27 Mart 2022

Baden-Baden gözalıcı, çekici

Toplum Gazetesi /Almanya, 27 Mart 2022

Lichtenthaler ağaçlı yolu çiçekler içinde, büyük çayırlarda çimenler arasından fışkıran on binlerce safran aklınıza gelen her renkte. Baden-Baden'in tarihi gezinti yolu kalabalık. Anne babalar, çocuklar, sevgililer, yaşlılar, soylu köpeklerini gezintiye çıkarmış varlıklı soylular...

İlkbaharda yazı andıran şu günlerde insanlar nefes almak için kendilerini doğanın kucağına atmış. 1655'de burada hüküm süren Baden kontunun açtığı, iki yanını o günden bugüne tarihi meşelerin süslediği Lichtenthaler ağaçlı yolu üçbuçuk kilometre uzunluğunda. Doğa gerçekten büyüleyici. Oos deresi ağaçların arasından şırıl şırıl akıyor. Kıyılarında güzelin güzeli villalar. Böyle bir doğada yürüyüp de huzura kavuşmamak mümkün değil!

Lichtenthaler ağaçlı yolunun sonuna doğru solunuzda, sergilerinde ağırlıklı olarak modernizme veren Burda Müzesi yükseliyor. Birkaç adım ötesinde, 2020'den günümüze Çağla İlk ve Adnan Yıldız'ın yöneticileri olduğu Devlet Sanat Galerisi, az ötede Baden-Baden Tiyatrosu, tarihi kumarhane ve kaplıca binası... Ağaçlıklı yolun sağında beş yıldızlı oteller dizi dizi. Kentin tarihi konser ve opera salonunda Avrupa'nın ünlü sanatçıları sahneye çıkıyor.

Baden-Baden'de Yaşamaya Değer

Akşam oluyor. Otopark dolu. Hepsi de şık ve pahalı otomobiller dizi dizi. Plakalarına bakılırsa Stuttgart'tan, Basel'den, Strasbourg'dan gelmişler. Pırıl pırıl bir Jaguar giriyor park yerine. O da Zürih plakalı. Şoför dışarı fırlıyor. Üniforması ütülü ve de pırıl pırıl. Sağ arka kapıya koşuyor. Açıyor. Sonra sol arka kapıya koşuyor. Onu da açıyor. Belini kırıp saygı ile eğiliyor. Bayanlar iniyor. Ağır ağır. Adım atışları alımlı, kırıtkan. Miniler daracık, kısa mı kısa. Şapkalar kocaman. Sağa bir bakış, sola bir bakış... Onlara eşlik eden beyleri peşlerinde!

Baden-Baden parası olanlar için yaşamaya değer şirin bir Karaormanlar kenti. Büyük bahçeler içinde villalar, yamaçlarda çamlar altında tarihi evler. Sahipleri buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Paralarının fazlasını Baden-Baden'e yatırmış 'money-maker'ler. Küçük kent 1858 yılında açılmış olan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcaları ile onların 'buluşma yeri'... Baden-Baden'de 1748'den günümüze kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de bugünkü kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettirmiş. On yıl sonra hipodromun da işletmesini üstlenmiş.

Dükkânları Pahalı mı Pahalı

Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmışlar cüzdanı şişkin Beyler. Üzeri mücevherden geçilmeyen hanımları bara kurulmuş sabırla onları bekliyorlar. Baden-Baden kumarhanesine gelenlerin çoğu buranın müdavimleri. Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da, kaybetseler de kılları hiç kıpırdamıyor. Yüzlerindeki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezen 'ikinci sınıf oyuncular'! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayan, ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar. Büyük oynuyorlar Efsane oyuncu Marlene Dietrich kumarhaneyi "dünyanın en iyisi" olarak tanımlamış bir zamanlar! Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi tarihi Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok. 2020 yılında yıl bu şirin kentte 300 bin insan kumar oynamış. Bunlardan 70 bini yabancı pasaportlu.

Almanya'nın "Rus Kenti"

19. yüzyılın ünlü Rus yazarları Turgenev, Dostoyevski, Tolstoy, Andrejewitsch ve Gogol Karaormanlar'ın şirin kentini sık sık ziyaret ederdi. Gündüzleri kaplıcalarda, akşamları kumarhanede bir araya gelirlerdi. Geçen yüzyılın sonunda, 1990'da Gorbaçov'un getirdiği değişimle, 'yeniden yapılanma' ve 'açıklık' reformlarıyla, Ruslar Baden-Baden'i yine anımsadı. Bu kez edebiyatçılar ve sanatçılar değil, Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucu hızla doruğa çıkan milyarderler kaplıcalar kentini neredeyse istila etti! Günümüzde Baden-Baden'de, çoğunun nasıl zengin olduğu bilinemeyen iki bin Rus vatandaşının gösterişli tarihi villarda sürekli yaşadığı söyleniyor!

Rus turistleri de küçük kentin lüksün lüksü otelerinde her yıl ortalama elli bin konaklama yapıyor, ancak son iki yılda bu sayıda büyük bir gerileme olduğu biliniyor. Önce Korona, ardından da Ukranya savaşı Baden-Baden'i biraz boşalttı, yine de günübirlik gelen meraklılarla zenginlerin ayağı kesilmedi.

Unesco'nun 2021 yılında 'Great Spa Towns of Europe' listesine aldığı Baden-Baden sadece tarihi kumarhanesi ve at yarışlarıyla ünlü değil. Karaormanların bu şirin kentine kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler de uğramadan edemiyor. 1877'de kapılarını açan tarihi Friedrich banyosuyla 1985 yılında inşa edilen modern Caralla termalinin sularında yüzmeden Baden-Baden'den ayrılmak olmaz. Knidos Afroditi ya da Çıplak Afrodit, Datça yarımadasının batı ucunda yer alan antik Knidos kentinde bulunan ünlü Afrodit heykelinin bir kopyası Caracalla termalinde havuzun kenarından yüzenlere bakıyor!

Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu binlerce yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından yerin üzerine fışkıran 800 bin litre su Friedrich banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Baden-Baden'de yaşayanlar veya günübirlik uğrayanlar çabucak Fransa'ya geçip Strasbourg'u ziyaret ediyor, Karaormanlar'da sayısız gezintiye çıkıyor, bir saat ötedeki İsviçre'ye uzanıyor...

