29 Ocak 2023

'Yalnız değil birlikte'

Cumhuriyet, 29 Ocak 2023

Almanya'ya gelmişler yirmisinde, şimdi ulaşmışlar yetmişine, seksenine, kimi doksanına yaklaşmış...

Ahmet Arpad / Almanya (Stuttgart)


Çoğunun tekdüze ve tek başına bir yaşamı olmuştu. Hafta içinde çalışıp hafta sonunda hemşerileri ile bir araya gelmişlerdi. Almanya'nın büyük kent tren istasyonları onların tek buluşma yeri olmuştu. Sürekli para biriktirmişlerdi. Memlekete kim bilir son 60 yılda kaç milyar Mark/Avro yollamışlardı? Başlarında kasket, ellerinde sigara, koltuklarının altında Türk boyalı basının gazeteleri, omuzları çökmüş, ayaklarını sürüye sürüye yürümüşlerdi! Bu ülkede bir ömür geçiren insanlarımız çoğu kez yalnız, içine kapanık kalmıştı. Almanlarla Türkler birbirine dokunmadan, yan yana, kabuğuna çekilmiş yaşamışlardı. Sonra işsizlik Almanya'yı kıskacına almıştı. Bundan en çok etkilenenlerin başında da düşük gelirli, mesleğinde kalifiye işçi olmayan Türkler gelmişti. Çoğu altmış yıl boyunca gettolaşmış Türk mahallelerinde yaşamıştı.

Günümüzde birçok yaşlı insanımızın eline geçen emekli maaşı buradaki yaşamına açıkça yetmediği için hiç olmazsa yılın altı ayını ucuz (!) Türkiye'de geçirmesinin baş nedeni de bu... Ancak Türkiye ile hiç bağlantısı kalmamış sayısız insanlarımız da var. Memleketindeki bütün ailesini bir zamanlar yanına almış olan bu emekliler artık hep Almanya'da kalmak zorunda! Onlara ilk yıllarda aileleri bakıyor. Önce eşleri, sonra da çocukları. Ancak bir yaştan sonra bu bakım zorlaşıyor. İşte o zaman her gün birkaç saat uğrayıp evde bakımlarını yapan kuruluşlara muhtaçlar! Bu hizmetin bir kısmını kişi kendi ödüyor, bir bölümünü de devletin sosyal hizmetler dairesi üstleniyor.

'BİRLİKTE HER ŞEY DAHA KOLAY'


Stuttgart'ta 2015 yılında kurulan, başkanlığını Ergun Can'ın yaptığı "Emin Eller" girişimi yaşı ve sağlığı gereği bakımı gereken yaşlı insanlarımıza kapılarını açıyor. Stuttgart Belediyesi'nin bir yan kuruluşunun desteğindeler. Tek kişilik odalar kişiye özel donatılmış, evde yaşayanlar gün boyu rahat kanepeli, televizyonlu büyük ortak alanda bir araya geliyor, mutfağı birlikte kullanıyor, yemeklerini bir arada alabiliyor, güzel havalarda da terasa veya bahçeye çıkıyorlar.

Ergun Can sohbetimizde şuna dikkatimi çekiyor: "Bakım konusu, belli bir yaştan sonra yakınına bakan ailesi ve akrabası için önemli bir sorun oluyor." Birinci nesil yaşlı Türkler Emin Eller'de büyük bir aile! Sevgi ve ilgi onlara günlük yaşamlarında eşlik ediyor. Ergun Can şöyle devam ediyor: "Biz, birlikte olduk mu her şeyin daha kolay ve daha güzel olduğuna, sorunların daha iyi aşılabileceğine inanıyoruz." Günün yirmi dört saati sağlık bakım hizmeti var. Geliri yetersiz kişiler belediyenin sosyal hizmetler dairesinden parasal destek alıyor. Stuttgart'ta 1999 yılında kurulmuş olan, geliştirdiği değişik projelerle Almanya'da yaşayan Türklerin topluma uyumuna destek veren Türk-Alman Forumu 2019 yılında "Emin Eller"in çalışmalarını Manfred Rommel Ödülü'yle onurlandırmıştı. Yaşlılığında vatanına uzak kalmış yaşlı insanlarımız Stuttgart "Emin Eller"de mutlu bir ortak yaşam sürdürüyor, çok uzaktaki vatanlarının havasını ciğerlerine çekiyor!

