30 Ekim 2022

Kafka ve Şvayk

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 30 Ekim 2022

Saat 12'ye 5 var. Eski belediye binasının önünde toplanmış insanlar. Küçük heykellerle süslü kuledeki 400 yıllık Astronomik Saat'in çalmasını bekliyorlar. Başlar havada. Az sonra küçük pencereler açılacak, çanlar çalacak, tarihi figürler peşpeşe geçecek. Herkes bekleşiyor, fotoğraf makineleri, akıllı telefonlar ayarlanmış... Kulenin karşısındaki lokanta, bar ve kafelerin masaları da dolu. Birden Arnavut kaldırımı yolda nal sesleri. Kara bir fayton görünüyor. Üstü açık. Atlar kara, melon şapkalı faytoncu da. Sadece yolcuları beyazlar içinde. Gelinle damat, ellerinde çiçekler, iki de küçük kız. Kalabalık onlara yol açıyor. Fayton kulenin tam önünde duruyor. Yakışıklı damat güzel gelinin inmesine yardımcı oluyor. Aynı anda çanlar başlıyor çalmaya. İnsanlar heyecanlanıyor. Bir kıpırdama. Eminim yüzlerce insan o anda birkaç bin fotoğraf çekiyor. Faytoncu elinde kocaman bir kafes, yanlarına yaklaşıyor. Yeni evliler, kafesin kapısını açıyor. Üç beyaz güvercin havalanıyor. Yükseliyorlar bir arada. Sivri kulelerden birine tüneyip aşağıda olup biteni seyrediyorlar. Bu işi daha önce pek sık yapmışlar gibi. Belki az sonra evlerine dönecekler. Yarın başka bir çifti mutlu etmek için yine buraya gelecekler! Çanlar susuyor. İnsanlar ağır ağır dalıyor kentin sokaklarına.

Franz Kafka'nın Dünyasında

Büyük alana doğru yürüyoruz. Burası da kalabalık. Sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller gezdirecek müşteri bekliyor. Kocaman binalar, boy boy yüksek sivri kuleler. İnsan nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Birkaç adım sonra Paris Caddesi'ndeyiz. Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Prag insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Ne de olsa üçünün de geçmişi aynı monarşi. Kocaman, tarihi, süslü, yüzyıllık yapılar. Hepsi elden geçmiş, bakımlı. Altlarındaki mağazalar Paris'i aratmıyor. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından binlerce Yahudi Prag'a dönmüş, Hitler'den kaçanların torunları.

Az sonra sokaklar daralıyor. Franz Kafka'nın dünyasına giriyoruz. Güney Bohemya'dan gelip Prag'ın Yahudi mahallesine yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz tüm yaşamını bu Moldau kentinde geçirir. Hukuk öğreniminin ardından bir sigorta şirketinde çalışır. Babası bu arada Kinski Palas'ta kocaman bir kumaşçı dükkânı açmıştır. Yahudilerin gettosu Josefov'un sokakları Kafka'nın dünyasıdır. Praglı yazarlar Yaroslav Haşek ve Yahudi Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Max Brod'la da Café Louvre'da sık sık buluşur, sohbet eder, tartışır; fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, zincirleri kırar, dışına çıkar. Prag'ın başka semtlerinde, sokaklarında da yaşar. Bu arada birkaç yılını Prag Kalesi'nin gölgesinde uzanan "Simyacılar Sokağı" 22 numarada geçirir. Elinizi uzattınız mı ortaçağdan kalma "cüce" evlerin damına dokunuyorsunuz... Kafka oradan başka bir mahalleye, nehre yakın havasız ve rutubetli iki odalı bir eve taşınır. İşte yıllarda hastalığı ilerler. Belki de yaşamında ilk kez terk eder Prag'ı, uzun süre için. Viyana yakınlarındaki Kierling'e tedaviye yollanır. 1924 yılında, 41 yaşında orada ölür. Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor...

Birkaç adım sonra eski gettonun tam ortasındayız. Sokaklar dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Kara. Dibinde, çiçekleri çoktan solmuş bir çelenk. Az ötede eski ve yeni sinagoglar, iki saatli belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. On iki bin taş saymışlar. Tam bir karmaşa var dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında… Gettodan çıkıp nehre doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Az sonra Karl köprüsünün girişindeyiz. Kalabalık mı kalabalık burası. Turistten geçilmiyor. Beyaz denizci üniformaları giymiş Afrikalılar gelene geçene el ilanları dağıtıyor. Moldau Nehri'nde akşama yapılacak yemekli-müzikli geziye müşteri topluyorlar. Akşam oluyor Prag'da. Güneş batmaya hazırlanıyor, karşı tepede yükselen Aziz Veit Katedrali'nin sivri kuleleri arasında kıpkırmızı. Köprüde satıcılar, ressamlar, müzisyenler, caz müziği ile dans eden turistler...

"Aslan Asker Şvayk"

Gün bitiyor, gece yarısına az kaldı. İç avlular, arka bahçe, kemerli salonlar, uzun koridorlar insan dolu. Çoğu kocaman tahta masalara oturmuş, yer bulamayanlar ayakta. Ellerde bira bardakları. Sigara dumanı, uğultu. Konuşuyorlar, gülüyorlar. Herkes neşeli, kafayı çoktan bulmuşlar, fakat bağırıp çağıran yok. Bira insana yorgunluk veriyor, onu suskunlaştırıyor, barışçıl yapıyor. Kremecova Sokak 11 numaradaki birahane, Wenzel Alanı'na yakın. Prag'a gelip de oraya uğramamak olmaz.

Na Bojisti Caddesi'ndeki U Kalicha'nın önünde insanlar yine kuyruk olmuş… Aslan Asker Şvayk'ın birahanesinin önünde... Yazar Jaroslav Haşek buranın devamlı müşterilerindendi. Dostu yazar Egon Ewin Kirsch'le U Kalicha'da çekerlerdi kafayı. Ünlü tiyatro oyununda köpek satıcısı Şvayk (Türkiye‘de ilk kez 1971'de sevgili Genco Erkal oynamıştı), Avusturya ordusunda savaşmak üzere askere alındığında, yakın dostu Voditska'ya: "Savaştan sonra saat altıda burada buluşmak üzere", diye veda eder U Kalicha'da!

Bira su gibi akıyor. Yarım litrelik kadehi boşalanın önüne garson sormadan bir dolusunu hemen sürüyor. Tezgâhtaki musluklardan aralıksız bira boşalıyor. Dikkat ediyorum, 7 saniyede bir kadeh doluyor. Her akşam binlerce litre sert bira susuzluk gideriyor.

Café Slavia'dan çıkıyoruz. Adımlarımız bizi IV. Charles Köprüsü'ne götürüyor. Köprü her zamanki gibi dolu. Az önceki ahmak ıslatan hiç kimseyi kaçırmamış. İnsanlar akın akın. Turistler... Köprüde yürüyenler Praglı değil. Tezgâhlarda eski Prag'tan küçük tablolar, kartpostallar, siyah-beyaz fotoğraflar. Hep nostalji. Dar, loş sokaklar, karlar altında IV. Charles Köprüsü kirli yüzlü binalar, heykeller.

Yağmur yine çiseliyor. Kartpostalcılarla ressamlar naylonları atıyor tezgâhlarının üzerine. Caz ve folklor müziği yapanlar ise coşkuyla devam ediyor. Kara saçlı, hafif kambur bir adam bütün gücüyle üfürüyor zurnasına. Genç turistler hoplayıp zıplıyor. Köprünün altından akıyor Vlatava köpüre köpüre.

Az sonra Wenzel Alanı'ndaki Hotel Europe'un kapısından içeri girerken yağmur duruveriyor. Piyanist Viyana ezgileri çalıyor. Becherovka'ları bir dikişte içiveriyoruz. 13 bitkiden yapılan bu sert içki ne de leziz!

21 Ekim 2022

Bir diktatör ve gerçekleşmeyen düşü

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 21 Ekim 2022

"Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!" Bu sözler gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı..." adlı kitabından. 1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor.

Diktatör Hitler’in bu söylediklerinin altında kafasındaki geleceğin programı yatmaktadır. Hitler ve partinin kilit noktalarına getirdiği yardakçıları geleceğin dünyasının kapsamlı planlarını savaştan önce yaparlar. 1939'da Polonya'ya girdiklerinde gelecekte nasıl bir Avrupa'nın özlemini çektikleri, çekmecelerde hazır bekleyen sayısız muhtıra, genelge, emir ve yasa tasarısında yazıyordu! Polonya topraklarını Germen ırkının insanlarına açmak için ilk aşamada altı yüz bin Yahudi kamplara atılacak, üç buçuk milyon Polonyalı daha doğuya sürülecekti. Almanya'dan yollanacak köylüler ve işçilerle Polonya'daki Alman azınlığın nüfusu dört milyona çıkarılacaktı.

Nasyonal sosyalizmin ideologlarından Himmler'e göre sadece "boylu boslu, sağlam yapılı" Polonyalıların Almanlarla bir arada yaşamasına izin verilecekti. Sovyet Rusya ele geçirildiğinde 45 milyon insan daha topraklarından edilecekti. Sürülen Ruslar, Polonyalılar ve Ukranyalılar Ural Dağları ötesine yerleştirilecekti. Bu ülkelerde boşalacak topraklar on milyon Alman'a açılacaktı. Hitler'in düşüne göre otuz-kırk yıl içinde bütün Doğu Avrupa insanları asimile politikasıyla "Almanlaştırılmış" olacaktı.

Önce Aydınlar Kamplara Atılmıştı

Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e, "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız" der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur." Hitler'in beklentileri çok düşündürücüdür: Doğudaki yeni bölgelere İskandinav ükeleri insanlarının da yerleşmesi sağlanacak, gelen insanlar yeni kurulacak kentlerde yaşayacak, eski kentler yavaş yavaş yok olacak, köylüler radyo haberlerine sadece sokaklara yerleştirilecek hoparlörler aracılığı ile ulaşacak, okullarda Almancaya ağırlık verilecek, diğer dersler geri plana atılacak! Özellikle taşrada insanların tek bir kiliseye değil değişik tarikatlara inanmasına izin verilerek inanç bütünlüğü engellenecek...

Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann, işgal edilmiş Doğu Avrupa topraklarından sorumlu Bakan Alfred Rosenberg'e 23 Temmuz 1943 tarihli mektubunda şöyle der: "Slavlar sadece bizim için çalışacaktır. Bize gerekmedikleri anda ölebilirler. Aşı olma zorunluluğu ve sağlık hizmetleri onlar için gereksizdir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden sadece işimize yarayacak işbirlikçiler yararlanabilir."

Hitler’in Düşündeki Değişiklikler

'Führer' ülkeyi 'teslim aldığı' 1933'ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı. "Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!" Hitler bu sözleri 10 Kasım 1938 akşamı Münih'teki karargâhına çağırdığı yaklaşık 400 gazetecinin karşısında söylemişti. Hitler bu nedenle 1933 yılının Mart ayında başlattığı "halkı ve ülkeyi korumak" amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alma girişimini Haziran'da başarıyla sonuçlandırmıştı! Führer'e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktü, bu nedenle de onu geçici değil, sürekli kullanmalıydı! Amaca ulaşmak için yayın organları "eşitlenirken", daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti.

Bu girişimlerin ardından, 4 Ekim 1933'de yürürlüğe giren "yazı işleri müdürleri" yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazı işleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin kesinlikle "saf kan Alman" ve politik açıdan "çok güvenilir" elemanlar olması koşulu getirildi. Bu süreçte parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirdi. Yeni yasayla Ocak 1934'ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirdi.

Eleştiren Gazeteciler Almanya'dan Kovuldu

Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Neyin nasıl yazılacağına, Hitler'in hemen 1933'ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels'i geçirdiği 'propaganda bakanlığı' karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmedi, daha doğrusu gelemedi. Çünkü tepki gösterenler de işten atıldı, Almanya'dan kovuldu ya da öldürüldü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürüldü. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranı'nda kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi'nin geçmesine de göz yumdular. Çünkü Alman basını artık bağımlı yapılmıştı. Hitler'in 44. doğum günü olan 20 Nisan'da ünlü çizer Emil Stumpp'un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konuldu, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarıldı. Çizer Stumpp'un da Almanya'da çalışması yasaklandı.

‘Yönetenleri Küstüren' Gazeteler

1935'ten sonra da 'yönetenleri küstüren' veya 'basının şerefini lekeleyen' herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarıldı. Hitler'in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el kondu. Yayınevleri kamulaştırılırken, karşı çıkabilecekleri düşünülenler başkalarına satmak zorunda bırakıldı.

Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler'in NSDAP partisi zamanla basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels'in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels, "Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam" diyordu. "Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka bulacaktır! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatacağız ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz..." Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, ‘yönetenlerin korkulu düşü‘ olan medyayı kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı!

Tüm Demokratik Güçler Susturulmuştu

Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36'sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82'si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler'in korkulu düşüydü. Hitler Almanya'sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933'te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı! İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı..!