Baden-Baden, Köpüklü Şampanya!

Zenginler ve güzeller 'başkenti'nde resmi verilere göre 137 değişik ulustan insan devamlı yaşıyor, 56 bin Baden-Baden'linin 11 bini yabancı pasaportlu. Çoğunluk doğu Avrupa ülkelerinden gelenlerde. Vladimir Putin'in 2013 yılında, üç VIP-uçağıyla Basel-Mulhouse Havaalanı'na inip Baden-Baden'in güneyindeki Staufen'de yaşayan, Rusya'nın tüm Almanya'daki lobi çalışmalarından sorumlu (!) Matthias Warnig'i villasında gizlice ziyaret etmiş olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkmıştı.

Rusya'nın bir ay önce Ukranya topraklarına girmesi, insanlarının rahat ve huzur içinde yaşadığı Baden-Baden'e bir an için huzursuzluk getirdi, fakat buralı Ruslar ve Ukranyalılar soğukkanlı kaldı. Onlar kısa süre önce, 1882'de kapılarını açmış olan tarihi Rus Ortodoks kilisesinde bir araya gelip 'barış duası' okudular! Huzur içindeki ortak yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.

Baden-Baden göz alıcı, çekici. O, köpüklü bir şampanya!

24 Mart 2022

'Stefan Zweig'ın Veda Mektubu'

Cumhuriyet, KİTAP Eki  24 Mart 2022

Robert Schild'ın Stefan Zweig'ın Veda Mektubu (Edebiyatist) adlı kitabında yer alan gerilim, bilim kurgu, belgesel ve mizahi öykülerin bazıları düşsel olmakla birlikte, bazıları -isimler dışında- gerçek olaylara dayanıyor veya onlardan hareketle yarı gerçek, yarı kurmaca bir yol haritası çiziyor. Anlatılanlar Brezilya'dan İsrail'e, Viyana'dan Güney Afrika'ya uzanıyor, bir bölümü de eski yılların ve 2058 yılının İstanbul'unda geçiyor.

MEKTUBUN PETROPOLİS'TEN İSRAİL'E GİZEMLİ YOLCULUĞU
Robert Schild, Stefan Zweig'ın Veda Mektubu (Edebiyatist) adlı kitabına Zweig'ın ikinci eşi Charlotte Zweig'la intihar öncesi kaleme almış olduğu söz konusu veda mektubuyla başlıyor. Petropolis Emniyet Müdürü Jose de Morais Rattes'in Zweig çiftinin 23 Şubat 1942'deki intiharının ardından el koymuş olduğu bu tarihsel belge otuz yıl sonra gizem dolu yollardan, büyük bir para karşılığı 1935'de Almanya'dan Brezilya'ya göç etmiş olan, Stefan Zweig'la aynı kentte, Petropolis'te yaşayan örme fabrikası sahibi Fritz Weil'ın eline geçiyor. Ölümünün 70. yıldönümü olan 2012'de, İsrail Milli Kütüphanesi'nce basına tanıtılan bu mektubun o arşivlere nasıl ulaştığı bugüne dek geniş kitlelerce tam olarak bilinmiyordu. Bu konudaki sır perdesi Robert Schild'in kitabına adını veren heyecanlandırıcı belgesel bir öykü aracılığı ile aralanıyor. Kitabın yazarı mektubun yıllar süren bir serüvenli yolculuğun ardından Petropolis'ten İsrail Milli Kütüphanesi'ne hangi yollardan nasıl ulaşmış olduğunu anlatırken kesin kaynaklardan yola çıkıyor.

DÜŞLERLE KARIŞIK ÖYKÜLER
Schild kitabındaki on beş öyküde sizi uzun bir geziye çıkarıyor. Anılarıyla düşleri iç içe geçiyor, yarı gerçek, yarı kurmaca bir yol haritası çiziyor. Okuyucu onunla güzel Viyana'da geziniyor, oradan başka topraklara uzanıyor, Rodos'da çok yaşlı Manolis'le sohbet ediyor. Düşlerle karışık öykülerde gezintiler İsrail'e, Ürdün, Filistin'e geçiyor, gelecekte yaşıyor. 2024'de Üçüncü Dünya Savaşı son anda engelleniyor, insanlar uykularından uyanıyor, toplumlar çok büyüklerin emri altına giriyor. Dinler sona erdiriliyor. Sonra 1930'lu yılların İstanbul'una dönüş, Atatürk Türkiyesi'ne sığınan Almanlar, yaşamları, kimi an engellerle dolu, kimi gün huzurlu ve mutlu. Daha sonraki yıllarda İstanbul'a gelmiş, kente aşık olup orada kalmış bu yabancıların gerçeklerle dolu öyküsel yaşamları... Robert Schild, Boğaziçi'nde kuşaklar boyu yaşayan azınlıkların renkli yaşamlarına da sıkça değiniyor. Gerçek olaylar ile düşsel gelişmeler iç içe örülmüş. Yazar anlatılanlarda gerçeklerden yola çıkmış, yazgıları, yaşanmışları öyküleştirmiş. Kimi yerde yaşanmış gerçekle başlayıp yazdıklarını öyküyle bitiriyor. Kitaptaki "Yüksek Kaldırım'da bir sahaf" öyküsü de ilgi çekici. 1940'lı yıllarda İstanbul'da etkin Nazi ajanlarının çalışmalarından, yaşamlarından söz ediyor. Sık sık uğradıkları Yüksek Kaldırım'daki ve Tünel meydanındaki Kalis'in, Karon'un ve Bayan Venetia'nın kitapçı dükkânlarıyla sahiplerinin yaşamları da ilginç öyküde yer alıyor. Bu satrları okurken ortaokul ve lise yıllarımda haftada birkaç gün İzidor Karon'a uğradığımı anımsıyorum!

