24 Ekim 2021

Çanlar kimin için çalıyor?

Toplum Gazetesi /ALMANYA, 24 Ekim 2021

Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunacak! Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Henriette Reker kısa süre önce bu müjdeyi verdi! "Müslüman hemşehrilerimiz, şehrimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Şehrimizde kilise çanlarının yanı sıra ezan sesinin duyulması, Köln'de çeşitliliğe değer verildiğini ve bu çeşitliliğin burada yaşandığını gösterir."

Almanya'da üç bine yakın cami ve mescit var. Yetmişli yılların başında sayıları otuzu geçmezdi. Günümüzde Almanya'da sadece Cuma öğle namazında dolan camilerin ancak üçte biri, Anayasayı Koruma Örgütü'nün verilerine göre ülkedeki Türk Müslümanlarının yüzde 80'ini temsil ettiği söylenen Diyanet'in! Bunun çeşitli nedenleri var. Azınlığın temsilcisi Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Nurcular resmi makamlardan, kiliselerin de desteği ile, onlarca yıl rahatça yapı izni aldılar, sürekli "Ankara'nın etkisindeki bir dinin temsilcileri" dedikleri Diyanet camilerine ise hep zorluk çıkarıldı.

En son örneğini uzun yıllar Stuttgart-Esslingen'de yaşadık. Bu küçük kentte Milli Görüş ile çok iyi anlaşan belediye, Diyanet camisinin büyütülmesine değişik nedenler bularak sürekli engel olmuştu. Bu sorunlar Pforzheim ve Mannheim Diyanet camilerinin yapımında da yaşanmıştı. Almanya genelinde tüm camilerimizin başka bir sorunu da minareler. Kimi yerde minareye hiç izin vermiyorlar, kimi yerde de ancak kısacık bir minareyi kabulleniyorlar. Günde beş vakit ezan okunmasına ise hiç izin verilmiyor.

Çanlar Çalmaya Başladı

Geçenlerde Stuttgart'ın göbeğinde, Schiller Alanı'nda, uzun yıllardır tanıştığım, fakat birkaç yıldır görmediğim Tübingenli Doğubilimci bir Türk dostla karşılaştım. "Alte Kanzlei" lokantası alanın bir kenarına masalar kurmuş. Hemen oturduk. Hava serin, fakat güneşli. Garson kızın getirdiği, yörenin güzel şaraplarını yudumlayıp dereden tepeden konuşmaya başladık. Söz sözü açtı. Yaz tatilinden, Korona‘dan, Almanya'daki son seçimden, milli futbol takımından, Stefan Kuntz'dan söz ettik. Tabii Türkiye'deki "en son gelişmeler"e de değinmeden olmazdı. Tam sohbeti koyulaştırmıştık ki çanlar çalmaya başladı.

Schiller Alanı'nda yükselen dev Stift Kilisesi‘nin tepemizdeki dev çanları çok gürültü çıkarıyordu. Bir süre susmak zorunda kaldık. Konuşmanın anlamı yoktu. Biri ötekinin ne dediğini anlamıyordu! Az sonra, çanlar yine sustuğunda, konumuz değişivermişti. "Bizimkilere altmış yıldır ezan okutmuyorlar, kendileri gece gündüz, saat başı, kimi yerde her yarım saatte bir bu çanları çalıyorlar!" diye biraz öfkeli konuştu dostum. "Ülke onların, istediklerini yaparlar", diye karşı çıkmak istedim.

O atılıp sözümü kesti: "Çan ne İsa'nın emridir, ne de İncil'de yeri vardır!" Söylediğine göre çan çalma geleneği İsa'dan 1200 yıl sonra başlamış. Tarlasında çalışan köylüye dua saatini anımsatmak için. "Sonra Katolik ve Ortodokslar sayesinde dallanıp budaklanmış", diye heyecanla devam etti; "Azizlerin doğum, şahadet yıldönümlerini, mucizelerini anmak; insanları düşmana, genellikle Orta Avrupa'ya yaklaşan Osmanlı ordularına karşı duaya çağırmak için de çalmaya başlamışlar."

Yağma Kilise Çanları

Geçen ay katolik ve protestan kiliseleri ilginç bir açıklama yapmıştı: Hitler Almanyası, İkinci Dünya Savaşı'nın en hareketli döneminde, 1940'da çıkardığı bir kararnameyle Almanya'da ve işgal ettikleri doğu Avrupa ülkelerinde 100 binin üzerinde kilise çanına el koymuştu. O günlerde değişik cephelerde sürdürülen acımasız savaşlarda çok sayıda silaha gerek vardı. Dört yıl boyunca Wilhelmburg ocaklarında eritilen bronz ve demirden kilise çanları toplara, tüfeklere ve mermilere dönüştürülmüştü. Savaş yıllarında eritilmemiş ve sonra Almanya'nın değişik kiliselerinde kullanılmaya başlanmış ‘yağma çanlar' birkaç yıldır, nereden geldikleri bulunduğunda, iade edilmeye başlandı. Bu arada Stuttgart yakınlarındaki Rottenburg Piskoposluğu da çevredeki katolik kiliselerinde 54 ‘yağma çan' olduğunu tespit etti.

Kafamdan bunları şöyle bir geçirdikten sonra sohbeti sürdürdüm: "Hepsi iyi güzel de, 21. yüzyılda her saat başı, kimi yerde gece yarısı bile çalınmasını pek anlamıyorum", dedim. Dost gülümsedi: "Evinin karşısında kilise olan yandı demektir", dedi. "Adamcağız çan sesini bütün gün çekmek zorundadır. Ne kadar dava açarsa açsın, çan sesinin dayanılmaz olduğunu bilirkişi raporları ile kanıtlasın, hiçbir mahkeme onu haklı çıkarmaz Almanya'da!"

Çünkü çan sesi bir liturya kabul ediliyormuş. Dayanamadım, gülümseyerek sordum: "Peki, bize niçin günde beş kez ezan okutmuyorlar?" Hemen yanıt vermedi. O da bir an gülümsedi, sonra: "Korkuyor olacaklar!" dedi. "2001'de Nobel ödülü verdikleri Naipaul, İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra ne demiş biliyor musun? 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." Ben yine de ısrarla sormaya devam ettim: "Ezan kilise çanından daha dinsel değil mi?" Açıkladı: "Rivayete göre ezan istişareler sonucu belirlenmiş ve peygamberin onayını almış. Ezanın metni Kuran ayeti filan değildir, peygamberin sözü de değildir, fakat dinsel olarak kilise çanından daha önemlidir. Arapça olmasına karşın ezan bir manifestodur..."

Bakalım Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunması ne sonuç verecek?

17 Ekim 2021

Develeri görmeyeli çok olmuştu...

Toplum Gazetesi/Almanya, 17 Ekim 2021

Hemen girişte sizi pembe flamingolar karşılıyor. Sakin sakin, çoğu tek bacağının üstünde öyle durmuşlar gelene geçene bakıyorlar. Az ötede bir insan kalabalığı. Büyük bir havuz. İçinde foklar yüzüyor. Hızlı hızlı, heyecanlı. Yemek saati yaklaşmış olacak! Gerçekten de birkaç dakika sonra elinde içi balık dolu kova bir adam geliyor. Bakıcılarını gören fokların heyecanı artıyor. Adam onları isimleriyle çağırıyor. İsmini duyan hızla geliyor, sudan fırlıyor, bakıcının elindeki balığı kaptığı gibi yine buz gibi sulara dalıyor. Sonra sıra diğerlerinde. Bu oyun böyle sürüp gidiyor. Biz yolumuza devam ediyoruz.

Wilhelma büyük. 300 bin metrekareye yayılıyor. 1250 cinsten 11 bin hayvanı barındırıyor. Tarihi botanik bahçesinde ve geniş parklarında 7500 çeşit bitki var. Wilhelma 1846 yılında önce büyük bir botanik bahçesi olarak kurulmuş, 20 yıl sonra da hayvanat bahçesi eklenmiş. Bugün Berlin'den sonra Almanya'nın ikinci büyük hayvanat ve botanik bahçesi. 2019 yılında kapılarından içeri giren 1,7 milyon ziyaretçi Wilhelma için yeni bir rekor olmuştu. Geçen yıl ise aylarca kapatmak zorunda kalınca bu sayı %50 düşmüştü.

Çitalarla, antiloplar, zürafalar birbirine oldukça yakın. Az ötede fillerle suaygıları geziniyor. 2018'de Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) ile ortak çalışmaya karar veren Wilhelma dişi filler Pama ile Zella'nın yaşadığı alanı büyültülüp 2023 yılından sonra 14 Asya filine yer açmaya karar verdi. Yolumuza devap edip ceylanların önünden geçiyoruz ve yamaçtaki kayalıklara varıyoruz. Burada daha önce küçük maymunlar yaşardı.

2019'da iki milyona yakına bir harcamayla iyice elden geçirildi. Şimdi kar leoparları Kailash'la Ladakh'ın ikizleri her gün mağaralarını terk ediyorlar, annelerinin gözü altında Moğolistan veya Çin'in 6 bin metrelik dağlarını anımsatmaya çalışan kayalıklarda hoplayıp zıplıyorlar. Resmi açıklamalara göre günümüzde dünyada 4 bin kar leopardı kalmış!

Goriller çimenlere uzanmış uyukluyor

Gezintimiz sürüyor. Az sonra Wilhelma'nın bir başka doruk 'yerleşimi' olan, bonobalarla gorillerin keyif sürdüğü modern, tamamen camdan Maymunlar Evi'ndeyiz. Stuttgart'ın Wilhelma hayvanat bahçesi Avrupa'nın tek goril yetiştirme merkezi. Bonobolarla goriller 2300 metrekare büyüklüğünde alanda tabii birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Eskisinden çok daha büyük bir alana 2013 yılında 22 milyon Avro'ya inşa edilen bu yepyeni yapıyla Wilhelma bir dönüm noktasına imza atmıştı.

