12 Aralık 1988

1940 kuşağının verimli kalemi Burhan Arpad

12 Aralık 1988, Cumhuriyet

Kendi 'doğrularının izinde

Burhan Arpad : „Bizim 1940 neslinin bir özelliği vardır. Çoğu ya memur, ya taşrada öğretmen, ya Sait Faik gibi işsiz güçsüzdü... Genç yazarlardan birkaçını okudum. Yabancı yazarların etkisi altında kalmışlar, onlara benziyorlar. Hiçbir şey söylemiyorlar. Dünya görüşleri de biçimden öteye geçmiyor."

ALPAY KABACALI

"Kafka, Türkiye'ye Fransa üzerinden geldi. İkinci Dünya Savaşı sonlarında Fransa'da ün kazanmaya, etkin olmaya başlayınca Fransızca bilen arkadalarca Türkçeye çevrildi."
Karşılıklı oturalı beş dakika bile olmamış. Ben ilk sorumu yöneltmeye hazırlanırken Burhan Arpad, Kafka'ya kadar uzanmış. Teybin düğmesine bastım. O, konuşmasını sürdürdü:
"Kafka'nın kitaplarının bugün övüle övüle bitirilemeyen tekdüze dünyası, bir toplumsal gerçekten yola çıkıyor; ilerlemiş bir kapitalizm içinde daraşmalık bir bürokrat havası veriyordu. Var olan bir toplumu, kafasında hayaller kurarak yeniden yaratır Kafka; sağlıksız bir dünyası vardır. Türkiye'de hemen kabul edildi... lonesco da öyle oldu, o da Fransa'dan geldi... Böyle bir eğilim var. Batı ülkeleri herhangi bir yazarı benimseyince, o yazar bizde de tutuluyor."


Bu yazarların İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransası'nda geçerlik bulmasını, Fransa'nın o dönemdeki ikilemiyle açıklıyor Burhan Arpad:

"Burjuvazisi parlak zamanlar yaşamış, burjuva kültürünü doruğuna ulaştırmış 'Büyük Fransa' geride kalmıştı. Bu kadar kültürlü bir toplum, kendi burjuva düzeninin ortadan kalktığını, yeni bir dünyanın silah ya da ordu gücüyle Budapeşte'ye kadar dayandığını görüyor. İşte o koşullar, 'anti-liyatro', 'absürde' (uyumsuz) tiyatro gibi arayışları, gerçeküstücülüğü öne çıkarıyor. Bunlar Fransa için benzeri toplum ve kültür düzeninde ülkeler için olağan. Tam 'tahlil'ini sosyologlar yapsın..."
 

Gelelim 1940'lar Türkiye'sine. Burhan Arpad'a göre o yıllarda, bütün ekonomik yoksunluklara karşın, sağlıklı bir toplum yapımız vardı. Edebiyat alanına girenler bir "ara nesil" dendi; Meşrutiyetken Cumhuriyet'e geçiş çağını yaşamıştı bu kuşak... Sonra, "Cumhuriyet'in onuncu yıl şenliklerinin çoşkusu... Orkestralar, operalar... Havai fişekler, fener alayları... Şarkılar sokaklarda... Yepyeni bir toplum... Ben de bu kutlama törenlerini görmüş, o heyecanı duymuşumdur."
 

İşte o ortam içerisinde, sonradan "1940 Kuşağı" olarak adlandırılacak edebiyatçılar yetişiyor:

"Bizim 1940 neslinin bir özelliği vardır. Çoğu ya küççük memur, ya taşralarda öğretmen, ya Sait (Faik) gibi işsiz güçsüzdü. Bir bağlantıları yoktu. Yedi Meşale'ciler gibi birlikte davranma filan da sözkonusu değildi. Orada burada, dürtüyle, istekle yazmaya başlamışlardır. Mektuplaşarak, tanışarak birlikteliği sürdürmüşlerdir. Tuhaf bir nesildir bu. Mesajla, bildiriyle, inkârla, kavgayla, gürültüyle ilişkisi yoktur. Teker teker adlan duyulmuştur. Bir Sabahattin Ali çıkmıştır, bir Kemal Bilbaşar, bir Samim Kocagöz, bir Sait Faik, bir Orhan Kemal... Günün birinde birisi kalktı. '40 Kuşağı' dedi. Yeri yurdu, dergisi olmayan bir kuşak... Yalnız okurun desteği vardı."
 

Dergi sözü edilince, Ocak 1940 - Nisan 1940 arasında dört sayı çıkan İnanç'ı soruyorum. Derginin "müessisi" (kurucusu) Burhan Arpad'dır, sayısı 15 kuruştur. İnanç ayda bir çıkar, "sanat - fikir - aktüalite"ye yer verir...
"Hümanist fikirleri vermek amacıyla çıkarıyorduk. Aynı zamanda biçimine de özen gösterirdik. Kuşe kapaklıydı, dizgi baskısı o zamanki tekniğe göre çok temizdi. İlk sayısını 3 bin bastık. Bu, büyük bir tirajdı. Dergi tutuldu, dördüncü sayı 4 bin basıldı.... Ancak, beşinci sayı matbaada kaldı. 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' başlıklı bir yazı yazmıştım. Stalin'in Finlandiya'yı işgalini hafifçe eleştiren imzasız bir yazı. Bu yazı yüzünden, dergiyi birlikte çıkardığımız arkadaşla kavga ettik. İmtiyaz onun üzerinde olduğundan, bir daha çıkmadı. Çıksaydı, daha da yararlı olabilirdi."
 

Burhan Arpad'ın yayıncılığı da var. Salâh Birsel'le birlikte kurdukları ABC Kitabevi'nin "20. Yüzyıl Dünya Edebiyatı" serisinde Istrati, Silanpàâ, Joseph Roth, Duhamel, J.Haşek'ten çeviriler yayımlanır. Türk Yazarları dizisinde ise Ziya Osman Saba'nın ve Necati Cumalı'nın şiirleri, İhsan Devrim'in öyküleri, Nurullah Berk'in Sanat Konuşmaları, Aşot Madat'ın Sahnemizin Değerleri, Faris Erkman'ın büyük gürültüler koparan En Büyük Tehlike'si çıkar. Birkaç yıl sonra Arpad Yayınevi'ni kurar. Onu da kapatıp gazeteciliğe başlar. Fakat çeviri çalışmalarını uzun yıllar sürdürür, yirminin üzerinde kitap çevirir:
 

"Okuyup sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim. Dört yazar alalım. Bir Thomas Mann, liberal ekonominin, sosyal demokrat kafanın doruktaki yazarlarından. Bir Anna Seghers var; o, inançlı bir sosyalist. Ama edebiyatçı prizmasından geçirerek anlatıyor. Bir Remarque var, sonuna kadar anti-faşist, antimilitarist. Bir Stefan Zweig, bambaşka bir açıda. Bunların ortak nitelikleri, hümanist olmaları."
 

Anlaşılacağı gibi, Burhan Arpad, Batıdan etkilenmeye karşı değil: "Çeviri edebiyat olmadan dünya edebiyatından söz edilemeyeceğine göre dünya edebiyatının sağlam örneklerinin çevrilip yayımlanması, sağlıklı bir Türk edebiyatı için gerekli. Bütün sorun, seçmek. Toplumumuzun koşullarıyla o toplumun koşullarını karşılaştırarak doğruyu bulmaya çalışmak."
 

Buna karşılık, günümüzde kimi genç yazarların yanlış etkiler altında olduğuna inanıyor:
"Ad vermeyeyim", diyor. "Birkaç yazarı okudum. Üslupları, anlatımları ilginç. Belki çok güzel yazıyorlar. Ama, işte o kadar... Bence resim de, edebiyat da bir şeyler söyler. Oysa bunlar hiçbir şey söylemiyorlar. Yabancı dil bildikleri için kendi dillerinden ya da çevirisinden okudukları ürünlerin etkisi altında kalmışlar, onlara benziyorlar. Biz, o toplumlar değiliz. 1950'lerin, 60'ların toplumu da değiliz... Birtakım hastalıklar yaşandı. Hasta toplumun özürleri edebiyata da yansıyor. O bakımdan, fazla bir şey söyleyemiyorlar. Dünya görüşleri de biçimden öteye geçmiyor."
 

Uzun yıllar gazetecilik yapan, muhabirlikten köşe yazarlığına kadar basının çeşitli kademelerinde çalışan Burhan Arpad, gazetecilerin sosyal güvenlikten yoksun, kötü koşullar altında yaşadığı yılları uzun uzun anlatıyor. "Ama. gazeteciliğin heyecanı da vardı o yıllarda... Bazı mesleklerde durmadan vermek gerekir, vermek kazandırır. Gazetecilik de bunlardandır."
 

Arpad'ın eylemli gazetecilik dönemine ilişkin en ilginç anısı, İkinci Dünya Savaşı'nın ünlü casusu Çiçeron'u ilk kez keşfedip Vatan'da açıklaması olayı. Bir Alman gazetecisinden aldığı bilgi kırıntılarından yola çıkarak İstanbul adliyesinde "sahte sterlin" davasından yargılanan İlyaza Bazna'nın gerçek kimliğini, yani ünlü casus Çiçeron olduğunu ortaya koyuyor.
 

Cumhuriyet okurları, Arpad'ın, haftada bir yayımlanan "Hesaplaşma" köşesinde en çok "yok edilen İstanbul" üzerinde durduğunu bilirler. Konuşmamızda da söz, dönüp dolaşıp bu konuya geliyor. Arpad, duyarlılıkla ele aldığı "İstanbul yağması" nı şöyle temellendiriyor:
"Osmanlılar, yerleşik ve üretken yaşamamış. Ganimetler almış, borç almış, bunlarla geçinmiş... Bir talan düzeni bu. Bugün de aynı anlayış yürürlükte. Herkes 'avanta' peşinde. Hayali ihracat bunun bir versiyonu. Ne burjuva, ne üretici olabilmişiz. Bunun sonu nereye varır, bilemiyorum. Sosyologlarımız 'Asya tipi üretim biçimi' diye kafa yoracaklarına, Türkiye'nin şu gerçeğini görseler de bunun üzerine tartışılsa!"
 

Bugün, İstanbul'un yok olmaktan kurtarılması söz konusu olunca, iki kişinin, Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan ile T.Turing ve Otomobil Kurumu Başkanı Çelik Gülersoy'un adları anılıyor. Burhan Arpad'm bu iki ad üzerindeki görüşleri:
"Çelik Bey için iki görüş öne sürülüyor. Yaptıklarına 'fantezi' diyenler var. Geniş bir kesim ise yaptıklarını olııınlıı buluyor. Ben de bunlardanım. Çelik Bey şehirci değil, mimar değil. İstanbul'da büyümüş ve kimi görüşleri benimsemiş olmasıyla iyiniyeti birleşiyor. Birçok şeyi kurtarıyor. Öteki ise yıkıyor, İstanbul'u yok ediyor!"
 

Burhan Aıpad'ın evinden ayrılırken kulağımda şu cümleleri yankılanıyor:
"Ben namuslu olmaya çalışan bir yazarım. Hikâye de yazarım, roman da, köşe yazısı da... Röportaj da yaparım...Yeter ki yazarlığımı sürdürürken kafamdaki doğrulara dayanayım."


TDK'dan ödül

1910'da Mudanya'da doğdu. Orta ticaret mektebindeki öğreniminin (1927) ardından, uzun süre memurlukla yazarlığı bir arada yürüttü. Edebiyatın çeşitli dallarında ürünler verdi, tiyatro eleştirileri yazdı. Birkaç yıl da yayıncılıkla uğraştı. 1947'de gazeteciliğe başladı; Memleket, Hürriyet, Vatan gazetelerinde muhabir ve röportaj yazarı olarak çalıştı. Köşe yazarlığına Vatan Gazetesi'nde başladı. Uzun yıllardır serbest yazar olarak çalışıyor; 1978'den bu yana Cumhuriyet'te haftalık köşe yazıları yayımlanıyor.

Öykü, gezi (Gezi Günlüğü adlı kitabıyla 1963'te Türk Dil Kurumu ödülü'nü kazandı), tiyatro yaşamı ve eleştirisi, roman alanlarında birçok yapıtı, anıları (Hesaplaşma, 1976), makalelerini derleyen kitapları yayımlandı. Ayrıca pek çok yabancı yazarın ürünlerini Türkçeye çevirdi.