ANILAR BELGESELİ
Robert Schild kitabı nasıl kaleme aldığını şöyle açıklıyor: "Yazarlığın en zevkli yanı, kalem tutanın gerçek olayları belirli bir yerde ne şekilde gelişmesini istediği veya istemediği şekle sokması değil mi? Yaratıcı yazarlar böylece, çoğu kez tekdüze olarak gelişen yaşama, öyküsel de olsa, zevkli/korkunç, ancak her haliyle rengârenk bir çehre vermiş olurlar." Öykülerin mekânları Brezilya'dan İsrail'e, Viyana'dan Güney Afrika'ya uzanıyor, bir bölümü de eski yılların veya 2058 yılının İstanbul'unda geçiyor. Öykülerin bir bölümü bütünüyle düşsel, bazıları ise yarı gerçek / yarı düşsel. Yazar kahramanlarının çoğunu yakından veya uzaktan tanımış olduğu kişiler oluşturduğunu söylüyor. "Stefan Zweig" öyküsünde olduğu gibi okuduğumuz diğer öykülerde de yaşanmış gerçekler anlatıldığı için kitaba bir "anılar belgeseli" de diyebiliriz.

22 Mart 2022

Blue Jean sevgisi

Toplum Gazetesi, Almanya, 22 Mart 2022

When I wake up - In the morning light - I pull on my jeans - And I feel all right
David Dundas

*

Barak Obama ile 'asi genç' James Dean'in ortak yanları neydi? Her ikisi de Levis 501 Blue Jean'e aşıktı! Bavyeralı göçmen Levi Strauss'un 1850'li yıllarda altın madenlerinde çalışan işçiler için yaratttığı bu sağlam giysi zamanla yoksul kesim insanının, kadın – erkek fabrika işçilerinin de her gün giydiği pantolon oldu, vahşi batının ovalarında at koşturan kovboylar da onu yeğledi. 1940'lı yıllarda, özellikle II. Dünya Savaşı'nın ardından önce Amerikan toplumuna yayıldı, 1950'li yılların başında da – yanına Coca Cola'yı da aldı – okyanusu aşarak Avrupa'yı fethetti. Blue Jean, o yıllarda Amerika'dan gelen her değişikliği özgürlük simgesi sanan Avrupalı için bir düş giysi oldu.

"Blue Jean"li Dilenci

Bugüne dek değişen bir şey yok! Blue Jean'siz yaşanamayacağına inananlar çoğunlukta. Günümüzde onu yedisinden yetmişine her yerde her insan giyiyor. 'Blue Jean'li dede torun yanyana geziniyorlar. Zengini fakiri onsuz sokağa çıkmıyor.

Bugün Stuttgart'ın vitrinlerinde 29 Avro'ya da Blue Jean var, 329 Avro'ya da! Pahalısını giyen "Carmen" operasında yanınızda oturuyor! Stuttgart'ın dev dünya kuruluşu Mercedes-Benz'in 2019'da emekliye ayrılan CEO'su, 1953 İstanbul doğumlu Dieter Zetsche'yi Blue Jean'siz ender görürdünüz! Kardashian, Beyoncé, Lady Gaga, Rihanna sağı solu özellikle yırtılmışları yeğliyorlar.

Bugün Stuttgart'ın ünlü alışveriş caddesi Königstrasse'de gezinirken bir an durun, sağınızdan solunuzdan, önünüzden arkanızdan geçen insanlara şöyle bir bakın. Kesinlikle çoğunluğun üzerinde Blue Jean göreceksiniz. İşadamı da, yuvaya giden çocuk da, turist de, köşeye oturmuş dilenci de 'Blue Jean'li... Nereden geliyor bu 'sevgi'? Kentin sokak ve caddeleri yaz-kış Blue Jean'li dolu! Çoğu giyenin üzerine oturmuyor, tulum gibi sağı solu sarkıyor.

Bu ucuz 'Amerikan giysisi'ni yeğleyenlerin çoğunluğu, kadını, erkeği, şıklığa, modaya pek önem vermeyenler. Onlar 'asi genç' James Dean gibi özgürlük çılgını değil, onlar 'yeterki pahalı olmasın' diyenler! Eminim 84 milyonluk Almanya'da dolaplarda 84 milyon 'mavi pantalon' asılı.

Binlerce Ton Su


Bugün Avrupalı'nın giydiği çoğu Blue Jean'i Çin'in Xintang kentinde insanlığa yakışmayan koşullar altında çalışan milyonlar üretiyor! Greenpeace'e göre Çin başka ülkelere her yıl 260 milyon adet Blue Jean satıyor! Pantalonların beyazlatılmasında ("Used-Look") uygulanan kum püskürtme (kot taşlaması) yöntemi sonucu her yıl binlerce zavallı işçi ya sakat kalıyor, ya da ölüyor. Dünya pamuk üretiminin yüzde otuzbeşi Blue Jean yapımında kullanılıyor. Kaliteli pamuk yetiştirmek için zirai ilaçlar ve böcek ilaçları kaçınılmaz. %63'ünün üretiminde çevre için de, insan sağlığı için de tehlikeli olabilecek zehirli, toksit madde kullanıldığını Greenpeace çoktan kanıtladı.

En son verilere göre bir Blue Jean için 8 bin litre su gerekli. Ayağına Blue Jean geçirip fiyaka atanların çoğu üzerine de aynı kumaştan gömlek giyiyor. Tişört yeğleyen de var. WWF-Türkiye'nin verilerine göre bir tişört için de 2700 litre su kullanılıyor, bu 13,500 bardak su demek! Blue Jean kumaşının boyanma yöntemi de sistemin başka bir olumsuz ve sağlıksız yanı! Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde (1949-1990) vatandaşların Blue Jean taşıması yasaktı, çünkü o ithal malıydı ve emperyalizmin buluşu yakışıksız bir giysiydi!

Dünya Su Günü

22 Mart Dünya Su Günü. Senegal'in başkenti Dakar'da şu günlerde düzenlenen toplantıda Birleşmiş Milletler (BM) yeraltı sularını bekleyen tehlikeye dikkatleri çekiyor. 21. yüzyılda dünya nüfusunun yüzde 40'ını barındıran 80 ülkenin su sıkıntısı yaşadığı bilinen bir gerçek. Türkiye Jeoloji Mühendisleri Odası da ülkemizdeki akarsuların, göllerin ve yeraltı kaynaklarının yıllardır büyük bir tehlike yaşadığını açıklıyor. Belirttiklerine göre Türkiye'deki bütün akarsuların her noktasında son yıllarda kamu yararı göz ardı edildi, plansız bir şekilde ortaya konan HES`ler sonucunda çok ciddi ekolojik sorun ve olumsuzluklar yaratıldı.