Ancak bilindiği gibi Hitler düşünü geçiçi bir süre için gerçekleştirebildi. Sonunda diktatör gitti, giderken düşünü de beraberinde götürdü, arkasında bir ‘yıkıntı‘ bıraktı…

16 Ekim 2022

"Eski Toplar" Hep İşbaşında

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 16 Ekim 2022 

AHMET ARPAD

Batı Alman kapitalizmi 1990 yılında ayak bastığı "Köylüler ve İşçiler Ülkesi"nde aradan geçen 32 yılda büyük adımlarla ilerlemiş. İki Almanya'nın birleşmesinin ardından üç kez ziyaret ettiğim Dresden'in her köşesinde, bir zamanlar "öcü" dedikleri kapitalizmin taze izlerini görmemek mümkün değil. 1990'dan bu yana hükümetlerin kendi insanının boğazından keserek, eski Doğu Almanya'nın kalkınmasına yaptığı yatırımlar, resmi verilere göre tam 2 trilyon Avro'yu bulmuş! Elbe Nehri kıyısının düzlüklerine ve yamaçlarına yayılı Dresden bir villalar kenti. Kocaman bahçeler, yeşil korular ortasında yüzlerce yıllık saraylar, saraycıklar, şatolar, konaklar. Hepsi de birbirinden güzel ve zevkli bu yapılar, Dresden'in zamanında ne denli zengin insanlar kenti olduğunun belirtisi. Savaş sonrası Ulbricht ve Honecker'in yardakçılarının keyif sürdüğü bahçeler içindeki villalar 1990'dan bu yana eski sahiplerine ya da mirasçılarına geri verildi. Batıdan gelenlerin de satın aldığı, çoğu Jugendstil (Art Nouveau) yapılar zevkle restore edilmiş.

Yenice Tütün Fabrikası

Her zaman Doğu Almanya'nın en güzel kenti kabul edilen Dresden, yeniden inşası tam on yıl süren görkemli Kadınlar Kilisesi'nin de kapılarını ziyaretçilere açmasıyla yine eski çehresine kavuşmuştu. 13 Şubat 1945 günü kenti yerle bir eden İngiliz hava bombardımanında yıkılan ve 50 yıl boyunca kalıntılarına hiç kimsenin el sürmediği Kadınlar Kilisesi'nin taşları bilgisayar aracılığıyla yeniden birleştirilmişti. Bu çok hırslı çalışma Almanya'ya tam 150 milyon Avro'ya mal olmuştu. Dresden'in simge yapılarından biri de "Yenice Tütün Fabrikası". 19. yüzyılda Osmanlı'dan ve Mısır'dan tütün satın alıp işleyen bir aile şirketi, fabrika binasını tek minareli, kubbeli, dış duvarları fayans kaplı bir cami şeklinde inşa etmiş. 1990'lı yıllarda çok başarılı bir restorasyon geçiren güzel yapı, bürolar, apartman daireleri, sanat galerisi, konferans ve toplantı salonları ile bodrumunda bir diskoteği barındırıyor. Dresdenli Müslümanlar'ın bu diskoteği yasaklatma çabaları boşa çıkmıştı...!

16. yüzyıldan günümüze, soğuk savaş yılları dışında, Dresden hep zengin bir kent. Yöredeki gümüş madenleri ve nehir ticareti, geçmiş yüzyıllarda bolluğun kaynağı olmuş. İtalya âşığı Kral II. August'un Dresden'i 17. yüzyılda Venedik'e benzetmek istemesi, kente bugünkü tarihi yapıları kazandırmış, Dresden'i Avrupa'nın en güzel ve çekici kentlerinden biri yapmış.

Kendinden sonra tahta çıkan oğlu da günümüzde kenti süsleyen barok binaları İtalyan mimarlara inşa ettirmiş, içlerini yine o ülkeden getirttiği sanatçılara döşetmiş. Floransa'yı andırması nedeniyle Dresden'e "Elbe kıyısındaki Floransa" da deniyor. Kent halkının referandumla nehir üzerine modern bir köprü yapılmasına karar vermesi üzerine UNESCO "Dünya Kültür Mirası" unvanını 2009'da geri almış, geçen yıl yapılan yeni müracaatı da kabul etmemişti.

"Eski toplar" Hep Önemli Görevlerde

Saksonya eyaletinin başkenti Dresden, yabancı düşmanlığının kalelerinden biri. Batıdan gelen tüm desteğe, sayısız yeniliğe ve refaha karşın yabancı düşmanı tohumlar doğuda yeşermeye devam ediyor, köklerini kurutmak çok zor. Burada çoğu insan hâlâ Ulbricht-Honecker yıllarının özlemini çekiyor. Avrupa Komisyonu'nun 27 ülkede yaptığı araştırmaya göre Avrupa'da geleceğe kötümser bakan toplumların başını yüzde altmış sekiz ile Almanlar çekiyor! Sosyal Demokratlar'ın (SPD) politik vakfı Friedrich Ebert'in kamuoyu yoklaması daha da şaşırtıcı. Tüm Almanların yüzde 30'u demokrasinin sorunları çözeceğine artık inanmıyor. Doğu Almanya'da bu oran daha da yüksek. Orada insanların yüzde 50'si demokrasinin toplum sorunlarını çözmeye yeterli olmadığı inancında. Belki de bu nedenle "eski toplar" yine çok önemli görevlere getiriliyor! Özellikle batı partileri Hıristiyan Demokratlar (CDU) ile Hür Demokratlar (FDP) kadrolarını bu "eski" rejim yandaşları ile doldurmuş. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'ni yönetenlerin partisi Sosyalist Birlik Partisi'nin (SED) 1990'a kadar uzaktan kumanda ettiği ve çoğunlukla bilim adamlarının, öğretmenlerin, akademisyenlerin üye olduğu küçük partilerde görev yapmışlar tüm Doğu Almanya'da yine önemli görevlerde. Politikayı onlar etkiliyor, toplum yaşamını dolayısıyla da olsa onlar yönlendiriyor. Sağ popülist Almanya için Alternatif Partisi (AfD) bir çok doğu Alman kentinde başı çekiyor!

14 Ekim 2022

Stefan Zweig: "Kitap, dünyaya açılan kapı"

PoliTeknik, Sayı 35, 14 Ekim 2022

Çeviri: Ahmet Arpad

 Yeryüzünde bütün hareketlerin kaynağı, insan bilincinin iki buluşudur. Mekânda hareket tekerleğin bulunmasıyla, düşündeki hareket de yazının bulunmasıyla gerçekleşmiştir. Adı bilinmeyen bir insan günün birinde, dünyanın bilinmeyen bir köşesinde ağaçtan elde ettiği tahtayı kıvırıp tekerlek haline getirerek, tüm insanlığa ülkeler ve toplumlar arasındaki uzaklıkların kalkmasını öğretmiştir. Arabalar sayesinde insanlara gerekli yükler, gıda maddeleri, değerli madenler ve her türlü ürün bir yerden bir yere götürülmüş, zamanla insanlar yolculuklara çıkmış, yeni yeni ülkeler tanımıştır. Böylece toplumlar tek başına, yalnız yaşamaktan kurtulmuş, dünya insanları birbirine yaklaşmıştı. Hareket eden araçlar sayesinde Orta Doğu Avrupa'ya, güney kuzeye ve doğu batıya daha yakın olmuştu.

