28 Şubat 2017

Savaş yıllarında edebiyatın geleceği

Öykülem Edebiyat Dergisi, Şubat 2017

Robert van Gelder’in Stefan Zweig’la Amerika’da yaşadığı aylarda yapmış olduğu bu röportaj New York Times’ın 28 Temmuz 1940 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Ünlü yazar yaşamının son durağı olan Brezilya’ya yerleşmeden kısa süre önce o günlerde Avrupa’daki sanatçıların içinde bulunduğu zor koşullardan ve edebiyatı yakın gelecekte bekleyen olumsuz gelişmeler üzerine görüşlerinden söz ediyor.

"Sanatçının dünyasına saldırdılar, onu yaraladılar." Stefan Zweig sol elini yumruk yapıp göğsüne birkaç kez vuruyor. "Konularımız artık bize uzak kaldı. Değişiyor onlar. Bir erkekle bir kadın tanışıyor. Birbirlerini seviyorlar. Aralarında aşk yaşıyorlar... Böyle şeylerle artık ilgilenen yok. Belki yine bir gün gelecek, bu gibi konulardan söz edebileceğiz. Fakat şimdi mümkün değil, anlamı yok... Son aylarda yaşananlar yakın gelecekte Avrupa edebiyatına onulmaz zararlar verecek. Her türlü yaratıcı çalışmanın en önemli temeli iç huzurudur. Ancak günümüz Avrupası’nda hiçbir sanatçı huzur içinde çalışamıyor. İnsanlığın bir deprem yaşadığı günümüzde edebiyatçılar nasıl iç huzurunu bulsun? Avrupa’da birçok edebiyatçı kendine göre ‘savaş görevi’ yapıyor. Vatanlarını terk etmek zorunda bırakılanlardan bazıları başka ülkelere sığındı, bazıları ise huzursuz, ülkeden ülkeye gidiyor. Evlerinde, masalarından kalkmadan çalışmalarını sürdürmek şansında olanlar da var. Ancak günümüzün kargaşa dolu yaşamından onlar da kendilerini kurtaramıyor. Dünyamız alevler içindeyken biz edebiyatçıların her şeyle bağlantımızı kesip kendimizi geri çekmesi artık mümkün değil. İrwin Edman’ın da söylediği gibi fildişinden güzel kulemiz bombalardan zarar görmeye başladı. Elimizde değil, hep yeni haberler bekliyoruz. Gazete sayfalarını karıştırıyoruz, her saat başı radyomuzu açıyoruz. Yakın akrabalarımızı ve dostlarımızı merak  ediyoruz. Biri kaçış yolunda, öteki işgal edilmiş bir ülkede evsiz barksız, bir başkası enterne kampında, özgürlüğünü bekliyor. Sığınacak dost bir ülke arayanlar konsoloslukların kapılarını aşındırıyor, yalvarıp yakarıyor. Kendini sığınacak bir limana atmış olana yalvarı dolu mektup ve telgraflar yağıyor. Bugünlerde bizler yüzlerce başka yaşam da yaşıyoruz."

Stefan Zweig, yabancı topraklarda özgür yaşamı engelleyen değişik nedenlerden, çalışmayı sürdürebilmek için gereken bilgilere ulaşamamaktan da söz ediyor:
"Tam yirmi yıldır üzerinde çalıştığım bir yapıtı artık bitirmeyi düşündüğüm aşamada bu amacımdam vazgeçmek zorunda kaldım. Büyük usta Balzac’la ilgili bu yapıtı sona erdirememin nedeni, Chantilly Kütüphanesi’nin kapılarını kapatmış olmasıdır. Bana gereken Balzac arşivi onlarda, fakat savaş boyunca bilinmeyen bir yere götürüp saklamışlar. Başka bir sorunum da, sansür nedeniyle kütüphanemdeki yüzlerce, binlerce notumu beraberimde götürmeme izin verilmedikleridir. Benim bu yaşadıklarımı günümüzde sayısız ülkede binlerce sanatçı ve bilim adamı da yaşıyor, daha yıllarca da yaşayacak. Böyle anlarda yitirilen iç huzuru, kusursuz bir çalışmayı, başarılı bir yapıtın ortaya çıkmasını engelliyor. Bütün bunlardan yaşam ve düşün dünyamız onlarca yıl olumsuz etkilenmeyecek mi? "Yürek Çöküntüsü" romanımı bitirdikten sonra yeni bir romana başlamak için hazırlıklar yapmıştım. Ancak savaşın başlamasıyla böyle yapıtları kaleme almayı şimdi çok anlamsız buluyorum. Şu günlerde bende roman kahramanlarının kişisel psikolojik sorunlarıyla ve yazgılarıyla ilgilenmek cesareti yok. Günümüz sorunlarının dışına çıkan her türlü konu kanımca yersiz."