20 Mart 2022

Güç, bağımlı yapan bir 'uyuşturucu'!

CUMHURİYET, 20 Mart 2022

Baden-Württemberg Eyaleti'nin bir başbakanı vardı, adı Günther Oettinger. Çevresini dinlemeyip aklına esene tek başına karar veren bu başbakan 2010'da, seçimlerden önce görevini bırakmak zorunda kalmıştı.

Hitler'in yargıçlarından Filbinger'i ulu orta övmesi de hatalarından en büyüğüydü. Yerine geçen Stefan Mappus ise ondan daha da geçimsiz biri çıkmıştı. Dev enerji kuruluşu EnBW'yi değerinin çok üzerinde bir ödemeyle (4.7 milyar Avro) devletleştirmesi ve bunu yaparken meclisin onayını almaması Mappus'u da kısa sürede çevresine yabancılaştırmıştı. Bu alışverişe aracılık eden danışmanı ve eski sınıf arkadaşı Dirk Notheis'ın satıştan 1 milyon Avro komisyon kazandığı da ortaya çıkmıştı. Meclis araştırma komisyonu, onlarca tarihi ağacın lüks yapılar uğruna kesilmesine karşı çıkan insanlara gaz ve su sıkan, 400'ünü yaralayan polislere verilen emrin Mappus'tan geldiği iddialarını, ortaya çıkan gizli e-postalarla kanıtlayınca eyalet başbakanı 10 ay sonra iktidardan inmek zorunda kalmıştı.

KİME 'GÜÇLÜ' DENİR?

Güçlü, erdemli biri midir Aristo'nun dediği gibi, yoksa Makyavel'in iddia ettiği gibi güçlü sadece bir çıkarcı mıdır? Özellikle politikada doruğa ulaşan ve gücünü erdemini yitirmeden yıllar boyu koruyan bir politikacıya dünya tarihinde pek rastlayamayız. Geride bırakmış olduğumuz 20. yüzyıla baktığımızda toplumların sayısız diktatör veya diktatör kopyası yarattığını görürüz. Hitler, Stalin, Mussolini, Mao, Franko, Videla, Pinochet, Kaddafi, Saddam Hüseyin, Beşar Esad gibi halkın kendilerine verdiği gücü halkına karşı kullanan bu acımasız güçlüler yüz milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur! Firavunlar, kayzerler, derebeyleri, diktatörler dün de vardı, bugün de var.

Güçlerini sadece kendi çıkarlarına kullanır, kısa sürede yakın çevresinden uzaklaşır, her türlü öneriye kulaklarını tıkarlar. Onlar bambaşka bir dünyada yaşayan, bambaşka insanlardır! Hatalarını görmezler. Düşmemek için doruğa çılgınlar gibi sarılırlar. Devrildiklerinde yanmış topraklar bırakırlar arkalarında.

Güç göz kamaştırır. Ülküsü ve çıkarı uğruna onu mutlaka ele geçirmek isteyen kişi duygusuz, ruhsuz, sert ve hilekâr olmak zorundadır. Sonsuz güç çılgınlığı çok sınırsızdır! Doruktaki bu insanlar günün birinde tepetaklak devrildiklerinde, boş bir çuval gibi bir kenara atıldıklarında aşırı gururlarının kurbanı olduklarını kavrayamazlar. Tatlı bir zehir olan güç onların tüm duygularını yitirtmiştir. Güncel bir örneğini son haftalarda Ukranya'da yaşıyoruz. Rusya'da tüm önemli kararlarda "tek adam" sayılan Başkan Vladimir Putin, "Ben yaptım oldu", diye yola çıkmış. O bir kumarı göze almış!

Güç bağımlı yapan bir "uyuşturucu"dur. Bir kez alışan onun sadece güzel yanlarını görür, gerçeklerden uzakta başka bir dünyada yaşar, kendini mutlu hisseder. Uyuşturucu bağımlısının kendini düştüğü bataktan kurtarması çok zordur!

Hermann Hesse'nin Münih kaçamakları

Toplum Gazetesi, Almanya, 13 Mart 2022

Stuttgart yakınlarındaki, Karaormanlar'ın "girişindeki" Bad Liebenzell kaplıcalarının sodyum, kalsiyum, potasyum ve magnezyum içeren şifalı ılık sularına bıraktım kendimi. Kont I. Bernhard buraya bir kaplıca açılmasına 1403 yılında karar vermiş. İyi de yapmış!

Suların tadını çıkarırken gözlerimi yumdum, anılarda geriye döndüm. Yedi-sekiz yıl öncesine. O yıllarda Bad Liebenzell'e gelince, tüm ömrünü yakındaki şirin Calw'de geçirmiş olan yaşlı bir tanışa uğramadan, bir çayını içmeden, havadan sudan sohbet etmeden, sonsuz Hesse anılarını dinlemeden olmuyordu. Hermann Hesse'nin annesi Marie Hesse, Karaormanlar manzaralı villasında yaşayan yaşlı tanışın dedesinin kız kardeşiydi!

Bir ziyaretimde, konumuz dönmüş dolaşmış genç Hesse'nin Münih maceralarına gelmişti. Daha doğrusu sözü açan ben olmuştum. O günlerde bir Münih ziyaretim sırasında Edebiyat Evi'ndeki "Hermann Hesse ve Münih" adlı sergiyi izlemiştim. Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçarmış!

O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı, aklına estiğinde terk edip kimi zaman sadece bir kaç günlüğüne, kimi zaman ise birkaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın kucağına atarmış kendini.

"Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum"

1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoşsohbet Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır. "Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum", diyen genç yazar, kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Az sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır. Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "März" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar.

Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm", der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yalnızlığına sırtımı dönmek istediğimde, Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi, beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.

Doğanın ortasında bir yaşam

"Yirmi yedi yaşındaki genç Hesse'nin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı", diye çok yaşlı tanış anlatmıştı. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müziği seviyor, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyordu. Tolstoy en sevdikleri yazardı, ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan değişmiş bir insan olarak döner. Münih'e artık eski kadar sık kaçmaz. Bir yıl sonra da eşi Mia ile Konstanz gölü kıyılarını terk eder. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.

