24 Mart 2019

FridaysForFuture

CUMHURİYET, 24 Mart 2019
STUTTGART - AHMET ARPAD

    Küresel ısınmanın insanlığın sonunu getireceğinin farkına seçtiğimiz politikacılardan önce ortaokul ve lise öğrencileri vardı! Bütün dünya ülkelerinde yaşanmaya başlanan olumsuz iklim değişikliğine karşı bir türlü harekete geçmeyen, yarını değil içinde yaşadığı günü düşünen politikacıları uyarmak ve uyandırmak görevini sonunda 15 yaşındaki İsveçli Greta üstlendi. Kısa sürede onun peşinden gitmeye başlayan öğrenciler: "Geleceğimizi biz kurtaracağız" sloganlarıyla bütün dünya ülkelerinde her Cuma okula gitmiyor, sokaklara dökülüyor! Sadece Almanya, Avusturya ve İsviçre'den 12 bin bilim adamı onlara destek veriyor. 15 Mart günü 110 ülkede 1800 kentte 1,5 milyon öğrenci alanlara çıktı. Almanya'nın 200 kentinde 150 bin genç saatlerce nümayiş yaptı. Bebek parkında da bir avuç öğrenci! Stuttgart'taki mitingde şu dikkatimi çekti, alanı dolduran öğrencilerin büyük bir çoğunluğu kızlardı! Kürsüden sesini duyurmaya çalışan kent belediye başkanının içi boş sözleri sık sık ıslıklandı. Hemen ardından eyalet çevre bakanı basına: "Ormanlarımız, su kaynaklarımız kuruyor!" diye açıklamalar yaptı.

    Küresel ısınma sonucu buzullar eriyor, toprağa yağmur düşmüyor, ormanlar yok oluyor, denizler kirleniyor, nefis aldığımız temiz hava yok oluyor. Harvard Üniversitesi'nin güncel bir araştırmasına göre atmosfere „pompalanan" karbondioksit dünyamızı gittikçe daha çok ısıtıyor. Ciğerlerimizi dolduran havayı kirletenlerin başını Çin çekiyor. ABD, Hindistan ve Rusya peşinde! Hızlı ısınma tahıldaki besin değerlerini değiştiriyor. Örneğin insanların en önemli gıdalarından biri olan pirinç çok yakında protein içeriğinin yüzde yedisini yitirecek. Bu da ciddi bir beslenme sorununu beraberinde getirecek. İnsan vücudunda protein eksikliği sonucu bağışıklık sistemi etkilenecek, insanlar sağlığını yitirecek, daha sık hastalanmaya başlayacak. İnternational Council on Clean Transportation'un (ICCT) açıklamalarına göre sadece Almanya'da 2015 yılında hava kirliliği nedeniyle 43 bin insan ölmüş! Aç ve hasta yığınlar topraklarını terk edecek, göç daha da artacak, savaşlar kaçınılmaz olacak. Sayısız bitki ve hayvan türü dünyaya veda edecek.

    Son aylarda alanları dolduran öğrencilere: "Onlar bütün gün YouTube ve Snapchat'le ilgilenen Social Media Generation nesli" demek doğru değil! Stuttgart'ta belediye binasının önünde toplanan öğrenciler bağırıyor: "Buradayız! Politikayı artık biz yönlendireceğiz!" - "Savaşlar olmasın!" Afişlerde: "İnsan Hakları", "Barış", "Geleceğimizi Çalmayın!" sözleri dikkati çekiyor. Yaşları 12, 13 olanlar öğretmenleriyle gelmiş. Alanda gürültü aşırı. Saçları omuzlarına dökülen Finn yanındaki yaşlı bir kadınla bağırır gibi konuşuyor: "Bizim nesil de bir şey elde edemezse iş işten geçmiş demektir!"

    "Öğrencilerin hava kirliliğine karşı çıkmasını ve sokaklara dökülmesini onaylıyorum", diyor başbakan Angela Merkel. "Bence bu çok önemli bir girişim." Fakat onun okula gitmeyen öğrencilere arka çıkan sözleri partisinin en sağ kanadının hiç de hoşuna gitmedi.

    Sürekli aç kapitalizmin kâr hırsı bir gün gelecek insanlığın sonunu getirecek...
 

mail@ahmet-arpad.de

5 Mart 2019

Stefan Zweig'dan Joseph Roth

EK - Eleştirisel Kültür Dergisi, 5 Mart 2019
Zweig'ın anı konuşması, 23 Haziran1939, Conway Hall, Londra
Çeviri: Ahmet Arpad




    “Son yıllarda sık sık yaşadıklarımız bizlere sevdiğimiz bir insana veda etmek gibi güç ve üzücü bir gerçeğin altından kalkabilmemizi öğretti. Başka ülkelere sığınmış, dışlanmış sayısız dostumuza, kendimizi adadığımız çevreye, evimize, mülkümüze ve güven içindeki bir yaşama her geçen gün gittikçe daha çok veda etmiyor muyuz? Neler yitirdik ve daha neler yitireceğiz? Dostlar ölümlerle, yüreksizliğimizle yaşamımızdan uzaklaştılar. Adaletin kaba gücü günün birinde yeneceğine ve barış dolu yepyeni bir dünyanın doğacağına inanan insanlar bu inançlarını giderek daha çok yitirmedi mi? Bizler o kadar çok düş kırıklıkları yaşadık ki heyecan ve coşkuyla yeni bir geleceği ümit edemiyoruz. Geçmişi unutmak, olup bitenlerin üzerinde durmamak, yeni olumsuzluklarla yılmamak ve geride kalan her şeyi silip atmak için içgüdümüzle beynimize hakim olmayı da başaramıyoruz. Kimi anlarda da yüreğimiz bazı şeyleri çabucak ve kesinlikle unutmamızı engelliyor. Az bulunur, geri dönmeyecek ve yeri doldurulamayacak bir insanı yitirdiğimizde hem hüzünleniyoruz, hem de ezilmiş yüreğimiz böyle anlarda duygulanabildiği, acı yaşatabildiği, bize çok yakın, eşsiz bir insanı aniden alıp götüren yazgıya öfke duyabildiğimiz için de mutlu oluyoruz.

    İşte bizim sevgili Joseph Roth'umuz da, yeri hiç doldurulamayacak, sonsuza dek unutulmayacak, hiçbir buyruğun onu Alman edebiyat tarihinden silip atamayacağı ender insanlardan biriydi. O, üstün bir yaratıcılık için gereken sayısız öğeye sahipti. Hepimizin bildiği gibi o eski Rus - Avusturya sınırında küçük bir kentte doğmuştu. Ruh yapısının oluşmasında bu kökeninin büyük rolü olmuştur. Joseph Roth bir Rus insanıydı, daha doğrusu o bir Karamazov'du! Büyük coşkular yaşayan, her şeyde sınırlarını zorlayan bir insandı. Duygularını kamçılayan coşkusuyla bir Rus'tu. Onun dine olan inancı sonsuzdu, kişiyi yok edebilecek içsel gerilimlere sahipti. Roth'un ruhunda bir başka insan daha vardı. O, akıllı, çok uyanık, yerine göre eleştiriyi seven yanıyla dürüst ve yumuşak olmasını da başaran bilge bir Yahudi'ydi. Roth ruhundaki çılgın Rus insanına da gizli bir sevgiyle bağlıydı. Onun bir üçüncü yanı daha vardı. Davranışlarıyla kibar ve saygılı, kendine güvenilen ve canayakın, sanatsever ve müzikten anlayan bir Avusturyalı'ydı. İşte bu olağanüstü, benzeri olmayan birleşim Joseph Roth'un kişiliğinin, yarattığı yapıtların eşsizliğinin nedenidir.

    Az önce söylemiştim, o Avusturya'nın Rusya sınırında küçük bir kentte dünyaya gelmişti. Joseph Roth'un doğup büyüdüğü küçük kentlerde durumlarından memnun Yahudiler'in gözleri hep Viyana'daydı. Orada, bulutların üzerindeki tahtında oturan görünmeyen Tanrı, Kayzer Franz Joseph yaşıyordu. Çok uzaklardaki imparatorluğun Yahudileri ona çok saygı duyuyor, onu çok seviyordu. Roth, çocukluğunun geçtiği doğu topraklarında ruhunda bir efsane gibi yer eden Kayzer'e ve onun ordusuna olan saygısını Viyana'ya gelirken beraberinde getirmişti. Fakirlik ve yoksulluk içinde geçen gençlik yıllarının ardından Viyana Üniversitesi'nde Alman filolojisi yüksek öğrenimi için 'kutsal' başkente gelirken başka bir şey daha getirmişti beraberinde: Alman diline olan sürekli tutkusunu, daha doğrusu aşkını... Sayın Hanımefendiler, Sayın Beyefendiler, şimdi burada dünyamızı budala yerine koymak amacıyla yalanlar ve iftiralarla dolu propagandalar yapan nasyonal sosyalistlerle hesaplaşmak istemiyorum. Ancak bütün bu yalanların arasında en alçakca ve en gerçekdışı olanı, Yahudilerin Alman kültüründen nefret ettikleri, onun en büyük düşmanı oldukları yalanıdır.

    Joseph Roth'un gençliğinden başlayarak tüm yaşamı boyunca en büyük arzusu Alman diline hizmet etmek olmuştur. Alman dilini çok iyi tanıyan ve kısa sürede ustalaşacak Joseph Roth Viyana'ya dile olan saygısını kanıtlamak için gelmişti. Zayıf, cılız, ufak tefek, çekingen öğrenci yaşadığı küçük kentte sayısız gecede büyük çabalarla edindiği çok kapsamlı kültürü beraberinde getirmişti üniversiteye. Ve de yoksulluğunu. Çok duygulu bu insan Viyana yıllarındaki yoksul yaşamından başkalarına söz etmeyi pek sevmezdi. Üniversitede başka öğrencilere ders vererek ve evlere derse giderek eğitimini zar zor sürdürdüğünü biliyorduk. Ancak 1914'de savaşın keskin bıçağı insan yaşamlarını acımasızca ortadan bölüvermişti. O yılların çocukları bizler için artık bir savaş öncesi ve bir savaş sonrası dünyası vardı! Savaşın Roth'un yaşamında önemi bir rolü olmuştu. Hem geleceği için önemli bir karar almıştı, hem de özgürlüğüne kavuşmuştu. O günden sonra yaşamını doçent veya profesör olarak sürdürmemek kararını almıştı. Artık başkalarına bağımlı olmayacaktı, yıllarını özgürce geçirecekti. Subay adayı olarak askere alınırken verdikleri üniforma yaşamında üzerine uyan ilk giysiydi. Cephede sorumluluk üstlenmesi o güne dek içine kapanık, kendi halindeki bu insana yaşamında ilk kez güç vermiş, onu erkekleştirmişti. Ancak ordunun parçalanması sonucu Viyana'ya dönmek zorunda kalan Roth kendini hedefsiz, amaçsız ve yoksul bir yaşamın içinde bulmuştu. Bu arada üniversite düşünü yitirmişti; askerliğin heyecanlandırıcı serüveni de geride kalmıştı.

    Joseph Roth kendine sıfırdan yepyeni bir yaşam kurmak zorundaydı. Yerleştiği Berlin'de şansı yaver gider, onun gerçeklerde yanılmayan keskin bakışlı mükemmel bir yazar olduğunu sezen büyük gazeteler Roth'a ilgi duymaya başlarlar. Frankfurter Gazetesi'nin onu dış ülkelere yollama kararını alması Roth'u çok mutlandırır. Rusya'ya, İtalya'ya, Macaristan'a, Paris'e yolculuklar yapar. Yeni gazeteci Joseph Roth o günlerde bizlerin de dikkatini çekmeye başlar. Anlatımı göz kamaştırıcıdır, hiç düzeysel kalmaz, kişilere her zaman insanca yaklaşır, içlerine girer, ruhlarında dolaşarak onları yakından anlamaya çalışır. Aradan üç, dört yıl geçtikten sonra bizim Joseph Roth o günlerin burjuva yaşamında başarı denen her şeye ulaşmıştı. Çok sevdiği genç bir kadınla beraber yaşıyordu, gazeteler onu değerli bir yazar olarak kabul ediyor, kadrolarına almak istiyordu. Sürekli artan okurları Roth'u seviyordu. Kazancı yerindeydi, çok kazanıyordu. Ancak başarısı bu olağanüstü insanı hiçbir zaman aşırı gururlu yapmadı, birgün olsun para onu kendine esir edemedi. Eli açıktı. Kolay gelen parayı bol keseden harcadı. Kendine ne bir ev satın aldı, ne de kiraladı. İçine bir düzine kurşun kalemle otuz veya kırk sayfa kağıt koyduğu küçük bavulu elinde, yıllardır giydiği gri paltosu sırtında bir göçebe örneği kentten kente gitti, küçük otellerde konakladı. Joseph Roth hep bir bohem yaşamı sürdürdü. Sanki ruhunun derinliklerindeki bir şey ona 'burada uzun süre kalma' diyordu. Kuruntulu bu insan kendisine rahat bir burjuva yaşamının mutluluğunu getirecek her türlü yakınlaşmadan kaçındı.

    Onun, her türlü anlayışa uzak diyebileceğimiz bu yanı bir süre sonra yazgısında kendini gösterir. Yaşamını kötü günlerden korumasını arzuladığı mutlu evlilik yaşamı, genç eşinin çok ani hastalığıyla sona erer. Yaşamını ayakta tutan sevgili eşinin akıl sağlığı bozulur. İçindeki Rus insanı, acılarını içine atan bu 'Karamazov', eşinin hastalığını yazgısı kabul eder, suçu kendinde arar. Teselli bulmak için olağanüstü edebiyatçı yüreğini açar, o günlerin hüzünlü yaşamını anlamı olmayan kişisel yazgısı kabul eder, sürekli yenilemelerle ona sonsuza dek sahip olmak ister. Kafası sorularla doludur. Düşünür, hep düşünür durur ve kendine sorar: Niçin beni, niçin kimsenin kılına bile dokunmamış, hep yoksul bir yaşam sürdürmüş, kısa mutluluk yıllarında da burnu büyümemiş geldi beni buldu böylesine acımasız yazgı? Acımasızca soruları kendine yöneltir: Niçin, niçin ben? Niçin bunları karşıma çıkardı?

    Benim burada Joseph Roth'un 'Eyyub' romanında ele aldıklarını anımsatmak istediğimi hepiniz anladınız. Onun bu eseri benim gözümde bir romandan çok bir destandır. Günümüzde az rastlanan türden çok duru ve kusursuz bir şiirsel yapıttır. Bana kalırsa 'Eyyub' yazıldığı dönemden günümüze bizlerin bir çok eserini geride bırakmıştır. Sayısız ülkede, sayısız dilde onun duyduğu bütün acıları tüm gerçekçiliğiyle gözlerimizin önüne sermiştir. Tüm yasımıza karşın bizden artık uzaklaşmış olan o insanın, Joseph Roth'un kişiliğinin bir parçası olan bu yapıt, tüm mükemmeliğiyle hiç yitirilmeden sonsuza dek korunabildiği için kendimizi mutlu hissetmeliyiz.

    Evet, Joseph Roth'un kişiliğinin bir yanı bu eserinde sonsuza dek korunmuştur. İşte o günlerde edebiyatçı gücünü keşfeden Roth kişiliğinin bir başka yanı daha olduğunu sezer. O bir Avusturyalı'dır da. Ben bunu söylerken hangi yapıtından söz ettiğimi biliyorsunuz. 'Radetzky Marşı'nı anımsıyorum. Roth bu yapıtında imparatorluğun yüzlerce yıllık soylu kültürünün artık gücünü yitirmekte olduğunu anlatıyor. Bunu yaparken köklü geçmişi olan ve yavaş yavaş sönen bir ailenin yazgısını ele alıyor. Roth'un bu romanı hüzünlü anlatılmış, geleceğe dönük bir yapıttır. Monarşinin mezar taşında neler yazdığını bilmek isteyenlerin bu kitabın ve devamı kabul edilen 'İmparatorlar Mezarlığı'nın sayfalarını karıştırmaları yeterlidir.

    Başarılarının doruğu olan bu iki yapıtıyla Joseph Roth, gerçek bir edebiyatçı, döneminin en başarılı izleyicisi ve gerçeklere ılımlı bakışıyla onu çok iyi anlayan bir 'yargıç' olduğunu kanıtlamıştır. Okurlarının onu çok onurlandırması, büyük bir üne kavuşması Roth'un başını döndürmemiştir. O, geleceğe akıllıca bakmasını bilen ileri görüşlü birisi olarak kalmasını, çevresindeki hataları görüp onlara anlayış göstermesini ve onları affetmesini bilmiştir. Kendinden yaşlı sanatçılara hep saygılı davranmış, gençlere destek vermiştir. Kendisine dostluk gösterenle dost olmuş, arkadaşa arkadaşça yakınlaşmıştır. Onun iyi yürekliliğini bir yabancı da hissetmiştir. O candanlığını, zamanını yaşamı boyunca bol keseden harcamıştır!

    Ve günün birinde bizleri büyük yasa düşüren o dönüşüm geldi. Hep geleceğe inanmış, insan dostu, sonsuz dürüst, duygusal bu insan en can alıcı yerinden vuruldu. Onu sınırsız hüzünlendiren, ruhunu en derin yerinden yaralayan kitaplarının yakılmasından, okurlarını yitirmesinden, adının edebiyat dünyasından silinmesinden çok nefreti, kaba gücü ve yalanı yayan anarşistlerin bu dünyaya hakim olmaya, zaferler elde etmeye başlamasıydı. Bütün bu değişimler onda derin izler bıraktı, sürekli umutsuzluk yaşamını belirledi. İyi yürekli, nazik ve içine kapanık, o güne dek dostlarını hep desteklemiş, davranışları hep olumlu, iyiliksever bu insan kişiliğindeki ani değişimle kolay alınabilen, öfkelenen birisi oldu.

    Sevgili Joseph Roth'umuz son yıllarında dindarlaştı, dininin bütün emirlerini hiç sesini çıkarmadan yerine getiren alçakgönüllü bir Katolik oldu. Ondaki bu değişime 'tutuculuk' diyen eski dostlarıyla yol arkadaşları kafasının karıştığına ve ülküsünden saptığına inandıkları Joseph Roth'a çok gücenmiş olduğunu biliyorum. Değişimini pek onaylamasam, görüşlerinde ona katılmasam da söylediklerinde dürüst olduğuna inanıyor, bağımlılığının gerçek olduğunu kabul ediyorum. Çünkü Roth, Kayzer Avusturyası'na olan sevgisini 'Radetzky Marşı' romanıyla kanıtlamıştı. Hatta ondan önce yazdığı 'Eyyub' dine ve Tanrı'ya olan inancının yaratıcılığının en önemli unsuru olduğunu bize gösterir. Joseph Roth o günlerde kendine göre bazı hesaplar yapmıyordu veya belirli bir amacın peşinden gitmiyordu. Pek ümitli değildi, fakat yine de Avrupa kültürünün ayakta kalabilmesi için bir savaş veriyordu.

    Bir zaman sonra kendi yazgısını umursamamaya başladı, hatta bir an önce gelmesini istediği sonun özlemini çekti. Yitirdiğimiz sadık dostumuz nefret ettiği, tek başına bu dünyadan yok edemeyeceği kötülüğün kazanacağını sezdiğinde kendi kendini yok etmeye başladı. Şimdi gerçekçi olmak zorundayız. Sadece Ernst Toller'in sonuna, içinde bulunduğumuz kötü ve alçak zamanda bir 'intihar' olarak bakmayalım. Ümitsizliğe kapılmış dostumuz Joseph Roth da aynı duygular içinde kendi sonunu bilinçli olarak getirdi. Ancak onun kendi kendini yok etmesi çok yavaş ve acılar içinde gerçekleşti. Ağır ağır yanan ve sonunda sönüp kül olan bir ateş örneği saatler, günler, aylar sürdü...

    Zamanımızın değerli edebiyatçılarından biri olan dostumuzun kendini kısa sürede nasıl mahvettiğine yakından yaşayan bizler büyük bir üzüntü içindeyiz. Kişinin çok sevdiği, çok saydığı bir insanın yanıbaşında eriyip gittiğini görmesi, onun gittikçe yaklaşan ölümünü sezmesi ve bekleyen yazgısına engel olamaması kadar yıkıcı bir şey yoktur. Bu çöküşün nedenlerinin sevdiğiniz kişinin yazgısına bağlı olmadığını sezmek, onun intihar etmek isteyen birisi gibi sonunu bilinçle hazırladığını yaşamak ve hiçbir şey yapamamak çok dehşet verici. Evet, biz o anları yaşadık, bu değerli edebiyatçının ruhen gittikçe daha çok çöktüğüne, sönüp gittiğine, her geçen gün söndüğüne tanık olduk. Yaşamı engellenemez bir çöküş, bir yok oluştu. Şimdi ben Joseph Roth'un kendini böylesine yok edişinden söz ediyorsam da amacım suçu onda aramak değil. Bu çöküşte bütün suç günümüzde yaşanan ve en saygın insanı bile ümitsizliğe düşürüp içindeki durumdan çıkış yolu bulamayan, nefret dolu duygularla onu sonunda intihara sürükleyen duygusuzluklar ve ihanetlerdedir.

    Sayın Bayanlar, Sayın Baylar Joseph Roth'un bu yanlarına da dokunmamın nedeni iç dünyasını eleştirmek istemem değil. Tam karşıtını amaçladım, kendini yitirmekte olan bir insanın son ana kadar bir edebiyatçı, bir sanatçı kalmasını başardığını kanıtlamak istedim. Roth'un bize arkasında bıraktığı bütün satırların altında bir ustanın mühürü vardır. Bakın son makalelerine, karıştırın ölümünden bir ay önce bitirdiği son yapıtının sayfalarını, çok dikkatle okuyun yazdıklarını, değerli bir taşı elindeki mercekle inceleyen bir kuyumcu örneği bakın tek tek kelimelere. Her şey o kadar berrak ve temiz ki tek hata bulamayacaksınız. Her satırı bir şiirin temizliğinde yazılmış, güzel vurgulanmış, kelimeleri ritim ve melodi dolu. Bu insan ne kadar çöküp yıkılsa da, ruhu parçalansa da edebiyat sanatına verdiği değerle hep ayakta. Yarattıklarıyla içinde yaşadığı, nefret ettiği bu dünyaya değil, kendini sorumlu hissettiği geleceğin insanlarına arkasında bir şeyler bırakmak istiyor. Bedenen çökmüş bir insanın vicdanının inanılmaz bir zaferi! Sık sık gittiği kahvehanedeki masasında onunla ne zaman karşılaşsam hep bir şeyler yazıp duruyordu. Biliyordum, önünde duran müsveddeler çoktan satılmıştı, çünkü paraya gereksinimi vardı ve yayıncısı yazdıklarını bekliyordu. Fakat bu çok bilge insan, kılı kırk yaran bir yargıç, kimi zaman tek bir kelimeyi veya cümleyi beğenmediği için emeğine acımıyor, kağıdı gözümün önünde yırtıp atıyor ve yeni baştan yazmaya başlıyordu. Görüşlerine hep sadık kalmış olan Joseph Roth sanatıyla yüceleşirken kendi yıkılışını önemsememiştir.

    Sayın Bayanlar, Sayın Baylar, bu eşsiz insan üzerine söylenecek o kadar çok şey var ki! Onun değerlerini dostu bizler belki şu anda yeterince henüz anlayıp kavrayamadık. İçinde bulunduğumuz yaslı günlerde sadece onu anımsayalım, değerlendirmelerimizi ilerde yapalım. Zaman kişisel duygular için uygun değil. Bizler bir düşün savaşı veriyoruz ve bunu yaparken çok tehlikeli bir görevi yerine getiriyoruz. Dostlarım, işte şimdi vatanlarından uzak bizlerin, sanatçılar ve yazarların görevi, mücadelemizikendimizi kurban edercesine sürdürmek. Üstleneceğimiz görevin ayrıntılarını şu anda bilemiyoruz. Belki biz bir düşün savaşı verirken Hitler'le Almanya'da edebiyat çok acı bir yenilgiye uğrayacak ve tamamen unutulup gidecek. Belki de biz – bunu bütün içtenliğimle ümit ediyorum – Alman toplumu ve edebiyatı yine özgürlüğüyle yaratıcılığına kavuşana kadar nöbet tutacağız. Ve ne olursa olsun görevimizin ne anlama geldiğini, onu niçin yaptığımızı bir gün olsun sormayacağız. Yerine getireceğimiz tek şey bize verilen nöbeti tutmak olacak. Zamanla azalsak da, sağımızdaki solumuzdaki yakın dostlarımızı yitirsek de ümitsizliğe kapılmamalı, hüzünlenip kendimizi geri çekmemeliyiz. Az önce de söylediğim gibi bizler bir savaştayız, onun en tehlikeli yerindeyiz, tam ortasındayız. Aramızdan biri ayrıldığında, bizi bırakıp gittiğinde bir an için onu hüzünle anmalı, ona teşekkür etmeli ve hemen yine bizi koruyan görevimizin başına dönmeliyiz. Eserler yaratmalıyız. Hepimizi hep ayakta tutacak bu dürüst görevi başımız dik yerine getirmeliyiz, bizim de sonumuz gelene kadar. Kısa süre önce aramızdan ayrılmış olan iki dostumuzun hep yaptığı gibi... Aşırı coşkulu Ernst Toller ve unutulmayacak, unutulmaması gereken Joseph Roth.

Bu yazı, Stefan Zweig'ın Everest Yayınları'nda çıkan Geleceğe Güven adlı yapıtından kısaltılarak alınmıştır.

3 Mart 2019

Kıraathaneler ve kültür...

CUMHURİYET, 3 Mart 2019
STUTTGART
AHMET ARPAD

    Kahvenin ne olduğunu Avrupalı bizden öğrendi! Avrupalı Türklerin getirip Viyana'nın kapısına bıraktığı kahveyi bir süre sonra güzel döşeli kahvehanelerde, daha doğrusu kıraathanelerde içmeye başladı. Gelenler masalarda duran gazete, dergi ve kitapları okudular, politikadan, günlük yaşamdan ve edebiyattan söz ettiler. Bu yüzyıllar boyu böyle sürdü gitti. Günümüzde Budapeşte, Viyana ve Prag'a uğrayanlar, eski monarşinin bu merkezlerinde kıraathanelerin eskisi gibi hâlâ yaşadığını görecektir. Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları bugün de sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada alıyor. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup, iş görüşmeleri yapıyorlar, kitap okuyorlar, mektup yazıyorlar. Yan salonlarda bilardo oynanıyor. Budapeşte'de Gerbaud, Café Centrale, Café Müvész, Book Café, Café New York, Viyana'da Café Mozart, Dehmel, Schwarzenberg, Central ne ise, Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur.

    Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan Moldau kenti Prag'da yaptığınız bir gezintide kıraathanelerin düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz. Hele Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşıyorsunuz. Gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arıyor. Orta Avrupa'nın iki savaş arasındaki bu ünlü edebiyatçıları, sanki o anda kapıdan içeri girecekler... Filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali vakti yerinde hanımların da uğradığı Viyana kıraathanelerinde Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Franz Werfel, Peter Altenberg günlerinin önemli bölümünü geçirirdi.

    Özgür düşüncenin kaynağı
    Eski İstanbul'da Tanzimat döneminde açılan kıraathaneler (okuma yerleri) yüzyıla yakın bir süre kent aydınları için kaçınılmaz bir buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın ve Babıâli'nin kıraathanelerinde geçirirlerdi. Tepebaşı'na damgasını vuran Kanuniesasi Kıraathanesi ile özellikle 1930'lu, 1940'lı yıllarda İstanbul'un tüm yazar ve kitapçılarının her gün bir araya geldiği, Ankara Caddesi'ndeki Meserret Kıraathanesi geçen yüzyılın sonlarına kadar ayakta kalmayı başarmışlardı. Buralarda buluşan aydın kişiler, gazeteciler, yayıncılar, gazeteleri ve edebiyat dergilerini okur, birbirleriyle sohbet eder, tartışır, düşünce değiş tokuşu yaparlardı. Çağdaş bilginin üretildiği, düşüncenin geliştiği, düşünürün yetiştiği kıraathanelerin sosyokültürel işlevi kaçınılmazdı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Ellili yıllardan başlayarak, insanların iskambil oynayıp vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği küçük mahalle kahvelerinin sayısı artarken kıraathane kültürü giderek yok edildi! Onlar aydınlar için özgür düşüncenin kaynağı idi!

    Viyana kahvehane geleneğinin dünyanın başka hiçbir ülkesinde eşi benzeri yoktur. Burada bir araya gelen insanlar arasında fark gözetilmez. Tek başına biri, düşüncelere dalmış, önündeki fincan acı kahvesini yavaş yavaş yudumlarken, diğeri dostlarıyla sohbet eder, tartışır, bir başkası oturur bir şeyler yazar, kimi de karşısındakiyle iskambil oynar veya bir köşede duran sayısız günlük gazeteyi karıştırır. Stefan Zweig için Viyana'daki gençliğinde saatlerce oturduğu, dostları ile söyleştiği bu mekanlar bir 'okul' olmuştu. „O günlerde gazeteler bizler için pahalıydı, herkes alıp okuyamıyordu", der Zweig. "Polisten çekinen gençler de vardı." Hitler'in 1938'de Avusturya'ya girmesiyle kahvehane kültürü ve edebiyatı geçici olarak sona ermişti. Savaşın ardından tekrar canlandı, çünkü Viyanalı böyle istiyordu!

mail@ahmet-arpad.de

1 Mart 2019

'Ben bildiğimi yaparım'

TOPLUM Gazetesi, Mart 2019
AHMET ARPAD


    İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'ye sığınan Alman profesörlerinden biri de Stuttgartlı mimar Prof. Paul Bonatz idi. Türkiye'ye kaçmasının nedeni Münih tren istasyonu projesini kendi kafasına göre değiştirmek isteyen Hitler'le anlaşmazlığa düşmesiydi. Anıtkabir projesinde uluslararası jürinin başkanlığını yapan Bonatz yaşamını 1954 yılına kadar Türkiye'de sürdürdü, ülkemizde birçok önemli yapı ve projeye imzasını attı. Kent plancısı ve mimarı Bonatz Bina Bilgisi kürsüsünde dersler vermiş, 1946-1954 yılları arasında mimari proje öğretmenliği yapmıştır.