Maymunların geleceğe dönük yeni bahçeli 'villası' lüks, aydınlık ve de ferah. Burada ayrı ayrı bölümlerde yaşayan 25 goril ve 16 bonobo oturdukları, yattıkları veya oynaştıkları yerden dışardaki güzel doğayı seyrediyor, günün belli saatlerinde parkı andıran geniş bahçeye çıkıyorlar. 1500 metrekarelik dış yeşil alanda on beş metre yüksekliğindeki değişik ağaçlar, çimenler ve bir derecik onları bekliyor. Goriller tembel tembel çimenlere uzanmış uyuklarken bonobolar yükseklere tırmanıyor, insanın yüreğini ağzına getiren değişik jimnastik hareketleri yapıyor, metrelerce yukardaki hamaklara kurulup çevreyi seyrediyorlar.

Hayvanat bahçesinde kısa süre önce yapılan değişikliklerle bizonlar, yaban domuzları, Mezopotamya alageyikleri, Tibet öküzleri, eşekler ve develer bir araya getirilmiş. Hepsi de kendi halinde, sakin, kimseye zararı olmayan hayvanlar. İçlerinde beni en çok ilgilendirenler develer! Onları görmeyeli çok olmuştu. Sadık ve alçak gönüllü, sıcak çöllerde güç koşullara karşın sabırlı, günlerce aç-susuz uzun yollar kateden deve kendine kötülük yapanı da hiç unutmaz. Durup uzun uzun seyrediyorum. Ben onlara, onlar bana bakıyor.

Almanya'nın kimi yörelerinde deve çiftlikleri var. Bunlardan biri de Stuttgart yakınlarındaki Nagold'da. Sütünden kremler, sabunlar, banyo losyonları yapıyorlar. Çiftlik sahibi: "Deve iyi niyetli gibi görünür, fakat istedi mi de kafasına eseni yapar," diyor. "O köpekten çok kediye benzer."

Deve olmasaydı acaba Arap insanı ucsuz bucaksız çöllerde binlerce yıl ne yapardı? Türkiye'de 1935 yılında 120 bin deve varken, günümüzde bu sayı 1500'e düşmüş. Acaba ülkemizde develer niçin azaldı?

10 Ekim 2021

Münih'te hoş bir gün…

Toplum Gazetesi, 10 Ekim 2021


Günlerden Cumartesi. Hava ılık. Münih ünlü lodoslu günlerinden birini yaşıyor. Avrupa'nın en büyük kent parkı 370 hektarlık "İngiliz Parkı"nda dolaşırken kimlere rastlamıyorsunuz! Her gün gezintiye çıkan yaşlılara, yakındaki üniversiteden ders çalışmaya gelmiş gençlere, ağaçlar altına uzanmış, öpüşüp sevişen aşıklara, parkın uzun yollarında mutlu köpeklerinin peşinden giden köpekseverlere, uçsuz bucaksız çimenlere yatmış, tembel tembel gökyüzü seyredenlere, atlarına binmiş, insanları rahatsız etmeden huzur dolu parkın yollarında gezinen polislere, 'Çin kulesi'nin çevresindeki tarihi ağaçların gölgesinde bira içen göbekli Bavyeralılar'a, meraklı turistlere...

Sizin anlayacağınız her cinsten insan burada! Kulenin altındaki sahnede Bavyeralı müzisyenler oynak melodiler çalıyor. 1789'da prens Carl Theodor'un Alman ordusunun mimarı Joseph Frey'e İngiliz park kültürünü örnek alarak düzenlettiği bu dev alan köpeklerden bebeklere, yaşlılardan gençlere herkesin canının çektiğini yapabileceği bir yer. Havaların henüz soğumadığı şu günlerde güneşlemeyi sevenler Schwabing deresinin kıyılarını ele geçirmiş! Günün belli saatlerinde parkın uçsuz bucaksız çimenleri dört ayaklı sevimli hayvanların! 'ev hapsi"nden bir kaç saatliğine olsa da kurtulduğu için sonsuz mutlu her cinsten, her renkten, her boydan ve her yaştan köpek deliler gibi koşuşturuyor, hoplayıp zıplıyor. Seyreden için eşsiz bir gösteri... En iyi cins, en soylu köpekler ise, çimenlerdeki "karmakarışık özgürlük" soylu sahiplerinin pek hoşuna gitmiyor olacak ki; buraya uğramıyor.