Gözlerimi açtım, bugüne döndüm. Karaormanlar kasabası şirin Bad Liebenzell'in yeşil yamaçları karşımda. Hermann Hesse acaba yüz yıl sonra yaşasaydı, kimbilir neler yazardı? Sanırım o olağanüstü yapıtlarını yaratamazdı!

Güç, bağımlı yapan 'uyuşturucu'!

Cumhuriyet, 20 Mart 2022

STUTTGART - AHMET ARPAD

Baden-Württemberg Eyaleti'nin bir başbakanı vardı, adı Günther Oettinger olan. Çevresini dinlemeyip aklına esene tek başına karar veren, "ben yaptım oldu"yu seven bu başbakan 2010 yılında, seçimlerden önce görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Hitler'in yargıçlarından Filbinger'i ulu orta övmesi de hatalarından en büyüğü olmuştu. Yerine geçen Stefan Mappus ise ondan daha da geçimsiz biri çıkmıştı. Dev enerji kuruluşu EnBW'yi değerinin çok üzerinde bir ödemeyle (4,7 milyar Avro) devletleştirmesi ve bunu yaparken meclisin onayını almayıp kendi başına karar vermesi Mappus'u da kısa sürede çevresine yabancılaştırmıştı. Bu alış verişe aracılık eden danışmanı ve eski sınıf arkadaşı Dirk Notheis'ın satıştan 1 milyon Avro komisyon kazandığı da kısa sürede ortaya çıkmıştı. Kurulan bir meclis araştırma komisyonu, 30 Eylül 2010 tarihinde Stuttgart'ın göbeğinde onlarca tarihi ağacın lüks yapılar uğruna kesilmesine karşı çıkan insanlara gaz ve su sıkan, dört yüzünü yaralayan polislere verilen emrin Mappus'tan gelmiş olduğu iddialarını ortaya çıkan gizli maillerle kanıtlayınca kırk dört yaşındaki eyalet başbakanı sadece on ay sonra iktidar koltuğundan inmek zorunda kalmıştı. O günden bugüne değişik endüstri kuruluşlarında danışmanlık yapıp geçimini sağlıyor!

Kime 'güçlü' denir?

Güçlü, erdemli biri midir Aristo'nun dediği gibi, yoksa Makyavel'in iddia ettiği gibi güçlü sadece bir çıkarcı mıdır? Özellikle politikada doruğa ulaşan ve gücünü erdemini yitirmeden yıllar boyu koruyan bir politikacaya dünya tarihinde pek rastlayamayız. Geride bırakmış olduğumuz 20. yüzyıla baktığımızda toplumların sayısız diktatör veya diktatör kopyası yarattığını görürüz. Hitler, Stalin, Mussolini, Mao, Franko, Videla, Pinochet, Kaddafi, Saddam Hüseyin, Beşar Esad gibi halkın kendilerine verdiği gücü halkına karşı kullanan bu acımasız güçlüler yüz milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur! Firavunlar, kayzerler, derebeyleri, diktatörler dün de vardı, bugün de var. Kendilerini doruğa çıkarmış olanları hiç önemsemeyen, gerçeklerin dışında, bambaşka bir dünyada yaşayan bu kişiler, ister politikacı, isterse kabile reisi, ister tarikat kurucusu, ister mafya patronu, isterse holding sahibi olsunlar, ülküleri ve çıkarları uğruna her şeyi göze almışlardır. Güçlerini sadece kendi çıkarlarına kullanır, kısa sürede yakın çevresinden uzaklaşır, her türlü öneriye kulaklarını tıkarlar. Onlar bambaşka bir dünyada yaşayan, bambaşka insanlardır! Hatalarını görmezler, sorun onlar değil, sorun başkalarıdır. Düşmemek için doruğa çılgınlar gibi sarılırlar. Devrildiklerinde yanmış topraklar bırakırlar arkalarında.

Güç göz kamaştırır. Ülküsü ve çıkarı uğruna onu mutlaka ele geçirmek isteyen kişi duygusuz, ruhsuz, sert ve hilekâr olmak zorundadır. Sonsuz güç çılgınlığı çok sınırsızdır! Peşine taktığı insanları koyun gibi güdeceklerini sananlar yaşamlarının en büyük hatasını işler. Doruktaki bu insanlar günün birinde tepetaklak devrildiklerinde, boş bir çuval örneği bir kenara atıldıklarında aşırı gururlarının kurbanı olduklarını kavrayamazlar. Tatlı bir zehir olan güç onlara tüm duygularını yitirtmiştir. Güncel bir örneğini son haftalarda Ukranya'da yaşıyoruz. Rusya'da tüm önemli kararlarda 'tek adam' sayılan Başkan Vladimir Putin: "Ben yaptım oldu", diye yola çıkmış. O bir kumarı göze almış!

Güç bağımlı yapan bir "uyuşturucu"dur. Bir kez alışan onun sadece güzel yanlarını görür, gerçeklerden, sorunlardan çok uzakta başka bir dünyada yaşamaya başlar, kendini mutlu hisseder. Uyuşturucu bağımlısının kendini düştüğü bataktan kurtarması çok zordur!

mail@ahmet-arpad.de

6 Mart 2022

"Zweig'İn anlatımı Türk okurunun doğasına çok yatkın"

Aydınlık Avrupa, 6 Mart 2022

Ahmet Arpad ile Alman edebiyatından yaptığı çeviriler üzerine konuştuk"Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir. Bence o, yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır.