Tekniğin gelişmesiyle nasıl tekerlek lokomotifin altında onu raylarda ilerletiyorsa, otomobili yollarda sürüyorsa, uçağı hareket ettirerek pervanesini döndürüyorsa, yazı da rulodan kitaba, tek tek kağıtlardan bir araya getirilmiş yüzlerce kâğıda geçerek yaptığı gelişmeyle bireyin kendi içine kapanık düşünce ve görüşlerini artık geniş bir çevreye yaymasını sağlamıştır. Kitaplar aracılığı ile birey düşünceleriyle tek başlarına yaşamaktan kurtulmuş, kendini yeryüzünde olup bitenin, insanlığın düşünce ve duygularının ortasında bulmuştur. Günümüzde tüm düşün hareketlerinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamımızdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu kez bunun farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızla ciğerlerimize oksijen dolduruyor, görünmeyen bu gıdayla damarlarımızdaki kanı besliyorsak, okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ya da onları yoruyoruz.

Yüzlerce yıllık yazının ve kitapların çocukları, torunları sayılan bizler için okumak neredeyse bilinçaltı gerçekleşen, alışılmış bir davranış. Daha okul öncesi yıllarda elimize aldığımız kitap da, hep bizimle olan, yanımızda, yakınımızda duran bir şey, tıpkı giysilerimize, eldivenimize, sigaraya ya da günlük yaşamın gereksinimi olan eşyalara uzandığımız gibi kitapları da öyle elimize alıp sayfalarını karıştırıyor, okuyoruz. Kolay erişilebilir olması kimi zaman kitaba saygı duymamızı engelliyor, fakat içimize kapandığımız, düşüncelere daldığımız, verimli olduğumuz anlarda onun değerini kavrıyoruz. Sadece böyle anlarda kitabın gizemli ve duygulara etkileyici gücü karşısında saygı duyuyoruz. O günlük yaşamımızın önemli bir parçası oluyor. Yirminci yüzyılda kitabın mucizevi varlığı olmadan ruh dünyamızın ayakta durması mümkün olamaz.

İnsan yaşamında doruk anlar sürekli değildir, her zaman yaşanmaz. Bu nedenle de kalıcıdırlar, yıllar sonra bile anımsanırlar. Ben de bunlardan birini bugün bile çok iyi anımsıyorum, yeri, tarihi, hatta saatiyle... Yirmi altı yaşındaydım, birkaç kitabım çıkmıştı, çok basit bir şeyin, bir düşün, değişik bir düşüncenin geçirdiği o gizemli değişim, onun sayısız evresi ve sonunda hepsinin yoğunlaşıp adına kitap denilen karton kapalı dik dörtgenin nasıl ortaya çıktığını biliyordum. Ardından üzerine fiyat damgası vurulup satışa çıkarılıyor ve herhangi bir malmış gibi vitrin camının arkasına yerleştiriliyordu. Fakat o kitap çok canlıydı, her bir baskısı okuyanı heyecanlandırıyordu.

Kendini sattırıyor, sayfalarını karıştıranı kendine bağlıyor, tüm sayfalarını zevkle okuyanı kendine esir ediyordu. Tarif edilmesi zor ´kan nakli´ sürecini, damla damla yabancı damarlara verilişini ben de yaşamıştım. Alınyazısı alınyazısına, duygu duyguya, ruh ruha. Ancak basılı metnin gizemi, ulaştığı sonsuzluk ve yaptığı etki bana yabancı sayılırdı. Şöyle biraz ilgilenmiş, ancak pek fazla üzerinde durmamıştım. Bunun tam farkına, ilerde, şimdi sözünü edeceğim gün ve saatte varmıştım.

günlerde bir deniz yolculuğu yapıyordum, bir İtalyan gemisiyle Akdeniz'de, Cenova'dan Napoli'ye, Napoli'den Tunus'a, oradan da Cezayir'e. Yolculuk günlerce sürecekti ve gemide az yolcu vardı. Bu nedenle mürettebattan genç bir İtalyan benimle sık sık sohbet etmeye zaman ayırabiliyordu. Yanılmıyorsam acemi tayfa idi, kamaraları silip süpürüyor, güverteyi yıkıyor ve benzeri birçok işi yapıyordu, daha doğrusu hiç kimsenin yapmayacağı işler onun göreviydi. Çalışırken ve konuşurken onu seyretmek keyif vericiydi. Uzunca boylu idi, teni güneş yanığı, gözleri kara, gülerken görünen dişleri bembeyazdı. Ve çok sık gülüyordu, şarkı söyler gibi İtalyanca konuşuyordu, yaptığı müziğe el kol hareketlerini de ekliyordu. Bir mimik dehasıydı o. Gemideki birçok insanın taklidini yaparken sanki karikatür çiziyordu. Ağzında bazı dişleri eksik kaptanı, sol omzu hafif önde, güvertede kasıla kasıla dolaşan yaşı İngiliz'i, akşam yemeğinden sonra mutfaktan çıkıp masalar arasında gururla dolaşan ve doymuş yolcuların karınlarına hafifçe gülümseyerek bakan baş aşçıyı başarıyla taklit ediyordu. Onunla çene çalmak insana keyif veriyordu. Geniş alınlı, kolları dövmeli bu genç, anlattığına göre gemide çalışmaya başlamadan önce yıllarca koyun çobanlığı yapmıştı. Dostluğunun hoşuma gittiğini ve gemide en çok kendisiyle konuştuğumu çabucak fark etmişti. Tanışmamızdan birkaç gün sonra bana yaşamından birçok şeyi rahatça, hiç çekinmeden anlatmıştı. Yolculuğun daha ikinci gününde dost olmuş sayılırdık.

Sonra aniden aramızda görünmeyen bir duvar oluşuverdi. Napoli limanına demir atmış, gemi kömür, yolcu, posta, sebze ve gerekli diğer gıda malzemelerini yüklemiş, tekrar yola koyulmuştu. Kent yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Açık denize çıkarken Vezüv'ün doruğunu donuk sigara dumanını andıran bulutların çevrelediğini gördüm. Aniden yanıma sokuldu, ağzı kulaklarında, elindeki buruşmuş bir mektubu gururla gösterdi ve az önce almış olduğunu söyledi, benden okumamı rica etti.

Önce ne demek istediğini hemen anlamadım. Giovanni'nin yabancı dilde bir mektup almış olduğunu sandım, Fransızca veya Almanca. Bir kızdan olabilirdi – kızlar niçin hoşlanmasındı bu genç adamdan –, sanırım şimdi benden yazılanları İtalyancaya çevirmemi istiyordu. Fakat hayır, mektup İtalyanca idi. Peki, ne istiyordu? Mektubu ona yüksek sesle okumalıydım. Ve birden her şeyi kavradım. Bu yakışıklı, zeki, candan ve yetenekli delikanlı, istatistiklere göre memleketinin okuma-yazma bilmeyen yüzde yedisinden biriydi. Evet, okuması, yazması yoktu. Ve ben o anda, daha önce Avrupa'da nesli tükenmekte olan bu insanlardan biriyle karşılaşıp karşılaşmadığımı anımsayamadım. Evet, bu Giovanni tanımış olduğum okuma bilmeyen ilk Avrupalı idi.

Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. O anda dost veya arkadaş olarak değil, garip bir yaratıkmış gibi. Ve sonra uzattığı mektubu okudum. Yazan genç kızın adı Maria idi, terziydi. Giovanni'ye yazdıkları, o yıllarda bütün ülkelerde, bütün dillerde genç kızların genç erkeklere yazdığı şeylerdi. Okurken dikkatle dudaklarıma baktığını fark ettim. Heyecanlı olduğu belliydi, kaşlarını kaldırmış, gözlerini kısmıştı, beni dinlerken yüzünün hatları gergindi, mutlaka okuduklarımı kelimesi kelimesine aklında tutmaya çalışıyordu. Mektubu iki kez okudum, ağır ağır, kelimelerin üzerine basa basa. Giovanni´nin hepsini yutar gibi içine çektiği belliydi. Yavaş yavaş yüzüne bir mutluluk geldi, gözleri ışıldadı, ağzı açıldı, yazın açan bir gül örneği. Fakat aynı anda kaptanlardan biri güvertede görününce, hızla yanımdan uzaklaştı.

Ben yakında duran şezlonglardan birine uzandım ve tepemdeki duygular dolu geceye baktım. Kafam birden düşüncelerle dolmuştu, az önceki tuhaf rastlantı huzurumu kaçırmıştı. Yaşamımda ilk kez bir okuma-yazma bilmeyenle karşılaşmıştım. Hem de zeki olduğuna inandığım, bir dost gibi konuştuğum bir Avrupalı ile… Düşüncelerim karmakarışıktı, beyni yazıya kapalı bu insan dünyayı nasıl görüyordu? Kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Okuma-yazma bilmesem dünyam nasıl olurdu? O insan eline bir gazete alıyor, yazılanları anlamıyor. Bir kitap tutuyor elinde, tahtadan veya demirden daha hafif, dört köşe, kapağı renkli, sayfalarını açıyor, işe yaramayan bir şey, bırakıyor bir kenara. Duruyor bir kitapçının önünde, vitrinde sarı, yeşil, kırmızı, beyaz köşeli o güzel şeyler, sırtları altın yazılı. Onun için çekici, rengârenk, leziz meyvelerden veya koklanamayan, şişelere doldurulmuş parfümlerden farklı değil. Goethe'nin, Dante'nin, Shelley'in adlarını duyuyor, fakat kim olduklarını bilmiyor. Heceler ölü kalıyor, kulağa gelenler bomboş, anlamsız.

Hiçbir şeyden habersiz o zavallı. Kitaptaki tek satırın bile okuyanda, kara bulutların arasından aniden çıkan pırıl pırıl mehtap örneği tutku ve hayranlık yarattığını bilmiyordu. Sayfalar boyu anlatılan bir alınyazısının okuru tüm sarsıntıları ile etkilediğini, birdenbire onun alınyazısı olduğundan da haberi yoktu. O, kitapları tanımadığından duvarlar içine kapanmıştı, sadece kendi yaşamını yaşıyordu. Sordum kendi kendime, bütünden kopmuş bir yaşama nasıl dayanırdı insan, boğulmadan, fakirleşmeden? Gözün gördüklerinden, kulağın duyduklarından başka bir şeyi tanımadan nasıl dayanılırdı yaşama, kitapların yaydığı o dünya havasını içine çekmeden nasıl nefes alınırdı? Kendimi okuma-yazma bilmeyen, düşün dünyasından dışlanmış birinin yerine koymaya zorladım, günlük yaşamını da gözümün önüne getirmeye çaba gösterdim. Başaramadım. Yaşamı boyunca tek kitap bile okumamış bir Avrupalının yerine koyamadım kendimi, düşün dünyasına adım bile atamadım. Başkasının tanımlarından müziğin ne olduğunu kavramaya çalışan bir duyma özürlüye benzettim kendimi.

Bir okuma-yazma bilmeyenin iç dünyasını bir türlü gözümün önüne getiremediğim için kitapsız kendi yaşamımın nasıl olabileceğini düşünmeye çalıştım. Önce, her gün kitap okumaya ayırdığım zamandan bir saati kestim, fakat başaramadım. Kitaplar ve kültür aracılığı ile elde ettiğim bilgi, deneyim ve duyguların gücünü tekrar geri almaya kalkışınca benliğimde çözülme belirtileri görüldü. Neyi düşünürsem düşüneyim, bütün anılarımı ve deneyimlerimi, hepsinin kitaplarla bağlantılı olduğunu fark ettim. Aklıma gelen bir çok ilginç kelimenin bile kaynağı okuduğum kitaplar ya da kimi belgelerdi.

Şimdi Tunus ve Cezayir'e gitmekte olduğumu bir an düşündüğümde, hiç elimde olmadan bu iki kelimeyi çağrıştıran yüze yakın kelime kristaller örneği beynime hücum ediyor. Kartaca, Salambo, Livius'dan kimi sahneler, Romalılar, Scipio, Hanibal gözümün önünden geçiyor, ayrıca Grillparzer'den bazı bölümler, Delacroix'un renkli tabloları ve Flaubert'in çizgileri de canlanıveriyor. Cervantes'in Kayser V. Karl'ın Cezayir hücumu sırasında yaralandığını da anımsıyorum. Sadece o iki kelimeyi bir an için düşünmekle daha bir sürü ayrıntı geliyor aklıma. Belleğimden fışkıran bilgiler, orta çağın tüm savaşları ve tarihçeleri, ayrıntıları ve bağlantıları. Hepsi de ana okul günlerimden başlayarak okuduklarım ve öğrendiklerim. O anda anlıyorum, çok şeyi kapsamlı ve sayısız ayrıntıları ile düşünme, dünyaya değişik açılardan bakma yeteneğine sadece, kitaplardan edindiği bilgilerin dışında yıllar boyu bir çok ülkeden ve insanlarından öğrendiklerini de katan bir insan sahip olabilir. Kitaplardan yoksun birine dünya çok dar geliyor olmalıydı…

Şimdi bütün bunları düşünmemi, o zavallı Giovanni'ye kısmet olmayan mutluluğu böylesine güçlü hissetmemi, bana yabancı o insanın alınyazısıyla hüzünlenmemi de edebiyatla ilgilenmeme borçlu değil miydim? Kitapları okurken tanımadığımız insanların iç dünyalarını yaşamıyor, onların gözleriyle bakmıyor ve onların beyinleri ile düşünmüyor muyuz? Şimdi bana, kitaplar aracılığı ile yaşamış olduğum sayısız mutluluğu anımsattığı için az önceki o rastlantıya teşekkür etmeliydim. Sonra aklıma geldi anılarım tek tek, gökyüzünde sıralanmış şu parlak yıldızlar örneği. Kitaplar aracılığı ile öğrendiklerim, yaşamımı bilgisizliğin sıkıcı darlığından kurtarıp özgürleştirmiş, bana, küçük adama, değerler, coşku ve deneyimler kazandırmıştı. Çocuk ruhum macera kitaplarıyla etkilenmişti, bana yabancı ve vahşi gelen bir dünya burjuva evimizin duvarlarını kırıp içeri girmişti, ben de onların dışına çıkmıştım.

Kitaplardır çocuğa ilk kez dünyamızın ölçülemeyecek kadar büyük olduğunu gösteren, ona bu dünyada yaşama coşkusu yaratan. İçimizdeki heyecanın, istek ve hırsın, varoluşumuzun bu en güzel yanını, daha doğrusu benliğimizin o kutsal susuzluğunu, bizi sürekli yeni yeni yaşantıları içmeye zorlayan kitaplardaki o tuza borçluyuz. Yaşamımda birçok kararı almamda kitaplar önemli bir oynamıştı. Bazı dostlar ve kadınlarla buluşmaktansa artık yaşamayan edebiyatçılarla bir araya gelmeyi çok kez yeğlemiştim, kimi aşk gecelerini de kitaplarla yaşamış, uykusuz kalmıştım. Üzerinde kafa yordukça düşün dünyamızın milyonlarca parça izlenimden oluştuğuna daha çok inanıyorum. Bu izlenimlerin çok azı görülen ve yaşanandan oluşuyor. En önemli bölümünü ise kitapların bize verdiklerine, kitaplardan öğrendiklerimize borçluyuz.

Böyle düşüncelere dalmak ne güzel. Kitaplarla yaşamış olduğum mutlu anları anımsadım, birini düşünürken bir başkası aklıma geliyor. Tıpkı tepemdeki kadife yumuşaklığında gece gökyüzünün yıldızları gibi, birine bakarken yanında bir başkasını görüyorum, hep yenileri ortaya çıkıyor, nereye bakacağımı şaşırıyorum. Yıldızların sardığı gökküresinin derinliklerine bakarken, biz insanların da düşüncelerinin çevresinde ışıl ışıl bir ikinci uzayın oluştuğuna inanıyorum.

O gece elimde bir kitap tutmuyordum, fakat sadece onları düşünmekle kitaplara tüm yaşamımda hiç böylesine yakın olmamıştım. Bizden tek farkı okuma yazma bilmemek olan ve bu nedenle de yaratıcılığın uzak dünyalarına ulaşamayan o insanla, ruhun o zavallılığı ile yaşadığım küçük olay bana, kendini bilgilendirmek isteyen herkese evrenin kapılarını açan kitapların büyüsünü daha da yakından hissettirdi.

Yaşamı boyunca tek bir kitap bile okumuş olsa, yazılanların, basılanların, sözlerin, düşünceler aracılığı ile sonsuzluğa ulaştırılmasının değerini kavramış olan her insan, günümüzde çok kişinin, hatta en akıllı geçinenlerin bile şu korkusu karşısında biraz da acıyarak gülümser. Artık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli, diye yakınıyorlar. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo sözlerle düşünceleri çok rahat ve akıllıca nakleden buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak… Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kağıtların oluşturduğu küçük deste kalıcılığını her zaman kanıtlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez, teknikten korkması da gereksizdir. Teknik kitaplar aracılığı ile ortaya çıkar, kendini yenilemesi için de kitaplara gereksinimi vardır. Sadece insan yaşamının değil, bilginin ve bilimin de temelini kitaplar oluşturur. Ve insan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, yaşamı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerin de yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever.

Kitaplara teşekkür

Buradalar, bekliyorlar ve susuyorlar. İtişip kakışmıyorlar, bağırmıyorlar, istemde bulunmuyorlar. Duvar kenarına dizilmiş suskun öyle duruyorlar. Uyukluyorlar sanki, fakat üzerlerindeki bir isim açık bir göz gibi sana bakıyor. Onlara bakarak, şöyle bir dokunarak yanlarından geçerken, yalvarır gibi arkandan seslenmiyorlar, senden bir şey istemiyorlar. Hayran olmanı bekliyorlar, ancak o zaman açılıyorlar. Önce çevremizde bir suskunluk, sonra içimizdeki bir suskunluk. Ardından hazırız, bir akşam, yorgun günün sonunda eve döndüğümüzde, bir öğle üzeri, insanlardan bitkin, bir sabah, güzel düşlerle geçmiş bir gecenin sonunda… Sokuluyoruz onlara, yüzlerce göz, yüzlerce isim suskun ve sabırla senin arayan bakışlarını takip ediyor, bir sarayın paşasının seslenmesini bekleyen esir kadınlar örneği. Sonra uzanıyor elin, bir piyanonun tuşlarına dokunan parmaklar gibi, içlerinden birine, açıyor sayfalarını, okuyor bir kaç satır, bir kıta. O anda isteksizsin, düş kırıklığı, bırakıyorsun yerine. Arıyorsun bir başkasını, o anda sana en uygun olanını. Ve birden kuşatılıp sarılıyorsun, nefesin bir başka nefesle karışıyor, sanki bir kadının sıcak, çıplak vücudu yanı başında yatıyor. Seçtiğin kitap seni mutlu ediyor, içinden yükselen ışıkla ısınıyorsun. Düşlerin bulutları aralanıyor, seraplar görünüyor. Caddeler açılıyor ufka kadar, uzaklar duygularını çekip içine alıyor.

Bir yerlerde bir saatin çalıştığını duyuyorsun. Fakat o seni rahatsız etmiyor, burada başka saatin sözü geçiyor. Karşısında kitaplar, içlerindeki sözler dudaklarına dokunana kadar yüzlerce yılı geride bırakmışlar… Sonra yepyenileri, daha gençleri, henüz dünyaya gelmişler. Hepsi de büyüleyici bir dili konuşuyor, heyecanlandırıyor, nefes kesiyor. Heyecanlandırırken teselli de ediyorlar. Kendini onların içinde buluyorsun, sayfalarından yükselen melodiyle, düşüncelere dalıyorsun, sakinleşiyorsun, yükseklerde, başka dünyalarda uçuyorsun.