Bu kent parkında başka özgürlükler de var. Ağaç altlarında, çimenlerde akla gelen her müzik türünü dinlemek mümkün. Tamtamlara darbukalar, trompetlere saksofonlar karışıyor... Yakındaki Münih üniversitesinde yıllar geçiren Güney Amerikalı, Afrikalı öğrencilerin müziği kulağa pek hoş geliyor. Ağaçların dibinde bira içenler oturuyor. Tabii sosyal mesafeli! İngiliz parkındaki özgür yaşama parkın yollarında devriye gezen polisler değil karışmak, yaşamın tadını çıkaran kent insanlarına dostça gülümseyip selâm veriyor...

Kleinhesseloher gölünde küçük kayıklar dolaşıyor, kazlar, ördekler, alımlı bembeyaz kuğular sularda süzülüyor. Gölden Aumeister bira bahçesine uzanan bölümde doğa sakinleşiyor. Burası tavşanların, sincapların, arada sırada ortaya çıkan alageyiklerin elinde. İngiliz parkından geçen dereciklerde kunduzlar, porsuklar da özgür yaşıyor. 1789 yılından bu yana beton hiç girememiş bu parka!

Kentin merkezinde şöyle bir gezinmeden Stuttgart'a dönmek olmaz. Münih'in göbeğindeki ünlü Viktualien pazar alanı hafta sonu alış verişine çıkmış insanlarla dolu. En iyisi yarım kızarmış tavukla, seramik kupada buz gibi bira alıp uzun tahta masalardan birine oturmak, keyifle yiyip içmek, karşınızdaki Bavyeralı ile sohbet etmek, cumartesi alışverişine çıkmış hanımefendilerle yanlarındaki beyefendileri, suları buz gibi fıskiyeli küçük çeşmenin yanında durmuş, bir yandan çene çalan, bir yandan ulusal içkileri köpüklü biralarını yudumlayanları, merakla dolaşan turistleri seyretmek...

İçlerinde birkaçı var ki, Viktualien Pazarı'nda dolaşanlara hiç uymuyor. Dört hanım, tepeden tırnağa örtülü, değil saçlarının tek teli, ayakkabıların burnu bile görünmüyor. Gözlerinde kocaman kocaman kara gözlükler. Bir ellerinde pahalı marka çantalar, bir ellerinde külahta dondurmalar. Durmuş, çevrelerini seyrediyor, arada sırada uzun peçelerini, biraz zor da olsa kaldırıyor, dondurmalarını yalıyorlar...

Az ötede ıhlamur ağacının gölgesine sığınmış kısa deri pantalonlu, şık loden şapkalarına keçi sakalı takılı dev gibi Bavyera erkekleri, biralarını yudumlamayı bırakmış onlara bakıyorlar.

Aile dostumuz Behice Boran

Toplum Gazetesi, 11 Ekim 2021 

Behice Boran (1 Mayıs 1910 - 10 Ekim 1987)

Bugün size biraz dünden söz edeceğim.

1 Mayıs 1910'da Bursa'da başlayan ve 10 Ekim 1987'de Brüksel'de son bulan bir yaşamdan, bir insanın yaşamından kesitleri kısaca paylaşacağım. Babam Burhan Arpad'ın 1987 yılında Cumhuriyet Gazetesi için kaleme aldığı ve işte O insanı konu edinen yazısını da, bir tarihi belge zenginliği olması düşüncesiyle, ayrıca üleşiyorum....

Bir kadın O. Adı Behice Boran. Türkiye'nin yetiştirdiği ender aydın kadınlardan. Yaşamı boyunca mücadeleyi bırakmayan bir isim.

Babam Burhan Arpad'ın (19 Mayıs 1910 – 3 Aralık 1994) aşağıdaki yazısında belirttiği gibi, Behice Boran aile dostumuzdu. Eşiyle Taksim Talimhane'deki evimize, Anadoluhisarı'ndaki yazlığımıza sık sık uğrarlardı. Bu görüşmeler hep heyecanlı konuşmalarla geçerdi. Bazı günler ortak dostları Ruhi Su da onlara katılırdı.

Behice Boran'ın kurucusu olduğu Barışseverler Cemiyeti, 1950 yılında Kore'ye asker gönderilmesini kınayan bir bildiri yayınlamıştı. Cemiyet hemen kapatılmış, Boran ve arkadaşları tutuklanıp hapise atılmıştı. 15 ay sonra O çıkmış, bu kez Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle diğer yakın aile dostumuz Ruhi Su, 1952'de tutuklanıp 5 yıla mahkum edilmişti. Bir başka anı: Annemden dinlemiştim:"Sen ilk adımlarını Behice Hanım'la eşi Nevzat Bey arasında atmıştın.” Yine bir gün bize, Taksim'deki evimize çaya geldiklerinde ben ikisi arasında yürümeye başlamışım... Yıllar sonra, 1961'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Behice Boran Urfa milletvekili, üniversite öğrencisi Ahmet Arpad ise, partinin Beşiktaş ilçe örgütünün gençlik kolunda üye, 1965 seçimlerinde TİP'ten sandık görevlisi...