Stefan Zweig, tanıdığı bir çok edebiyatçının aynı sorunları yaşadığını, Paul Valery, Roger Martin du Gard, Georges Duhamel ve Jules Romains gibi tanışlarının kendilerini günlük olağan çalışmalarına vermekte zorluk çektiklerini söylüyor.

"İçinde bulunduğumuz şu zor yıllarda edebiyat çalışmalarına her zamanki gibi devam ettiğini söyleyecek yazara ben şüpheyle bakarım. Yaşadığı kent kuşatılmış olmasına karşın rahatça çalışmalarını sürdüren matematikçi Arşimet gibileri bugün yok. Edebiyatçı ve sanatçılar yaşadığımız çağda kendilerini çevrelerinde olup bitenlerden soyutlayamaz, onlar hemcinslerinin yazgıları ve acılarıyla ilgilenmek zorundadır."

Stefan Zweig ayağa kalıyor. Odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüyor, heyecanlı konuşmasını sürdürüyor. Zweig’a göre bu savaştan sayısız deneyimlerle çıkacak düşün adamları ve sanatçılar ilerde onları yapıtlarında kullanmak zorundaydılar.

"Günümüzde bir gemiyle seyahat ederken, bir seyahat acentasının veya konsolosluğun kapısında kuyrukta beklerken maceracıların, yollarını şaşırmışların anlattığı yaşam öyküleri, en az Odysseia destanında anlatılanlar kadar ilginçtir. Günümüzde hayır kurumlarının, Society of Friends veya Londra’daki İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın dolaplarında duran, mültecilerin belgelenmiş öyküleri günün birinde tek kelimesini bile değiştirilmeden kitaplaştırıldığında kanımca Jack London veya Maupassant’ın yapıtlarından kat kat daha heyecan verici yüzlerce ciltlik dev bir yapıt ortaya çıkacaktır. Son bir yılda insanların yaşadığı krizler dört yıllık 1. Dünya Savaşı’nda yaşanmamıştı. İnsanlar hiç böylesine bir baskı altına girmemiş, yaşamları hiç bu kadar korku dolu olmamıştı. Sanat günümüzde çözülme aşamasında."

Stefan Zweig önümüzdeki yıllarda Avrupa’da kurgusal ve yaratıcı bir edebiyattan çok belgesel bir edebiyat oluşacağına inandığını söylüyor. 

"Bizler şimdiye kadar gerçekleşmemiş bir özgürlük savaşı vermek zorundayız. Çok yakın gelecekte dünyanın hiç yaşamamış olduğu toplumsal değişimlere tanık olacağız. İşte bu nedenle içinde bulunduğumuz dünyada yaşanan her şeyi belgeleme görevi öncelikle biz yazarlarda olmalı. Deneyimlerimize dayanarak kendi yaşamımızı ele almamız bile – ben bunu bir biyografiyle gerçekleştirmeyi tasarlıyorum – şu günlerde roman yazmaktan daha etkili olur. İçinde yaşadığımız süreçte en büyük dahinin de olup bitenleri çok başarıyla anlatacak bir yapıt yaratabileceğine inanmıyorum. Günümüzün en başarılı edebiyatçısı, ustamız kabul ettiğimiz tarihin yanında öğrenci ve uşak olmak zorunda."

Bu günlerde üzerinde çalışabildiği tek yapıtın öz yaşam öyküsü olduğunu belirten Stefan Zweig ona "Üç Yaşam" adını vermeyi düşündüğünü söylüyor ve bunu da şöyle açıklıyor: "Büyükbabamın bir yaşamı oldu, babamın bir yaşamı oldu. Ben de şimdiye dek en az üç yaşam yaşadım. İki büyük savaşa tanıklık ettim, bir devrimi geride bıraktım, devaülasyon yıllarını yaşadım, sığınmacı oldum ve açlık nedir gördüm. Fransız devrimi ve Napolyon savaşlarını, reformasyon sürecini... Bunların hiçbirini günümüzle kıyaslayamayız. Biz yaştaki nesil insanlık tarihinde hiçbir dönemde böylesine ardı ardına ve büyük değişiklikler yaşamamıştır."