Günün huzursuzluğunu unutturan o güzel saatlere, insanın sadık dostu, suskun arkadaşı kitaplara, hep yanımızda olduğunuz, varlığınızla bize hep yaşam verdiğiniz için teşekkürler! İnsanlara yaşantılarının en karanlık günlerindeki desteğiniz cephe hastanelerinde, kışlalarda, hapishanelerde, acıdan kıvrandıkları yataklarda. Her yerde, her zaman yanlarında bulunmuş, onlara düşler getirmiş, huzursuzluk ile ıstırap arasında bir avuç huzur olmuştunuz! Günlük yaşamın altında ezilen ruhunu çekip kurtaran Tanrı mıknatısı sizler. İnsan ruhunun karanlığını hep aydınlatır, onu ötelerin aydınlığına taşırsınız.

Sonsuzluğun bu küçük parçaları sizler, yan yana ve suskun, evimizin duvarına sıralanmış öyle duruyorsunuz. Fakat bir el sizi çekip alınca, yürek size dokununca, mekanları kırıp parçalıyor, çılgınca ileri atılan bir araba örneği bizi sonsuzlara taşıyorsunuz.

9 Ekim 2022

Bira Bayramı ve Korona

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 9 Ekim 2022

AHMET ARPAD

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ünlü panayır melodilerine hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira, kızarmış yarım tavuklar. Litrelik kadehler havalarda.

Güney Almanya'da Stuttgart ve Münih bira bayramları panayır coşkusunda. İki haftada on milyonun üzerinde insan akın akın dolduruyor çadırları. Sadece Münih'teki bayramda bir günde içilen bira tam yarım milyon litre! Her Alman yılda 110 litre birayı kafasına dikiyor. Dev çadır ayakta, binlerce insanın coşkusu sonsuz. Az ötemizdeki dört uzun masanın üzerinde küçük İsviçre flamaları var. Masalarda sadece erkekler oturuyor. Bağırıp çağırıyorlar, ne söylediklerini biraz sonra zor da olsa anlıyorum. İsviçre'nin Fransızca konuşulan bölgesinden buraya gelmişler. "Biz Fribourg'dan geldik, iki otobüs, yüz kişiyiz." Hepsi deri pantolonlu ve aralarında tek kadın yok! Dev orkestranın çaldığı Güney Alman müziğinin eşliğindeki dansa, yüzlerce insanın hep bir ağızdan söylediği yerel şarkılara eşlik etmeye çaba gösteriyorlar.

Bir an yan masadan sokulan yaşlıca kadın gençlerden birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Genç İsviçreli peşinde. Danslarına masada devam ediyorlar. Gencin arkadaşları bağıra çağıra kahkahalar atıyor. Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli, dekolteleri bakışları çeken, danteller ve çiçeklerle süslü, beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp coşkulu şarkılara katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, dans ediyor, sarılıyor, öpüşüyor...

Her şeyi unutmak istiyorlar

Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi uzanıyor. Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var, çocukluğumuzda da vardı, bugün de var, aradan onlarca yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Onlar nostalji. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yüksekten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenlere bakıyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinde kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Ülkede sorunlar almış başını yürümüş, geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış, ancak bir gün için de olsa sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar dünyanın bu en büyük iki panayırına. İki kadeh birayla yarım kızartılmış tavuk için 50 Avro'yu gözden çıkarmak zorundasınız! Fiyatları kimse umursamıyor gibi, Arpa suyunu kadeh kadeh deviriyorlar, boş veriyorlar yaşamın sorunlarına! Almanya'nın en pahalı birası, en leziz kızarmış tavuğu Münih'in, Stuttgart'ın bira bayramlarında. Sanki hiç kimse ne cebindeki parayı önemsiyor ne de Korona riskini! Önemli olan, birkaç saatliğine de olsa, sorunları unutmak, panayırın coşku dolu havasıyla kendinden geçmek. Onlar sokakta karşınıza çıkan Almanlar değil, değişivermişler, keyifli ve güleç tümü! Ne güzel olurdu günlük yaşamlarında da hep böyle olsalardı! Hayır, olmuyor, ertesi sabah uyandıklarında, her şey yine eski hamam, eski tas! 2022 yılının sorunlarla dolu yaşamı şu anda çadırın dışında! Münih bira bayramı 3 Ekim'de sona erdiğinde yapılan resmî açıklamalara göre sadece Münih'te Korona testlerinde pozitif sonuçlarda yüzde 74'lik bir artış olmuş. Bakalım haftaya Stuttgart'ta nasıl bir açıklama yapacaklar?

Bira bayramının yapıldığı alanın çıkışında, tramvay duraklarına uzanan yolun başında renkli giysiler içinde bir adam saksafon çalıyor, geçmişten hüzünlü melodiler. Omzunda oturan tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor. Önündeki siyah melon şapkanın içi para dolu.


2 Ekim 2022

İsviçre'nin Almanları

Cumhuriyet, 2 Ekim 2022

ZÜRİH – Ahmet Arpad

Almanya – İsviçre sınırındaki Schaffhausen'de oturuyor dostumuz. Eski bankerlerden, on iki yıl önce emekli oldu. Arada sırada Zürih'e giderken şöyle bir uğruyor, kahvesini içip çene çalıyoruz.

Bizim Stuttgart'ı iyi tanır. Ne de olsa 1990'lı yıllara kadar işi gereği sık sık gelmişti. İstanbul'u, Türkiye'nin doğusunu da iyi bilir; uzun yıllar önce birlikte Erzurum – Kars – Van arasındaki, doğası olağanüstü yöreyi gezmiştik. Geçenlerde yine bir uğradık ona. Oturduk Ren Şelalesi manzaralı büyük terasına, çene çaldık, ancak bu kez hemen kalkamadık, sohbetimiz uzadı. Geç kaldık Zürih Gölü yakınlarındaki randevumuza, Schindellegi'deki tanışların akşam yemeğine zor yetiştik. Havadan sudan derken futbola, oradan Dünya Kupası'na, ardından da politikaya geçtik. Yaşlı dost bir an: "İsviçre'de çok Alman var", deyince dikkat kesildim. Son yıllarda kulağıma bu konuyla ilgili kimi açıklamalar gelmişti, medya da konuya, daha doğrusu soruna, sık yer ayırmaya başlamıştı. Bir de onun ağzından dinleyeyim dedim. "Daha ne kadar Alman gelecek?"