"Aile Dostumuz Behice Boran" Burhan ARPAD
Cumhuriyet Gazetesi, 27 Ekim 1987


"Bir yazı dolayısıyla tanışmıştık. Aylık Yücel Dergisi'nde yayınlamış olduğum bir yazımı ele alarak karşı görüşler ileri sürmüştü. Söyledikleri doğruydu. Okumanın yaygınlaşması için kitap sergileri ve tanıtma yazılarının yeterli olmadığını, ekonomik koşulların da düzeltilmesi gerektiğini bana yazmıştı.

1944 yılının yazında İstanbul'da tanıştık. Anadoluhisarı'nda bir süre konuğumuz oldu. Canlı ve olgun bir kişiliği vardı. Tartışırken sesini ve heyecanını iyi kullanıyordu. Bir ara Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu da bizde konakladı. Bahçeli küçük ev, Küçüksu Çayırı ve plaj arasında dostluk dolu haftalar geçirmiştik. Sonraki yıllarda dostluğumuz sürdü. Bizde tanıştığı Nevzat Hatko'yla evlendller.

Ankara Dil Tarihi Fakültesi'nden ayrılmak zorunda bırakılanlardan Muzaffer Şerif Başoğlu Birleşik Amerika'ya, Niyazi Berkes Kanada'ya, Pertev Naili Boratav Fransa'ya göç etti. Yurt ve Dünya ile Adımlar dergileri çevresinde toplanmış sağlam görüşlü aydınlardan sadece Behice Boran Türkiye'de kalmıştı.

Ülkemize yararlı olmak istiyordu. Yazma olanağı buldukça yazıyordu. 1950 başlarında barış için savaşıma girişti. Türkiye'de bir barış örgütü kurmak gerektiğini savunan görüşlerini sanırım ilk olarak Fındıklı'da küçük bir evde açıklamıştı. Az sayıda konuk arasındaydım. Sabiha Zekeriya Sertel, yüksek kimya mühendisi Dr. Ekrem Eraş da vardı.

27 Mayıs 1960 değişiminden sonra Türkiye'nin politika alanında İşçi Partisi çalışmaları başarıyla sonuçlandı ve kuruldu. Kurucular arasında Cumhuriyet Halk Partili olan kimi sendikacılar da vardı. Nedense bir süre sonra kimi aydın çevrelerden olumsuz sesler yükseldi. İşçi Partisi değil 'Çalışanlar Partisi'ydi gerekli olan. Sol aydınlar adına sesini yükselten bir dergi 'Çalışanlar Partisi'ni savunurken bir sosyalist derneği örgütünü de gerekli görüyordu. Yığın, sosyalizm konusunda eğitilmeliydi.

Oysa Türkiye koşulları açısından İşçi Partisi girişimi bir aşamaydı, olumluydu. Partinin başına geçmiş olan Mehmet Ali Aybar her yönüyle Türkiye'de emekten yana yasal bir parti önderiydi. Aydınlar için kolay geçmeyen 1940'lı yılların sonunda Zincirli Hürriyet dergisinde çıkan bir yazısı nedeniyle hapis yatmıştı. Yurtdışında da ünlü bir Türk atletiydi. Soylu bir aileden geliyordu. Dış görünümü ve konuşmalarıyla tam bir parti önderiydi. Sözün kısası, tutucuların ve yalancıktan aydın kişilerin kara çalamayacağı bir insandı!

Mehmet Ali Aybar'ın genel başkanlığında işçi sorunları ve sosyalizm toplantılarda ve basında sık sık tartışıldı. Kamuoyu ilk kez o günlerde emekçi yurttaş ve sosyalizm sorunlarına kulak verdi, ilgilendi. 1965 seçimlerinde Millet Meclisi'ne 15 milletvekili sokan Türkiye İşçi Partisi ülke insanlarının sorunlarını ilk kez o çatı altında dile getirdi.

Türkiye İşçi Partisi'nin bu başarısı, özellikle genç aydınların ilgisini çekti, çok sayıda yurttaş parti üyesi oldu. Ne var ki, olumlu sayılması gereken bu aşırı ilgi, parti yapısında sarsıntılara ve çatlaklara yol açtı. Çok sayıda aydın, kafalarının içinde şöylesine bir yer etmiş sosyalizm sözüne göre Türkiye İşçi Partisi'ni oraya buraya çekiştirdi. Bu kargaşa parti yönetimine de sıçradı. Önderlik kavgaları başladı.

1968'de Sovyetler'in Çekoslavakya'nın içişlerine el atması, Türkiye İşçi Partisi'ni karıştırdı. Mehmet Ali Aybar'ın o günlerde kullandığı "Güleryüzlü Sosyalizm” sözleri kısa sürede bir Aybar-Boran çekişmesine dönüştürüldü. 1945'da Dr. Şefik Hüsnü'nün kurmuş olduğu Türkiye Emekçi Partisi ileri gelenlerine: "Gerekirse Komünist Partisi'ni de biz kurarız!” diyenler, İşçi Partisi'nde başlayan parti içi çekişmesiyle kapanmasını da ne yazık ki başardılar.

Sevgili dost Behice Boran 1910 yılının 1 Mayıs günü Bursa'da dünyaya gelmişti.10 Ekim 1987'de Brüksel'de öldü. 18 Ekim'de, güneşli ve güleryüzlü bir havada çok sevdiği İstanbul'da toprağa verildi. Türk bayrağına sarılı tabutunu binlerce genç el üstünde taşıdı. Mezarını örten kara toprak çiçeklerin en renklileriyle bezenmişti.

Dost ve yürekli insan Behice Boran'a saygı..."

3 Ekim 2021

NSA her şeyden haberdar

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 3 Ekim 2021

 İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden günümüze 76 yıl geçti. Almanya topraklarında hâlâ yaklaşık 80 bin yabancı asker var. ABD'nin 24 askeri üssünde tam 35 bin asker görevli. Ayrıca İngiltere 15 üsse sahip, 20 bin İngiliz askeri sürekli Almanya topraklarında.

Ülkedeki en önemli ABD üslerinden biri Ramstein'daki hava üssü. 1400 hektarlık alana kurulu ve ABD dışındaki en büyük Amerikan üssü olduğu söylenen Ramstein'dan Irak ve Afganistan savaşları yönetildi ve yönetiliyor! ABD'nin Stuttgart'ta da çok önemli ikisi üsü var. Bizim eve de çok yakınlar!

United States European Command'ın (EUCOM) denetim bölgesi Batı Avrupa'dan tâ Ural dağlarına ve Ortadoğu'ya uzanıyor. Diğeri de tüm Afrika kıtasından sorumlu(!) Africom. ABD'nin kara kıtada terörist avında kullandığı insansız uçakların kumandasından Stuttgart'taki Africom sorumlu. US Army Field Stuttgart sivil havaalanıyla karşı karşıya.

Almanya'dan kumandalı insansız uçakların Afrika'da arada sırada sivilleri de öldürmesine, uluslararası hukuka aykırı da olsa, hiçbir Alman hükümeti ağzını açıp karşı çıkamıyor. Amerikan askeri uçakları Alman hava sahasını da kendi istediği gibi kullanıyor. Resmi açıklamalara göre, ABD'nin kendine yandaş ülkelerde tam 761 askeri üssü var!

YÖNETENLER NE KADAR ÖZGÜR?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında "Dörtler"in kurulmasına izin verdiği Federal Almanya'ya demokrasi tabanın zorlamasıyla değil tepeden inme gelmişti. 1949 yılında kabul edilen günümüz Alman Anayasası, 20. yüzyılda bu topraklardan üçüncü bir savaş çıkmaması için Almanya'yı kontrolü altında tutmak isteyen ABD'nin kendi anayasasının hemen hemen bir kopyasıdır.

"Dörtler" Avusturya'yla 1955'te barış antlaşması imzalarken Almanya ile savaşın ardından bugüne dek masaya oturmadılar. Topraklarında şu anda yaaklaşık 80 bin yabancı askerin olması Almanya'nın hâlâ işgal altında olduğunun bir kanıtıdır! İşte bu gelişmeler göz önüne alındığında ABD Ulusal Güvenlik Dairesi'nin ülkede ayda yarım milyar kez internet trafiğini ve telefon görüşmelerini izlemesine hiç şaşmamak gerek.

Eski NSA çalışanı Snowden'in 2013'de yaptığı: "Amerikalılar Almanya başbakanına bağlı istihbarat teşkilatı BND'yle ortak çalışıyor" açıklaması o günlerde Angela Merkel tarafından yalanlanmamış, bir süre sonra da kanıtlamıştı. 1945'ten günümüze 80 bin Amerikan, İngiliz, Fransız, Hollanda ve Belçika askerinin konuşlandığı bir ülkeyi yönetenler kararlarında ne kadar özgür?

Medyada sık sık öne sürülen bir sav da, Alman insanının her yazdığından, her konuştuğundan haberdar NSA'nın topladığı bilgileri Alman istihbarat teşkilatı BND'ye ilettiği. Eski CIA mensubu Snowden'in elindeki kanıtlara göre ABD sadece Almanya'yı değil, Avrupa'da birçok ülkenin temsilciliklerini de dinlemiş.

O günlerde ABD kendini şöyle savunmuştu: "Her ülke böyle çalışmalar yapar." Telekulak yöntemiyle dinlenenler arasında Türkiye temsilciliklerinin de olduğu ortaya atılınca bizim Dışişleri'nden bir yetkili: "Bunu kabul etmemiz mümkün değil... Böyle bir şey ortaya çıkarsa ABD'den izahat isteriz", demişti! Evet, o 'izahat' ne oldu? Sonunda ne başarı elde edildi? Konu çoktan kapandı gitti, unutuldu...


BÜTÜN GÜÇ BÜYÜK BİRADER'DE!