30 Ocak 1933

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 29 Ocak 2023

Ahmet ARPAD

30 Ocak 1933 insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı.

Geçenlerde kitaplığımda Hermann Hesse'yi ararken Adolf Hitler'i buldum! Hesse'nin mektuplaşmalarının hemen yanında gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun yıllarca önce merak edip almış, fakat sonra nedense pek okumadan rafa kaldırmış olduğum "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı...." adlı kitabı duruyordu.

1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!"

"Bohem Onbaşı"

O yıllarda ülkede tatsız bir hava hüküm sürüyordu. Dünya çapındaki ekonomik buhran toplumu sert bir şekilde vurmuş, milyonlarca insan işsiz kalmıştı. Hiç kimse zayıf hükümete güven duymuyordu. Bu koşullar yeni bir liderin ve partisinin yükselişinde önemli rol oynadı. O, değişimi sabırsızlıkla bekleyen, geniş bir kitleyi kendine çeken güçlü ve son derece iyi bir hatipti. İnancını kaybetmiş insanlara daha iyi bir yaşam, yeni bir ülke sözü veriyordu. Partisi öncelikle işsizlerle gençleri, alt ve orta sınıf insanlarını hedefliyordu. İktidara yükselişleri hızlı oldu. Ekonomik buhrandan önce pek tanınmayan parti son seçimde tüm diğer partileri geçti. Cumhurbaşkanı Hindenburg Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri Adolf Hitler'i beğenmiyor, onu küçümsüyordu. Hindenburg'un gözünde Hitler "Bohem Onbaşı"ydı. Ancak NSDAP'nin güçlenmesi sonucu çevresinden gelen baskıyla 30 Ocak 1933'te Hitler'i şansölye, yani Alman hükümetinin başı olarak atamak zorunda kaldı. O yıllarda bir çok Alman ülkeyi kurtaracak kişinin bulunduğuna inanmaktaydı!

Önce Aydınlar...

Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız", der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Almanya'daki kömür ve demir-çelik sanayisi üretimini durduracak, çalışanları doğuya aktarılacaktı.

Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur."

1930'lu yıllarda Avrupa'da Hitler, Stalin, Mussolini ve Franco insanlığı inanılmaz bir felakete sürüklerken Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar bir toplum yaratıyordu!

22 Ocak 2023

Çevirmenlik, Ömür Alan Bir Uğraş

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 22 Ocak 2023

AHMET ARPAD

Çeviri, insan yaşamının tüm evrelerinde etkin bir aracı olduğunu kanıtlamıştır. Üzerinde yaşadığımız dünya hızla globalleşiyor. Ülkelerin, insanların, toplumların gittikçe daha çok birbirine yaklaştığı süreçte kültürler arası bağlantıların önemi sınırsız. Kültür ile çeviri iç içe. İşte bu aşamada çevirmenler ülkeler arasında kültür köprüsü oluşturanların başında geliyor. Onlar birçok batı kültür ülkesinde el üstünde tutulurken Türkiye'de nedense çoğu zaman unutuluyor. Batı ülkelerinde yayıncı-çevirmen ilişkisi ciddiye alınırken ülkemizde hâlâ çevirmenler olmadan ayakta kalamayacakları gerçeğini önemsemeyen – aralarında ne yazık ki büyük – yayınevleri de var!

Çeviri ve Genel Kültür

Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi. Bir çevirmen hem özgürdür, hem de yazarın anlatımına bağlı kalmak zorundadır.