Konuyu değiştirip 1920’li, 1930’lu yıllarda dünyada en çok okunan yazar olduğuna değiniyorum. Stefan Zweig, yapıtlarının bugüne dek hemen hemen bütün dillere çevrildiğini, onların ‘evrensel’  olduğunu söylüyor: "Hitler gelince bütün kitaplarımın Almanya’da yayınlanmasını yasaklamıştı. Onlar şimdi İtalya’da da yasak. Bakarsınız haftaya Fransa da yasak getirir! Fince ve Lehçe çevirileri azaldı. Her geçen hafta bir ülkeyi yitiriyorum."

Zweig bunu günümüzde o kadar önemli bulmuyor. Ona göre önemli olan yazdıklarının az da olsa bazı ülkelerde yayınlanmaya devam etmesi. Zweig, Amerika’da insanların özgürlüğün ölümüne hep karşı çıkacağı inancında. 

"Özgürlüğün günün birinde ülkenizde de yok olacağını ben aklımın köşesinden bile geçiremiyorum! Çok eminim o, günü geldiğinde Fransa’da da yeniden canlanacak. Amerika’daysa özgürlük hiç yitirilmeyecek, yok olmayacak." 

Stefan Zweig şu günlerde ‘ziyaretçi vize’siyle Amerika’da kalıyor. Yakında konferanslar vermek için birkaç haftalığına Güney Amerika’ya gitmeyi amaçlıyor. Sonra da doğru İngiltere’ye dönecek. Orada olup bitenleri kaçırmak istemiyor. Başlamış olduğu öz yaşam öyküsü için de: "Her zamanki gibi amaçladığımın dört katını yazıyorum" demeden edemiyor. "Belki yazarlık yaşamımda ilk kez kendim için yazıyorum. Aklıma gelen her şeyi kağıda döküyorum. Ben, bütün gün yorulmadan çalışan ve yazdıklarıyla hep mutlu olan bir yazarımdır. Bu nedenle her yapıtım bittiğinde çok uzundur. Başkalarının yazdıklarını okurken, eğer konu dağılmaya başlarsa – bu kendi yazdıklarım için de geçerlidir – çok huzursuz olurum. İşte bunun için de baskıdan önce okuyup elden geçirdiğim müsveddelerde çok bölümü mutlaka kırparım. Gereksiz gördüğüm bütün kelimeleri çıkarır, cümleleri elimden geldiğince kısaltırım."

Çeviri: Ahmet Arpad

20 Şubat 2017

Stefan Zweigs Werke sind auch für den türkischen Leser unerlässlich und unverzichtbar

Die Internationale Stefan Zweig Gesellschaft (ISZG), 20. März 2017

Von Ahmet Arpad (*)

Burhan Arpad (1910-1994), Schriftsteller, Journalist und Übersetzer, besucht ab 1948 jedes Jahr Salzburg anlässlich der Festspiele, sitzt immer wieder im Stammcafé von Stefan Zweig. Er lässt sich vom langjährigen, legendären Ober Fritz bedienen, unterhält sich mit ihm über seinen Stammgast Stefan Zweig. Und eines Tages geht er in das Kleidergeschäft Gollhofer am Mirabellplatz. Der Laden ist voll. Er stellt sich Herrn Gollhofer sen. vor und äußert seinen Wunsch, das Paschinger Schlössl, wenn auch nur vom Garten aus, zu besuchen. Herr Gollhofer wird gleich nervös und meint, er dürfte die Hausbewohner nicht stören. Auf die Frage hin, ob er ihn gelegentlich nicht begleiten könnte, steigt seine Nervosität. Er reagiert schroff. Seinetwegen wird er den Laden nicht verlassen. Vielleicht durch einen Anruf ihn ankündigen? Telefon sei im Obergeschoss, man hört es kaum. Er könnte ja am Gartentor läuten, sagt Burhan Arpad... Am Gartentor sei keine Glocke, außerdem würde im Garten ein großer Hund herumspringen. Herr Arpad verlässt enttäuscht Gollhofers Laden.

Burhan Arpad ist der erste Zweig-Übersetzer der Türkei. Es fing 1943 mit "Sternstunden der Menschheit" an. Dann kamen "Verwirrung der Gefühle", "Der Amokläufer", "Schachnovelle" "Briefwechsel: Stefan Zweig – Friderike Zweig", "Die Welt von Gestern", "Joseph Fouché" dazu. Auch unzählige Novellen und Erzählungen erfreuten in seiner Übersetzung den türkischen Leser. Durch ihn wurde Stefan Zweig in der Türkei bekannt und beliebt! Zweig ist leicht lesbar, er erzählt alles, ob Romane, Essays oder Novellen einfach und ungeschminkt. Die schwersten Themen kommen bei ihm leicht und verständlich hinüber. Das ist einer der Gründe, warum der türkische Leser Zweig mag. Ich glaube,  er denkt bei Zweig: "Er ist einer von uns!" Denn seine Erzählweise passt dem Naturell der Leser in der Türkei.

Nicht nur seine Romane und Novellen, auch seine Essays, vor allem aber seine Biographien sind in der Türkei sehr beliebt. "Drei Meister" gehört zu den meistverkauften Zweig-Biographien. Seine Einmaligkeit beweist er auch in den sehr beliebten Werken wie "Drei Dichter", "Joseph Fouché", "Triumph und Tragik des Erasmus von Rotterdam", "Maria Stuart", "Balzac" und "Magellan". Diese weltbekannten Zweig-Werke sind in der Türkei in mehreren Auflagen erschienen. Für viele Zweig-Leser sind diese Biographien bevorzugte historische Quellen. Seine Werke sind für den türkischen Leser von Optimismus erfüllt. Er ist der Autor der Hoffnung! Zweig glaubt immer an die Macht des Friedens und der Güte. Er ermutigt und tröstet den Leser; gibt ihm in hoffnungslosen Momenten Lebensfreude. Zweig ist der Autor der kritischen, humanistischen und friedfertigen Menschen...

Seit dem 1. Januar 2013 sind die Urheberrechte von Zweig frei. Der türkische Buchmarkt wurde mit unzähligen Werken des weltbekannten Autors – zum Teil mehrfach – in kürzester Zeit überschwemmt. Es gibt mehrere türkische Verlage, die verschiedene Zweig-Bücher herausbringen, die leider jeweils von verschiedenen – meistens unbekannten – Übersetzern ins Türkische übertragen wurden. Meiner Meinung nach kann man bei einer solchen Verlags- und Verkaufspolitik nicht nur von Respektlosigkeit gegenüber den Werken von Stefan Zweig, sondern auch gegenüber seinen Lesern reden... Ein guter, erfahrener Zweig-Übersetzer stützt sich auf eine sehr intensive Kenntnis seiner Werke, seiner Sprache, seiner Ideenwelt und seiner Biographie... Mit einer solchen Verlags- und Verkaufspolitik kann dies leider nicht verwirklicht werden.

Stefan Zweig verfolgte sein Leben lang folgende Ideologie: "Ein gemeinsames Europa mit einer gemeinsamen Kultur." Das macht ihn für den türkischen Leser so wertvoll. Seine Darstellungen in Romanen und Novellen sind sehr bildlich und meisterhaft. Der Leser glaubt, die Person oder die Landschaft steht direkt vor ihm. Wegen seiner Empfindsamkeit, seiner hervorragenden Beobachtungen und seiner zukunftsorientierten Sichtweise ist er als Autor auch für den türkischen Leser unerlässlich und unverzichtbar.

________________________________________

(*) Ahmet Arpad, geboren 1942 in Istanbul, Sohn von Burhan Arpad, kam nach dem Abitur auf dem Österreichischen St. Georg Kolleg und einem Germanistik-Studium an der Universität von Istanbul 1968 nach Deutschland. Der Freie Journalist, Fotograf (35 Einzelausstellungen) und Übersetzer Ahmet Arpad hat bis heute über 50 Werke namhafter Autoren ins Türkische übertragen. Vor allem Heinrich Böll, Hermann Hesse, Stefan Zweig, Gerhart Hauptmann, Anna Seghers, Pablo Neruda, Thomas Bernhard, Harry Mulisch und Johannes Mario Simmel. Ihre  Romane, Essays, Novellen und Theaterstücke fanden durch Ahmet Arpads Übersetzungen eine größere Leserschaft in der Türkei. Die von ihm bevorzugt übersetzten und in der Türkei mehrfach aufgelegten Werke sind meistens gesellschaftskritisch.

 Ahmet Arpad ist langjähriges Mitglied des Deutschen Presseverbandes, der Internationalen Schriftstellervereinigung (PEN), des Stefan Zweig Centre Salzburg, der Internationalen Stefan Zweig Gesellschaft Salzburg und des türkischen Berufsverbands der Übersetzer (ÇEVBİR). Beiträge des freien Journalisten Arpad erscheinen seit 1986 regelmäßig in der Istanbuler Tageszeitung Cumhuriyet. 

Ahmet Arpad erhielt 2012 den Übersetzerpreis Tarabya in Istanbul. Er wurde für sein "übersetzerisches Lebenswerk" mit dem Hauptpreis ausgezeichnet. Dieser Preis wird seit 2010 gemeinsam vom Auswärtigen Amt der Bundesrepublik Deutschland und dem Ministerium für Kultur und Tourismus der Republik Türkei verliehen. Ahmet Arpad bekam 2016 für die erfolgreiche Übersetzung des Romans "Transit" von Anna Seghers den Talât Sait Halman Übersetzerpreis der Istanbuler Kultur und Kunst Stiftung.

1 Şubat 2017

Abur cuburla karın doyuranlar

TOPLUM Gazetesi, Şubat 2017
 
Her yılın ilk haftalarında doktoruma gidip bir görünüyorum, baştan aşağı bir denetimden geçiyorum! Bu tam anlamıyla bir "teknik bakım"! Tepeden tırnağa, içten dıştan... Doktora gitmek için hasta olmayı beklemeye gerek yok. Hele onlarca yıl çalışan "makine" eskimeye başlayınca "check-up"lar sıklaşıyor, erken tanının önemi artıyor. Bu yıl da her zamanki değişik testlerin ardından görüşmek üzere doktorun karşısına oturdum. Yardımcısının masasına koyduğu dosyadaki bir sürü kâğıda ve grafiğe uzun uzun baktıktan sonra başını kaldırıp gülümsedi ve her yıl söylediğini tekrarladı: "Yaşınıza göre iyi sayılırsınız! Her şey yolunda." Ve ben tam rahatlamış doktora veda etmeye hazırlanırken: "Sizinle konuşmak istediğim bir şey daha var!" dedi. Bu kez gülümsemiyordu. Ciddileşmişti nedense. "Hayrola?" diye sordum, biraz meraklı, biraz da ürkek. "Merak etmeyin, pek sizinle ilgili değil" dedi. Gülümsemesi yüzüne geri gelmişti. "Bu yıl da kalın bağırsak kanseriyle ilgili bir kampanya başlattık da... Elli yaş üzeri bütün hastalarımızın dikkatini bu ölümcül hastalığa çekiyoruz. Sizde yapılan testlerde herhangi bir şey görülmedi, fakat bir de kolonoskopiyle yapalım. Ne dersiniz?"

Abur cuburla karın doyuranlar

Günümüz Almanya'sında çoğu insan sağdan soldan aldığı abur cuburla ayaküstü karın doyuruyor. Yeni yılın ilk haftasında Almanya Tarım Bakanlığı '2017 Beslenme Raporu'nu açıkladı. Bu rapora göre Almanya'da toplumun %41'i akşamları 'dondurulmuş pizza' veya sadece ısıtılacak 'hazır yemekleri' yeğliyor. Bu rakam daha bir yıl önce %32'ymiş!  Ancak bu gibi hazır yemeklerde sağlığa zararlı yüksek oranda tuz, şeker ve yağ olduğu da raporda belirtiliyor. Almanya'da gittikçe daha çok insan, genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği, sokakta, trende, otobüste, tramvayda, metroda bir şeyler yiyip içiyor. Son yıllarda kıyıntı büfelerinin sayısının gittikçe artması da dikkat çekici. Günün her saatini dolu dolu geçirenler akşama mutfağa girip yemek pişirmek istemiyor. Ancak bu kötü alışkanlığın sonucu yanlış beslenen toplumu yakın gelecekte değişik hastalıklar bekliyor. Bu hastalıkların başında da bağırsak kanseri geliyor! Almanya'da her yıl yetmiş üç bin insan kalın bağırsak kanserinden ölüyor!

Yorgunluk, iştihsazlık, kilo verme, dışkıda kan, kabızlık gibi belirtilerle başlayan bağırsak kanserine yakalanmamanın tek yolu doktorumun da söylediği gibi belli dönemlerde yapılan testler. Almanya'da yapılan açıklamalara göre bu hastalığa yakalanma riski (en çok da erkeklerde) 40 yaşından başlayarak her on yılda bir ikiye katlanıyor! Tarama testindeki erken tanıyla eski sağlığına kavuşma şansı yüzde doksan, hastalık ilerledikten sonra ise bu şans yüzde kırka düşüyor. Hastada bu kanser tespit edildiğinde bağırsakta tümörlü olan parça – kimi zaman 30 santime kadar – ameliyatla alınıyor. Doktorum, sohbete dönüşen konuşma sırasında büyük medya patronu Burda'nın bu amaçla 2001 yılında kurmuş olduğu büyük vakfa da dikkatimi çekiyor.