George Orwell'in, konusu 1984 yılında geçen 1948 yılında yazdığı "1984" adlı ünlü yapıtında totaliter bir devletin başındaki "Büyük Birader" bütün gücü elinde tutar. "Düşünce polisi"nin her yerde gizli ajanı vardır. Telefonları dinlenen, baskıcı bir dünyada yaşayan, farklı düşünmelerine izin verilmeyen insanlar her yerde izlenir, saydamlaştırılır, sonunda bir korku toplumu oluşturulur.

Orwell 1948'de bu dev eseri kaleme alırken Hitler örneğinden yola çıkmıştı. "Kitabımdaki toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ancak buna benzer bir toplumun geleceğine inanıyorum", diyen Orwell'in düşüncelerinin bilimkurgu olarak kalmadığı yürekli genç Snowden'in sunduğu belgelerle kanıtlandı.

Ortaya çıkanlar Orwell'in bilimkurgu romanını kat kat aştı! Obama ile Putin arasına kara kediyi sokan Snowden'in Moskova havaalanına indiği gün söyledikleri 'küçük insan' bizleri düşündürmeli: "Hepimizi ilgilendiren şeyleri açıklamadan önce çok düşündüm, fakat doğruluğuna inandığım bir şeyi yapmış olduğuma şimdi pişman değilim...

Devletlerin yasadışı davranışlardan kaçınmaması bizler için en büyük tehlike. Bu böyle devam edemez!"

1 Ekim 2021

"Haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz" - Anılarda Hermann Hesse

TUNA dergisi, Viyana, Ekim 2021

AHMET ARPAD

Stuttgart'ın güneyinde, güzel Karaormanlar kasabası Calw'ın tarihi mezarlığının kapısından içeri giriyorum. Her yan ağaçlık, burası mezarlıktan çok bir park. Karşı yamaçlar da yemyeşil. Bir süre sonra sağda, upuzun bir duvar, üzerinde bronz tabelalar. Emma Gundert, Hermann ve Julie Gundert ve Hermann Hesse'nin 1902'de Calw'da ölen annesi Marie Hesse. Aynı aileden, 1916'da vefat eden baba Johannes Hesse ile 1953'de vefat eden kızkardeşi Marulla'nın mezarları da Stuttgart yakınlarında, kentin banliyösü Korntal'da. Anne Marie Hesse babasının misyonerlik yaptığı Güney Hindistan'da 1842'de doğmuştu. 1874'te evlendiği Johannes Hesse, ikinci kocasıydı. Ona iki kız, bir de erkek çocuk doğurmuştu.

Haylazlıkla geçen gençlik

Kuruluşu 11. yüzyıla kadar giden tarihi küçük kent Calw'ın ortasından geçen Nagold ırmağının üzerindeki köprüde, bronzdan Hesse, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara... Haylazlık yıllarında burada saatlerce durur, suların akışını seyrederdi. Ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. Hermann burada zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp bir meslek öğrenirlerdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse'nin oğulları tembelin tekiydi, ondan adam olmaz, derdi Calw insanları. 1877'de küçük Karaormanlar kasabasında dünyaya gelen Hermann çok sorunlu çıkmıştı. İlkokuldan sonra Latince öğrenir, 15 yaşında Maulbronn manastırına yollanır, aradan birkaç ay geçmeden oradan kaçar, Stetten sinir kliniğinde üç ay yatar, ardından Stuttgart'ta liseye kaydı yaptırılır, krizler yeniden başlar, okul yerine şaraphaneleri yeğler, ne olduğu bilinmeyen insanlarla dostluklar kurar, sağa sola borç takar, okuldan kaydı silinir... 1906'da yazdığı "Unterm Rad" adlı romanın konusu o yılların gençlik bunalımlarıdır. Çok sonraları o günlerden söz açıldığında, çocukluğumda ve gençliğimde pek sevilmezdim, diye konuşurdu.

Münih'te bohem yaşamı

Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçardı. O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında, ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Hesse, kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı aklına estiğinde terk edip kimi zaman sadece birkaç günlüğüne, kimi zaman ise birkaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın tadını çıkarırmış! 1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoş sohbet dolu Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır.

"Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum", diyen genç yazar kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Kısa süre sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır. Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "Maerz" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm", der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yanlızlığına sırtımı dönmek istediğimde Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.