SELÇUK ÜLGER


Zweig barışın ve iyiliğin hep üstün geleceğini düşünmüş, umut etmiş ve yaşamının son dakikasına kadar da bu amaçla yazmıştır. Eminim ülkemizde Zweg'ı okuyanlar da daha çok hümanist, barışsever insanlar…"

İlk çevirisini 1967 yılında yapan Ahmet Arpad, yaklaşık 100 Almanca yapıtı Türkçe'ye kazandırdı. Arpad, Stefan Zweig'ın Türkiye'de tanınıp sevilmesinde önemli rol oynadı. Çevirmenler kültürler arası köprüler kuruyor. Ahmed Arpad'ın kurduğu köprüden geçerek yeni diyarlara ulaşıyoruz, yeni kültürleri keşfedip, farklı yaşamları buluyoruz tanıyoruz.
Ahmet Arpad, 1942 İstanbul doğumlu. Orta ve lise öğrenimini Alman ve Avusturya okullarında tamamladı. İstanbul Üniversitesi Alman Dili Edebiyatı bölümünü bitirdikten sonra Almanya'ya yerleşti. 1968 yılından bu yana yaşamını serbest gazeteci, fotoğraf sanatçısı ve çevirmen olarak sürdüren Ahmet Arpad, Heinrich Böll, Gerhard Hauptmann, Hermann Hesse, Stefan Zweig, Robert Musil, Joseph Roth, Anna Seghers, Pablo Neruda, Wolfgang von Goethe, Franz Kafka, Alfred Döblin, Peter Altenberg, Johannes M. Simmel, Thomas Bernhard ve Harry Mulisch'in çeşitli yapıtlarını dilimize kazandırdı.

Sözü Arpad'a bırakıyoruz.

⦁    Alman edebiyatının önemli yapıtlarını Türkçeden okuyanlar hem Burhan Arpad'ı hem de Ahmet Arpad'ı çok iyi tanıyorlar. Çeviri yapmaya ne zaman ve nasıl başladınız?

Alman Dili Edebiyatı'ndan Türkçeye çeviri yapmaya İstanbul Üniversitesi'nde Alman Dili Edebiyatı yüksek öğrenimi yaptığım yıllarda (1963-1967) babam Burhan Arpad'ın özendirmesiyle başladım.

⦁    Çevireceğiniz yapıtı nasıl seçiyorsunuz? Çevirdiğiniz ilk Almanca kitap hangisiydi?

Bir yapıtı yayıncıya önermeden önce o yapıt üzerinde bilgi toplamak, o yapıtı bir edebiyatçı gözüyle okumak çok önemli. Hangi kitabı çevireceğime çoğunlukla ben karar veriyorum ve yayıncıya öneri götürüyorum. İlk çevirilerim 1967 yılında Hermann Hesse'nin "Gençlik Bunalımları" ve Heinrich Böll'ün "Palyaço" adlı yapıtlarıdır.

'ZWEİG'I TANITAN ÇEVİRMEN MİSYONUMU BABAMDAN DEVRALDIM'

⦁    Bir çevirmen ana dilinin ve çevirisini yaptığı dilin yazınsal inceliklerini iyi bilmenin yanında, iki dilin edebiyatını da çok iyi tanımak zorunda mıdır?

Çevirmen kesinlikle her iki dilin yazınsal inceliklerini de iyi bilmelidir. Kanımca yapıtın yazıldığı dilin tarihini, kültürünü ve toplumunu yakından tanıması da başarılı bir çevirinin ortaya çıkması için göz ardı edilemeyecek önemde bir etkendir.

⦁    Türk okuru için Arpad soyadı neredeyse Stefan Zweig ile özdeşleşti. Zweig, severek okuduğunuz ve çevirdiğiniz bir yazardır, diyebilir miyiz? Onu çevirirken zorlandınız mı?

Çevirdiğim bütün yazarlar insancıl, insansever yazarlar. Stefan Zweig'ı yeğlememin ilk nedeni de budur. Ünlü edebiyatçıyı 1940'lı yıllardan başlayarak Türk okuruna tanıtan çevirmen olarak bilinen babamdan devraldığım bu misyonu severek sürdürüyorum. Çevirdiğim Zweig yapıtlarının sayısı bu arada yirmiyi buldu. Onu çevirirken kesinlikle zorlanmıyorum. Salzburg Stefan Zweig Centre ile Salzburg Üniversitesi bünyesinde kurulu Enternasyonal Stefan Zweig Cemiyeti'ne uzun yıllardır üye olmamın nedeni de Zweig'a olan saygım ve sevgimdendir...

'ZWEİG UMUT VEREN BİR YAZARDIR'

⦁    Stefan Zweig'ı diğer Almanca yazan yazarlardan ayıran en belirgin özellikler nelerdir?

Zweig'ın anlatımı Türk okurunun doğasına çok yatkınlık gösteriyor. Bu yanıyla da bizden bir yazar gibi okunuyor Zweig. Yaşama ve insana olan inancı, iyimserliği hemen hemen her yapıtında görülüyor. Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir. Bence o, yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Zweig barışın ve iyiliğin hep üstün geleceğini düşünmüş, umut etmiş ve yaşamının son dakikasına kadar da bu amaçla yazmıştır. Eminim ülkemizde Zweg'ı okuyanlar da daha çok hümanist, barışsever insanlar...

⦁    Çevirileriniz içinde en uzun süren, sizi en zorlayan hangisiydi? Kimi zaman zoraki çevirdiğiniz yapıtlar da var mı?

Oylumu 600-800 sayfa tutan Johannes Mario Simmel'in bir yapıtından sonra çevirdiğim en uzun romanlar Hans Fallada'nın 1220 sayfalık "Kurtlar Sofrasında" ve 860 sayfalık "Köylüler, Kodamanlar ve Bombalar" adlı yapıtlarıydı. Burada kesinlikle söylemek isterim elektrikli daktiloyla çalıştığım yıllarda bu uzun yapıtlarda zorlandığımı anımsamıyorum, fakat severek çalışan bir çevirmen için zorakilik söz konusu değildir; her çevirisinin altından başarıyla kalkar!

'YAPIT BİREBİR ÇEVRİLMEZ'

⦁    Türkiye'de ve Almanya'da çevirisi yapılan yıllık yapıt sayısı ve niteliği üzerine bir karşılaştırma yaptınız mı? Bu konuda neler söylersiniz? Almancadan çeviri konusunda başka ülkelerle karşılaştırıldığında ülkemiz hangi düzeydedir?

Son 20 yıldır daha çok Türk edebiyatından Almancaya yapıtlar çevrilmektedir. Bunun nedenleri, Alman okurun Türk edebiyatçılarını merak etmesi, Almanya'da yaşayan üçüncü, dördüncü nesil Türklerin ülkemiz edebiyatını tanımak istemesi ve de devletin verdiği çeviri desteği. Buna karşın son 80 yılda Almancadan dilimize çevrilmiş yapıtların sayısına Türkçeden Almancaya çevrilenlerin erişmesi mümkün değil.

⦁    Çevirinin, 'bir yapıtı başka dilde yeniden yaratmak' olduğunu duyarız sık sık; bu konuda sizin görüşünüz nedir? Bu tanımlamayı doğru bulur musunuz?

Bu doğru bir betimlemedir. Yapıtı birebir çevirmek olmaz. Akıcılık yok olur. Okur böyle bir çeviriyi okuyamaz, en geç yarısına geldiğinde kitabı elinden bırakır. Çevirmene özgürlük tanımak zorunludur.

⦁    Bazı yayınevleri Alman dilinin birçok önemli yapıtını, dilimize önceden başarıyla çevrilmiş olduğunu bildikleri halde yeniden çevirtiyor. Bu ısrarın nedeni üzerine ne söylemek istersiniz?

Bu bence bir dengesizlik. En büyük örneğini de Stefan Zweig'da yaşadık ve hâlâ da yaşıyoruz. Sanırım Türkiye'de yüze yakın Zweig çevirmeni var! Okur hangi çevirinin Zweig'ın anlatımı olduğunu nasıl ayırt edecek? Ünlü yazara saygısızlık yapıldığı gibi, okurun da kafası karıştırılıyor. Yayıncıların bunu nasıl göze alabildiğine şaşırmamak, hatta öfkelenmemek mümkün değil! Ünlü bir Avusturyalı Zweig uzmanı birkaç yıl önce Türkiye'deki Zweig çevirilerinden söz ederken şöyle konuşmuştu: "Çevirilerin içeriği ve çevirmenlerin sayısı bende Zweig edebiyatının Zweig'dan para kazanmanın gerisinde kaldığı izlenimini bırakıyor."

⦁    Tecimsel kaygılarla bazı klasik yapıtların dahi çalakalem çevirtildiğine tanık oluyoruz. Bu konuda bir sınırlama, bir denetim mekanizması var mı?

Ben ancak Alman Dili Edebiyatı'ndan yapılan çeviriler üzerine görüş bildirebilirim. Sizin de belirttiğiniz gibi 'çalakalem çeviriler' benim de gittikçe daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Alman ve Avusturya edebiyatlarından eskisine göre daha çok çeviri yapılıyor, ancak merak edip okuduğum bazı çevirilerde Türkçenin kötü kullanıldığına tanık oluyorum. Kanımca sözünü ettiğiniz bir sınırlama, bir denetim mekanizması yok.

'ÇEVİRMEN HEM ÖZGÜR OLMALI HEM DE YAZARIN ANLATIMINA BAĞLI KALMALI'

⦁    Bir yazarın başka dillerde çok sevilmesinde, hatta uluslararası ödüller almasında çevirmenin payı nedir?

Çevirmen, çevirdiği yapıtın yazarı kadar değerlidir. Çünkü bir köprü durumundadır. Çevirmen olmadığı zaman hiçbir kültür, diğer bir kültürü tanıyamaz. Batı kültürünü Türkiye'deki okura tanıtan, ona bütün kapıları açan çevirmendir. Burada şuna da değinmek isterim: Batı kültürünü toplumumuza kazandırma çabaları kapsamında özellikle 1940 yılından sonra çeviriyi bir "medeniyet ve kültür davası" gören dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in yoğun katkılarını unutmamalıyız!

⦁    Sizce çevirmen ne derece özgürdür?

Bir çevirmen hem özgürdür hem de yazarın anlatımına bağlı kalmak zorundadır. Fakat metne ya da yazarın diline yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur, o çeviri okunmaz. Bu nedenle, az da olsa bir 'çevirmen özgürlüğü' gereklidir. Bu önemlidir... Burada çeviri editörlerinin görevini de küçümsememek gerekir kanısındayım. Ancak onun da en az çevirmen kadar bilgili olması, çevirinin yapıldığı dile çok iyi hâkim olması beklenir. Şimdi Sayın Doğan Hızlan'ın şu görüşüne de yer vermek istiyorum: "Okura sunulan eserin olabildiğince hatasız olmasının tüm sorumluluğu yalnızca çevirmenin omuzlarına yüklenmemelidir. Olası hataları önlemek için yayınevleri çok sıkı bir editöryel kontrol oluşturmalıdır."

'20. YÜZYILIN EDEBİYATÇILARI NİTELİKLİ ÇEVİRİLERLE TANITILMALI'

⦁    Bir gününüzü okurlarımıza özetler misiniz? Nasıl bir disiplin içinde çalışıyorsunuz?

Çeviride disiplin çok önemli. Günümün 4-5 saatlik bir bölümünü çeviriye ayırıyorum. Çok gerekmediğinde daha fazla bilgisayarın başında kalmıyorum. Başka uğraşılara aşırı zaman ayırmamak, çalışmanızdan kopmamak zorundasınız. Ben çevirmenliğin ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraşı olduğu kanısındayım!

⦁    Son aylarda hangi kitaplar üzerinde çalıştınız?

Son bir yıl içinde Bertolt Brecht, Franz Kafka, Hermann Broch ve Nobel ödüllü Elias Canetti'ten yeni çeviriler yaptım.

⦁    Saygın çeviri ödülleri aldınız. Bu ödüller, çevirinin de, roman, öykü ve şiir gibi yazınsal bir tür olduğunun göstergesi diyebilir miyiz?

Evet, çok doğru bir saptama yaptınız. 2016 yılındaki Sait Halman Çeviri Ödülü törenindeki konuşmam da bu saptamanızı destekleyen bir konuşmaydı. Bir bölümünü yinelemek isterim: "... Bu gibi ödüller çevirmenlere verilen değeri göstermesi bakımından çok önemlidir. Devam etmesini, çoğalmasını istiyorum. Yayınevlerinin özellikle 20. yüzyılın nitelikli edebiyatçılarını nitelikli çevirilerle insanlarımıza tanıtmaları, aklın kapılarını, Batı kültürünü Türk okuruna açmaları bakımından çok önemli."

⦁    Gazeteci, yazar ve çevirmen Burhan Arpad babanızdı. 1994'te yitirdiğimiz o değerli kalemi de bir soruyla analım. Babanızın bugünkü başarınızdaki payı nedir?

Bugünkü konuma gelmemde babamın ve annemin payı büyüktür. On bir yaşımdan başlayarak Almanca öğrenmemi sağlayan onlardı. Üniversite yıllarımda çeviriye başlamama da babam neden olmuştu, ancak çeviri yaparken beni özgür bırakmıştı. Yapıtı çevirmeden önce ve çevirdikten sonra üzerinde konuşurduk, fakat hiçbir zaman yaptığım çeviriye karışmamıştı.

'ÇEVİRİLEN DİLİN KÜLTÜRÜNÜ, ÜLKEYİ TANIMALISINIZ'

⦁    Genç çevirmenlere önerileriniz nelerdir?

Genç çevirmenler mesleğe atılırken toplumlar arasında önemli bağlayıcı bir görev yerine getirdiklerini kavramalıdır. Sadece yabancı dil bilmek edebi yapıt çevirmek için yeterli değildir. Çevirmenin, çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanıması onun yararınadır. Genel kültürünün güçlü olması da önemli bir koşuldur. Bu görevi üstlenen kişi her çeviride yazarla ve metinle bir yakınlaşma, düşünüş içine girmek zorundadır. Çevirmenin bir edebiyatçı/yazar yanının da olması gerektiğine inanıyorum. Çocuk öyküleri, aşk romanları çeviren bir kişinin bir süre sonra batı edebiyatının klasiklerini de çevirmeye cesaret etmesi kanımca komik! Çevirmenlik bir yan uğraşı değildir, o ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraştır. Bu nedenle çevirmenliği bir meslek olarak kabullenip ciddiye almak gerekir. Genç çevirmenlere savaş karşıtı, sosyal görüşlü, toplumcu yazarları yeğlemelerini, onları Türk okuruna tanıtmalarını önermek isterim.

Çok teşekkürler Sayın Ahmet Arpad.

Hitler'in kentinde tarihi trenler

Toplum Gazetesi, Almanya, 6 Mart 2022

Çok ilginç bir kenttir Nürnberg, görülmeye değer. Ortaçağdan kalma duvarları, sayısız kuleleri, kiliseleri, tarihi sokaklarıyla her yıl milyonlarca turisti çekiyor. Nürnberg'de mutlaka görülmesi gereken çok şey var. Demiryolları Müzesi, Nazi parti kongrelerinin yapıldığı dev binalar, alanlar, savaş sonrası Hitler yandaşlarının yargılandığı mahkeme salonu ve dünyanın en büyük oyuncak müzesi...

Nasyonal Sosyalistler'in Almanya'da ilk adımlarını attığı 1920'li yıllarda Münih'in yanı sıra kuzeyindeki Nürnberg de önemli bir "buluşma" kentidir. Aşırı sağcılar burada "Almanların Günü"nü kutlarken Hitler'in NSDAP'si de önemli parti toplantılarını Nürnberg'de düzenler. Ülke yönetimini 1933'te ele geçirmelerinin ardından bütün büyük parti kongreleri de burada yapılır. Bir hafta süren toplantılara tüm Almanya'dan bir milyon insan katılır! Hitler, hemen arkasında yandaşları, sağ kolu havada büyük tribünden dev alandaki sonu gelmeyen geçit törenlerini izler... 1935 yılında bu kentte onayladıkları "Nürnberg Yasaları" ile Yahudi soykırımı yolunda en önemli adımı atarlar.

"Ölüm trenleri"

Almanya'da ilk tren yolculuğu bundan 187 yıl önce Nürnberg ile Fürth kenti arasında yapılır. 7 Aralık 1835 Alman demiryollarının kuruluş yılı olarak kabul edilir. Nürnberg'e gelip de ülkenin en büyük tren müzesini görmeden dönmek olmaz: İlk tren seferini yapmış olan "Adler", 1853 yapımı buharlı "Nordgau", yaşamı bir peri masalını andıran yakışıklı II. Ludwig'in özel treninden vagonlar, şansölye Otto von Bismarck'ın kompartımanı, 1890 yapımı buharlı "Phoenix" müzedeki en değerli ve eski araçlar. Müzeye son yıllarda eklenen bir bölümde devlet demiryollarının Naziler döneminde oynadığı trajik rol de sergileniyor. Nasyonal Sosyalistler sadece Alman kentlerinden değil, Yunanistan'dan Norveç'e, Fransa'dan Macaristan'a, işgal ettikleri bütün ülkelerden yüz binlerce insanı "safkan" Alman olmadıkları için trenlere bindirip gaz odalarına taşımışlardı. Savaşın kızıştığı yıllarda bile durmamıştı "ölüm trenleri".

Doğu Avrupa'ya uzanan hatlar, asker ve silah trenleri ile dolu olduğu zaman ölüme götürülen insanları tıkıştırdıkları vagonları normal yolcu trenlerinin arkasına takmışlardı. Şimdi Almanlar Nürnberg'deki müzede tarihlerinin bu kara dönemini de sergiliyorlar.

Dünyanın en büyük oyuncak müzesi

Tren Müzesi'nin az ötesinde bir başka tarihi yapı var. Nazi suçlularının 1945/1946 yıllarında yargılandığı mahkeme salonu burada. Göring, Ribbentrop, Speer, Dönitz, Keitel, Streicher, Kaltenbrunner'in de aralarında olduğu Nazi kodamanlarından on ikisi insanlığa karşı suç işlemiş oldukları gerekçesiyle Nürnberg Duruşmaları sonunda idama mahkûm edilmiştir.

Nürnberg'de güzel şeyler de var. Örneğin, dünyanın en büyük oyuncak müzelerinden biri burada. Kent merkezindeki tarihi binanın katlarına yayılmış kocaman salonlarda 1971 yılından günümüze, en eskisi iki yüz yıllık tam 3 bin 500 tarihi oyuncak sergileniyor. Binanın depolarındaki sandıklarda duran 65 bin oyuncak da günün birinde vitrinlerde yer almayı bekliyor.

Alman oyuncak sanayisinin merkezi olan Nürnberg'de her yıl şubat ayında beş gün süren bir "Oyuncak Fuarı" açılıyor. Dünyanın bu en büyük oyuncak fuarına sayısız ülkeden üç bine yakın yapımcı katılıyor, çoğu yetişkin yüzbine yakın oyuncak meraklısı da fuarın salonlarını dolduruyor... Ancak bu yıl dev salonlar boş kaldı!