Fakat metne ya da yazarın diline yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur. Çevirmenin kendine göre bir özgürlüğü olması gerekir. Bu önemlidir, yazara yüzde yüz bağlı kalırsa çevirisi okunmaz. Bu nedenle, az da olsa bir 'çevirmen özgürlüğü' gereklidir. Çevirmenin hem yapıtın yazılmış olduğu dili, hem de Türkçeyi çok iyi bilmesi gerekir. Tabii sadece yabancı dil bilmek, başarılı çevirmen olmak anlamına gelmez. Edebi bir eser çevirmek için genel kültür de gereklidir. Çevirmen çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanımalıdır! Yazarla ve metinle arasında bir yakınlaşma olmalıdır. Bu gerçekleşmediğinde birkaç çeviri sonrasında kimse çevirdiklerine bakmaz.

İyi Almanca veya iyi İngilizce bilmek, iyi çevirmen olmak için yeterli değildir. Bu mesleğe atılan kişinin edebiyatçı/yazar yanının da olması yararınadır. Burada sevgili Doğan Hızlan'ın şu görüşüne de yer vermek istiyorum: "Okura sunulan eserin olabildiğince hatasız olmasının tüm sorumluluğu yalnızca çevirmenin omuzlarına yüklenmemelidir… Olası hataları önlemek için yayınevleri çok sıkı bir editöryel kontrol oluşturmalıdır."

Stefan Zweig Tutkusu!

Türkiye'de son yıllarda gittikçe artan bir Stefan Zweig tutkusu var. Acaba bunun hangi nedenleri var? Bu sorunun yanıtı çok kolay: Zweig'ın anlatımı Türk okurunun doğasına yatkınlık gösteriyor. O bizden bir yazar gibi okunuyor. Yaşama ve insana olan iyimserliği hemen hemen her yapıtında görülüyor. Zweig hiçbir zaman ümitsiz değildir. Bence o yapıtlarını okuyanı yüreklendiren, ona yaşama sevinci veren bir umut yazarıdır. Zweig barışın ve iyiliğin hep üstün geleceğini düşünmüş, umut etmiş ve yaşamının son dakikasına kadar da bu amaçla yazmıştır.

Stefan Zweig yapıtlarının 2013'de telif hakları sona erince yanılmıyorsam Türkiye'de yüzün üzerinde çevirisi çıktı. Tabii Zweig bu kadar yazmadı, ancak adı sanı duyulmamış Türk yayıncılar bir kitabını yirmi kez yirmi değişik çevirtmene çevirtmekten kaçınmadılar. Böylesine bir 'buluş' dünyada hiçbir ülkede yaşanmadı! Yayın programına aldığı 25 Zweig yapıtını 15 çevirmene çevirten büyük yayınevleri de var. Bunu niçin yaptıklarını anlamak mümkün değil!

Çevirmenlik ömür boyu sürdürülmesi gereken bir uğraştır. Ülkemizin nitelikli yayınevleri batının nitelikli edebiyatçılarını, özellikle 20. yüzyıl yazarlarını ülkemize taşımak zorundadır! Batı kültürünün kapılarını Türk okuruna sonuna kadar açmak nitelikli yayıncıların sürekli yapması gereken çok önemli bir görevdir.

İnsanlar aydın olmak için çok kültürlü yetişmelidir. Hele içinde yaşadığımız 21. yüzyılda aydınlar toplumlara her zamankinden daha çok gerekli! Değişik kültürler arasında 'köprü' oldukları bilinen nitelikli çevirmenlerin önemli rolü de bu aşamada kesinlikle gözardı edilemez!

16 Ocak 2023

Umudun yazarı Stefan Zweig!

Cumhuriyet, 16 Ocak 2023

Ahmet Arpad

20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig hep güncel. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim", derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez." Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Stefan Zweig, 1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye.

Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin'de kaldı bir süre, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. 1908'de Hindistan'a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1911'de Amerika'ya gitti, ardından Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi.