Bonatz adı Almanya'da belki on yıldır dillerden düşmüyor. Onun önemli eserlerinden biri kabul edilen Stuttgart'ın 100 yıllık tarihi tren istasyonunu kısmen yıktılar. Yeni istasyon yeraltına inşa edileceği için Bonatz'ın istasyonu da bir 'shoppıng center' olup, işlevini tamamen yitirecek. Bugünkü 16 peronlu tarihi istasyonda her saat 40 tren durup kalkıyor. Bonatz'ın yapısı bugün bile Almanya'nın en dakik tren istasyonu olarak ünlü! Yerin altına inşa edilecek istasyon ise sadece 8 peronlu! Yer üstündeki raylar kalkınca boşalacak araziye sadece milyonerlerin satın alabileceği kadar pahalı, lüksün lüksü sayısız yapı kondurulup, projenin milyarlık kazanç kaymağını birilerinin yemesi sağlanacak! Projeye karşı çıkan binlerce insan 2009'dan bu yana aralıksız her pazartesi akşamı sokaklarda. Stuttgart parkında, iki yüzün üzerinde tarihi çınar yeraltı istasyonuna yer açmak için birkaç yıl önce yok edildi. Çimenlere oturarak ağaç kesimini engellemek isteyen genç, yaşlı insanları geri tepen binin üzerindeki polisin kaba kuvvet kullanması sonucu 450 kişi yaralanmıştı.

    Kentin altına ve Ulm yönündeki dağlara açılacak toplam 60 kilometrelik tüneller, yöre arazisinin büyük bir bölümü kireçtaşından oluştuğu için suyla karıştığı anda büyük riskler taşıyor. Budapeşte'den sonra Avrupa'nın ikinci büyük kaplıca kenti olan Stuttgart'ta bu projeyle şifalı yeraltı suları da büyük tehlike altında. Bütün bunlar niçin mi yapılmak isteniyor? Bu projeyle Paris-Budapeşte arasında trenlerin daha hızlı çalışacağı söyleniyor. Ancak 10 milyar Avro'luk Stuttgart-Münih bağlantısıyla iki kent arası 35 dakika kısalacakmış! Bugün hızlı trenler bu mesafeyi 2 saat 19 dakikada alıyor. Elimdeki Devlet Demiryolları kaynakları ise 1991 yılında ilk kez sefere konan hızlı ICE trenlerinin Stuttgart'ı Münih'e 2 saat 08 dakikada bağladığını kanıtlıyor. 1991'dan bu yana modernleştirilen super hızlı trenler 28 yıl sonra daha hızlı gideceklerine acaba niçin daha yavaş gidiyor? Nedeni çok basit. Projeye karşı çıkan Almanya tren sürücüleri sendikası yazılı soruma verdiği yanıtta: "Stuttgart-Ulm arasındaki rayların bakımına son on yılda yapılan yatırım hemen hemen sıfır olduğu için hattın büyük bölümünde ağır gitmek zorundayız," açıklamasında bulundu.

    2021‘de gerçekleştirilmesi düşlenen dev proje belki 2025’de bitecek. Bu çılgın demiryolu projesi bu arada insanları politikacılardan iyice soğuttu. Bonatz'ın tarihi istasyonunu kanatsız bir kuşa çevirmekte, çok riskli, altından kalkması gerçekten çok güç bir projeye olmayan milyarları yatırmakta inat edenler kenti ikiye böldü, gruplar oluştu, insanlar politize oldu. Hakkını arayan, kimi şeylerin en son ana kadar kendisinden gizlenerek, ona pek sorulmadan, tepeden inme yapılmasına karşı koyan Stuttgart insanı bir ilki başardı sayılır! Son 4-5 yıldır Almanya’nın değişik yörelerindeki projelerde "Ben bildiğimi yaparım" diyen, şeffalıktan kaçan yönetenlere artık karşı çıkan toplum hareketleri oluşmaya başladı. Bu gelişme Almanya’da politikacıları, proje uzmanlarını, üst düzey devlet memurlarını, idarecileri huzursuzlaştırdı. İlerde bir çok proje vatandaşa sorulmadan, bütün şeffalığı ile masaya yatırılmadan pek gerçekleşmeyecek gibi. Belki böylece bazı yandaşların çıkarı uğruna ortaya atılan ve bu nedenle de halktan gizli tutulan projeler artık ölü doğacak! Seçmen artık kuklalaşmak niyetinde değil. Bu her ülkede gerçekleşebilr, yönetenler uyguladıkları acımasız buldozer politikasının altında kalabilir.

www.ahmet-arpad.de