YKY Kitap-lık, Mayıs 2017
AHMET ARPAD Avusturyalı gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana’da doğdu. Viyana ve Berlin’de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yahudi asıllı babası, Avusturya’nın Moravia eyaletin¬den Viyana’ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde dev¬ralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha “kültürlü” biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Bir süre Berlin’de kaldı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika’ya geçti, o günler Avrupası’nın en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren’le tanıştı, 1904 yılında üniversiteyi “Herr Doktor” unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntıla¬rından uzak tutuyordu. 1907’de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana’nın III. böl¬gesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı “İlk Çelenkler” ona Bauernfeld Ödülü’nü getirdi. Bütün yaşamını yazıya adadı.
Politikacılara karşı savaşı
Zweig bir yandan yapıtlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, bir yandan da yeni eserler yarattı. Toplu şiirleri yayımlandı, deneme kitapları ve nuvelleri basıldı. Eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1919 yılında eşi Friderike’yle Salzburg’a taşındı. Stefan Zweig bir yazar olarak özgürce yaşama¬sını sürdürdü, sık sık yolculuklara çıktı. Gittiği her yerden Friderike’ye mektuplar yolladı. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arası yılların çok önemli bir yanı vardır. Zweig’ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa’da değil, Asya’da da büyük ilgi görmekteydi. Her ülkede dostlar edinmeye başladı. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak 1933’te Almanya’da diktatör Hitler’in işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. Aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig’ın adı ‘safkan olmayan insanlar’ listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mut-luluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Tedirginlikleri giderek arttı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini biliyordu.
Hitler’le gelen bunalım
Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. İngiltere’ye yer¬leşti. 1938 yılında eşi Friderike’den boşandı. 13 Mart 1938’de Hitler’in Viyana’ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl bo¬yunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık ‘vatansız kişi’ydi. O, Avrupası’nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler’in güçlenmesi Stefan Zweig’ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğru¬na savaşım verdiği ‘kültür Avrupası’düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramış¬tı. 1940’ta İngiliz vatandaşı oldu ve ikinci eşi Charlotte Altmann’la Brezilya’nın Petropolis kentine yerleşti. 17 Eylül 1941’de ilk eşi Friderike’ye şu yazdıkları çok düşündürücü: “Burada Avrupa’yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa’da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabil¬mek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa’dan gelen ha¬berler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi gözden geçireceğim...” Zweig, yaşamının ‘son durağı’ Brezilya’da da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. O, Avrupa kültürüne ve hümanist bir dünya görüşüne inanırdı. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 1942 yılında 22 şubatı 23 şubata bağlayan gecede ikinci eşi Lotte ile birlikte intihar etti.
“Savaşlardan nefret ederim”
Türkiye’de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig’ın, Yıldızın Parladığı Anlar, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouc¬he, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda yapıtı dilimize çevrildi. Stefan Zweig’ın hayat hikâyesi olan Dünün Dünyası eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarın¬ları yaşayacaklar için umut ışığıdır: “Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.” İnsancıldı, savaş karşıtıydı Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. “Savaş¬lardan nefret ederim” derdi. “Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.” Dünün Dünyası’nda 1920’li, 1930’lu Salzburg yıllarını: “Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!” diye anlatır. “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik...”
Zweig o günlerde kötümserlikten kurtulamıyordu. “Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor” diyordu. “Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çökü¬yorum.” Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi. “Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz…” diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir.
Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında ‘haymatloz’ olması ona pek ağır gelmişti. ‘Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını’ anlamıştı; ‘bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdı.’ Zweig’ı tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitir¬mişti. Şair ve yazar dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun’a şunları yazar: “Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar… Kendimi evimde hissettiğim Fran¬sa da gitti. Bir zamanların Avrupası’ndan kalan en son ülkenin de yok olmasıyla ben artık bir evsiz barksızım.”
Nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı
Zweig, her türlü yaratıcı çalışmanın en önemli temelinin iç huzur olduğu görü¬şündeydi. Ancak o günün Avrupası’nda hiçbir sanatçı huzur içinde çalışamıyordu. İnsanlığın bir deprem yaşadığı savaş öncesi sürecinde edebiyatçılar nasıl iç huzuru bulacaktı? “Edebiyatçılar ve sanatçılar yaşadığımız çağda kendilerini çevrelerinde olup bitenlerden soyutlayamıyor, çünkü onlar hemcinslerinin yazgıları ve acılarıy¬la ilgilenmek zorunda” diyordu Zweig. Ona göre insanlar hiç böylesine bir baskı altına girmemiş, yaşamları hiç bu kadar korku dolu olmamıştı. Zweig, sanatın ve kültürün çözülme aşamasında olduğuna inanıyordu. Stefan Zweig İngiltere yılla¬rında aklına gelen her şeyi kâğıda döker. Bütün gün yorulmadan çalışır, yazdıkla¬rıyla mutlu olmayı amaçlar. Fakat 1940 yılında New York Times’ın onunla yaptığı bir görüşmede söyledikleri Zweig’ın kötümserliğinden kurtulamamış olduğunun kanıtıdır: “Bizler bir özgürlük savaşı vermek zorundayız. Çok yakın gelecekte bu¬güne dek hiç yaşamamış olduğumuz toplumsal değişimlere tanık olacağız.”
Yapıtlarında hep hoşgörü düşüncesinden yola çıkan Zweig’ın misyonu Avru¬palı sanatçılarla edebiyatçıları ortak barış uğruna bir araya getirmekti. Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Stefan Zweig bireyle¬rin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır. O günlerde Los Angeles’e sığınmış olan Franz ve Alma Werfel’e yolladığı mektuptaki satırları çok kötümserdir: “Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere’deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu. Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Denizaşırı ülkelerdeki bu zorunlu tatilim sonsuza dek sürecek mi? Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Yoksa bu yaşam yepyeni bir özgürlük mü? Bere¬ket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma kâğıtlara karalıyorum onu...”
Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları al¬tında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu. Çalışmalarının bütün Amerigo Vespucci bi¬yografisiyle Dünün Dünyası anılarına verdi.
‘Biz yarın da bir hiç olacağız’
26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: “En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Aynı günlerde yakın dostlarından Carl Zuckmayer ile yaptığı bir sohbette söyledikleri de kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıdır: “Bizlerin sevmiş olduğu dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Söyledik¬lerimizi hiç kimse anlamayacak. Bizler yakın gelecekte bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız.” Zweig yorgundur, canı sıkkındır. Huzura Brezilya’da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şek¬lini verir, bir yandan da Satranç öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa’dadır. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder. Petropolis, Zweig’ların yaşamındaki son duraktır! 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya’da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya’dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike’ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: “Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.” Brezilya’nın dağ kasabası Petropolis’te yaşamına son veren Stefan Zweig’ın, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı...
Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davra¬nışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Eserleriyle okurunu yüreklendirir, onu kendine tiryaki eder, ona yaşam sevinci aşılar. Zweig iyimserdir. Her zaman barışı, iyiliği düşleyen çok yan¬lı bir yazardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakar. I. Dünya Savaşı’nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig’a göre li-beral toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.
Stefan Zweig hiç yitirmedi güncelliğini
Zweig’ın yaşamına son vermesinin ardından: “Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...” diye oldukça üst perdeden yazmıştı Hitler yandaşı Salzburg Eyalet Gazetesi. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig’ları ölüme sürüklemişti! Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Ste¬fan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Carl Zuckmayer’in şu sözleri çok önemlidir: “O dostça bağlandığı bir insanı ömrü boyu kardeş kabul ederdi… Gerçek bir dostluluk onun için mutlulukların en yücesiydi...” Ünlü Avusturyalı yazar, dürüst ve iyi yürekli aydın ölümünden günü¬müze hiç yitirmedi güncelliğini. Özgürlüklü görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok gerekli!
Ünlü Berlin-Aleksander Alanı romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatör¬lüğü yıllarında söylediği: “Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar” sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti.