23 Aralık 2007

Hitler'in harika çocukları...

Cumhuriyet 23.12.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Adolf Hitler ve yandaşları 8 Kasım 1923'te Bavyera'da bir darbe girişiminde bulunurlar. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti" ni ilan eden darbeciler ertesi gün silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Çıkan çatışmada Hitler ve adamları 4 polisi öldürür. İhtilal girişimi başarılı olmaz. Darbeciler tutuklanır. Darbe girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası idamdır. Ancak nasyonal sosyalist ideolojiye yakın olduğu bilinen yargıç Neithardt 'ın başkanlık ettiği mahkeme heyeti Hitler'i sadece 5 yıl hapis cezasına çarptırır. Çünkü Hitler'i destekleyenler, başta eyalet Adalet Bakanı Franz Gürtner olmak üzere politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Hitler, 9 ay sonra serbest bırakılır. 2. Dünya Savaşı'nda Landsberg'de 15 bin esir işçi ölür. Kent, adını savaş sonrasında da duyurur. Hitler'e destek vermiş oldukları için müttefiklerin suçlu gördüğü endüstri patronları Friedrich Flick , Alfred Krupp ve benzerleri günlerini, bir zamanlar Hitler'in kaldığı Landsberg hapishanesinde geçirir. Yeni Almanya için ortak planlarını orada yaparlar. 1933'te Almanya'ya el koyan Hitler ile yardakçılarının palazlanması ve 13 yıl ayakta kalması, Alman endüstrisinin bu "babaları" sayesinde mümkün olmuştu. Onlarsız Hitler bir hiçti. Nazi Almanyası'nın orduları, Flick, Krupp ve şürekâsı olmadan komşu ülkeleri istila edemez, savaşamazdı. 40 milyona yakın insanın ölümünden, Hitler'e hizmet etmiş olan bu endüstri patronları da sorumludur. 1945'te savaş sona erdiğinde Avrupa bir yıkıntıdır. Dörtler'in işgalindeki Almanya'da insanlar kolları sıvar, yüz binler bombalanmış kentlerde moloz yığınlarını kaldırır. Sovyetler'in el koyduğu doğu bölgesi 1949'da batısından koparılır. 20. yüzyılın ikinci yarısına girilirken Batı ile Doğu arasına demirden perde çekilir. İngilizlerle Amerikalılar kurdurdukları Batı Almanya'ya, Sovyetlere karşı "kale" görevini verirler. Ancak ülkenin bir an önce güçlenmesi gerekmektedir. Hitler'e hizmet eden Alman endüstrisinin patronları hâlâ hayattadır. Ülkeye gerekli olanlar hapisten çıkarılıp, aklanır. Kadın gazeteci Nina Grunenberg geçenlerde, bu insanları konu alan kitabını, Daimler Benz'in uzun yıllar yönetim kurulu başkanlığını yapmış olan Edzard Reuter ile birlikte Stuttgart'ta tanıttı. ABD'nin desteği ile nasyonal sosyalizmin kalıntıları üzerine Batı Almanya'yı inşa edenler, Nazilerle işbirliği yapmış olan bu çıkarcılardı. Grunenberg onlar için, "Komünistlerden nefret eden, solcuları sevmeyen, ataerkil düzenin temsilcileri, despot ruhlu, politik görüşleri en sağda, NSDAP üyesi insanlardı" diyor. Hitler için bu kişiler bulunmaz nimetti. Yetenekli mühendisler ve teknisyenlere de kucak açmıştı rejim. Onlar sayesinde Nazi Almanyası 1942-1944 arasında silah gücünü üçe katlamıştı. Savaş sonrası Amerikalılar bu insanların çoğuna yeşil ışık yakmıştı. Dizginler yine Flick, Krupp, Abs , Sohl ve Zangen'in elindeydi. Savaş yıllarında silah endüstrisiyle bakanlık arasındaki alışverişten sorumlu Mommsen Batı Almanya'da önce Krupp'u yönetir, ardından Başbakan Helmut Schmidt tarafından Savunma Bakanlığı'nda yüksek bir göreve getirilir. Nazilerin silahlanmadan sorumlu bakanı Speer 'in "öğrencisi" Schlieker savaş sonrasında armatörlüğe soyunur. Speer'in bakanlığında mali işlerden sorumlu Hettlage , ilk Başbakan Adenauer' in mali danışmanı olur. Adenauer, Hitler'in İçişleri Bakanlığı'nda Yahudi karşıtı kararnamelerin altında imzasını atmış olan Globke 'yi güvenlik danışmanı yapar. Yahudilerin elinden alınan büyük alışveriş merkezlerine konan, Hitler'in peşinden ayrılmayan Neckermann etkisini Batı Almanya'da sürdürür. Savaş yıllarında Opel şefi olarak Hitler'in ordusuna kamyonlar yetiştiren Nordhoff da savaşın ardından Volkswagen'in başına geçirilir. 1951'de kurulan Federal Kriminal Dairesi'nde 25 SS subayı önemli görevlere getirilir. Batı Almanya'nın ilk başbakanı Konrad Adenauer'in şu sözü unutulmaz: "Temiz su yoksa kirli su dökülmez!" Gelecek on yılda Almanya'nın dünyanın en güçlü üç ülkesi arasına girmesini düşleyen ve bunun gerçekleşmesi için de Ludwig Erhard döneminin özlemini çektiğini söyleyen Başbakan Angela Merkel, Alman kalkınmasını Hitler'in "harika çocukları" nın gerçekleştirmiş olduğunu unuttu mu acaba?
 
www.ahmet-arpad.de

6 Aralık 2007

Anılar treni Auschwitz yolunda

Cumhuriyet 06.12.2007

Nazilerin kamplara yolladığı çocuk ve gençlere adanan tren, mayısta ölüm kampına varacak

Almanya'dan yola çıkan tren, zaman içinde 60 yıl geriye gidiyor... 30 kentten geçerek 3 bin kilometre kat edecek tren 8 Mayıs'ta, son istasyona, Auschwitz'e varacak... 1921 yapımı buharlı lokomotifin çektiği vagonlarda kurulan "soykırım müzesi"nde, demiryollarının çocukların ölüm yolcuğundaki rolü, mektuplar, dönüş yolculuğuna asla çıkamayan yolcuların çizimleri, şiirleri yer alıyor.
 
AHMET ARPAD
 
STUTTGART - Adolf Hitler, 1935'te partisinin genel kurulunda, iyileşmesi mümkün olmayan, "Daha çok azap çekmesinler" dediği engelli insanların ortadan kaldırılması emrini vermişti. İleride Alman askerleri komşu ülkelere saldırırken ağzından çıkan "Bir engelli yatağında yatarken, savaş yaralısı yatak bulamıyor" sözleriyle ülkedeki bütün yurt ve hastanelerden bedensel ve zihinsel engelliler toplanmaya başlanmıştı. Bu zavallı insanlar, nakledildikleri özel toplama kamplarında "Duşa gidiyorsunuz" kandırmacasıyla gaz odalarını boylamıştı. 1939-1945 yıllarında iğne yaparak, Luminal denen ilacı içirerek, aç bırakarak, gaz odalarında karbondioksit vererek, yedisinden yetmişine, "yaşamasına değmez'' dedikleri tam 200 bin engelli ölüme yollanmıştı.
 
Hitler Almanyası'nda Yahudiler, Sintiler/Romanlar ve engellilerin yanı sıra küçük çocuklar da öldürülmüştü. Ana babaların ellerinden zorla alınan bu çocuklar, dolduruldukları trenlerle toplama kamplarına yollanmıştı.
 
Frankfurt'tan yola çıktı
 
Nasyonal-sosyalistler sadece Alman kentlerinden değil, Yunanistan'dan Norveç'e, Fransa'dan Macaristan'a, işgal ettikleri bütün ülkelerden yüz binlerce insanı "safkan" Alman olmadıkları için trenlere bindirip, gaz odalarına taşımışlardı. Savaşın kızıştığı yıllarda bile durmamıştı "ölüm trenleri." Hiç aksamadan on binlerce kilometreyi geride bırakmışlardı. Doğu Avrupa'ya uzanan hatlar, asker ve silah trenleri ile dolu olduğu zaman ölüme götürülen insanları tıkıştırdıkları vagonları normal yolcu trenlerinin arkasına takmışlardı. Yolun açılmasını bekledikleri istasyonlarda yolcu trenleri ile "ölüm trenleri" çoğu kez saatlerce yan yana durmuştu. Geziye, tatile giden Almanlar vagon pencerelerinden, yan hatta duran nakliye trenlerine tıkılmış Yahudileri seyretmişti. Özel kişilerin kurduğu "Anılar Treni Derneği" , Alman Sendikalar Birliği ve bazı vakıfların desteği ile 8 Kasım 2007 günü Frankfurt'tan bir tren yola çıkardı. Nazilerin öldürdüğü çocuk ve gençlere adanan tren, bir "soykırım müzesi" . 1921 yapımı kocaman bir buharlı lokomotif, 1960'larda postayla hasta askerler taşımış vagonları çekiyor peşinden. Bu tren önümüzdeki aylarda 30 kente uğrayacak ve tam 3 bin kilometreyi geride bıraktıktan sonra insanlığın nasyonal-sosyalistlerden kurtuluşunun 63. yıldönümü olan 8 Mayıs 2008'de son istasyona girecek. Polonya'daki Auschwitz toplama kampına varacak. Tren güzergâhı boyunca, 1940-1944 yıllarında istasyonlarından "ölüm trenleri" nin kalkmış olduğu bütün kentlere uğrayacak, birkaç gün duracak. "Anılar Treni Derneği" günümüz insanlarının o büyük cinayeti hiç unutmamasını arzuluyor. Trenin içine kurulan müzede Hitler Almanyası'nda demiryollarının soykırımdaki rolü anlatılıyor, Yahudi mahkûmların resimlerinin, mektuplarının ve çeşitli kişisel eşyalarının yanı sıra ka mplara götürülenlerin isim listeleri de var. Treni ziyarete gelenler arasında o yılları yaşamış ve yurtlarından koparılmış, son durağı Auschwitz olan "soy kırım trenleri" ne doldurulmuş komşularını, dostlarını, okul arkadaşlarını anımsayıp isimlerini verebilenler olacağı ümit ediliyor. Uzun çalışmalar sonucu arşivlerden elde edilen verilere göre Alman Demiryolları 1940-44 yılları arasında 1.5 milyon çocuk ve genci trenlerle toplama kamplarına taşımıştı. O günlerde bu büyük "sürülme ve öldürme" yi uygulayan Nazilerden birçoğu 1945'ten sonra kellelerini kurtarmıştı. Hatta yeni kurulan Almanya'nın Devlet Demiryolları Nürnberg tren istasyonuna Hitler'in ulaştırma bakanının bir büstünü dikmiş, savaş sırasında Yahudilerin trenle toplama kamplarına taşınmasından sorumlu bir başkasına da, altmışlı yıllarda yabancı işçilerin trenle Almanya'ya taşınması görevini vermiş.
 
Demiryolları sponsor olmadı
 
"Anılar Treni" Auschwitz toplama kampına uzanan üç bin kilometrelik yolculuğunda Alman Devlet Demiryolları'nın hatlarını kullanıyor. Kurum bu girişimin sponsorluğunu kabul etmediği gibi, trenin geçtiği güzergâh için de dernekten kira alıyor! Treni dört gün kaldığı Stuttgart istasyonuna girerken yaşlı, genç, yüzlerce insan karşıladı. Dar vagonlarındaki sergiyi on bine yakın meraklı ziyaret etti. Başka kentlere gitmek için ayrılırken herkes peşinden el sallıyordu. Kiminin gözü yaşlıydı. Üç kişilik bir orkestra hüzünlü melodilerle uğurladı "Anılar Treni" ni. Klarnet, akordeon ve kontrbas eşliğinde Klezmer ezgileriyle. Kara lokomotif istasyondan çıkıp, kar tipisinin içinde kayboldu. Makinist son bir kez düdük çaldı, uzun uzun...

18 Kasım 2007

Kuranıkerim ve Türbancılar...

Cumhuriyet 18.11.2007
PENCERE
İLHAN SELÇUK

Bugün cuma değil..
Pazar..
Ama olsun, ben Kuranıkerim'deki tesettüre, türbana, kadına ilişkin kutsal ayetleri sizinle paylaşmak istiyorum...
İyi bir Müslümanın rehberi doğrudan Kuranıkerim'dir...
Aymaz kişilere, çokbilmişlere, kendisinde bir hikmet görüp ulema geçinenlere boşverin...
Müslümanlıkta papazlık yoktur...
Kendi aklınıza güvenin...
Allah'ın kitabı Kuranıkerim'i bilmeyen, Müslüman değil, Müslüman mukallidi olur...
 
*
 
Bugün Çankaya Köşkü'nde bir türbanlı hanım var...
Başbakanlık Konutu da bir türbanlı hanımın elinin altındadır...
Peki, türban devletin ve de hükümetin doruklarına tırmandı diye Türkiye eskisinden daha çok mu Müslüman oldu?..
 
*
 
Bu soruya yanıt vermeden önce Kuranıkerim'in kadınlara ilişkin buyruklarından birkaçını anımsamak iyi olacaktır...
Nur suresinden:
"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar..."
Ey Müslümanlar!..
"Kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin!.."
"İffetli olmak isteyen cariyelerinizi, dünya hayatının geçici menfaatını elde etmek için, fuhşa zorlamayın..."
Ahzap suresinden:
"Kadınların; babaları, oğulları, erkek kardeşleri, (...) hizmetçi kadınları ve cariyeleri hakkında bir sorumluluğu yoktur..."
Nisa suresi:
"Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler (egemendirler)."
"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün..."
 
*
 
Görüldüğü gibi Kuranıkerim'de kadın-erkek eşitliği olmadığı gibi, cariye ve köle düzeni vardır...
Demek ki İslamın anayasasında çağımızın insan haklarını benimsemek yolu kapalıdır...
Önce bu gerçekler herkes tarafından biline!..
 
*
 
Şimdi gelelim bizim türbancı Müslümanlara; Kuranıkerim'in kadınlar hakkındaki tüm yasalarına sırt çevirip türbancılığı politikada meslek edinenlere...
Nur suresinde bu konuda şu kural konuyor:
"Ey Muhammet ,
Mümin kadınlara söyle...
Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar..."
Kuranıkerim'de türban ya da sıkmabaş yoktur; boyun sarıp sarmalanmayacak, başörtüsü göreneksel usul üzerine yakaların üzerine salınacaktır...
 
*
 
Atatürk devrimi Anadolu Türklüğüne ve Müslümanlığına çağdaşlığın, uygarlığın, insanlığın yolunu açmıştır...
Türbanı bir flamaya dönüştürüp siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak Müslümanlık taslayanlar ikiyüzlü yalancılardır...
Bunlar Müslüman değil, kutsal Müslümanlığı kullananlardır...
Topu cehennemliktir; çünkü Anadolu insanına en büyük kötülüğü yapıyorlar... 
 
İlhan Selçuk

28 Ekim 2007

Türbancılar Ne Kadar Müslüman?..

Cumhuriyet 28.10.2007
PENCERE
İLHAN SELÇUK

Bizim dinci medyaya bakıyorum, mangalda kül bırakmıyorlar...
Ne diyorlar:
- Türban da türban...
Sıkmabaş..
Tesettür..
Türban Başbakanlığa el attı, Çankaya'ya da çıktı; dinciler dört köşe oldular...
Ne diyorlar:
- Türkiye Müslümanlaştı...
Allah..
Hazreti Muhammet ..
Kuran-ı Kerim..
İyi de.. Türbancı-İslamcı medyanın Müslümanlığına diyecek yok.. mu?..
 
*
 
Kuran-ı Kerim'i açın..
Bakara sûresi..
Âli İmran sûresi..
Nisâ sûresi..
Rûm sûresi..
Bu sûrelerde yer alan 275, 276, 278, 130, 161, 39'uncu âyetlerde faiz kesinlikle yasaklanır...
Bakara sûresi, âyet 275:
"Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar..."
"Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı..."
"Kim faizciliğe dönerse cehennemliktir...
Onlar orada (cehennemde) temelli kalacaklardır..."
"Ey müminler!.. Allah'tan sakının, inanıyorsanız faizden arta kalmış hesaptan vazgeçin..."
"Böyle yapmazsanız, bunun, Allah'a ve Peygamberine karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin..."
Âli İmran sûresi, ayet 130-132:
"Ey müminler...
Yemeyin faizi!..
Kat kat faiz alarak Allah'a karşı gelmekten korkup sakının!..  Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının!.. Ve Allah'a, Peygamber'e boyun eğin!..''
 
*
 
Dinciler Türkiye'de sandıktan çıkarak iktidara geçtiler...
Türkiye'yi bir faiz folluğuna dönüştürdüler..
En yüksek faiz Türkiye'de...
Kim olursan ol, ne olursan ol, hangi milletten olursan ol, ister Musevi, ister Hıristiyan, ister Müslüman, ister İslamcı ol; paranı Türkiye'de faize yatırdın mı en yüksek orandan tefecilik üzerine çalışan piyasada değerlendirir, canın istediği zaman istediğin ülkeye transfer edebilirsin...
Dinci iktidar böylesine İslamcılık yapıyor; Allah'ın buyruğuna, Kuran-ı Kerim'e, Hazret-i Muhammet'e boş veriyor, sonra da ne diyor:
- Türban da türban...
Ne büyük sahtekârlık!..
 
*

Dinci iktidar sermayesi artık medyayı ele geçirdi geçiriyor...
Ama, hiçbir dinci gazetede, hiçbir köşede, hiçbir dinci televizyonda şu yazdıklarımı yalanlayamazlar, ağızlarını açamazlar; hacı hoca geçinen yalancı Müslümanlar ağızlarının fermuarını kapatmak zorundadırlar...
İslamcılık adına yalancılık, tarihin hiçbir evresinde bugünkü Türkiye'de olduğu kadar iktidar yalanına dönüşmedi... 

Kaz ciğeri ezmesi ve bergamot reçeli

Cumhuriyet 28.10.2007
AHMET ARPAD
STRASBOURG

Bu kent hümanist hareketin öncülüğünü yapmış, Roterdamlı Erasmus 'u barındırmış, Mozart'ı bağrına basmış. Marie Antoinette sık sık buraya uğramış, Johannes Gutenberg , insanlık tarihinin en önemli buluşunu burada gerçekleştirmiş. Yarattığı tipo basım yapan baskı makinesiyle özgür düşüncenin doğmasına, yayılmasına önayak olmuş. Goethe , Avrupa'nın en eski eğitim kurumlarından biri sayılan üniversitesinde yıllarını geçirmiş.
 
İki bin yıllık Strasbourg çok ilginç bir kent. Yüzyıllarca Fransa ile Almanya arasında "gidip gelmiş" Strasbourg insanlarının Almanca da anlayıp konuştuğu bir doğu Fransa kenti. Tarihiyle, sokakları ve evleriyle, lokantaları, yemekleri ve şaraplarıyla, kiliseleri ve parklarıyla her mevsim turist dolu. İki adım ötedeki Almanya'nın insanları için en yakın büyük kent. Karlsruhe, Baden-Baden ve Offenburg'dan buraya sık sık alışverişe gelenler dükkânları dolduruyor, Petite France semtinin tarihi evleri arasında geziniyor, kafelerinde keyif çatıyor, lokantalarında yağlı kaz ciğeri ezmesi, haşlanmış lahana yiyip kaliteli beyaz şarapları yudumluyorlar. Strasbourg'un hemen her sokağında şık pastaneler, çeşitli ekmek sunan küçük fırınlar, leziz gıda malzemesi dolu bakkal dükkânları var. Hizmet verenler müşteriyle ilgileniyor, cana yakın, onu memnun etmeye çaba gösteriyor. Almanyalılar için bütün bunlar alışılmamış, daha doğrusu çoktan unutulmuş şeyler. Giderek küçük dükkânların kapandığı, her şeyin artık kent dışındaki büyük mağazalarda bulunduğu, çeşidin ve çeşninin yitirildiği Almanya insanı için Strasbourg gibi kentler "bir bulunmaz" ! Hazirandan bu yana Stuttgart-Paris arasını üç buçuk saate indiren süper hızlı Fransız treni TGV ile artık bir saat on beş dakikada Strasbourg'a geliniyor.
 
Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Parlamentosu ve daha birçok uluslararası kuruma ev sahipliği yapan Strasbourg kozmopolit bir kent. Sokaklarını Arap ülkelerinin insanlarıyla Kuzey Afrikalılar dolduruyor, özellikle varoşlarında yaşayan yabancılarıyla sorunları var. Strasbourg şu sıralar sadece dünyaca ünlü Noel Pazar'ını iple çekmiyor, aralık ayındaki geleneksel Türk Film Günleri'ni de bekliyor.
 
Strasbourg'a trenle iki saat ötede, Paris yönünde, görülmesi mutlaka gereken bir başka kent de Nancy. Sokakları, yapıları, dükkân ve lokantaları Strasbourg'a göre daha bir başka, daha güzel. Sokaklarında gezinen insanlar şık ve bakımlı. Tarihi binaların tümü çok güzel elden geçmiş. Kozmopolit değil Nancy, stressiz, sakin bir kent. Bergamot bonbonlarıyla, reçelleriyle ünlü. Art Nuvo'nun doğum yeri. Sokaklarında gezinirken adım başı hissediyorsunuz bunu. Yapı cepheleri, mobilyalar, renkli pencereler, mobilyalar, güller, filbaharı, kelebekler ve yusufçuklarla bezenmiş. Le Pépiniere Parkı'nda gezinirken rahatlıyorsunuz, Stanislas Alanı'nın şık kafelerinde, lokantalarında oturup dört bir yanınızı çevreleyen sarayımsı binaları seyrederken yerinizden kalkmak istemiyorsunuz. Stuttgart'a dönmek için ağır ağır tren istasyonuna yürürken bir kavanoz bergamot reçeli alıyorsunuz, Nancy'i hep anımsamak için...
 
www.ahmet-arpad.de

16 Eylül 2007

Mahşer gününde zenginlerle rahipler

Cumhuriyet 16.09.2007
AHMET ARPAD
ZÜRİH

Doğumdan ölüme insanlar. Kral, güzel, zengin, köylü, bilge ve dilenci. Tode la vida, una entrada, una salida. Yaşam, bir sahneye çıkış, bir sahneden iniş...
 
Rüzgâr esiyor, insanların üzerinden, yalıyor kocaman alanı, dokunuyor manastırın yüksek kulelerine. Tuhaf bir rüzgâr. İnsanlar heyecan içinde. Kral, sakin olun, diyor. Paniğe gerek yok, her şey benim gözetimimde.
 
Güzel, hüzünlü... Daha doğru dürüst yaşamın zevkine varamadım, diye mırıldanıyor. Zengin, mallarıma ne olacak, diye haykırıyor. Dilenci, yitirecek neyim var ki, diye umursamıyor olup biteni. Manastır rahibi sesleniyor oraya buraya koşuşan insanlara, pişmanlık duyun, koşun, bağlanın Tanrı'ya. Zeki köylü hayvanlarını satıp son bir kez kafayı çekmek istiyor...
 
Zürih'e bir saat ötedeki Einsiedeln kocaman Benedikt Manastırı ve güzel barok kilisesiyle ünlü. Bin metre yükseklikteki, çevresini saran tepelerde kışın kayak yapılan kasabanın insanları tiyatro meraklısı. Tam 900 yıldır tiyatro oynanıyor Einsiedeln'de, dev manastırın önündeki geniş alanda. Son elli yıldır da, İspanyol tiyatro yazarı Pedro Calderon 'un 17. yüzyılda yazdığı tarihi oyunu "Büyük Dünya Tiyatrosu" sahneleniyor. Ancak yüzlerce oyuncunun rol aldığı bu dev oyunu Einsiedeln'de her yedi yılda bir izlemek mümkün. 2000 yılından sonra bu yaz tekrar sahneye kondu. Haziran sonu ile eylül ortasında seyircilerle buluştu. Dört bir yandan Einsiedeln'e akın eden 65 bin insan 32 akşamda bu dev oyunu izledi. Tam 350 amatör oyuncunun rol aldığı, sahne arkasında da 150 kişinin görev yaptığı eserin provalarına ocak ayında başlamışlar. Çoğu Einsiedeln kasabasının insanları, çoluk çocuk, genç yaşlı, tanınmış tiyatro yazarı Thomas Hürlimann 'la Zürihli rejisör Volker Hesse 'nin yönetiminde büyük bir coşku ve disiplinle aylarca çalışarak bu dev oyunu gerçekleştirmişler.
 
Calderon'un, tarihi Einsiedeln manastırı ve kilisesi önünde sahnelenen oyunu dini ve kiliseyi eleştiren bir eser. Thomas Hürlimann, günümüz toplumuna uyguladığı şekliyle eleştirinin sınırlarını zorlamış ve manastır alanını hiç karşılıksız bu oyuna açan rahipleri kızdırmış! Hele rahiplerden birinin, bembeyaz kadın giysileri içinde "dünya ana" yı canlandırması öfkeyi doruk noktasına ulaştırmış. Tutucu dindar gruplar her akşam temsilden önce alanda bildiri dağıtıyor.
 
Rejisör Volker Hesse, "Günümüzde yaşamın anlamını arayıp dururken aykırılıklar biz insanları ümitsizliğe düşürüyor" diyor. Oyunda da dünya insanları ümitsizliğin doruğunda, kaygı dolu. Kilise "din elden gidiyor" korkusu içinde. Dünya artık yaşlanmış, mahşer günü yaklaşmış. İnsanlar sonlarını bekliyor, herkes kendine göre. Kimi keyfini hiç bozmuyor, kendini eğlenceye veriyor, kimi ise korkusundan ne yapacağını bilmiyor... Zenginler, insanların korkularından çıkarları için yararlanıyor. Tanrı'dan ümitlerini kesenler, neye tapacaklarını şaşırmış. Kimileri beyaz bir keçinin peşinden koşuyor çılgınlar gibi. Artık sözü geçmeyen rahipler bıkkın, kilise kapılarını kapatmış...
 
Barok kilisenin sivri kulelerinin ardından kırmızı dumanlar yükseliyor, tepeleri aşan dolunay manastır alanını ışığa boğuyor. Alkışların sonu yok...
 
www.ahmet-arpad.de

28 Ağustos 2007

'Bir İstanbul Var idi'

Cumhuriyet 28.08.2007
AYNA
ADNAN BİNYAZAR

Burhan Arpad 1994 yılında aramızdan ayrıldı.
Yazar ölümleri buruk bir eksiklik duygusu yaratıyor insanda. Arpad'ın yazılarından oluşan "Bir İstanbul Var idi" adlı kitabını okurken, özellikle İstanbul'la ilgili gözlemlerini yazdığı her satırda bu burukluğu yaşadım.
Arpad uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı, dergilere yazılar yazdı, nice önemli çeviriye imza attı. Seksen dört yıllık yaşamının hiçbir dakikasını boş geçirmedi.
Şu günlerin edebiyat ortamında yaşanan üslup savrukluğu, Arpad'ın dolaysız, o ölçüde de yalın anlatımının ne denli değer taşıdığını göstermeye yetiyor.
****
Deneme türüne duyduğum ilgiden dolayı, Arpad'ın yazdıklarını yakından izlerdim. Kişiliği de üslubu gibi yalındı, içtendi. Kalemini doğayı, insanı, çevreyi bir kültür varlığı olarak algılayıp onların sonsuzca yaşaması yolunda işletirken, sevgi üretecek güzelliklerin yok olup gitmesine başkaldırıyordu.
Yıkımların, ardında korkunç bir görünüm bırakacağı kaygısıyla, bunu ilgililerin kafasına sokmaya çalışıyordu. Şu kısa alıntıda da görüldüğü gibi, yitip giden güzelliklerin yerini nelerin alacağını gerçekçi gözlemlerle dile getiriyordu:
"1950'den günümüze iki katlı, yoksul görünüşlü tahta evlerin bahçeciklerini de yutuveren beton yığınları, İstanbul'u sildi süpürdü. İstanbul büyüdü, büyüdü. Amerikan sinemacıların azman yaratığı King Kong benzeri bir canavar oldu..."
Fantastik sinemanın olağanüstü güçlere sahip bu yaratığı, avcunun içine bir kadını sığdıracak kadar devasa bir canavardır.
King Kong'un bilinçten yoksun beyni şimdi İstanbul'un arta kalan güzelliklerini, yeşilliğini, tarihini, kültürünü yok edip kentin yaşamsal soluğunu kesmeyi düşünüyor.
Sormanın tam zamanı:
İstanbul adlı o "narin kadın" ı, bu çağ azmanının avcundan kim çekip alacak?..
****
Nurullah Ataç , kültürü güzelliğin ölçüsü sayardı. Ona göre güzelliğin göstergesi beyindir. Ataç'ın denemelerini okurken, güzellik deyince, kimsenin gözünde, süslü libaslara bürünüp gerdirilmiş yüzleriyle ekranda gerdan kıran televole kızları canlanmazdı.
Günümüzde, insanın dışından çok beyninin içini gören Ataç'ın güzellik anlayışı, kimilerince, nerdeyse ütopya ülkelerinin düşsel kişileri gibi algılanacak...
Arpad da, denemelerinde, İstanbul'un vitrin güzellikleri üzerinde durmuyor.. ta çocukluk dönemlerinden başlayarak doğayla, insanla bütünleşmiş kültürel güzelliklerini ele alıyor. Kentin töreleşmiş yaşayışının, insanı insan kılan inceliklerinin yok olup gidişinin ıstırabını duyuyor.
Karagöz oyunlarının oynandığı "hayal perdesi" nden başlayıp tiyatrolara, konser salonlarına, eğlence alanlarına, sinemalara kadar genişletiyor eleştiri alanını.
****
Yeniden düzenlemelerle İstanbul'u deneme tahtasına döndürdüler. Başlatılan iyi işlerde bir ilerleme yok.
Dünyanın önemli kültür odaklarından biri olma yolunda gelişmesi gereken İstanbul'da bugün bile, kültür merkezlerini yıkıp yerine cami kondurmak isteyenler var.
Ne acı!..
Kültürle donatma uğruna, İstanbul'u besleme kültür ürünleriyle cilalamanın da göstermelik olduğu inancındayım.
Önemli olan, İstanbul'un kültür adına ne ürettiği, bu üretimin halkla ne ölçüde kaynaştığıdır.
O zaman dışarıdan almaz, dışarıya gönderir.
adnan@binyazar.com

26 Ağustos 2007

'Kara tren gelmez m'ola...'

Cumhuriyet 26.08.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

...düdüğünü çalmaz m'ola / Gurbet ele yar yolladım, mektubumu almaz m'ola.
 
Biri ötekinden şişman. Adam açık pencereden dışarıya bakıyor. Yanımızdan ağır ağır geçen doğayı seyrediyor. Dudaklarında sürekli bir gülümseme. Çok mutlu gibi. Evler, yemyeşil yamaçlar ve otlayan ineklerle koyunlar. Bir şeyler söyleyip gülüyor. Karşısında oturan kadın ise doğa ile pek ilgilenmiyor. Elindeki boyalı gazozu yudumluyor, arada sırada adama yanıt veriyor. İki şişman dört kişilik yere zor sığmış. Hava sıcak. Pencerelerden giren esinti biraz olsun ferahlatıyor. Bir sıra ötede yaşlı bir karı koca oturuyor. Kadın yetmişinde, adam seksenine merdiven dayamış. İkisi de uzunca boylu, şık ve az da cakalı. Tatile gelmiş Hamburglular olabilirler. Daha çok adam konuşuyor. Çocukluğunda, bombalanacak diye trene binmekten korktuğunu anlatıyor. Kadın suskun, dışarısını seyrediyor. Bizim kompartımanda başkası yok. Yandaki ise dolu. Orta yaşlı insanlar, el kol hareketleri ile heyecanlı bir şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Ne dedikleri duyulmuyor. Dolu kompartıman sessiz. Çünkü o "konuşanlar" dilsiz...
 
Kara tren oflaya puflaya tırmanıyor tepeye, giderek yavaşlıyor. Zorlanıyor. Bacasından kara dumanlar çıkıyor, ardından beyaz. Masmavi gökyüzü renkleniyor. Fotoğraf çekenler pencerelerden sarkıyor bellerine kadar. Makinist düdüğe asılıyor. Kara trenin çığlığı yamaçlara, ötelerdeki ovalara uzanıyor. Öküzler trene şöyle bir bakıyor, kimisi ürküp kaçıyor... Az sonra Maselheim istasyonuna giriyoruz. Birkaç dakika mola. İnen yok, gençten birkaç kişi biniyor. Makinist ile yardımcısı aşağı atlayıp, lokomotifin çevresinde şöyle bir dönüyorlar. Warthausen'den buraya 50 dakikada gelmiş, 300 metreden 600 metreye çıkmıştık. Dokuz vagonlu tren şimdi inişe geçiyor. Son istasyon tarihi manastırıyla ünlü Ochsenhausen. Seksen yıllık 99 716 numaralı lokomotif 400 beygir gücünde, 42 ton ağırlığında. Raylar dar, sadece 75 santim, en yüksek hız saatte 20 kilometre!
 
1899'da Kral II. Wilhelm döneminde Warthausen ile Ochenhausen arasında inşa edilen demiryolunda kara tren 1964'e kadar köylüleri, işçileri, öğrencileri bıkıp usanmadan taşıyıp durmuş. "Öchsle" yirmi yıldır bir "müze tren". Buharlısever gönüllülerin 1983'te kurduğu dernek (www.oechsle-bahn.de) çok başarılı çalışıyor. Restore ettikleri buharlı lokomotifler 99 716 "Rosa" ve 99 788 "Berta" 1 Mayıs-28 Ekim arasında haftanın üç günü tarihi vagonları peşinden çekip götürüyor. Yakından ve uzaktan gelen, çoğu erkek "kara tren" çılgınlarını gün boyunca çocuklar gibi sevindiriyor.
 
Türkiye'nin çeşitli depolarında ve istasyonlarında kocaman, dev gibi buharlılar, yanılmıyorsam elli kadar, paslanıp çürüyor. Elden geçirilmiş tarihi lokomotifler sadece Çamlık ve Ankara müzelerinde durmakta. Almanya'nın çeşitli kentlerinde küçücük de olsalar eski buharlılar değerlendiriliyor, turistik amaçlı kısa geziler yapılıyor. Bizim TCDD ise elindeki paha biçilmez hazineyi doğru dürüst değerlendiremiyor. Depolarda çürümeye bırakılanlar bir elden geçirilse, özellikle Doğu Anadolu'nun harika doğasında sürekli düzenlenecek gezilerle her yıl başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın birçok ülkesinden "zengin ve çılgın" on binlerce buharlıseveri ülkeye çekerdi!
 
Aşağılarda Ochsenhausen. Kocaman kiliseyle manastırın kuleleri göğe yükseliyor. Buharlı hızlanıyor. Uzun bir düdük. Kentin ilk evleri, bahçeleri. İnsanlar el sallıyor. Şişman karı koca veda edip, iki vagon arasındaki sahanlığa çıkıyor. Bir an için çocukluğuma dönüyorum. Florya plajına yüzmeye giderdik, Sirkeci istasyonundan bindiğimiz buharlı banliyö treniyle... Yolcular akın akın trenden iniyor. Çoğu az ötedeki bira bahçesine hücum ediyor. Bizler de manastırı, kilisesini ve salonlarındaki Joan Miró sergisini yeğliyoruz. Warthausen'e dönüşe daha dört saat var.
 
www.ahmet-arpad.de

29 Temmuz 2007

Keşke Hitler de gitseydi Meryem Ana'sına

Cumhuriyet 29.07.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Kadın, küçük çocuğu elinden tutmuş yürüyor. Çocuğun canı sıkkın, yüzü buruşuk, ayaklarını sürüye sürüye anasının yanında zor yürüyor. Bir yerlerden ilahi sesleri yükseliyor. Büyük alana açılan dar sokaklardan insanlar akıyor. Ağır ağır yürüyorlar, başları önlerinde. Sekizgen alanı çevreleyen kiliselerden yükselen çan sesleri kulakları sağır edecek neredeyse.
 
Hiç kimse ağzını açmıyor, herkes suskun. Düşüncelerinde bambaşka bir dünyada insanlar. Uzak yoldan geliyorlar. Kimi onlarca, kimi de yüzlerce kilometre öteden.
 
Günlerdir yürümüşler, dağ bayır demeden. Kuzeyden, güneyden, her yönden yola çıkmışlar. İçlerinde, bisikletleriyle Avusturya'dan, İsviçre'den gelmiş olanlar da var. Tümü de Katolik. Mucizeler yarattığına inandıkları Meryem 'e geliyorlar. Buraya Papa 2. Jean Paul de gelmiş, Ağca suikastından altı ay önce, 1980'de.
 
O günden sonra yöre iyice kutsallaşmış. Geçen yıl da eylülde Papa 16. Benedikt doğduğu bu yöreyi ziyaret etmiş, bir gün sonra da Regensburg'da Müslümanları öfkelendiren o konuşmasını yapmıştı. Altötting insan kaynıyor. Bazilikanın önündeki alana iğne atsan yere düşmüyor. Büyük kapının önünde dikilen başrahip o kadar yoldan gelen hacılara teşekkür ediyor. Sonra yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü bir sesle İsa 'dan, Meryem'den söz ediyor... Anasının, elinden tuttuğu küçük oğlan yorgunluktan zor duruyor ayakta. Az sonra insanlar tekrar yürüyüşe geçiyor. Dini alay gittikçe uzuyor, uzuyor. Boyu sonsuz bir yılan örneği kıvrılıyor, Altötting'in dar, tarihi sokaklarından geçiyor. İnsanlar kocaman alanı dolaşarak "Lütuf Kilisesi" ne doğru ilerliyor. Sekizinci yüzyılda kurulduğu söylenen bu küçücük kilise de alan gibi sekizgen. İçindeki Meryem heykeli kutsal. Altöttingli Meryem'in mucizeler yarattığına 15. yüzyıldan bu yana inanılıyor. İçine insanların sığmadığı, girebilmek için kimi gün saatlerce kapısında beklediği küçük kilisenin tüm dış duvarları, dini mesaj içeren tahta tablolarla dolu.
 
İki bine yakın bu tabloyu, Meryem'in yarattığı mucizelere inanarak hastalıklarından ve başka dertlerinden kurtulmuş insanlar yapmış... Her yıl haziran ayının birinci ya da ikinci perşembesi Katoliklerin yortusu. Mukaddes ekmeğin İsa'nın vücuduyla özümleşmesini kutluyorlar. Böyle günlerde Altötting sokaklarından insan taşıyor, oteller de tıka basa doluyor! Çevre köy ve kasabalardan gelen yöresel, tarihi, dini giysili gruplar yine başrahibin peşinden yürüyor. Ak saçlı adam dualar okuyor, peşinden ayak sürüyen cemaat de onun dualarına eşlik ediyor.
 
Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, gururlu yöresel politikacılar, rengârenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar, ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük, kara giysili yaşlı rahibeler, en arkada da "bayramlıkları" nı giymiş halk. Yortu yürüyüşü Lütuf Kilisesi'nin önünde bitiyor. Rahipler dualar mırıldanarak, okunmuş, kutsal ekmekten lokmalar dağıtıyor sıraya girmişlere. Münih ve Salzburg'a bir saat uzaklıktaki Altötting, Papa 16. Benedikt'in doğum yeri Marktl'dan da sadece on kilometre ötede.
 
Papa küçüklüğünde ana-babasıyla bu yolu yürüyerek çok kez gelmiş Meryem'ine. Altötting ve çevresi koyu Katolik ve tutucu. İlginçtir, Hitler 'in doğum yeri, sınırın hemen ötesindeki Braunau da yakın sayılır Altötting'e. Keşke o da çocukluğunda gelseydi Meryem Ana'sına...
 
www.ahmet-arpad.de

26 Temmuz 2007

Vitrindekiler

Cumhuriyet Kitap 26.07.2007

Bir İstanbul Var İdi/ Burhan Arpad/ Remzi Kitabevi/ 214 s.
"İstanbul güzel. İstanbul görkemli. İstanbul çekici. İstanbul unutulmaz. İstanbul'da Beyazıt alanı vardı. İstanbul'da Beyoğlu vardı. İstanbul'da Tepebaşı vardı. İstanbul'da 'Altın Boynuz' Haliç vardı... Sarayburnu'ndan Kavaklar'a iki kıyıda Boğaz köyleri vardı. Şirin vapur iskeleleri, küçük küçük iskele alanları, mevsim balıklarını taze taze, canlı canlı satan bıçkın balıkçılar, bir çiçek bahçesi denli renk renk manavlarıyla... İstanbul'da bir Şehzadebaşı vardı. Sinemaları ve tiyatrolarıyla..." Bu kitapta Burhan Arpad'ın, İstanbul'la iç içe anıları yer alıyor.

8 Temmuz 2007

Fethullahçılar Almanya'da güle oynaya...

Cumhuriyet 08.07.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Var mı bize yan bakan! Bizler Fethullahçıyız. İşimiz iş, güle oynaya devam ediyoruz yolumuza Almanya'da emin adımlarla. Paramız bol! Bundan on yıl önce Almanya'nın üzerine serpiştirdiğimiz tohumlar artık yeşerdi. Almanya gibi liberal bir ülkede kök salmasak şaşardım. Öğrenciyiz, akademisyeniz, işadamıyız... Çekirdek kadrodan sayılan, 90'ların ortasında Türkiye'den gönderdikleri Halil Hoca sayesinde önce Stuttgart'ta, ardından da Ruhr Havzası'nda organize olduk. Halil Hoca'yı Nurettin Veren 'in tanıması, Hablemitoğlu 'nun Fethullah Gülen Raporu'nda onun adını vermesi umurumuzda bile değil. Onun sayesinde Stuttgart'tan sonra Berlin'de, Münih'te, Köln'de, Dortmund'da, Pforzheim'da, Nürtingen'de ve Augsburg'da da iyice palazlandık. Almanları "zararsız" Müslüman olduğumuza inandırdığımız için de emin adımlarla ilerledik ve bugünkü güçlü konumumuza ulaştık. Tabii bize karşı çıkanlar olmadı değil. Hele şu kimi "laik" Türkler belediyelerin ve politikacıların dikkatini çekmeye uğraşıp durdu. Fakat nafile! Tongaya basar mıyız hiç! Biz ılımlıyız, Müslümanız. Bize: "Siz Fethullahçısınız" demeye kalkanın gözünü dava açmakla korkutuyoruz. Alman gazeteciler bile üzerimize gelmeye cesaret edemiyor. Ellerinde kesin kanıt olanlar az. Gözlerinin içine baka baka "Bu bir iftiradır!" diyoruz. Kendimizi iyi pazarladığımızı da unutmamak gerek. Örgütlenme her kentte hep aynı şekilde gerçekleşiyor. Buraya "okumaya gönderilen" genç Türk üniversite öğrencileri ile genç "işadamları" bir araya geldi mi iş tamam. Türkiye'den öğrencilerin buraya yollanması çoğu kez İstanbul'daki yurtdışı eğitim danışmanlığı denen kuruluşlarımız aracılığıyla oluyor. Buradaki çekirdek kadromuzun tümü Alman pasaportlu, şık giyimli, yakışıklı. Hepimiz Almancayı çok iyi konuşuyoruz, çevremiz geniş. Nazik ve de işini bilen becerikli kişileriz! Biz Almandan daha akıllıyız! "Laikler" istedikleri kadar uğraşsınlar, bize engel olamıyorlar. Kimi eyalette her renkten Alman politikacı bile bize arka çıkmaya başladı. Tabii Zaman gazetesi de bizden yana. Hocaefendinin Türkçe ve Almanca kitaplarını yayımlayan INID, "Biz Gülenci değiliz" diyenlerin kurduğu ve Hocaefendinin onur başkanı olduğu FID ve Fethullah Gülen ile Harun Yahya 'nın kitapları dahil bir sürü dini bütünün eserini (!) pazarlayan Line-Marketing gibi kuruluşlar bizim temelimiz. Almanlar bize niçin kötü gözle baksınlar? Biz Hocaefendiciler bol para harcayıp, dershaneler, okullar açarak Türk ve yabancı çocukların eğitimine (!), uyumuna (!) destek oluyoruz. Stuttgart'taki ortaokul ve lise bize 3 milyon Avro'ya mal olmuştu üç küsur yıl önce. Şimdi patlama yapacağız, daha büyük yer arıyoruz. Bir araya gelip kurduğumuz "işadamları derneği" okulun sponsoru! Tüm "kazancımız" Hocaefendinin ideolojisine helal olsun! Alman yasalarındaki boşlukları ideolojimiz uğruna başarıyla kullandığımızı itiraf etmeliyim. Toplumdaki liberal düşünce yapısından yararlanmasını da iyi beceriyoruz. Her renkten politikacı, yerel belediye ve kilise adamıyla ortak çalışmaya çaba gösteriyoruz. Biraz yüzlerine güldük mü, destekleri garanti. O kadar ki, bir eyaletin başbakanı bile bize inandı. Bizimle buluştu, elimizi sıktı, hediyemizi aldı, vakfına bağışladığımız 3 bin Avro'yu kabullendi. Ardından da üç yıllık genç pratisyenler projemize 700 bin Avro verilmesine önayak oldu! Bu projeye göre gençler şirketlerimizde çalışacak, bizim abiler de onlara destek olacak... Bu arada Türk asıllı kimi politikacı, eğitimci, aydın eskisi Alman pasaportlu bilim adamı, 28 Şubat'ın ardından yakasına Atatürk rozeti takmışı, çıkar peşinde koşan Alman ve Türk yazar çizer takımı giderek daha çok peşimizden gelmeye başladı.
 
Kimi karşıtımız inatla sormaya devam ediyor: "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz?" Biz de o zaman adamın gözünün içine baka baka: "Gülen adından rahatsız oluyoruz" yanıtını veriyoruz.
"O siyaset yapıyor!" Gerçeği söylemeye ne gerek var? Hocaefendinin geçmişi belli. Almanlara onun takımından olduğumuzu itiraf ettik mi, parasal desteklerini de kesecekler. Enayi miyiz? Geri planda dinci baronun iplerimizi elinde tuttuğunu öğrendiklerinde eğitime el atmamızı engelleyecekler. Bu nedenle de ne yapıp edip, basın dahil herkesi susturmaya devam etmeliyiz... Hocaefendici olduğumuzu bilen şu laikleri kızdırmaya da!
 
www.ahmet-arpad.de

3 Haziran 2007

Gizem dolu bir yaratık

Cumhuriyet 03.06.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

O dünyanın en çok sevilen evcil hayvanı. İnsana bağlı, fakat hiçbir zaman insanın emrine girmiyor. Kendini sevdiriyor, kendine bağlıyor. İnsan onun emrine giriyor. Kedi denen yaratık köpek gibi değil, isterse insansız da yaşayabilir. Dokuz canlı! Canı istedi mi, karnı acıktı mı sokuluyor, bacağınıza sürünüyor, kucağınıza çıkıyor, okuduğunuz gazetenin üzerine çörekleniyor, kendini okşatıyor. İşi bitince de çekip gidiyor; evin ya da bahçenin bir köşesinde, sizden uzak, ne kadar arasanız bulamayacağınız, aklınızın köşesinden geçmeyecek bir yerde keyif çatıp uyuyor. Yüksek sesle ne kadar çağırırsanız çağırın, umurunda bile değil, lütfedip gelmiyor. Ta ki karnı acıkana kadar. O zaman sallana sallana çıkıveriyor ortaya! Sanki hiçbir şey olmamış gibi. Kediler dünyanın her ülkesinde aynı. İster Beyaz Saray'da otursun, isterse gecekondunun birinde. Amerikan Başkanı'nın masasına uzanıp onu parmağında oynatıyor, karnını zor doyuran fakiri de. İnsanla kedi tam 6 bin yıldır bir arada yaşıyor. Evcilleşmesi ise 3500 yıl önce olmuş. Mısır firavunları Tutankamon ve Ramses döneminde kediye tapılmış, yurtdışına çıkarılması yasaklanmış. Ancak kaçak yollardan, özellikle Fenikeliler zamanında Avrupa'ya sokulmuş. Ortaçağda Avrupa'da farelerin büyük artış göstermesiyle kedilerin değeri çok artmış... Karlsruhe'de büyük bir kediler sergisi açıldı. Ünlü ressamlardan kedi tabloları, oyuncaklar, biblolar, küçük heykeller, karikatürler, daha neler, neler... Tam 400'ün üzerinde eser. August Renoir , Pierre Bonnard gibi empresyonistleri, Ernst Ludwig Kirchner , Franz Marc gibi ekspresyonistleri de kendine hayran bırakmış kediler. Geçen yüzyılın Max Beckmann , Paul Klee gibi ünlü ressamları da gizem dolu bu yaratığın etkisinden kurtulamamış. Kediler, "Fritz the Cat" , "Garfield" , "Felix the Cat , "Tom and Jerry" gibi karikatürler ve çizgi filmlerle de kendilerini yediden yetmişe herkese sevdiriyor, bağımlı yapıyor. "Kedi, anarşist bir aristokrattır" demiş Hamburglu yazar Axel Eggebrecht . Kedi bir eşsizlik, kedi gizem dolu mistik bir yaratık... Şu sıralar güzel kent Karlsruhe'ye gidip de başka ilginç sergileri gezmemek olmaz. Karlsruhe Sarayı'nın girişindeki belediye müzesinde sergilenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika seramikleri ve fayanslarını da kaçırmamalı. Tabii en önemli sergi Karlsruhe Sarayı salonlarında sunulan "Göbeklitepe" sergisi. Şanlıurfa yakınlarındaki Göbeklitepe'de bundan 12 bin yıl önce yaşamış neolitik çağ insanları göçebeliği bırakıp köyler kurmuş, yerleşmişler. Avcılıktan çiftçiliğe ve hayvancılığa geçerek de insanlık tarihinde bir dönüm noktasını gerçekleştirmişler. Kısacası bir devrim yaratmışlar. "12 Bin Yıl Önce Anadolu'da - İnsanlığın En Eski Anıtları" kaçırılmaması gereken olağanüstü bir sergi. İnsanlığın o günlerde tarihinin en önemli adımını Anadolu topraklarında atmış olduğunu kanıtlıyor. Göbeklitepe kazıları üzerinde yaşadığımız topraklardaki en eski anıtsal kült yapılarını, insanlığın ilk büyük yerleşimlerini, tapınağını, hayvanların evcilleştirilmesiyle tarımın başlangıcını belgeliyor.

www.ahmet-arpad.de

6 Mayıs 2007

Alpakalar ne güzel sırıtıyor

Cumhuriyet 06.05.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Rodrigo 5 yaşında, irice, beyaz, bakışları kendinden emin. Hemen yanında duran Trujillo ondan bir yaş büyük. O biraz topluca, açık gri. Yanlarına sokulmaya pek cesaret edemiyormuş gibi birkaç metre öteden onları seyreden Antuco daha iki yaşına basmamış. Kısa boylu sayılır, çekingen bakışlı, açık kahverengi. Üçü de erkek, üçü de damızlık... Onlar alpaka!
 
Waldstetten, Ulm ile Stuttgart arasında yemyeşil bir vadide uzanıyor. Çevrede korular Neckar Irmağı'ndan yukarılara çıkıyor. Buralarda yükseklikleri 1000 metreye varan geniş ovalar uzanıyor. Kışın aylarca sürdüğü doğada küçük yerleşim merkezleri... Her kasabada bir kilise; sivri kuleleri kocaman. Sokaklar hep boş, insansız. Sanki her gün sokağa çıkma yasağı var! Göz alabildiğine uzanan ağaçsız büyük araziler buğday ekili. Yörenin sert rüzgârından enerji üreten dev pervaneler ürkütücü. Buranın insanı, karnını doyurmak için uzaktaki büyük kentlere gidiyor günbegün! Stuttgart ve Ulm yakınlarındaki endüstri kuruluşları, "taştan başka pek bir şeyin yetişmediği" Doğu Alp insanının ekmek kapısı.
 
"Rodrigo ile Trujillo satılık" diyor Bay Kottmann . "Damızlık için en iyi yaştalar."
 
Bir ağacın gölgesine sığınmış, az uzaktan merakla bizi seyreden on alpaka rengârenk. Tüyleri pırıl pırıl. "Bize göre değil" diyoruz. "Büyük kentli insan nerede yetiştirsin bu hayvanları?" Hemen hemen bütün ömrünü dışarıda geçiren alpakalara biraz ağaçlık, çok güneş almayan geniş çayırlar gerekli. On alpakaya on bin metrekare arazi. Kottmann ailesinin Stuttgart'a bir saat kadar uzaktaki Waldstetten'de at ve alpaka çiftlikleri var. "Bu çiftliğin tarihçesi 16. yüzyıldan başlıyor" diye anlatıyor ince, uzun boylu adam. Yamacı tırmanıyoruz. Uzun tüylü, koskocaman Leonberger köpeği, kısa bacakları çarpık, küçücük Base köpeği ve bembeyaz dişi kedisi peşimizi bırakmıyor. Adam anlatıyor: "Alpaka yetiştirmeye on yıl önce başladık. Şimdi bu çiftlikte yüzün üzerinde hayvan var."
 
Kottmann'lar alpakaları Güney Amerika çiftliklerinden alıp aracılık yapmadıkları için gurur duyuyor. "Böyle yaptınız mı o satıcıların emri altına giriyorsunuz. Fiyatlar onların insafına kalmış. Biz burada Peru tipi alpaka yetiştiriyoruz." Anlattığına göre devegiller sınıfından olan alpakalar, lamalarla akraba. Yaşama süreleri 20 yıl. And sıradağlarının yüksek ve soğuk bölgelerinde yaşayan bu sürü hayvanı, tam altı bin yıldır evcil. Alpakalardan elde edilen yün çok değerli. Alpakadan yapılan kadın ve erkek giysileri pahalı. "Şurada gördüğünüz hayvanlardan erkeklerinin fiyatı 6 ile 10 bin Avro arasında değişiyor" diye Bay Kottmann anlatmaya devam ediyor. Hanımlar daha ucuzmuş! Alpakalar, bakımı kolay, masrafsız hayvanlar. Dayanıklılar, pek hasta da olmuyorlar. Tüyleri tam yirmi iki ayrı renkte. Satın alıp, ayda ortalama 100 Avro "pansiyon gideri" karşılığı Bay Kottmann'ın çiftliğine bırakabiliyorsunuz.Yaptığınız yatırımı da ortalama 4-5 yılda çıkarıyorsunuz.
 
Rodrigo, Trujillo, Antuco ve haremleri meraklı bakışlarla bizi izlemeye devam ediyor. Daha çok soru soran bakışlar hanımlarda. Beyler ise biraz sırıtıyor, biraz da "Ne işiniz var burada" dermiş gibi bizleri süzüyor. En kibirlileri de Rodrigo gibi. Bakışları üst perdeden. Bay Kottmann'ın beyaz kedisi öteki yamaçta otlayan Arap atları arasında dolaşıyor. "Tarla faresi arıyor olmalı" diyor adam. Az sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Stuttgart yönünde gaza basıyoruz. Karnımız aç. Saat ikiyi geçmiş. Lokantalar kapanmış. Bereket, Welzheim'daki "Marathon" açık.
 
Girip birer bamya ısmarlıyoruz.
 
Adam bize sormadan yanında birer de uzo getiriyor...
 
www.ahmet-arpad.de

1 Nisan 2007

Avusturya ordusu kiralık

Cumhuriyet 01.04.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Öyle şeyler oluyor ki dünyada, kırk yıl düşünse insanın aklına gelmez. Şeytan kadar zeki olmak gerek, bazı şeyleri düşünebilmek için. Ancak unutmayalım, aramızda şeytana taş çıkartacak insanlar yok değil... Nedenler de geliyor akıllarına!
 
Yılda birkaç kez uğruyor Stuttgart'a, Viyanalı tanışım. Her gelişinde görüşüyoruz. Ben Viyana'ya gittiğimde de Wollzeile'deki bürosuna mutlaka uğruyorum. Onun Stuttgart ziyaretlerinde buluşma yerimiz kentin en iyi Türk lokantası. Tanışım Viyanalı, üstelik de avukat... Sağ olsun, biraz çenesi düşük! Fakat sohbeti güzel, keyfi hep yerinde. "Meze-rakı-Adana" derken her defasında konu konuyu açıyor. Konuşacak şeyler hiç bitmiyor. En son gelişinde de öyle bir şey anlattı ki, inanılır gibi değil. Daha anlatmaya başlamadan, "Şimdi söyleyeceğim her şey gerçek" dedi gülerek. "İstersen yemin edeyim..." Sonra da anlattı. Gerçekten inanılması pek kolay bir şey değil. Daha ilk cümlelerinin ardından: "Bu tam Avusturya işi bir şey" dedim. Evet, tam bir operet! Sohbetimiz baştan sona gülmeyle geçti.
 
Bundan kısa süre önce 50. yaş gününü büyük bir davetle kutlamak isteyen Viyana'nın ünlü reklamcılarından Wolfgang Rosam 'a güzel bir sürpriz yapmış büyük gazete sahibi bir dostu. Davetin yapıldığı villanın kapısına Avusturya ordusunun bandosunu çağırmış. Askeri bando da marşlar çalarak Viyana sosyetesinin şık hanım ve beyleriyle Rosam'ın komşularını yarım saate yakın coşturmuş! Olup bitenler buraya kadar hoş ve de ilginç... Gazete sahibinin buluşu güzel diye düşündüm bir an. Fakat ondan sonra Viyana'da olup bitenler çok daha ilginç!
 
Ertesi gün olayı gazeteden okuyan ÖPV'li parlamenter Walter Murauer ayağa kalkar. Hemen Savunma Bakanı Darabos 'a okkalı bir mektup döşenir. Ordunun gazete sahibiyle ünlü reklamcıya torpil mi geçtiğini sorar. Basına da haber verir ve olay iyice büyür. Başkent Viyana'da herkes bir skandaldan söz etmeye başlar. Ancak birkaç gün sonra bakanlığın basın sözcüsünün açıklaması herkesi daha çok şaşırtır: "Avusturya ordusundan isteyen istediği şeyi kiralayabilir..." sözleri üzerine Viyanalılar gülsün mü ağlasın mı bilemez!
 
"İşte durum böyle" derken dostum gülmeye devam etti. "Kira fiyatlarını bilmek ister misin?" Pahalılarından başlayalım: Bir Blackhawk helikopterinin pilotlu saati 6200 Avro'ya geliyor. İsteyen tank da kiralayabilir. Benzini dahil kilometresi 82 Avro. Akarsu üzerine kurulan ponton köprünün günlüğü, eleman dahil, 600 Avro. Küçük bir hücumbotu mu istiyorsunuz? O oldukça ucuz. Saati 51 Cent.
 
Yeterli paranız ve boş alanınız varsa bir "harpçilik oyunu" na ne dersiniz? Şöyle helikopterli, tanklı, hücumbotlu, ponton köprülü... Tabii gerekli elemanları da veriyor size Avusturya ordusu! Çağırın 100 tane acemi er, tanesi 8 Avro'dan. Başlarına da tanesi 21 Avro'dan birkaç teğmenle tanesi 43 Avro'dan bir tuğgeneral. Oh ne güzel, oynayın saatlerce "harpçilik" ... Ödemeler Savunma Bakanlığı'na yapılmıyor, para hazinenin kasasına giriyor.
 
"Yalnız sanma ki, isteyen istediğini kiralayabiliyor ordumuzdan" diye konuştu Viyanalı dost. "Öyle olsaydı Afrika'dan ve Asya'dan gelecek isteklerden kurtulamazdı Avusturya ordusu. Bakanlık her kiralama isteğini iyice kontrol ettikten sonra karar veriyor."
 
"Ben kiralamak istesem örneğin, zorluk çıkarırlar mı?" Dostum gülüyor: "Sanmam" diyor. "Sen temiz adamsın!" Hesabı ödeyip ayağa kalkarken: "Bir düşüneyim" diyor.
 
www.ahmet-arpad.de

18 Mart 2007

Kimse kimseyi sevmiyor!

Cumhuriyet 18.03.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Schaffhausen sınır kenti. Stuttgart'tan Zürih'e giderken uğramanız gerek. Ren kıyısında. Üzerindeki büyük köprüden geçip, az sonra sağa saptınız mı köpüre köpüre akan şelalenin hemen yanı başındasınız. Bay F . ile 30 küsur yıldır tanışıyoruz. İsviçreli. Çok ünlü bir Zürih bankasından altmış yaşında emekli oldu. Ren manzaralı şahane villasında hayatın keyfini çıkarıyor. 70'li, 80'li yıllarda sık sık gelirdi Stuttgart'a. 2, 3 gün kalır, hep birileri ile buluşurdu. Kellifelli, yaşlıca Almanlardı buluştukları. Ne o anlatırdı, ne de ben sorardım onlarla niçin buluştuğunu...
 
Bankalarındaki yabancı parası olmasa İsviçre çoktan batardı. Son on, on beş yıldır yasalar sertleşti, öyle kolay kolay girip çıkamıyor kara para Alpler ülkesine! Geçenlerde Zürih'e giderken şöyle bir uğrayıp çiçeklerle dolu kocaman terasında espresso içerken sohbet ettiğim bay F. eski günlerden söz açınca gülümsedi: "Yasalar, kurallar değişti, doğru. Fakat kara para akacak yol bulur hep, su gibi." İsviçre'ye yerleşen Almanların sayısı giderek artıyor. Sadece Zürih'in ünlü istasyon caddesindeki bankalara şöyle bir uğramaya, alışveriş etmeye, göl kıyılarında ve dağ tepelerinde dinlenceye gelmiyorlar artık. Her geçen yıl daha çok Alman, İsviçre'de yaşamaya karar veriyor. En son verilere göre 170 bini bu ülkede. Çoğu burada ekmek parası kazanıyor. Sadece 2006 yılında 25 işçi gelmiş kuzey komşudan. Ancak bu akından rahatsız olmaya başlayan İsviçrelilerin sayısı da giderek artıyor. Açıklanan son kamuoyu araştırmasına göre, Almanlar için "burnu büyük" diyenlerin oranı yüzde 50! Ülkenin en büyük gazetesinde çıkan röportajlara göre Almanlar, "Şımarık, rahatsız edici ve kaba" . Günlük yaşamda iki toplum arasında esen hava soğuk. Kısa sürede düzelmesi de zor gibi. Ne de olsa, Almancayı değişik diyalektlerle konuşan bu iki toplumun gerçekte birbirlerinden pek farkı yoktur. Kuzey İsviçreliler gibi Almanların da yabancılara her zaman pek nazik davrandığı söylenemez... Avrupa Birliği Adalet Komisyonu Komiseri Franco Frattini şubatta açıkladı: "AB ülkelerinde yabancı düşmanlığı giderek artmakta." AB'nin raporuna göre Fransa, İtalya, Belçika ve Hollanda'da yabancı düşmanlığının artış ortalaması yüzde 45. Adı açıklanmayan bir Avrupa ülkesi var ki, orada bu ortalama yüzde 75'te! Nazilerin yapmış olduğu soykırımı reddetmeyi düşünce özgürlüğü sayan AB ülkeleri de var... Almanya da bu sorunun altında giderek daha çok eziliyor. Yabancı düşmanlığını önleyemiyor. Federal İçişleri Bakanı Schaeuble birkaç ay önce açıklamıştı: 2006'nın ilk sekiz ayında aşırı sağcılar 8 bin suç işlemiş. Geçen yıla oranla yüzde 20'lik bir artış bu! Geleceğe olan ümitlerini giderek yitiren insanların oluşturduğu alt tabaka hızla büyüyor. Bu ortamda aşırı sağcıların, neonazilerin attığı tohumlar çok kolay yetişiyor. "Günümüzde doruk noktasına ulaşan aşırı sağcı ve antisemitist olaylar neredeyse 1933 sonrasını andırmaya başladı" diye konuştu Almanya Yahudileri Merkez Konseyi Başkanı Charlotte Knobloch , Doğu Almanya'da aşırı sağcıların sokak ortasında Anne Frank 'ın kitabını yakmasının ardından. Birkaç yıl önce Avrupa Komisyonu'nun İnsan Hakları Raporu mide bulandırmıştı ülkede. Raporda, "Almanya'daki yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve antisemitist düşünce önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir" deniliyordu. Yabancılar ve Alman toplumu üzerine yaptığı araştırmalar ile tanınan Profesör Heitmeyer 'in Bielfeld Üniversitesi için hazırladığı en son rapora göre Almanların yüzde 50'si yabancı düşmanı! Yahudilerin Almanya'da giderek daha çok etkili olduğuna inananların ve, "Dünya barışı için en büyük tehlike İsrail" diyenlerin oranı yüzde 65'i buluyor.
 
"Görüyorsun" diyor eski bankacı tanış, "Avrupa'da kimse kimseyi sevmiyor..." Dudaklarında acı bir gülümseme beliriyor.
 
www.ahmet-arpad.de

4 Mart 2007

Satranç, asillerin oyunu...

Cumhuriyet 04.03.2007 
AHMET ARPAD 
STUTTGART 

Yine yağıyor ahmak ıslatan. Fakat kimsenin umrunda değil. Ne koşanların, ne de satranç oynayanların. Her pazar olduğu gibi bugün de Stuttgart'ın göbeğindeki büyük parkta gezintimizi yapıyoruz. Kentin orta yerinden başlayıp, ta Neckar kıyısına uzanan park her zamanki gibi gezinenler, koşanlar, çocuk arabası sürenler, tekerlekli paten yapanlar, pedallara basan bisikletlilerle dolu. Çoğu insan evinden çıktıktan birkaç dakika sonra kendini kilometrelerce uzanan bu yeşilliğin ortasında buluyor. Yaşlısı genci, binlerce insan nefes alıyor, spor yapıyor, rahatlıyor tarihi ağaçlar, upuzun çimenlikler, bakımlı gezinti yolları arasında. Küçük göllerde yüzen ördeklere, kazlara, kuğulara yem atıyor, günün stresini burada unutuyor. Bir saatlik yürüyüşten sonra Neckar kıyısına gelenler canları çekerse ırmak kıyısında yollarına devam ediyor. Altında bisikleti, pateni olanlar ta Ludwigsburg'a, Esslingen'e uzanıyor. O kadar yolu gözü almayanlar, hava güzelse, kıyıda bekleyen gemilere binip gezintiye çıkıyor. İsteyen park bitimindeki tabiat müzesini dolaşıyor, hayvanat bahçesini geziyor. Susamış, karnı acıkmış olanlar ırmak üzerindeki tahta köprüden karşıya uzanıp Hermann Hesse 'nin sorunlu lise yıllarını geçirdiği Bad Cannstatt'ın şaraphanelerini yeğliyor. 
 
Bizler ise küçük bir tur attıktan sonra dönüp satranç oynayanların yanında duruyoruz. Tarihi ağaçlar altında büyük satranç tahtaları yerde; kocaman siyahlı beyazlı taşlar. Oyuncuların çoğu orta yaş ve üzerinde. Buraya sürekli gelenler, yaz-kış demeden... Her havada oynayan satranç bağımlıları! Yüzlerce yıldır süregelen bir oyun satranç. Gerçek bir strateji; altmış dört karede hareket eden otuz iki taş. Şah, vezir, kaleler, filler, atlar, piyonlar. Zamanında İran'da bir şahın geliştirdiği savaş stratejisi, günümüzde milyonları kendine bağlayan bir oyun olmuş. Yağmur artıyor. Satranç oynayanlar ve onları seyredenler şemsiyelerini açıyor. Pek konuşan yok. Yugoslavı, İtalyanı, İspanyolu aralarında fısıldaşıyor. Kocaman taşlar bir yerden bir yere hareket ediyor. Parkta gezinen köpekli polisler bir an durup, oynayanları seyrediyor, sonra yine yollarına devam ediyorlar. Rudi her zamanki yerinde. Üzerinde blucin, kara deri ceket. Saçlarına ak düşmüş, dinç biri. Tanıyorum onu. Onlarca yıldır burada haftanın beş günü. Yaş yetmiş beş. Fakat yaşından çok daha genç gösteriyor. Hans ondan da yaşlı. 82. Her cumartesi, pazar ta Leonberg'den kalkıp buralara geliyor. Az ötedeki büfeye uğrayıp sıcak çay ısmarlıyoruz, çikolatalı küçük kekler de. Yanımızdan geçiyor çabuk çabuk yürüyenler, Nordic Walking yapanlar, bastonuna dayanmış, beli bükük çok yaşlılar, bisikletliler, yavaş ve hızlı koşanlar. Hareket halinde herkes. Bütün gün büroda, evde televizyon karşısında oturan insanlar. Hafta içinde evden işe, işten eve koşuşturanlar, hafta sonlarında parklar, ormanlar, göl ve ırmak kıyılarında koşuyor... 

18 Şubat 2007

Uygarlıkların doğduğu topraklar

Cumhuriyet 18.02.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

Karlsruhe'de çok önemli bir sergi açıldı 20 Ocak'ta. Şanlıurfa yakınlarındaki Göbeklitepe'de 1995'ten bu yana çalışmalarını sürdüren Alman Arkeoloji Enstitüsü arkeologlarının gün yüzüne çıkardığı yapıtlar, insanlığın en eski anıtları!
 
"12 bin yıl önce Anadolu'da ­ İnsanlığın en eski anıtları" gerçekten olağanüstü bir sergi. İnsanlığın o günlerde tarihinin en önemli adımını atmış olduğunu gözler önüne seriyor. Bundan 12 bin yıl önce bu yörede yaşayan Neolitik çağ insanları göçebeliği bırakıp köyler kurmuş, yerleşmişler. Avcılıktan çiftçiliğe ve hayvancılığa geçerek de insanlık tarihinde bir dönüm noktasını gerçekleştirmişler, kısacası bir devrim yaratmışlar. Toplum yaşamındaki bu önemli değişim olmadan günümüzdeki yaşam gerçekleşemezdi. İşte Göbeklitepe'de bulunanlar bu devrimsel değişimin kanıtlarıdır. Anadolu'da mağara yaşamını bırakarak tarıma başlayan o insanlar insanlık tarihinde bir dönüm noktası gerekleştirmişlerdi. Göbeklitepe kazıları Anadolu'daki en eski anıtsal kült yapılarını, insanlığın ilk büyük yerleşimlerini, tapınağını, hayvanların evcilleştirilmesi ile tarımın başlangıcını belgeliyor. Hatuşa ve Troia'nın ardından, gerek Göbeklitepe, gerekse Çatalhöyük ve Nevali Çori'de bulunanlar, dünyanın en eski yerleşimlerinin Anadolu topraklarında olduğunu kanıtlamıştır. Avrupalı artık şunu da kabullenmektedir: İleri uygarlığın çıkış noktası yüzyıllardır sanıldığı gibi eski Yunan değil, şimdi üzerinde yaşadığımız Anadolu'dur.
 
12 bin yıl önce yerleşik olmuş insanların Göbeklitepe'de inşa ettiği tapınağın beş metreye varan T biçimindeki, üzerinde tilki, yılan, akbaba ve akrep gibi çeşitli hayvan figürleri olan dikilitaşların kopyaları da Karlsruhe'de sunulan önemli eserlerden. Sergideki buluntular çağ insanlarının nasıl yaşamış olduğunu gözler önüne seriyor. Yerleşim, gıda, ticaret, avcılık, tarım, hayvancılık, din ve el sanatlarından örneklerle Göbeklitepe resmin taşa ilk kazındığı yer, dünyanın ilk tapınağının bulunduğu yerleşim, Adem ile Havva'nın cennetten atıldıktan sonra görüştükleri ilk mekân! Şanlıurfa yakınlarındaki Örencik köyünün Göbeklitepe'sinde 80 bin metrekarelik alanda yer üstüne çıkarılanlar yerleşik bilgileri altüst edici buluntular... Alman arkeologların Göbeklitepe'den daha çok beklentileri var. Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler ile Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 'in himayesinde Karlsruhe Sarayı'nda açılan sergiye Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç "işi çıktığı" için katılıp öngörülen konuşmasını yapmadı. Çoğunluğu Türkiye müzelerinden getirilmiş 450 eser, Göbeklitepe, Nevali Çori, Çatalhöyük, Hacılar, Çayönü ve Köşk kazılarında bulunmuş yapıtlar. Göbeklitepe yapılarının günümüze dek özelliklerini yitirmeden kalmalarının nedeni, o çağ insanlarının anıtların üzerini kapatarak yöreyi terk etmiş olmaları.
 
Karlsruhe'de su şıralar bir başka ilginç sergi daha kapılarını açtı ziyaretçilere. 10. yüzyıldan günümüze İslam seramikleri. Göbeklitepe sergisi gibi bu sergiyi de düzenleyen Baden Eyalet Müzesi yetkilileri, tanıtımda, "Eski Mısır, Babil ve Pers toprak sanatlarından etkilenmiş olan Ortadoğu seramikleri, sonraki yüzyıllarda Avrupa'da fayans ve seramik sanatının gelişmesinde büyük rol oynamıştır" diyor.
 
www.ahmet-arpad.de

9 Şubat 2007

Kurtulmaya Çabalarken Daha Çok Batıyorlar

Cumhuriyet 09.02.2007
ARADA BİR
AHMET ARPAD
Türkiye'de demokrasi Demokrat Parti'den bu yana sık sık askıya alınmıştır. Hele 12 Eylül cuntacılarının ardından çok şeyden vazgeçmek zorunda bırakıldı insanımız. Sadece demokrasiden mi? Sosyal haklarından da, insan haklarından da. Hiçbiri doğru dürüst geri dönemedi. Yok olan sendikalaşma da giderek iyice tabana vurdu. Bıkkın insanlar toplumu 12 Eylül'den bu yana sürekli büyüdü. Gün geçtikçe esnekleşen demokrasi günümüzde artık yolunmuş tavuğu andırıyor! Şu sıralar Meclis'e çöreklenmiş AKP iktidarının da ülke çoğunluğuna olumlu hiçbir şey getirmediği tartışılmaz bir gerçek. Dış güçlere borçlu ve de gebe bir yönetim Türkiye'nin başında hep olmuştur. Ancak dini vitrine çıkarıp, onu tepe tepe kullanan bu defaki gibisi hiç görülmemişti! Milleti ümmet, vatandaşı kul yapmak isteyenlerin başbakanı uluorta, "Türkiye modern bir İslam devletidir" diyebiliyor. Görevi gereği çekimser olması şart Meclis Başkanı ikide bir söyledikleri ile sanki iktidar partisinin reklamcılığını yapıyor. Demokrasinin işlediği ülkelerde böyleleri çoktan görevden alınırdı.

Türkiye Menderes' ten bu yana kötü politikacı çok gördü. Politikanın içinden gelen, "çekirdekten politikacı" ender çıktı. Bencil olmayanı, ödün vermeyen halkçısı, dürüstü, yetenekli aydını hep parmakla gösterildi. İnsanına dönük politika yapmasını bilmeyen, beceremeyen, girişimleri toplumdan uzak, toplumdan kopuklar ise doldurdu Meclis koridorlarını! Yine de şimdikiler gibisi hiç gelmemişti başımıza. Girişimleri ile, hele son bir yıl içinde yaptıklarıyla toplumu bir iç gerilimin eşiğine getirdiler. Sürekli gündemi saptırarak, tartışma ortamı yaratarak, kimi yerde tozu dumana katarak kamuoyunu sarsmaya hâlâ devam ediyorlar. Sadece Meclis'teki milletvekilleri azar yemiyor, yargı üyeleri, rektörler, işçiler, köylüler, köşe yazarları da "saldırı" dan payını alıyor! Ülke insanını karşısına almış "yöneticiler" artık köşeye sıkıştıklarının farkındalar. Ancak onlar şu sıra kellelerini kurtarmak isterken, hata üzerine hata yapmaya, çevrelerine kin kusmaya, kabadayılığa, önüne geleni kışkırtmaya devam ediyorlar. Teksaslı "kovboy"un Irak'ta nasıl bir batağa saplandığı, kurtulmaya çabalarken nasıl daha çok dibe gittiği, kendini politikacı sanan herkese örnek olmalı! Bizimkilere olmuyor galiba?
 
Yarım yüzyıldır uğraşıyor birileri ülkemizle. Türkiye'de onlarca yıldır bölücülük görevi üstlenmiş "misyoner" kişiler olduğu bilinen bir gerçek. Bunların özellikle 12 Eylül'den günümüze daha sık "göreve getirildiği" de sır değil. Görünmeyen birileri başa getirdiği "politikacıları" hep oradan buraya piyon taşları örneği sürüp durdu. 2002'de olduğu gibi, kurulur kurulmaz seçim kazanan parti hiç görülmedi Türkiye'de! Çimentosu çok güçlü ki Atatürk 'ün cumhuriyetini, bir türlü yıkamadılar bizi! Türk insanının dinamizmi sağlam, birlikte yaşama kararlılığı sonsuz. Bu nedenle gelecek seçimlerde mutlaka bir aydınlar ittifakı gerekli! Ortak güçler doğru yönlendirilmeli. Çıkar mı dersiniz, yepyeni bir lider seçimler öncesindeki şu süreçte? Niçin gerçekleşmesin bu düş, belki de yakındaki cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından? İçine düştüğümüz anafordan kurtulmak için yaratıcı toplumsal dinamik kendini göstermeli. İnsanımız 1923 Devrimi'ne dört elle ve bilinçle sarıldığı anda ülke kendini bataklıktan çıkarıp kurtaracak, olumlu bir değişme sürecine girecektir. Türkiye'nin kaderini belirleyecek sonbahar seçimlerine ülkenin demokratları, gerçek aydınları, gerçek laikleri, yepyeni, çoğunluğun sevdiği ve saydığı ortak bir liderle gitmeli, yönetime mutlaka "el koymalı" ... Topluma huzur, bireylere refah getirmeyen, tepemize çöreklenmiş politikacıların ne işi var Türkiye'de? İnsanımıza yararlı olmayan bu insanların arkasında güçlü bir dış destek filan mı var ki, bir türlü kurtulmadık onlardan!

4 Şubat 2007

Hitler'in peşinde Volga kıyılarına

Cumhuriyet 04.02.2007
AHMET ARPAD
STUTTGART

"Versay Antlaşması ülkemiz için yüz karası! Seksen milyon insana dar geliyor ülke, doğuda yeterince toprak var, gidelim, alalım o toprakları! Yerleşsin genç çiftçiler oralara... Gözün alabildiğine verimli topraklar. Ay çiçeği tarlaları dolu Ukrayna!" Bu gibi sözlerle kandırmışlardı insanları. Yitirilen Birinci Dünya Savaşı, Fransa'nın Ruhr havzasını işgali, Versay Antlaşması, işsizlik, değer yitiren para, fakirleşen toplum... Hepsinin de suçlusu komünistler, sosyal demokratlar, Yahudiler, yabancıların Alman kültürüne zararlı etkileri, antifaşist yazarlar... Tümünün altında ezilen Germen insanı ve onun değerleri. Ülkenin bu sorunlarına, akıllı bir iç ve dış politika, zeki yöneticiler, ileriyi gören politikacılarla çıkar yol bulunabilirdi. Fakat hiçbir zaman savaşla... 1940 Mart'ında doğu cephesine sevk emrim çıktığında 29 yaşındaydım. Bir tank birliğinde yazıcı er olarak yolladılar beni. Savaşta ilk aylarımı güney Çekoslovakya'da geçirdim. Ardından Polonya'ya girdik ve ben 1945'te Hitler orduları teslim bayrağını çekene dek bir oraya, bir buraya yollandım durdum. Tüm Doğu Avrupa toprakları, Rusya cepheleri, ta Volga kıyıları. Hep savaşanların peşi sıra gittim. Ve 1945'te peşimizde bizi kovalayan Ruslar, yine döndüm Almanya'ya.
 
1933'ten öncesini yaşamamışlar Almanya'nın başına bir Hitler'in niçin geçmiş olduğunu, bu adamın niçin başka ülkelere saldırdığını kolay anlayamaz. Bunun nedenleri sadece yitirilmiş bir dünya savaşı, Versay Antlaşması'nın getirdikleri, ya da toplumun büyük kesimlerinin çökmüş bir imparatorluğa duyduğu özlem değildi. Büyük ekonomik kriz, milyonlarca işsiz, paranın değer yitirmesi, insanların hızla fakirleşmesi toplumda radikal görüşlerin önünü açmıştı. Özellikle 1930'lu yılların başlarında Alman insanı ülkeye komünizmin gelmesinden her geçen gün daha çok korkmaya başlamıştı. Almanya'da korkunun sürekli arttığı böyle bir ortamda ülkeye artık huzur getirecek, insanları komünizm tehlikesinden koruyacak "güçlü bir yönetici" özlemi de giderek daha çok artıyordu.
 
... Şimdi, 96 yaşıma bastığım bugün, villamın terasında oturmuş kış güneşinde ışıldayan Ren nehrini seyrediyor, anılarımda onlarca yıl öncesine dönüyorum. Hele son zamanlarda nedense daha sık gençliğimi, askerlik yıllarımı, çoğu artık bu dünyadan göçmüş arkadaşlarımı anımsıyor, cepheden sağ döndüğüm ve bu yaşıma ulaştığım için dua ediyorum. Özlenen "kurtarıcı" 1933'ün Ocak ayında Almanya'nın başına geçti. İlk yıllarda onu coşkuyla kucaklayanlardan biri de bendim. Ancak kısa süre sonra coşkum sönüvermişti. Çoğu yaşıtım, kimi zorla, kimi isteyerek partiye yazılırken ya da Nazi hücum kıtası SA'ya alınırken ben her ikisinden de uzak durmuştum. Bir süre direnmiştim. Şimdi o günlere döndüğümde 1930'lu yılların ortasında Hitler'e olan coşkumun nedenlerini daha iyi kavrıyorum. O günlerde Hitler bizler için yüzyılın dâhisi; batağa saplanmış, son günlerini yaşayan Almanya için büyük "kurtarıcı" idi! Savaşta yaşananların ardından onun için, "İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en müthiş katiliydi!" demek çok kolay. İlk yıllarında ondan "harikalar" beklemiş biz genç insanları bugün suçlamak bence çok yanlış.
 
... 1941'de Doğu Avrupa topraklarında ilerliyoruz. Görev yaptığım tank birliği Doğu Prusya'yı ele geçiren ilk kuvvetlerden biri. Komutanlarımız sürekli, "Biz bu savaşı Rus insanına karşı yapmıyoruz" diyor. Bolşeviklere karşı savaşıyor Alman orduları! Biz saldırmasaydık, sınırda bekleyen Kızıl Ordu önce Almanya'yı, ardından da tüm Avrupa'yı ele geçirecek! Ne derece doğru bilemiyorum anlattıkları. Fakat çoğumuz inanıyoruz komutanlarımıza. Birlikler Rusya içlerine ilerledikçe savaşın bütün dehşetini daha iyi görüyorum. Havaya uçmuş, parçalanmış Rus tankları, top arabaları, kamyon ve cipleri. Geçtiğimiz her yerde yakılıp yıkılmış köyler, kasabalar, kentler... 1941 Temmuzu'nun ilk günlerinde Verenov'da beklemedeyiz. Radyoda Hitler, "Rus cephesinde zor günler geride kaldı" diye bağırıyor. Geçtiğimiz her yerde Rus insanı askerlerimizi sevinçle karşılıyor. Çoğunun gözünde biz Almanlar kurtarıcıyız! Sonra Rus kışını yaşıyoruz. Metrelerce karın altında yollar, tarlalar, evler, ırmaklar buz. 1942'in ilk günlerinde hava biraz yumuşuyor. Smolensk yönünde ilerliyor birlikler. Düşman ağır silahlar ve paraşütlerle Yarzeva-Smolensk yolunu kontrol ediyor. Dört yandan sarıyorlar bizi. Üç tank birliği çember içinde. 121 ve 594 numaralı bölükler yardıma geliyor. Kayıplar büyük. Aradan yıllar geçiyor. Ben, yazıcı er Erwin , bir oraya, bir buraya yollanıyorum. Sonra Hitler orduları çekilmeye başlıyor. Dönüş yolundasın, diyorum kendi kendime. Yine Polonya, yine Doğu Almanya, peşimizde hep Ruslar. Bir gün, savaş bitti, diyorlar. Ruslardan kurtulup Amerikalılara esir düşüyorum. 3 ay sonra özgürlüğüme kavuşuyor ve 5 yıl sonra 31 Temmuz 1945 akşamı Ren Nehri'nin yamacındaki evimin kapısından içeri giriyorum. Şimdi aynı evin büyük terasında oturmuş, 96. doğum günümde dostlarımla sohbet ediyorum. Kışın ortasında yazdan kalma bir gün...
 
www.ahmet-arpad.de

30 Ocak 2007

Arpad Bir İstanbul Yazarıydı...

Cumhuriyet 30.01.2007
EVET / HAYIR
OKTAY AKBAL

Böyle bir kızgın adam yok; ne basınımızda, ne de edebiyatımızda!.. Haksızlığa, çirkinliğe, basitliğe, görgüsüzlüğe, yanlışlığa karşı hemen direncini, karşıtlığını belirten yok!..
Korkular mı, endişeler mi, ekmek kavgası mı bunca insanı sessizce olup bitenlere seyrici kılıyor! Kimse "Hayır bu kadarı da olmaz" diye sesini yükseltmiyor. Biliyorlar ki bağıranı, haksız da olsa, sustururlar!
Burhan Arpad, bir kızgın adamdı. Güzeli, doğruyu severdi, arardı. Yaşam boyu sürdürdü bu kızgın adamlığını... Gazete yazıları, hatta gazeteye ulaştırdığı haberler, tiyatro alanında, sinema alanında ters tutumları acımasızca eleştirmeleri!..
Yıllarca Vatan'da, daha sonra uzun süre Cumhuriyet 'te bu sütunda birlikte olduk. Haftada bir yazıyordu son yıllarında. Bir İstanbul yazarıydı. 1940'ta çıkan ilk kitabı "Oyun 6 Tablo" dan başlayarak hep İstanbul'u yazdı. Öyle romantik, duygusal, kolaylıklara sapmadan, açık açık yazdı bu kentin insanlarını, sıkıntılarını... Ayrıca günden güne kalabalıklaşan, gecekondulaşan bir İstanbul'un bu gidişle hangi bataklığa dönüşeceğini!..
***
"Taşı Toprağı Altın" (Günizi Yayınları) şu günlerde yeni baskısıyla karşıma çıkınca, bütün bu eski zaman parçaları bir bir dirildi. Arpad'ın kişiliği, özelliği, savaşçı niteliği, her türlü güçlüğe karşı direnişi, ardı ardına yapıtları...
Bu kitabın ilk baskısı için o günlerde Vatan 'da şunları yazmışım:
"Arpad'ın insanları küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır, bunu nice zorluklar, nice çarpışmalarla sağlayabiliyorlar. Büyük kentte hayat pahalılığı devinin ezdiği küçük kişiler..."
Ahmed Arpad babasının yıllardır ortalıkta görülmeyen kitaplarını bir bir okurun önüne çıkarıyor. Nedense yazarlarımızı kolaylıkla unutuyoruz. Biri çıkacak da, o yitirilmiş değeri ortaya çıkaracak!.. Günübirlik yaşanıyor artık edebiyatta!.. Kalıcı bir güç taşımayan eserler ve yazarlar silinip gider, ama uzun yıllar gerisinde kalmış bir yapıt, bir yazar er geç değerini duyurur.
***
"Taşı Toprağı Altın"ın yeni baskısına bir önsöz yazan Hıfzı Topuz, toplumdaki değerbilmezliğimizi eleştirerek diyor ki:
"Nerede Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Kulüp, Yunus Nadi, Sedat Simavi, Orhan Kemal, Sait Faik ödülleri! Hiç değilse Esentepe'de oturduğu sokağa onun adını verebilirdik. Burhan'ın değerini bilemedik, hakkını veremedik. Çok yazık..." 

7 Ocak 2007

Genç bir kadın; evli, güzel ve entelektüel

Cumhuriyet 07.01.2007
STUTTGART
AHMET ARPAD

Onun uğruna her şeyini feda etmeye hazır; kariyerini, dostlarını, anne babasını, hatta evliliğini. Kendinden çok daha yaşlı bir erkekle inanılmaz, coşku dolu bir maceraya atılıyor. Tutkulu, şehvetli ve yaralayıcı bir macera... Genç kadın oltanın ucunda bir balık, tüm yaşamını kadınlarla geçirmiş adam ise boğazına kadar tok, üstelik annesinin de eski âşığı... Oturuyor kocaman bir koltukta. Rahatsız bir hali var. Tedirgin gibi. Bakışları yerde. Arada sırada başını kaldırıp, salonda oturanlara bakıyor. Gözlerinde çekingenlik. Bakışlarında melankoli. Saçları omuzlarına dökülüyor. Uzun boylu, ince yapılı güzel bir kadın. Anlatıyor kısaca yaşamından, romanlarından uzun uzun söz ediyor. Kimi zaman gülümserken gözlerinde yaramaz bir kızın cilvesi. Sonra en son kitabından bölümler okuyor. İbranice. Canlanıyor. İri gözlerine ateş geliyor. Yanındaki koltukta oturan, kitabının Almancasını okumaya başlayan genç kadına bakıyor. "Aşk Hayatım" ve "Kadın ve Kocası" romanlarının yaratıcısı Zeruya Şalev İsrail'in genç nesil yazarlarından. Son yıllarda ülkesinin en çok satan yazarı. Şu güne kadar yazmış olduğu her üç roman da sadece İsrail'de değil, çevrildiği bütün ülkelerde bestseller oldu. Türkiye'de de sayısız baskı yaptı Şalev kitapları. Birbirinin devamı gibi okunan bu romanlarının konusu hep İsrail'de geçiyor. Toplum yaşamının daha çok tutucu olduğu ülkesinde aşk ve aile, erkek ve kadın ilişkilerini çok modern bir görüş açısıyla ele alıyor. Her üç romanında da akıcı ve çekici bir anlatımla okuru kendisine bağlamasını biliyor.
 
Okuma akşamından önce kaldığı otelin lobisinde sohbet ederken, "Üçlü dizi artık sona erdi" diyor. "Şu sıralar yazmakta olduğum yeni romanımla yeni denizlere açılıyorum. Konular değişiyor, stilim, anlatımım ise kalacak, onları değiştiremem." Konusu nedir bu yeni romanın? Hafif gülümsüyor. "Korkmayın, bilimkurgu değil. Toplumsal da değil, savaştan da söz etmiyorum. Yaşadığım ülkede ölüm yaşamdan hep daha güçlü oldu. Biz yeni nesil edebiyatçılar artık savaşlardan bıktık. İnsanlar arası ilişkiler daha önemli bizler için." Sonra birden susuyor. Bakışlarına yine hüzün geliyor. Kadın ve Kocası'ndan söz açıyorum. Bu romanı ülkesinin edebiyatında birkaç yıl içinde klasikler listesine girmiş. Yine gülümsüyor, gözlerinde şikâyet var. "Biliyor musunuz" diyor, "on binlerce korsan baskısını yaptılar..." Okurları daha çok kadınlar. Onların iş, aile ve toplum sorunları Şalev'in romanları! Kitabının Türkçesini imzalatıyorum. Sonra birlikte okuma yapacağı ve otelin hemen yanı başındaki Stuttgart Edebiyat Evi'ne geçiyoruz. Salon ağzına kadar dolu. Rahat üç yüz izleyici var. Çok azı erkek... Zeruya Şalev romanlarında başından geçenleri anlatıyor çoğunlukla, yaşanmış gerçekleri. Doğrudan ve romantik. Düşler dünyasının kadını. Duygu dolu cümleler arasına espri dolu komik cümleler yerleştirmesini çok iyi başarıyor. Okuru gülümsetiyor. İster aile içi sorunlardan, ister kötü antisemitist birinden söz etsin, yerine göre alaycı anlatımını başarıyla kullanıyor. Tam bir Yahudi mizahı yapıyor. Zeruya Şalev'de hüzünlenirken gülümsüyorsunuz. Romanlarının kahramanı kadınlar gibi karmakarışık duygulara kapılıyorsunuz.
 
www.ahmet-arpad.de

1 Ocak 2007

Yitirilmiş 1940 kuşağı ve Burhan Arpad

İspanya iç savaşına ve Nazilere karşı çıkmış, sosyal gerçekçi akımın öncüsü olmuş bir edebiyatçılar kuşağından gelir Burhan Arpad. Bireysel içedönük bunalımları işleyen genç kuşaklar arasında o çevreyi arayan Arpad 1940 kuşağından ayakta kalabilmeği başarabilmiş bir kaç edebiyatçıdan biridir. Siyasal baskının bu kuşak üzerindeki yoğunluğu, dağılışlarının ilk aşaması olur. Topluluk bölününce, kendi kabuğuna çekilen bireylerden bazıları yön değiştirir. Yeni eğilimlere katılmakla güçlerini bu yolda sürdürebileceklerini sanırlar. Edebiyat alanına, gerçekdışı anlayışlarla donatılarak itilen kişiler kendi aralarında gruplaşarak kuşaklar arası birleşmeyi keserler. Yön değiştirenler sotada kalır, olumlu yolda yürümekte direnenler toplu bir güç olmak niteliğini yitirirler ve böylece sosyal gerçekçi akımı sürdüren kuşaktan ses gelmez olur.
1940 kuşağı öylesine parçalanır ki, tek kalan yazarlardan hiç biri edebiyatın üzerine çöken karanlığa başkaldıramaz. Burhan Arpad’ın da öykücülüğünü ve yazarlığını sürdürmesi ”Hak belleği yolda tek başına gideceksin” ilkesi uyarınca olmuştur. Arpad daha 1940’larda sevilen ve beğenilen öykücülerimizden biridir. İlk kitabı olan ”Şehir – 9 Tablo” çok övülmüştü. Onun hep izlediği gerçekçi yolun, edebiyatımızın iki büyük ustası Sabahattin Ali ile Sait Faik Abasıyanık arasındaki yörünge üzerine oturduğu açıktır. Arpad yazılarında da bu yolu izler ve toplumsal olayların en karmaşık biçimlerinin büyük kentte toplandığını her zaman aynı dikkatle göz önünde tutar. 
İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’ya yayıldığı, psikozunun da savaş dışında kalan ülkemizi sardığı dönemde Burhan Arpad dar gelirli küçük bir memurdu. ”Bilmem kaç lira, kaç kuruş”un hesabını yapa yapa aylar, yıllar geçirdi. Fakat bir süre sonra özel girişimi dar gelirliliğe yeğ tuttu. ABC Kitabevi işine katıldı. O günden sonra da yaşını hep kalemiyle sağladı. 
Arpad’ın yazarlığı iş edinmesi, onu öyküden başka türlerle de ilgilenmeye zorladı. Tiyatro eleştirileri, çeviriler ve başka çalışmalar çoğu zamanını dolduruyordu. Savaş psikozunun kent üzerindeki ağırlığı da günden güne yoğunlaşıyor, yoksulluk ve salgınlar kenti kasıp kavuruyordu. Öte yandan vurguncu, istifçi, karaborsacı ve hacı ağalarla benzenmiş bir çıkarlar zümresi, yoksullaşan halkın gözü önünde har vurup, harman savuruyor, mihvercilerin zaferi için beş vakit dua ediyordu.
Sosyal gerçekçilik akımının öncüsü bir genç yazarlar topluluğu, resim, şiir, öykü ve yazılarıyla bu Nazilerden yana vurguncuları ele aldıkça yönetici çevrelerin hışmına uğramakta, resimleri, şiirleri, kitapları ve dergileri toplatılarak sürülmekte, ya da hapislere atılmaktaydı. Devlet mekanizmasının A’dan Z’ye bozuk olduğunu açıklayan başbakan Refik Saydam’ın ölümünden sonra evinde istiflenmiş pek çok erzak ve top top İngiliz kumaşı bulundu. 
Burhan Arpad, bu dönemde edebiyatta sosyal gerçekçiler arasında yerini almıştı. ”Dolayısıyla” adlı kitabında topladığı öyküleri bu yıllarda yazmıştır. ”Sinema salonlarından gazete ve duvar ilanlarına kadar bir büyük kenti” anlatan öykülerinin başlıca niteliği, birbiriyle hiç bağdaşmayan karşıtlıkların kent yaşamına ne ölçüde egemen olduğunu yansıtmaktadır. O yılların önemli tanıklarından biri olan Oktay Akbal ilerde Vatan gazetesinde şunları yazmıştır: 
”Arpad’ın insanları küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır. Fakat bunu nice zorluklar, nice çarpışmalarla sağlayabiliyorlar... Büyük kentte hayat pahalılığı devinin ezdiği küçük kişiler... Arpad’ın tekniği bu öykülerin yazıldıkları yıllara göre ilerdeydi...” 
Burhan Arpad o dönemde belge toplayan bir araştırmacı, bir sosyolog, ya da bir röportajcı gibi çalışmıştır. ”Cinayeti Yazıyor”, ”Burun ve Eller”, ”İlanlardaki Şehir” ilk bakışta insanı yanılgıya düşüren bir izlenime götürür. Edebiyattan arıtılmış kuru bir saptama sanılabilir bu öyküler. Oysa anlatımın hareketliliği, canlılığı yanında güçlü bir içermeyi de kapsarlar. Öyküleri okuduktan sonra belleğimizde bir röportajın verilerini aşan bir şeyler kalır. Bu kalanlar, öykünün ilk anda anlaşılmaya, fakat zamanla algılanan sosyal içeriğidir. 
Arpad’ın öyküde denediği bu teknik çaba, yeni bir atılım olarak belirir ve onu Sabahattin Ali ile Sait Faik Abasıyanık gibi iki büyük ustanın arası bir alana oturtur. Fakat yine de zaman zaman öykülerinde duyarlılık yoğunlaşıverir. Ve yazar kendini bundan kurtaramaz. Kurtarması da gerekmez. 
Burhan Arpad’ın öyküleri burada anımsatmaya çalıştığım iki kitapla bitmiyor. ”Şehir-9 Tablo” ile ”Dolayısıyla”nın ardından yayınlanan ”Taşı Toprağı Altın”da daha yakın bir dönemin öykülerini toplar. Bu arada yazarın değişik türler üzerine yaptığı çalışmalardan belki de en olumlu sonucu vereni, biyografik bir öyküdür: ”Komik Naşit Naşit Beyin Hikayesi”. 
Çok beğenilen bu kitap üzerine Tahir Alangu Vatan gazetesinde şunları yazar: ”Konuyu yaşamöyküsel türde ele alan Burhan Arpad’ın, başkalarının pek beceremeyeceği bir işi başardığını söylemeliyim...” Sosyal gerçekçi akımın öncü yazarlarından Samim Kocagöz de Yeditepe dergisinde Arpad’ın bu eseri üzerine şunları yazar: ”Bu yolda çalışması hem bir boşluğu doldurmakta, hem de öykücü kişiliğinden gelen yeteneğini büsbütün ortaya koymaktadır,” diyerek Arpad’ın biyografik öykücülüğünü övmekte, onun bu türde çalışmalarının devamını istemekte idi. Her şeye karşın biyografik öykü türünde ”Komik Naşit Beyin Hikayesi” tek eser olarak kalmıştır. 
Yine de Burhan Arpad’ın bu türe yakın çalışmaları da olmadı değil. ”Perde Arkası”, ”Oyun-6 Tablo”, ”Operet-8 Tablo” kitaplarında da hep kuliste geçenlerin öyküleştirilmiş anıları yer almaktadır. Tulûat, operet ve öncü tiyatronun bir arada yaşadığı sanat ortamının kendine özgü yaşamını Arpad çok canlı tablolar halinde anlatır. Bu arada kişilere değinen ve anlatımlarında röportaj-öykü denebilecek bir anlatım şekline yönelir. 
Burhan Arpad bir yandan öykücülüğünü bu tür çalışmalarla gerçekleştirirken, öte yandan gezi edebiyatı türünde de yoğun bir çalışma sonucu özlü eserler vermiştir. ”Tuna’dan Kuzeye Avrupa”, ”Uçuş Günlüğü”, ”Gezi Günlüğü”,”Avusturya Günlüğü”... Bu arada gazetecilik, sinemayla yakın ilgiler, seyrek de olsa küçük öyküler, makaleler ve çeviriler. 
Yazarlığı iş edinip de yaşamını kalemine dayayan kişilerde bir düzey tutturamayış belirir zamanla. ”Yazar kanıksamış” denir, yorulmuş, ya da tükenmiş denir. Arpad bu genellemenin dışında kalan çok az imzadan biridir. Altı, yedi yıl sürekli olarak Vatan gazetesinde köşe yazısı yazmıştır. Gazetecilikte, yazarlıkta en ince işlerden biridir köşe yazarlığı. Bugüne dek günlük basında pek çok köşe yazarı görülmüştür, ancak iyi köşe yazarlarımızın sayısı yine de bir elin parmakları sayısını geçmemiştir. Çünkü onun işi, uzun süreli yorum ve yargılar getirmek değildir. Köşe yazısının etkileme süresi 24 saati pek geçmez. Bu nedenle köşe yazarı üstün bir anlatım gücüne sahip olmalıdır. Burhan Arpad yerini dolduran bir köşe yazarıydı. Hatta bazı eleştirmenlere bakılırsa onun yazarlığında en ileri aşama bu alanda belirmiştir. 
Arpad öykü yazmanın dışında öykücülüğünü geliştirecek başka edebiyat çabalarından da geri kalmamıştır. Gezi günlüklerinin ve tiyatro kitaplarının ötesinde çevirmen olarak da öne çıkmaktadır Burhan Arpad. Onun gerçekten titiz bir çevirmen olarak da oldukça geniş bir ünü vardır. Nedir onu usta bir çevirmen yapan? Israrlı ve titiz çabası mı? Bana kalırsa Arpad’ın çevirdiği yazarlarda belli bir nitelik aramasıdır onu ustalaştıran. Gözünün tutmadığı yazarları çevirmekten hep kaçınmıştır, yoksulluk bahasına da olsa. Remarque, Zweig, Habeck, Dimov, Segers’i onun Türkçe’siyle okumak istiyor okurlar...
Burhan Arpad’ın öykücülükten başka dallardaki çabalarını böylece özetledikten sonra yeninden öykülerine dönelim. 
”Taşı Toprağı Altın” adlı kitapta topladığı öyküler de daha öncekilerden pek ayrıcalı değildir. Yine büyük kentin yaşamını yansıtan tablolar karşısındayız. ”Bir Boğaz Sabahı”nda balıkçı Halil’in sessiz sedasız ölümünden, bir tokatla silkinip gerçekleri kavrayıveren işçi Enver’e kadar bir takım insanlarla başka bir takım insanlar karşı karşıyadır. Sadece insanlar mı? İnsanların değerleme yargıları köpekleri bile ikiye ayırmıştı. Yazar, bir mayıs sabahı öldürülen bir sokak köpeğini güçlü bir duyarlıkla anlatırken bu ayrışımı da belirtiyor: 
”Ürkek bakışlı sokak köpeğinin bir çöp arabasında götürüldüğü günün akşam gazetelerinde korkunç haberler vardı. Köyleri bombalayan uçaklar, karısını bıçaklayan kocalar, yavrusunu boğazlayan analar, sevgilisini doğrayan delikanlılarla ilgili sayfalar dolusu haber ve fotoğraflar. İnsanları ısırmasın diye öldürülmüş bir sokak köpeğinden ise söz açan tek satır yoktu. Boyunları tasmalı ve zincirle bağlı köpekler, bahçelerde ve evciklerinde tutsak, fakat mutlu, tuhaf sesler çıkarıyordu...”
Bu öykünün konusu, Ömer Seyfeddin ile Reşat Nuri’ye yabancı değildir. Ne var ki onlar öyküyü daha bir başka bitirirler, böyle bir sonuca varmayacak şekilde kurarlar öyküyü. Olayların kavranmasında beliren bu ayrılık, sosyal gerçekçi akımı benimseyen kuşakla daha öncekiler arasında en büyük uçurumu oluşturmuştur. Dahası var, eskiler politik mücadele konularını edebiyatın dışında tutarlardı çoğu zaman. Sakıncalı bulurlardı politik sorunlara eğilmeği. Bir de politik mücadelenin dışında durdukları için bu konulara yabancıydılar. Sabahattin Ali’dir siyasal polisin odasını okurlara ilk gösteren. Bu bir rastlantı değildi. Politik evrimin gelişmeleri o yılların insanlarının günlük yaşamını etkilemeğe başlamıştı. Sabahattin Ali bu konuyu öykü türünde ilk ele alandır. Şiirde ondan daha önce, politik mücadelenin geleneği kurulmuştu. 
Hapishane yaşamının edebiyatımıza girişi değil, emekçi ve emekçiden yana olanlarla siyasi polis arasında olup bitenlerdir. Toplumda tabandan gelen tarihsel gelişmeyle, bu gelişmeyi önlemeye çalışan güçlerin karşılıklı tutum ve davranışlarıdır. Burhan Arpad da ”Bayram Sabahı” adlı öyküsünde bu konuyu işlemiştir. Çok partili demokrasi düzenine ilk geçildiği günlerde, emekçilerden yana kurulan bir partiye katılan bir işçinin sorguya çekilme olayını anlatır bu öyküsünde Arpad: 
"Kara suratlı herifin sırıtarak yapıştırdığı tokadın acısını da, daha sonraki sayısız tokadı da duymadı bile. Sadece hayatta ilk dayağı burada yediğini düşündü. Hem de evlenip, çoluk çocuğa karıştıktan sonra. Suçu olmayan kişiye dayak atılabileceğini aklı almıyordu... Gece ve karanlık, yüz on basamaklı çatı katında, fareli bodrumda kalmıştı. Karşı tepeleri aşan güneş, Haliç kıyılarına gündüzü, emek karşılığı mutlulukları ve bol ışıklar getiriyordu... Güçlü tornacı kolları sapsağlamdı. Fakat iç dünyası her yanından daha da sağlamdı...” 
Arpad, ”Taşı Toprağı Altın”daki öykülerinde sadece bir gözlemci değildir. O aynı zamanda olaylara katılarak onların nedenlerini açıklamakta, kahramanlarını bu sorunlar üzerinde düşündürmektedir. Artık Arpad, hareketleri, olayları saptamakta yetinmiyor, bunların insanlar üzerindeki etkilerini de inceliyor ve çoğu zaman bu algılanmış, bilinçlenmiş insanları öykülerinde canlandırıyor. 
Bu gelişme aşamasında – bunda yazarlığın çeşitli türlerinde çaba harcamış olmasının payını da söylemeliyim – önce bir öykü olarak düşündüğünü, fakat sonradan romana çevirdiği ”Alnımdaki Bıçak Yarası”nda önemli bir sorunu işlemektedir. Örgütlenmiş fuhuş mekanizması bütün ayrıntılarıyla bu kitabına konu olmuştur. 
Burhan Arpad’ın edebiyatımızın ”kızgın adam”larından biri sayılması, sosyal gerçekçi akımı besleyen 1940 ortamının şimdilerde var olmayışıdır. Bu ortamı yaratan toplulukların nasıl dağıtıldığını biliyoruz. Ancak 27 Mayıs’ın ardından bu koşullar değişmiş, sosyal gerçekçi akımı güçlendirmeye elverişli bir ortam hazırlanmıştı. Bireysel başkaldırı, ya da romantik devrimcilik doğrultusunda bir başka kıpırdanış genç yazarları kendi çevresinde toplamıştı. Yeni anayasanın getirdiklerinden bu çevre yararlanmıştı. Ancak sosyal gerçekçi akımı edebiyat alanına yanaştırmayanlar basın-yayın araç ve örgütlerine egemen olmuştur. Ve 1940 kuşağından hayatta kalanlar da teker teker ”kızgın adam” haline gelmiştir... 
Burhan Arpad’ın öykücü kişiliği üzerine bu yazımı kaleme alırken 30 yıllık dostluğun etkisi altında nesnelliğimi koruyamayacağımı biliyordum. Fakat başka türlü de yazamazdım bu yazıyı. Bir eleştiri değildir bu yaptığım iş. 30 yıllık dostluğun türlü ortak yaşantılarını, türlü anılarını bir kenara iteyim, yeterince nesnel olmaya çalışayım... Şunun şurasında Arpad’ın öykücü kişiliğini belirten bir sunu yazmışım... Ve bu olanaktan yararlanarak kuşağımızın çilesini açıklamışım, hepsi bu kadar...
Fahir Onger