"Ziyaretçi kabul edilmez"

Hermann Hesse 1919 yılında İsviçre'nin Tessin yöresine yerleştiğinde çoktan dünyaca ünlenmiştir. Önce Montagnola'daki sarayımsı villa Casa Camuzzi'de kendine bir kat tutar, on iki yıl sonra da yakın dostu Zürih'li Beethoven koleksiyoncusu doktor Hans Conrad Bodmer'in 1931'de Hesse'nin isteklerine uygun inşa ettirdiği, küçük kenti tepeden gören Casa Rossa'ya yerleşir ve tüm ömrünü burada geçirir. Calw'lı tanış Marie-Luise Bodamer, Hesse'yi ilk kez bu villada görmüştü. 1930'lu yıllardan başlayarak Montagnola'nın yamacındaki Casa Rossa‘ya sık sık gitmişti annesiyle. Anlatmıştı: "Aşağı bahçe kapısında yazardı, ‘ziyaretçi kabul edilmez‘, diye. Annem çalışma odasının kapısını açtığında Hermann Amca ayakta karşılardı bizi, kolları iki yana açık. Ben deneyimsiz bir genç kız, o ise dünyaca ünlü bir yazar..." Yıllar öncesinin haylaz ve tembel delikanlısını artık milyonlar okuyordu. "Kimi zaman, annemin hediyesi olan bir Bach plağını pikaba koyar, bakışlarını karşı yamaçlara dikerdi. Sonra annem kemanını eline alırdı, Hermann Amca da piyanonun başına geçerdi. Çok keyifli olduğu anlarda bir puro tellendirmeyi de unutmazdı!" Annesi Fanny Schiler-Gundert Hermann Hesse'nin en sevdiği kuzeniydi. İyi anlaşmalarının en büyük nedeni genç kızlık yıllarında müzik eğitimi almış olan Fanny'nin çok başarılı keman çalmasıydı.

Hermann Hesse 1933'ten başlayarak Almanya'dan kaçan birçok dostuna yardımı esirgememişti. Çoğu kez elinde ne varsa Hitler'den kaçan dostlarına harcamış, onların başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Savaş yıllarında Almanya'da eserleri yasaklanıp paralar suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice tabloya vermiş, onların geliriyle ayakta kalmaya çabalamıştı.

Tolstoy en sevdiği yazardı

"Yirmi yedi yaşındaki genç Hesse'nin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı", diye anlatmıştı çok yaşlı tanış görüşmelerimizdern birinde. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müzikseverdi, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyorlardı. En sevdikleri yazar Tolstoy'du. Ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan değişmiş bir insan olarak döner. Eşi Mia ile 1907'de yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarını 1912‘de terk ederler. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.

Hermann Hesse'nin anne tarafından akrabası Marie-Luise Bodamer‘i 2002 yılında tanımıştım  Hesse'nin doğumunun 125. ve ölümünün 40. yılında Stuttgart'a yarım saat uzak, şirin Karaormanlar kasabası Calw'daki bir etkinlikte... O günlerde seksen yedi yaşındaydı. Bir zamanlar Hesse'nin "Gençlik Bunalımları"nı (Unterm Rad) çevirmiş olduğumu duyunca, tanışlığımız dostluğa dönmüştü. Calw'e çok yakın Bad Liebenzell kaplıcasına her gidişimde uğramadan edemiyordum, çünkü yaşlı kadının anıları inanılmazdı. Hesse'nin  yakınlarına yolladığı, Nazi sansüründen geçmiş mektupların ardı arkası hiç kesilmemişti. En çok da ablası Adele ile mektuplaşır, onunla sık sık dertleşirdi. Adele ‘teyze' ölümünden az önceki bir ziyaretimizde anneme kardeşinden gelen mektubu okumuştu: ‘Annemizin sonsuz beğenisi ve çocuklarına olan sevgisiyle babamızın duygusal ahlak değerleridir bizleri bugünlere taşıyan... Annemle babamın evinde birçok dünyanın ışığı bir araya gelmişti..." Çay-pasta eşliğinde yaptığımız sohbetler hep çok ilginçti, villanın pencerelerinden Karaormanlar‘ın yemyeşil yamaçları görünüyordu. Salonunu ve giriş holünü, hepsi de ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu Hesse tabloları süslüyordü.

"Haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz"

"İnsan olgunlaşırken gençleşir de" der Hesse. O delikanlılık yıllarının deneyimlerini hiç unutmamıştı Eserlerinin ortak bir yanı vardır. Tümü de günümüz yaşam sorunlarını çözümlemede bireye gerekli olan yepyeni, geleceğe dönük sonsuz coşku ve tutkunun derin izlerini taşır. İnsanoğlunun, başka kültürlere saygı göstererek barış içinde yaşayabileceğini kanıtlar. Erich Maria Remarque, Stefan Zweig ve Heinrich Mann'la beraber savaş karşıtı Alman dili edebiyatı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Hermann Hesse'ye göre haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz. Hesse'nin bize yol gösteren eserleri ve düşünceleri hâlâ güncel!

Marie-Luise Bodamer 3 Mayıs 2017 günü vefat etti. 102 yaşında. Kısa süre önce Bad Liebenzell'de yaşayan, geçen yıldan bu yana görüşemediğimiz tanışlara davetliydik. Bu kez Stuttgart'a dönüş yolunda, yaşlı bayan Bodamer'i yamaçtaki tarihi villasında değil, Calw mezarlığındaki aile kabristanında ziyaret ettim. Hermann Hesse'nin annesi Marie Hesse, Marie-Luise Bodamer'in dedesinin kız kardeşiydi.