İlk sözleri: "On yıl önce iki yüz bin Alman sınır ötesinde yaşayıp sabah İsviçre'ye çalışmaya gelir, akşama da yine Almanya'daki evine dönerdi" oldu. "Günümüzde bu insanların sayısı üç yüz yirmi bini buldu! Evet okuduklarım, duyduklarım doğruysa üç yüz binin üzerinde Alman da sürekli İsviçre'de yaşayıp çalışıyor. Ancak bu sayının 2021/2022 yıllarında düşmeye başladığı da biliniyor. Son zamanlarda Avrupa'da yaşanan krizler İsviçrelilerle Almanların birbirleriyle pek anlaşamaması nedenlerinden biri. Viyana İktisat Fakültesi'nin St. Gallen Üniversitesi'yle yaptığı ortak bir araştırma başka bir gerçeği de oraya çıkardı. Gittikçe daha çok Alman işyerinde ve günlük yaşamda ayırımcılık yaşıyor, kiralık ev bulmakta zorlanıyor. Halk girişimleri ülkeye yabancı girişini sınırlandırmak istiyor. Araştırmaya katılan Almanların yüzde seksen beşi günlük yaşamda karşılaştıkları, kimi zaman hakarete kadar varan saygısızlığın nedeninin Alman olmalarında yattığına inanıyor.

Yaşlı dostun anlattığına göre sağ eğilimli İşviçreliler son yıllarda: "Daha ne kadar Alman gelecek? diye homurdanmaya başlamış. Ekonomi uzmanları ise şunu itiraf ediyor: "İsviçre ekonomisine katkıları büyük." Sadece doktorlar, mimarlar, otel elemanları yeğlemiyor güney komşuyu. Kilise adamından medya mensubuna hemen hemen her meslek dalında Alman "işçiler" var İsviçre'de. Konu duyarlı, bir akşamüstü sohbetiyle halledilecek gibi değil! Zürih Gölü'nün yamaçlarındaki Schindellegi'de yemeğe bekleniyoruz. Schaffhausen'deki yaşlı dosta veda edip gaza basıyoruz. Birkaç saat sonra leziz peynir fondüsünün ardından İsviçreli - Türk dostlarımızın terasında şaraplarımızı yudumlayıp Zürih Gölü'nü seyrederken bir an için İstanbul'u düşünüyorum. Akşamın bu saatinde ışıl ışıl göl nasıl da Beylerbeyi tepelerinden görünen Boğaziçi'ni andırıyor.

Mavi Atlılar - Dışavurumcu Sanatçılar

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 2 Ekim 2022

Ahmet ARPAD 

Meryem Ana Katedrali tüm görkemiyle karşımızda göğe yükseliyor. Kocaman kapıyı açıp içeri adım atıyoruz. Kulakları dolduran bir müzik bizi karşılıyor. Orgdan Mozart melodileri duyuluyor, kubbelerde Mozart'tan bir arya yankılanıyor. Katedralde düğün var. Sonra org susuyor, soprano aryasını bitiriyor. Beyazlar içindeki yaşlı papaz duasına başlıyor. Düğün erkânı ayağa kalkıp hep bir ağızdan ona eşlik ediyor. Melekler, tanrılar, çıplak kadınlar uçuşuyor, şaha kalkmış atlar yükseliyor gökyüzünün sonsuzluğuna. Yüksek pencerelerden giren güneş ışınları barok ve rokoko dev yapıyı aydınlatıyor, kubbelerdeki, duvarlardaki melekleri, çıplak kadınları, aşağıdaki insanlara tepeden bakan İsa'yı...

Dışavurumcu Sanatçılar

Az sonra ağır ağır göle doğru iniyoruz. Önünden geçtiğimiz evin pencerelerinden Carl Orff müziği dışarı taşıyor. Merakla durup insanın ruhunu dolduran melodiye kulak kabartıyoruz. Carmina Burana'nın yaratıcısı, büyük besteci daha 17 yaşında bir operayla pek çok şarkı bestesinin altına imza atmıştı. Çocukluğunda sık sık geldiği şirin Ammer gölü kıyısındaki Diessn'e 1955 yılında yerleşmişti. Evinin pencerelerinden gölün karşı kıyısında, Andechs yamaçlarındaki dev manastır görünüyor. Ammer gölü bugün rüzgârlı, dalgalı da. Yelkenliler, motorlar, gezi gemileri yine de gidip geliyor, martılar uçuşuyor, kazlar, ördekler ise kıyıya çıkmış, ağaç altlarına sığınmış. Yolumuz güneye, Alp eteklerine doğru uzanıyor. Berrak havada dorukları hafif beyaz dağlar ne kadar da yakın. Tarihi evleri ve sokakları ile ünlü Weilheim'da bir yemek molası verip Staffel gölü kıyısındaki Murnau'ya ulaşıyoruz. Dışavurumcu sanatçılar Wassily Kandinsky ve Gabriele Münter 1908'de Murnau'da bir ev satın alıp doğasına hayran kaldıkları yöreye yerleşirler.

Kısa süre sonra Marianne von Werefkin, Aleksey Javlenski, Franz Marc, August Macke de onlara katılır ve 1911'de "Mavi Atlı" grubunun temeli atılır. Dışavurumcu sanatçılar daha önceki aylarda Münih'te ünlü Café Luitpold'da sık sık bir araya gelirler. Brenner caddesindeki Café bugün olduğu gibi bundan 100 küsur yıl önce de tiyatro sanatçılarının, edebiyatçıların ve düşünürlerin sık sık bir araya geldiği bir mekandı. Düşünceleriyle ve görüşleriyle kuruluşun ilk adımlarını atanlar Kandinsky ile Klee'dir.

"Allahsız Gençlik"

Günümüzde Kandinsky ile Münter'in ve Alman dışavurumculuğunun ünlü ressamlarının eserleri Murnau‘nun tarihi sarayında sürekli sergileniyor. Aynı yapının üst katında, yine yıllarını burada geçirmiş, Macar-Avusturyalı yazar Ödön von Horváth da sürekli bir sergiyle anılıyor. 1924'ten, Hitler Almanyası'ndan kaçtığı 1935 yılına kadar yaşadığı Murnau'da değerli eserler vermişti. Ünlü romanı "Allahsız Gençlik" (Türkçesi: Burhan Arpad) 1938'de Nazilerce yasaklanır.

Akşama doğru ovaya sis iniyor. Gölün suları durgun, kıyılarında yüksek otlar, sazlıklar. Geniş çayırlar yamaçlarda yükseliyor, Alplerin eteğinde küçük köyler, çiftlikler, korular, az ötede başka göller. Bizim yolumuz Starnberg'e, göl kıyısındaki şirin Seeshaupt'a. Batmaya hazırlanan güneş odanın kocaman pencerelerinden içeri giriyor. Balkondaki rahat koltuklara kurulup aşağıdaki iskeleye yanaşan son gemiyi seyrediyoruz.

Anılarda o gün yaşadıklarımız...