Romain Rolland ve Rodin'le yakın dostluklar kurdu. Paris'in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde çok dolaştım, çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak çok araştırdım!" der Zweig.

DÜNYA SAVAŞI YILLARI…

İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile yakın dostluk kurdu, onunla uzun yıllar mektuplaştı.

Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir", düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi.

1919'da Salzburg'a, Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli villasına yerleşti. Mozart'ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü.

İnsanların kurtuluşu için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı.

Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Stefan Zweig Avrupa'nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti.

POLİTİKACILARA KARŞI DÜŞÜN SAVAŞI

Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu Amok Koşucusu yapıtını o günlerde yazdı.

Stefan Zweig'ın yapıtları artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. Ünü hızla yayıldı, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi gördü. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edindi.

Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine olan inancını hiç yitirmedi.

NAZİLERİN "SAFKAN OLMAYAN İNSANLAR" LİSTESİNDEYDİ!

1933'te ise Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün aydınlar gibi Zweig'ın da düşleri karmakarışık oluverdi.

İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi.

Tedirginlikleri giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. Thomas Mann 25 Şubat 1933'de, Zweig'a yolladığı mektubunda; "Almanya inanılmaz bir duruma düştü; ilerde çok insan o günleri yaşadığı için utanç duyacak!" diye yazar.

Stefan Zweig'ın 18 Nisan 1933 tarihli yanıt mektubundaki görüşleri şöyledir:
"Söylenenlere karşı çıkmak artık mümkün değil, çünkü yalan kanatlarını öylesine açmış ki gerçekler dışlanıyor, yalanın aktığı lağımlardan yükselen pis kokuları insanlar güzel kokular gibi içlerine çekiyor..."

Thomas Mann, 24 Nisan 1933 günü Zweig'a yanıt verir: "Siz de acılar çekiyorsunuz. İnanamıyorum. Günümüzde böyle şeyleri yaşamak zorunda bırakılmamız insanın nefret duygularını doruğuna çıkarıyor."

NAZİLER ANAVATANINI HARİTADAN SİLDİ!

Nazi yönetimi 1936'da Thomas Mann'ı Alman vatandaşılığından atınca Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: "Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!"

13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı kabul eden Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi.

Savaşın şiddetini arttırması, Hitler'in güçlenmesi onu daha çok bunalımlara sokar. Yıllar boyu kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. Yorgun ve bezgindir.

17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar:
"Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak..."

O, BİR UMUT YAZARIDIR

Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır.

Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise Zweig'ın gözü pek tutkularını kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir.

O yapıtlarında doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır.

Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür.

Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı.

Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

NASYONAL SOSYALİZMLE YÜREKTEN SAVAŞTI

Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi.

Stefan Zweig bireylerin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır.

Büstü bugün Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı hiç yitirmedi güncelliğini.

15 Ocak 2023

"Onur, Özgürlük, Anavatan"

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 15 Ocak 2023

Resmî açıklamalara göre Almanya'da yaklaşık binin üzerinde üniversitesi öğrenci derneği var. Bunlardan yüz yirmisi "tehlikeli". Alman üniversite öğrencilerinin 19. yüzyılın sonunda kurduğu ve ömür boyu üye kaldığı bu derneklerin toplam 157 bin üyesi var! Bu derneklerin içinde yüz kırkı sadece tutucu değil, aşırı sağcı da. Üye sayıları 20 bin.

Adolf Hitler'in 9 Kasım 1923 günü hükümeti devirmek amacıyla Münih'te düzenlediği başarısız darbede başrolü oynamış olan tutucu öğrenci dernekleri içinde o yıllarda NSDAP sempatizanı çok üye vardı. Bunlardan ikisi, Hitler'e çok yakın kişilerden, ilerde SS komutanlığına getirilen Himmler (Apollo Münih) ile Treblinka ölüm kampının komutanı olan Eberl (Germania İnnsbruck) idi.