Bu ölümcül hastalığın nedenlerine gelince, en büyük tehlike günümüz insanlarının yanlış beslenmesinde yatıyor! Beslenme alışkanlığının giderek endüstriyel gıda maddelerine kayması bağırsak kanseri riskini arttırıyor. Alkollü içkiler, sigara, çok kırmızı et, yağlı yemekler, fast-food, düzensiz beslenme ve az hareketli bir yaşam bu ölümcül hastalığın başlıca nedenleri. Az lifli besin maddeleriyle bol sebzeyi, baklagilleri, bol meyveyi ve kepekli unla yapılmış yiyecekleri tüketenlerin, kırmızı et yerine tavuk ve balık etini yeğleyenlerin kalın bağırsak kanserine yakalanmaları hemen hemen mümkün değil! "Ben onlarca yıldır hep böyle besleniyorum, yine de mi kolonoskopik test?" diye soruyorum. "Biliyorum" oluyor yanıtı, "fakat yine de bir düşünün derim!"

Stefan Zweig, büyük hümanist

AVRUPA Kültür ve Sanat Dergisi, Şubat 2017

20. yüzyıl Alman Dili Edebiyatı'nın en ünlü yazarlarından biri olan Stefan Zweig‘ı 75. ölüm yılında, onun sayısız yapıtını dilimize kazandırmış olan Ahmet Arpad'ın satırlarıyla anıyoruz.
AHMET ARPAD


Avusturyalı gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğdu. Viyana ve Berlin'de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yahudi asıllı babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Bir süre Berlin'de kaldı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika'ya geçti, o günler Avrupası`nın en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren'le tanıştı, ilerde onun yapıtlarını Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907'de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana'nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü'nü getirdi. Bütün hayatını yazıya adadı.

Politikacılara karşı savaşı
Zweig bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, bir yandan da yeni eserler yarattı. Toplu şiirlerini yayımladı, deneme kitapları ve nuvelleri basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1919 yılında eşi Friderike'yle Salzburg'a taşındı. Zweig'la evlenmek için ilk eşinden ayrılan Friderike evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu. Stefan Zweig da bir yazar olarak özgürce yaşamasını sürdürdü, sık sık yolculuklara çıktı. Gittiği her yerden Friderike'ye mektuplar yolladı. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arası yılların olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görmekteydi. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edinmeye başladı. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktaydı. Ancak 1933'te Almanya'da diktatör Hitler‘in işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. Aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. Tedirginlikleri giderek arttı. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu.

Hitler'le gelen bunalım
Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası'nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. 1940'ta İngiliz vatandaşı oldu ve ikinci eşi Charlotte Altmann‘la Brezilya'nın Petropolis kentine yerleşti. Ancak orada da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazdı: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..."

"Savaşlardan nefret ederim"
O, Avrupa kültürüne ve hümanist bir dünya görüşüne inanırdı. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 1942 yılında 22 şubatı 23 şubata bağlayan gecede karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Türkiye'de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig'ın, Yıldızın Parladığı Anlar, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda eseri dilimize çevrildi. Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Brezilya'nın dağ kasabası Petropolis'te intihar eden Stefan Zweig'ın, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.“ Dünün Dünyası'nda 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını: „Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

Bir umut yazarı 
O, insancıl ve savaş karşıtıydı. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik - edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi yapıtında karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür.

1. Dünya Savaşı‘nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Franz Werfel'e yolladığı son mektupların birinde çok kötümserdi: „Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum.“ Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi.

„Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz…" diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemiştir! Barışın ve  iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Stefan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Avusturya'nın bu en ünlü yazarının özgürlüklü görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok geçerli! Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatörlüğü yıllarında söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti.

Stefan Zweig'ın yaşamına son vermesinin ardından: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazmıştı Hitler yandaşı Salzburg Eyalet Gazetesi. 20. yüzyılın bu insancıl ve savaş karıştı edebiyatçısının büstü Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde biraz hüzünlü, biraz düşünceli karşıdaki villasına bakıyor...