giderek yavaşlıyor. Zorlanıyor. Bacasından kara dumanlar çıkıyor, ardından beyaz. Masmavi gökyüzü renkleniyor. Fotoğraf çekenler pencerelerden sarkıyor bellerine kadar. Makinist düdüğe asılıyor. Kara trenin çığlığı yamaçlara, ötelerdeki ovalara uzanıyor. Öküzler trene şöyle bir bakıyor, kimisi ürküp kaçıyor... Az sonra Maselheim istasyonuna giriyoruz. Birkaç dakika mola. İnen yok, gençten birkaç kişi biniyor. Makinist ile yardımcısı aşağı atlayıp lokomotifin çevresinde şöyle bir dönüyorlar. Warthausen'den buraya 50 dakikada gelmiş, 300 metreden 600 metreye çıkmıştık. Dokuz vagonlu tren şimdi inişe geçiyor. Son istasyon tarihi manastırıyla ünlü Ochsenhausen. Seksen yıllık 99 716 numaralı lokomotif 400 beygir gücünde, 42 ton ağırlığında. Raylar dar, sadece 75 santim, en yüksek hız saatte 20 kilometre!

1899'da Kral II. Wilhelm döneminde Warthausen ile Ochenhausen arasında inşa edilen demiryolunda kara tren 1964'e kadar köylüleri, işçileri, öğrencileri bıkıp usanmadan taşıyıp durmuş. "Öchsle" yirmi yıldır bir "müze tren". Geçen pazar bu yılın son seferlerini yaptı.

Buharlı tren seven gönüllülerin 1983'te kurduğu dernek (www.oechsle-bahn.de ) o günden bugüne sürekli çok başarılı çalışıyor.


İnek pazarının güzelleri...

Cumhuriyet, 13.10.2024 

Zürih, Ahmet Arpad

Zürih Gölü'nün yamaçlarında, Schindeleggi'de geleneksel inek pazarı var. Bugün 2024 güzeli (!) seçilecek. Görücüye çıkmış inekler bir ila altı yaş arasında. Yarışmaya 300 kadar sağmal inek gelmiş. Bir dizi sığır da var.

İnekler sürü sürü. Yüzlerce. Tümü de aynı renk. Kahverenginin değişik tonlarında. Yaş gruplarına ayrılmışlar, yan yana, sıra sıra öyle duruyorlar. Çoğu sakin, arada sırada biri canı sıkkın esniyor, bir başkası sesini yükseltiyor. Heyecanlı insanlar, inekler arasında acele acele koşuşturuyor. Yanında durdukları ineğin sağına soluna bakıyorlar, şöyle bir okşuyorlar başını, boynunu, göbeğini. Dokunuyorlar memelerine. Süt dolu memeler çok önemli.

Zürih Gölü'nün yamaçlarında, Schindeleggi'de geleneksel inek pazarı var. Bugün 2024 güzeli (!) seçilecek. Görücüye çıkmış inekler bir ila altı yaş arasında. Yarışmaya 300 kadar sağmal inek gelmiş. Bir dizi sığır da var. Onlar damızlık, sadece öyle gelmişler, gösteriş için. Az ötede, yamacın üstünde kocaman beyaz çadırda köylüler kafayı bulmuş. Dışarıda inekler güzellik yarışması heyecanı yaşarken sahipleri müzik eşliğinde bira kadehlerini ardı ardına tokuşturup boşaltıyor.

İNSANI COŞTURAN OPERETLER

Aynı günün akşamı, Hombrechtikon'daki tiyatroda da insanların keyfi yerinde. Onlar "Yarasa" operetiyle (Johann Strauss II) coşuyor. Sahneden sıçrayan kıvılcım herkesi çoktan tutuşturmuş. Seyircilerle sanatçılar bütünleşmiş. Melodiler, şarkılar salondan dışarı taşıyor. Şarap, kadın ve şarkı! Strauss'un çeşitli operetlerinde kullandığı bütün dans türleri bu operette de var. Vals, polka, mazurka, kadril danslarıyla izleyici keyiflenip iyice coşuyor. Rengârenk kostümler, dans eden neşeli insanlar, kahkahalar... Hombrechtikon'daki bu salonda daha önceki yıllarda "Şen Dul" (Franz Lehar) ve "Çingene Baron" (Johann Strauss) operetleriyle de keyiflenmiştik. Az sonra perde sonsuz alkışlarla iniyor. Kimse eve gitmek istemiyor, şarkılar, danslar sürüp gitsin istiyor!

HER ŞEY SANKİ BİR FİLM


Az sonra Rapperswil'deki kıyı lokantasında şaraplarımızı yudumlarken o gün yaşadıklarımız bir film gibi gözümüzün önünden geçiyor. Öğleden önce tanışlarla inek pazarında biraz gezinmiş, ardından Horgen'den Rapperswil'e güzel gemi turu yapmış, erken akşam yemeğinin ardından "Yarasa"nın şarkılarıyla, melodileriyle düşlere dalmıştık. Şimdi uzun gün sona ererken keyfimiz yerinde. Serin göl havalı rahat bir gece uykusu ne güzel olacak. Pencerelerden ötelerde ışıl ışıl Zürih kenti. Şirin Küsnacht. Tina Turner'ın yaşamının son 26 yılını geçirdiği sevgili küçük kasabası. Yüksek sosyetenin, para baronlarının Alp Dağları manzaralı villaları, yalıları...