Bu dernekler Nazi döneminde üye sayılarını kimi kentte ikiye katlamıştı. Günümüzde çoğunlukla üniversitelerde yuvalanmışlar. Sadece Köln üniversitesinde tutucu ve sağcı 30 derneğin faaliyette olduğu biliniyor. Nedeni çok basit. Öğretileri için "işe yarar" gençlerin en bol olduğu kaynak tabii ki üniversiteler! Onları kendilerine çekmek için de kurdukları öğrenci yurtları en mükemmel "tuzak"...

"Acemi Öğrenciye Kucak Açıyorlar"

Her öğretim yılında devletin üniversite yurtlarının yetersizliğinden on binlerce öğrenci açıkta. Bu gençler ya ailelerinin yanında kalmak ya özel odalar kiralamak ya da bu gibi derneklerin yurtlarına sığınmak zorunda. Tanışımız olan Hırvatistanlı bir aile birkaç öncesine kadar böyle bir öğrenci yurdunda görev yapmıştı. Karı-koca bina ve oda temizliğinden, tüm alışverişe kadar çok şeyden sorumluydu. Tanış anlatmıştı: "Buradaki ağabeyler acemi öğrenciye hemen kucak açarlar. Rahat bir yaşamı olsun, ortama alışsın diye çok çaba gösterirler." Genç öğrenci iki sömestr sonra - tabii işlerine yarayan biri ise - aralarına alınırmış. Önemli olan bu kişinin saygı, namus ve şeref gibi idealleri kabullenmesi... İkinci yılın sonunda, dördüncü sömestrin ardından, işe yarayan (!) bu öğrenci kesin kabul görür. Çünkü o artık düzenin tüm kurallarını benimsemiştir, derneğin bir üyesidir.

Ve bu üyeliği ömür boyudur! Stuttgart'ın yamaçlarındaki kimi tarihi, paha biçilmez değerde villa, apartman bu derneklerin malı. Her yıl sadece üye aidatlarından 200 bin Avro bir araya geliyor. Bu derneklerin, varlıklı yaşlı üyelerin parasal desteği olmadan ayakta duramayacağı biliniyor. "Alman Üniversite Öğrencileri Birliği" Almanya'daki ve Avusturya'daki üniversite öğrencileri derneklerinin 1881 yılında kurulmuş ortak birliği. Bu yapılaşma bir yerde loncayı da andırıyor.

İlk adımlarının daha 1815'de Jena'da atılmış olduğu arşivlerde yazıyor. Almanya'nın değişik eyaletlerindeki Anayasayı Koruma Örgütleri bu dernekleri izliyor. Sosyal bilimci Dietrich Heither‘in bu öğrenci dernekleri üzerine kapsamlı çalışmaları ve yayınları var. Ona göre Alman Üniversite Öğrencileri Birliği bir nasyonal sosyalizm öğretisi olan "Kan ve Toprak" görüşüne yakın bir kuruluş. Heiter bu derneklere üye üniversite öğrencilerinin kendilerini toplumun ‘elit düşünürleri' olarak kabul ettiğini söylüyor.

Heiter: "Bu uzun aşamada toplum için tehlikeli bir gelişme!" diyor. Buyruğa uymak ve otoriter bir dünya görüşüne inanmak zorundalar. Heiter şöyle devam ediyor: "Şunu kabullenmeliyiz, bu derneklerin çoğu üyesi yaşamlarında destek arayan zavallı genç bireyler!" Kendilerini çoğunlukla Almanya Hristiyan Demokrat Birliği ve Almanya İçin Alternatif Partisi'ne yakın hissediyorlar.

Aşırı Sağcı Ve Irkçı

Baden-Württemberg Eyaleti Antisemitizm Sorumlusu Dr. Michael Blume birkaç yıl önce dpa haber ajansına yaptığı açıklamada "onur, özgürlük, anavatan" sloganından yola çıkan tutucu öğrenci derneklerinin tehlikesine dikkati çekerken resmi makamların çok daha sert davranması gerektiğini söylemiş, özellikle şuna da dikkati çekmişti: "Bu tehlikeli insanların değişik yolları deneyerek ve kişisel ilişkilerden yararlanarak devlet yönetimine kadar girmesi, özellikle polisteki ve yargıdaki bağlantıları engellenmelidir…" Dr. Blume, Alman Üniversite Öğrencileri Birliği'nin çatısı altında toplananların aşırı sağcı, ırkçı ve Yahudi karşıtı olduğunun üzerinde de durmuştu.

8 Ocak 2023

Yalta'daki 'füze rampası'

Cumhuriyet, 8 Ocak 2023

STUTTGART
Ahmet Arpad


Tiflis'te bir bakanlık, Petersburg'da bir enstitü, Leningrad'da liman binaları, Estonya'da bir sinema, Kazakistan'da bir düğün salonu, Moldavya'da bir sirk... Bunlar eski Sovyetler Birliği'nde değişik mimarların 20. yüzyılda değişik yörelerde gerçekleştirmiş olduğu gizemli dev yapılardan sadece birkaçı. Tiyatrolar, üniversiteler, oteller, tören salonları, dinlenme kampları, sinemalar, anıtlar... Tümü de alışılmamış boyut ve stilde. Onları sanki başka bir dünyadan gelmiş insanlar Sovyet topraklarına kondurmuş. Litvanya'da, Estonya'da, Ukranya'da, Kazakistan'da, Moskova'da, Ermenistan'da, Yalta'da, Tataristan'da, Beyaz Rusya'da karşınıza çıkıyorlar. Çoğu inşa edildikleri yörelerde aşırı boyutları ve mimari stilleriyle çevrelerine hiç uymuyor. İçlerinde günümüzde artık kullanılmayanları, çürümeye bırakılmışları da var. Onlar aşırılığa kaçan bir Sovyet gerçeği. 1985'te Küba'da inşa edilen Sovyetler Birliği Büyükelçiliği binası yere saplanmış dev bir kılıcı andırıyor! Sanki karşı kıyıdaki "ezeli düşman"ı kışkırtmak istermiş gibi...

Science-fiction dev yapılar

"Cosmic Communist Constrctions Photographed" gazeteci Frédéric Chaubin'in hazırladığı bir dev fotoğraf albümü! Yıllar önce Almanya'da açtığı bir sergiyi gezdikten sonra almıştım. Geçenlerde tekrar sayfalarını karıştırdım. Chaubin 2003 yılından sonra Rusya'nın batısından doğusuna, en uzak köşelerine yaptığı sayısız yolculukta eski Sovyetler Birliği'nin değişik cumhuriyetlerinde 1970'li yıllardan sonra inşa edilmiş çok değişik, alışılmışın dışında devasa yapılarla karşılaşır. Fütürist bir science-fiction diyebileceğimiz bu yapılar görene geleceğin dünyasını anımsatıyor. Fransız fotoğrafçı ve gazeteci Chaubin'in çoğu siyah-beyaz fotoğrafında görülen yapıların tümü de anıtsal eser. Bu fotoğraflarda, yöresel yapı geleneğinden Amerikan yapı stili ile rekabete kadar uzanan bir çizgide inşa edilmiş çok değişik mimari karakterler görülüyor. Hele 1980'li yılların yapılarındaki modern ve avangard stil Sovyetler Birliği'nin sonunun yaklaştığının habercisi gibi. Sanki mimarlar giderayak dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen, yabancı meslektaşlarının değil gerçekleştirmek, akıllarına bile getiremeyeceği stilde bu dev yapıları ülkenin dört bir köşesine kondurmuş.

Yalta'daki 'füze rampası'

İçlerinde biri var ki, Yalta'da, Karadeniz'e tepeden bakan bir "dinlenme yurdu" şaşılacak boyutlarda. Betondan üç dev temel direğe oturtulan yapı 1985 yılında inşa edilirken Türk ve Amerikan gizli servisleri Sovyetler'in Karadeniz kıyısına dev bir füze rampası kondurduğunu sanmışlar. Direklerin üzerinde, arı kovanlarını andıran büyük bir konaklama alanı var. Altında da, havada duruyormuş izlenimi veren, içi deniz suyu dolu dev bir yüzme havuzu... 440 sayfalık albümün sayfalarının karıştırırken Fransız gazeteci Frédéric Chaubin'in bu olağanüstü emeğine hayran kalıyorsunuz. Fotoğrafları ile bilmediğimiz bir Sovyet gerçeğini belgelemiş, dünyada bir benzeri olmayan bu yapıları unutulmaktan kurtarmış olduğu için de ona candan teşekkür ediyorsunuz.

 

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe…

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 8 Ocak 2023

TBMM Depreme Karşı Alınabilecek Önlemleri Araştırma Komisyonu'nun 2021 Şubat ayında yaptığı açıklamaya göre İstanbul'da olası bir depremde 200 bin binanın orta ve ağır hasar alması bekleniyor. Bu bina yıkımından 3 milyon insan etkilenecek. İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat da aynı toplantıda şu açıkamayı yapmıştı: "İstanbul genelinde yapacağımız inceleme çalışmalarında bugüne kadar bilinen, hasar görecek bina sayısının en iyimser rakamla iki katına çıkacağını öngörüyoruz."

Sonra geldik 2022 yılına. Gazi Üniversitesi Deprem Mühendisliği Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Samet Arslan, Düzce'nin Gölyaka ilçesinde meydana gelen 5,9 büyüklüğündeki depremin ardından şunları söylemişti: "İstanbul depremi öyle ya da böyle olacak. İstatistik ve bilimsel olarak bakarsak İstanbul depremi için zaman doldu. Gözümüzü yummanın anlamı yok, gerçekle yüzleşmek lazım. İstanbul depremi dünden daha yakın." 

Prof. Dr. Arslan'a göre İstanbul'un güney sahilinin 5 kilometrelik bir bandı, adaların karşısından başlayacak şekilde, Marmara Ereğlisi'ne kadar depremden ciddi şekilde etkilenecek. Prof. Dr. Aslan şöyle devam ediyor: "Sadece bu bölgede en az 30 bin binanın ciddi zarar alacağı, 100 bin civarında vatandaşın da ciddi etkileneceği tahmin ediliyor."

'Ranta Dayalı Zenginleşme'

Her yanı denizlerle çevrili 2700 yıllık metropolün son altmış yılı kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti! Çarpık kentleşmenin 'en güzel' örnekleri burada görülür. Adnan Menderes'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler! Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı. Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Elli küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir kentcilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. Zamanla 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi.

Son yirmi yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, holding ağalarının diktiği 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residence'lar'... Gökdelenlerin modern kentçilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, 'dinibütün' belediyeciler, 'referansı İslam' politikacılar...

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek." Falan filan, fasa fiso… Sonra ne oldu? Her zamanki gibi 'lafla peynir gemileri yürütüldü!'

"Yağma Hasan'ın Böreği"ne Hücum Edenler"

Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil.

Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul'u sadece elli yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor. Yüksek Binalar ve Kentsel Habitat Konseyi 2022 yılı verilerine göre İstanbul 48 gökdelen ile Avrupa'da en fazla gökdelen bulunan kent! İstanbul'u 46 gökdelen ile Moskova ve 30 gökdelen ile Londra takip ediyor!

Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? Elli bin insanın ölümünün, yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke. 2001 yılında İstanbul'da 11 milyon insan yaşıyordu, yirmi yıl sonra, 2021'de bu sayı 15 milyona çıktı! İnanılmaz bir gelişme! Şimdi hepsi depremi bekliyor, eli böğründe...

1 Ocak 2023

Kıraathanelerin Düşünceye Katkısı...

Toplum Gazetesi/Almanya, 1 Ocak 2023

AHMET ARPAD

Kıraathaneler yüzyıla yakın bir süre İstanbul aydınları için kaçınılmaz buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler, günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın, Babıâli'nin ve Divanyolu'nun kıraathanelerinde geçirirlerdi.  Tepebaşı'na damgasını vuran Kanuniesasi Kıraathanesi ile özellikle 1930'lu, 1940'lı yıllarda İstanbul'un tüm yazar ve kitapçılarının her gün bir araya geldiği, Ankara Caddesi'ndeki Meserret Kıraathanesi 1970'lere kadar ayakta kalmayı başarmışlardı. Buralarda buluşan aydın kişiler, gazeteciler, yayıncılar, gazeteleri ve edebiyat dergilerini okur, birbirleriyle sohbet eder, tartışır, düşünce değiş tokuşu yaparlardı. Peyami Safa, Reşat Nuri, Salâh Birsel, Sait Faik, Orhan Kemal, Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Meserret'in sürekli müşterilerindendi. Çağdaş bilginin üretildiği, düşüncenin geliştiği, düşünürün yetiştiği kıraathanelerin sosyokültürel işlevi kaçınılmazdı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Ellili yıllardan başlayarak, insanların iskambil oynayıp dedikodu yaptığı, vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği mahalle kahvelerinin sayısı artarken kıraathane kültürü giderek yok edildi!

En son da 29 Ekim 2022 günü Beyoğlu'nu Beyoğlu kılan değerlerden biri olan Lebon Pastanesi sevenlerini son kez ağırladı. İstiklal Caddesi'nde bir hüzün rüzgârı esti. 1810 yılında Edouard Lebon tarafından kurulan tarihi pastane de kentin yiten değerleri arasında yerini aldı. Yaklaşık iki yüz yıl boyunca kent düşünürlerinin buluşma yeri olmuştu!

Viyana bir kültür kentidir

Kahvenin ne olduğunu bizden öğrenen Avrupa'da ise kıraathaneler giderek geliştirildi, korundu, acı dolu savaş yıllarından sonra tekrar canlandırıldı. Üç Orta Avrupa kenti Budapeşte, Viyana ve Prag'a uğrayanlar, eski monarşinin bu merkezlerinde kıraathanelerin eskisi gibi hâlâ yaşadığını görecektir. Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları yine sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada alıyor. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup, iş görüşmeleri yapıyorlar, kitap okuyorlar, mektup yazıyorlar. Viyana kahvelerinin çoğu Avusturyalı yazarın romanlarına konu olmuştur. Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Peter Altenberg günlerinin önemli bölümünü kahvelerde geçirmişlerdir. Orta Avrupa kültürünün yetiştirdiği edebiyatçıların en ünlülerinden Viyanalı Stefan Zweig için de, gençliğinde her gün uzun saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri bir okul olmuştur. Zweig adını ölümsüzleştirdiği en başarılı eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad), garsonu Fritz'den sözetmeyi unutmamıştır. Viyana bir kültür kentidir. İnsanları operası, tiyatrosu, operetleri, şaraphaneleri ve kıraathaneleriyle günbegün kültürle içiçe yaşar. Budapeşte'de Gerbaud, Centrál Kávéház, Viyana'da Café Mozart, Dehmel, Schwarzenberg, Central ne ise, Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan Prag kahvehanelerinde yaptığınız bir gezintide bu Moldau kentinde de bir Café Arco'nun, bir Café Louvre'un düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz. Hele Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşıyorsunuz. Gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arıyor. Orta Avrupa'nın iki savaş arasındaki bu ünlü edebiyatçıları, sanki o anda kapıdan içeri girecekler... Her şey eskisi gibi. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Cafe Louvre, günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı kahve, 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş.