29 Eylül 2024

Kabakların en büyüğü

Aydınlık Avrupa, 29 Eylül 2024

Ahmet Arpad

Stuttgart'a 15 dakika uzaklıktaki Ludwigsburg Sarayı 18. yüzyıldan kalma 452 odalı barok bir yapı. Her yıl yüz binlerce turistin ziyaret ettiği Ludwigsburg porselen yapımıyla da ünlü. Rengârenk çiçeklerle dolu kocaman saray parkının bir köşesinde geçen ay ilginç bir sergi açıldı. İsviçre'nin Seegräben kasabasında çok değişik kabaklar yetiştiren Martin ve Bea Jucker kardeşler 1997 yılında çiftliklerinde açtıkları kabak sergisini 2000 yılında büyütüp Ludwigsburg'a taşımışlardı. Sarayın koskocaman parkında o günden bugüne her sonbaharda binlerce kabak sergileniyor. Bu yıl da irili ufaklı, şişman zayıf, uzun kısa, rengârenk 450 çeşit yaklaşık 500 bin kabak parkı silme kaplıyor!

"En büyük kabaklar bizde"

Türkiye'de kabak dendi mi, insanın aklına kabak dolması gelir, tatlısı gelir. Hepsi o kadar mı? Yemek kitaplarına bir göz atın, bakın kabakla daha neler neler yapılıyormuş. Kabağın zeytinyağlısı var, bayıldısı var, bastısını da unutmamak gerek. Sakızkabağından musakka yapıyorlar. Kabak reçeli için balkabağı yeğleniyor, üzeri cevizli, kaymaklı tatlısı için de. En lezizi için Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'nda. Öneririm.

Bahri Özdeniz 1943'te yazdığı "500 Yemek ve Tatlı Reçeteleri" kitabında balkabağından hoşaf da yapıldığını anlatıyor. Tatlısı için Çerkes kabağı ya da Helvacı kabağının da tercih edilebileceğini belirtiyor. "Sakızkabağından dolma hafif ve naneli olmak itibarıyla midevidir", diyor Özdeniz. "Matlup miktarda biraz yağlı cihetinden koyun eti makineden ince çekilmelidir."

Kabağın çekirdeği de var. Televizyonun henüz Türkiye'ye girmediği yıllarda ılık yaz akşamları açık hava sinemasına giden dar gelirli ailelerin vazgeçilmez eğlenceliği kabak çekirdeği idi. Sudan ucuzdu. Günümüzde ise yanına yaklaşılmıyor. Olmuş zengin eğlenceliği dar gelirlinin kabak çekirdeği! Mutfaklarında kabağa bizim kadar yer vermeyen Almanlar ve İsviçreliler ise pek tadı-tuzu olmayan Orta Avrupa kabakları ile son yıllarda yepyeni, fantezi yemekler yapmaya başladılar. "En büyük kabaklar bizim sergidekiler", diyor Jucker. Birkaç yıl önce 8 bin kabaktan oluşan 15 metrelik dünyanın en yüksek kabak kulesi de Guinness rekorlar kitabına girmişti.

"Kabak çiçeği gibi açtı"

Biz günlük yaşamımızda da "kabak" kelimesini çok sık kullanırız. Çok kişinin yol açtığı bir olayda sadece bir kişi zarar gördü mü: "Kabak onun başına patladı", deriz. Aniden değişen utangaç biri için "Kabak çiçeği gibi açtı", derler. Daha ellisine gelmeden saçları dökülenin kafası "kabak gibi" olur. Olgunlaşmamış, görgüsüz "kabak"ın davranışına "kabaklık" deriz. Esrar içen "kabak" denen nargileyi kullanırken "kabak çeker". Otomobil kazalarına sık sık "kabak" lastikler yol açar. Yönetenler kimi zaman "kabak kafalı" çıkar, yenilik getirmedikleri için de halkı usandırır, "kabak tadı verirler".

Ludwigsburg Saray Bahçesi'ndeki kabak sergisi bu yıl yirmi beşinci kez düzenleniyor ve yine on binlerin ziyaretini bekliyor. Kapıları 3 Kasım'a kadar açık. Serginin sonunda en büyük kabak tartılacak. 2022'de İtalya'dan gelen çiftçi Stefano'nun kabağı 1226 kiloydu. Geçen yıl 1052 kiloyla Bavyeralı bir çiftçinin kabağı kupayı kazanmıştı! İyice ‘şişmandı'! Çevresi de tam 5,72 metreydi...

22 Eylül 2024

Kendi "Doğru"larının İzinde: Burhan Arpad

Kültür & Sanat TV, 22 Eylül 2024

Alpay Kabacalı

Burhan Arpad, 1910'da Mudanya'da doğdu. Ticaret Mektebi'ndeki öğreniminin (1927) ardından, uzun süre memurlukla yazarlığı bir arada yürüttü. Edebiyatın çeşitli dallarında ürünler verdi, tiyatro eleştirileri yazdı. Birkaç yıl da yayıncılıkla...

Burhan Arpad, 1910'da Mudanya'da doğdu. Ticaret Mektebi'ndeki öğreniminin (1927) ardından, uzun süre memurlukla yazarlığı bir arada yürüttü. Edebiyatın çeşitli dallarında ürünler verdi, tiyatro eleştirileri yazdı. Birkaç yıl da yayıncılıkla uğraştı. 1947'de gazeteciliğe başladı; Memleket, Hürriyet, Vatan gazetelerinde muhabir ve röportaj yazarı olarak çalıştı. 1962'de Vatan'da başladığı köşe yazarlığını gazetecilikten ayrıldığı 1962'ye kadar sürdürdü. 1978-1991'de Cumhuriyet'te haftalık köşe yazıları yayımlandı.

Öykü, gezi (Gezi Günlüğü adlı kitabıyla 1963'te Türk Dil Kurumu ödülünü kazandı), tiyatro yaşamı ve eleştirisi, roman alanlarında birçok yapıtı, anıları (Hesaplaşma, 1976), makalelerini derleyen kitapları yayımlandı. Ayrıca, pek çok yabancı yazarın ürünlerini Türkçeye çevirdi. Burhan Arpad'ı 1994'te yitirdik.

"Kafka, Türkiye'ye Fransa üzerinden geldi. İkinci Dünya Savaşı sonlarında Fransa'da ün kazanmaya, etkin olmaya başlayınca Fransızca bilen arkadaşlarca Türkçeye çevrildi."

Karşılıklı oturalı beş dakika bile olmamış. Ben ilk sorumu yöneltmeye hazırlanırken Burhan Arpad, Kafka'ya kadar uzanmış. Teybin düğmesine bastım. O, konuşmasını sürdürdü:

"Kafka'nın kitaplarının bugün övüle övüle bitirilemeyen tekdüze dünyası, bir toplumsal gerçekten yola çıkıyor; ilerlemiş bir kapitalizm içinde daraşmalık bir bürokrat havası veriyordu. Varolan bir toplumu, kafasında hayaller kurarak yeniden yaratır Kafka; sağlıksız bir dünyası vardır. Türkiye'de hemen kabul edildi... Ionesco da öyle oldu, o da Fransa'dan geldi... Böyle bir eğilim var. Batı ülkeleri herhangi bir yazarı benimseyince, o yazar bizde de tutuluyor."

Bu yazarların İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa'sında geçerlik bulmasını, Fransa'nın o dönemdeki ikilemiyle açıklıyor Burhan Arpad:

"Burjuvazisi parlak zamanlar yaşamış, burjuva kültürünü doruğuna ulaştırmış 'Büyük Fransa' geride kalmıştı. Bu kadar kültürlü bir toplum, kendi burjuva düzeninin ortadan kalktığı, yeni bir dünyanın silah ya da ordu gücüyle Budapeşte'ye kadar dayandığını görüyor. İşte o koşullar, 'anti-tiyatro', 'absurde' (uyumsuz) tiyatro gibi arayışları, gerçeküstücülüğü öne çıkarıyor. Bunlar Fransa için, benzeri toplum ve kültür düzeninde ülkeler için olağan. Tam 'tahlil'ini sosyologlar yapsın..."

Gelelim 1940'lar Türkiye'sine. Burhan Arpad'a göre o yıllarda, bütün ekonomik yoksunluklara karşın, sağlıklı bir toplum yapımız vardı. Edebiyat alanına girenler bir "ara nesil"dendi;

Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e geçiş çağını yaşamıştı bu kuşak... Sonra, "Cumhuriyet'in onuncu yıl şenliklerinin coşkusu... Orkestralar, operalar... Havai fişekler, fener alayları... Şarkılar sokaklarda... Yepyeni bir toplum... Ben de bu kutlama törenlerini görmüş, o heyecanı duymuşumdur."

İşte o ortam içerisinde, sonradan "1940 Kuşağı" olarak adlandırılacak edebiyatçılar yetişiyor:

"Bizim 1940 Nesli'nin bir özelliği vardır. Çoğu ya küçük memur ya taşralarda öğretmen ya Sait (Faik) gibi işsiz güçsüzdü. Bir bağlantıları yoktu. Yedi Meşale'ciler gibi birlikte davranma filan da sözkonusu değildi. Orada burada, dürtüyle, istekle yazmaya başlamışlardır. Mektuplaşarak, tanışarak birlikteliği sürdürmüşlerdir. Tuhaf bir nesildir bu. Mesajla, bildiriyle, inkârla, kavgayla, gürültüyle ilişkisi yoktur. Teker teker adları duyulmuştur. Bir Sabahattin Ali çıkmıştır, bir Kemal Bilbaşar, bir Samim Kocagöz, bir Sait Faik, bir Orhan Kemal... Günün birinde birisi kalktı, '40 Kuşağı' dedi. Yeri yurdu, dergisi olmayan bir kuşak... Yalnız okurun desteği vardı."

Dergi sözü edilince, Ocak 1940 – Nisan 1940 arasında dört sayı çıkan İnanç'ı soruyorum. Derginin "müessisi" (kurucusu) Burhan Arpad'dır, sayısı 15 kuruştur. İnanç ayda bir çıkar, "sanat-fikir- aktüalite"ye yer verir.

"Hümanist fikirleri vermek amacıyla çıkarıyorduk. Aynı zamanda biçimine de özen gösterirdik. Kuşe kapaklıydı, dizgi baskısı o zamanki tekniğe göre çok temizdi. İlk sayısını 3 bin bastık. Bu, büyük bir tirajdı. Dergi tutuldu, dördüncü sayı 4 bin basıldı... Ancak, beşinci sayı matbaada kaldı. 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' başlıklı bir yazı yazmıştım. Stalin'in Finlandiya'yı işgalini hafifçe eleştiren imzasız bir yazı. Bu yazı yüzünden, dergiyi birlikte çıkardığımız arkadaşla kavga ettik. İmtiyaz onun üzerinde olduğundan, bir daha çıkmadı. Çıksaydı, daha da yararlı olabilirdi."

Burhan Arpad'ın yayıncılığı da var. Salah Birsel'le birlikte kurdukları ABC Kitabevi'nin "20. Yüzyıl Dünya Edebiyatı Serisi"nde İstrati, Silanpaa, Joseph Roth, Duhamel, J. Haşek'ten çeviriler yayımlanmış. Türk Yazarları dizisinde ise Ziya Osman Saba'nın ve Necati Cumalı'nın şiirleri, İhsan Devrim'in öyküleri, Nurullah Berk'in Sanat Konuşmaları, Aşot Madat'ın Sahnemizin Değerleri, Faris Erkman'ın büyük gürültüler koparan En Büyük Tehlike'si çıkmış... Birkaç yıl sonra Arpad Yayınevi'ni kurar. Onu da kapatıp gazeteciliğe başlar. Ama çeviri çalışmalarını uzun yıllar sürdürür, yirminin üzerinde kitap çevirir:

"Okuyup sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim. Dört yazar alalım. Bir Thomas Mann, liberal ekonominin, sosyal demokrat kafanın doruktaki yazarlarından. Bir Anna Seghers var; o, inançlı bir sosyalist. Ama edebiyatçı prizmasından geçirerek anlatıyor. Bir Remarque var, sonuna kadar antifaşist, antimilitarist. Bir Stefan Zweig, bambaşka bir açıda. Bunların ortak nitelikleri, hümanist olmaları."

Anlaşılacağı gibi, Burhan Arpad, Batı'dan etkilenmeye karşı değil: "Çeviri edebiyat olmadan dünya edebiyatından söz edilemeyeceğine göre, dünya edebiyatının sağlam örneklerinin çevrilip yayımlanması, sağlıklı bir Türk edebiyatı için gerekli. Bütün sorun, seçmek. Toplumumuzun koşullarıyla o toplumun koşullarını karşılaştırarak doğruyu bulmaya çalışmak."

Buna karşılık, günümüzde kimi genç yazarların yanlış etkiler altında olduğuna inanıyor:

"Ad vermeyeyim", diyor. "Birkaç yazarı okudum. Anlatımları ilginç. Belki çok güzel yazıyorlar, fakat işte o kadar... Bence resim de, edebiyat da bir şeyler söyler. Oysa bunlar hiçbir şey söylemiyor. Yabancı dil bildikleri için kendi dillerinden ya da çevirisinden okudukları ürünlerin etkisi altında kalmışlar, onlara benziyorlar. Biz, o toplumlar değiliz. 1950'lerin, 60'ların toplumu da değiliz... Bir takım hastalıklar yaşandı. Hasta toplumun özürleri edebiyata da yansıyor. O bakımdan, fazla bir şey söyleyemiyorlar. Dünya görüşleri de biçimden öteye geçmiyor."

Uzun yıllar gazetecilik yapan, muhabirlikten köşe yazarlığına kadar basının çeşitli kademelerinde çalışan Burhan Arpad, gazetecilerin sosyal güvenlikten yoksun, kötü koşullar altında yaşadığı yılları uzun uzun anlatıyor. "Ama, gazeteciliğin heyecanı da vardı o yıllarda... Bazı mesleklerde durmadan vermek gerekir. Vermek, kazandırır. Gazetecilik de bunlardandır."

Arpad'ın eylemli gazetecilik dönemine ilişkin en ilginç anısı, İkinci Dünya Savaşı'nın ünlü casusu Çiçeron'u ilk kez "keşfedip" Vatan'da açıklaması olayı. Bir Alman gazetecisinden aldığı bilgi kırıntılarından yola çıkarak, İstanbul adliyesinde "sahte sterlin" davasından yargılanan İlyaza Bazna'nın gerçek kimliğini, yani ünlü casus Çiçeron olduğunu ortaya koyuyor. Okurları, Arpad'ın Cumhuriyet'te haftada bir yayımlanan "Hesaplaşma" köşesinde en çok "Yok edilen İstanbul" üzerinde durduğunu bilirler. Konuşmamızda da söz, dönüp dolaşıp bu konuya geliyor. Arpad, duyarlılıkla ele aldığı "İstanbul yağması"nı şöyle temellendiriyor:

"Osmanlılar, yerleşik ve üretken yaşamamış. Ganimetler almış, baç almış, bunlarla geçinmiş... Bir talan düzeni bu. Bugün de aynı anlayış yürürlükte. Herkes 'avanta' peşinde. Hayali ihracat, bunun bir versiyonu. Ne burjuva, ne üretici olabilmişiz. Bunun sonu nereye varır, bilemiyorum. Sosyologlarımız 'Asya tipi üretim biçimi' diye kafa yoracaklarına, Türkiye'nin şu gerçeğini görseler de, bunun üzerinde tartışılsa!"

Bugün, İstanbul'un yok olmaktan kurtarılması sözkonusu olunca, iki kişinin, Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan ile Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Başkanı Çelik Gülersoy'un adları anılıyor. Burhan Arpad'ın bu iki ad üzerindeki görüşleri?

"Çelik Bey için iki görüş öne sürülüyor. Yaptıklarına 'fantazi' diyenler var. Geniş bir kesim ise, yaptıklarını olumlu buluyor. Ben de bunlardanım. Çelik Bey şehirci değil, mimar değil. İstanbul'da büyümüş ve kimi görüşleri benimsemiş olmasıyla iyi niyeti birleşiyor. Birçok şeyi kurtarıyor. Öteki ise yıkıyor, İstanbul'u yok ediyor!"

Burhan Arpad'ın evinden ayrılırken kulağımda şu cümleleri yankılanıyor:

"Ben namuslu olmaya çalışan bir yazarım. Hikâye de yazarım, roman da, köşe yazısı da... Röportaj da yaparım... Yeter ki yazarlığımı sürdürürken kafamdaki doğrulara dayanayım."

O bir süs köpeği

Cumhuriyet, 22 Eylül 2024

MÜNİH – AHMET ARPAD

O küçücük, çok tüylü, yuvarlak başlı, kısa burunlu. O bir süs köpeği. Bir fino! Tahta sıraya uzanmış, başını dini şarkılar kitaplarına dayamış bir güzel uyukluyor. Papaz efendinin duaları, insanların ona eşlik etmesi, hep bir ağızdan söylenen şarkılar hiç umurunda değil. Kilisenin dini resimlerle süslü yüksek duvarlarında orgun sesi yankılanıyor. Tütsünün geniz yakan dumanı kubbelere yükseliyor. Tanrı'nın oğlu tepeden olup bitenleri izliyor, küçük kanatlı tombul melekler kar beyazı bulutlar arasında uçuşuyor. Altın şamdanlardan yayılan mum ışığı papaz efendinin mutlu yüzünde yansıyor. Kiliseyi ağzına kadar dolduran her yaştan insan onunla İsa'sına erişiyor...

Tüylerine ak düşmüş fino köpeği bütün bu olup bitenleri umursamıyor! O, düşlere dalmış. Yanında oturan yaşlı mı yaşlı, kara giysili kadın finosunu okşarken bize gülümsüyor. Az sonra dualar, şarkılar sona eriyor. Beyazlara bürünmüş papaz efendi yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü bir sesle İsa'dan, Meryem'den söz ediyor. İnsanlar huşu içinde papaz efendiyi dinliyor. Yaşlı köpek uyuklamasını sürdürüyor...

Başlar eğik, boyunlar bükük. Çoğu güney Bavyera'nın yöresel giysileri içinde, bayramlıklarını giymiş kadınlar, erkekler. Yaşlılar, gençler, çocuklar. Korodan son ilahiler yükseliyor. Papaz efendi hafifçe eğilip cemaati selamlıyor ve küçük bir kapının ardında gözden kayboluyor. İnsanlar yerlerinden doğruluyor, ağır ağır çıkışa doğru yürüyorlar. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengârenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar, ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük kara giysili rahibeler, gururlu yöresel politikacılar...

Doruğu üç bin metreyi bulan Zugspitze o gün kara bulutlar arasında. Münih yönü ise güneşli, gökyüzü masmavi. Avusturya sınırı taş atımı ötede. Garmisch'te tarihi Aziz Martin kilisesinin önü kalabalık mı kalabalık. Ayinden çıkanlar hemen eve gitmiyor. Az önce başları eğik, huşu içinde İsa ile Meryem'e dua edenler şimdi keyifli mi keyifli. Kahkahalar havada uçuşuyor.

Finonun mutluluğu gözlerinden okunuyor

Birden çan sesleri kilisenin yüksek kulesinden tüm Garmisch'e yayılıyor. Kulakları sağır edecek neredeyse. Az önce kahkahalar atan insanlar susuyor. Beyazlar içinde papaz efendi, peşinde çocuklar kiliseden çıkıyor. Sağ eli havada gülümsüyor, ona saygıyla bakanları selamlıyor. Ağır ağır yürüyor, uzaklaşıyor. Kilisede yanımızda oturmuş olan yaşlı kadın küçük köpeği kucağında bize sokuluyor. "Artık eve gidiyoruz diye seviniyor", derken gülümsüyor. Finonun mutluluğu gözlerinden okunuyor. Tüylerini okşuyoruz ve papaz efendinin peşinden gidenlerin arkasına takılıyoruz.

Bir anda hava açıyor, dağın doruğundaki kara bulutlar kayboluyor, güneş çıkıyor. Gökyüzü şimdi Bavyera mavisi! Birahane bahçeleri çabucak doluyor. Ünlü pastane Krönner'in masalarına yerleşmiş Kuzey Almanyalı turistler dağ havasını ciğerlerine çekiyor. Biz ise besteci Richard Strauss'un villasını ziyarete gitmeye karar veriyoruz. Ülkemizde daha çok Rosenkavalier operasıyla tanınan Strauss'un Hofmannsthal ve Max Reinhardt ile birlikte ünlü Salzburg Festivali'ni kurduğu pek bilinmez. 1908'den 1949'daki ölümüne dek yaşadığı iki katlı, kuleli villadaki Strauss Enstitüsü'nün arşivi herkese açık.

Güney Bavyera'ya gelmeye hep değiyor...

2 Eylül 2024

Burhan Arpad

Sincan İstasyonu Dergisi Eylül – Ekim 2024

İnandığı yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısı
Burhan Arpad

Ahmet Arpad

Beyoğlu'ndaki Melek Sineması'nda 1934 yılında gösterilen "Kadınlara İnanmam" adlı film babam Burhan Arpad'ın yaşamında çok önemli bir rol oynamıştır. Dönemin ünlü tenorlarından Viyanalı Richard Tauber'in başrolünü oynadığı filmi seyreden Burhan Arpad Almanca öğrenmeye karar verir. Hemen Alman Lisesi'ndeki kurslara yazılır. Bu çabasını aralıksız beş yıla yakın sürdürür. Aynı zamanda Tünel meydanındaki Aşkenaz Yahudisi İzidor Karon'un 1923'de açtığı Alman Kitabevi'nin sürekli müşterisi olur. Buradan aldığı Almanca dergi ve kitaplarla birkaç yıl içinde Almancasını ilerletir. Cibali Tütün Fabrikası'ndaki muhasebe memurluğu görevini bırakıp Tekel Genel Müdürlüğü'nün mutemeti olarak yaşamını sürdürür. Bu görevinin yanısıra 1936'da Vakit Gazetesi'nde gazeteciliğe ilk adımlarını atar.

1938 yılında evlenmesinin ardından o yıllarda Taksim'de yeni kurulan Talimhane'nin modern apartmanlarından birine taşınır. İlerde anlattığına göre buraya gelmesinin tek nedeni 'kentin sanat yaşamına yakın olmak isteği'dir. Beyoğlu sinemaları, tiyatro ve konser salonları, sanat galerileri, şık mağazaları ve o günlerin aydınlarının sık sık bir araya geldiği pastaneleriyle onu bekliyordur. Beyoğlu'ndaki Nisuaz Pastanesi, 1930-1950′ler arası edebiyatçıların uğrak yeriydi. Nisuaz'ın müdavimleri Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Kudret Aksal, Asaf Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino, Orhon Murat Arıburnu ve Sabahattin Ali gibi şairler, yazarlardı. Çaylarını yudumlarken birbirlerine yazdıklarını okuyan edebiyatçılar, pek çok derginin yayın toplantısını da Nisuaz'da yapardı. Hilmi Ziya'nın "İnsan" ve Burhan Arpad'ın "İnanç" dergilerinin temelleri burada atılmıştı.

Amacı hümanist görüşler yaymaktı

1940-1941 yıllarında Hulusi Dosdoğru'yla ortak yayımladığı ve sadece 20 sayı basan aylık 'İnanç' dergisi için anılarında şöyle der: "Bu dergiyi hümanist görüşleri yaymak amacıyla çıkarıyorduk…" Daha sonraki yıllarda 'Yurt ve Dünya', 'Adımlar', 'Yığın' dergilerine öyküler ve eleştiri türünde yazılar verir. 1943 yılı Burhan Arpad'ın çevirmenliğinin başladığı yıldır. Çeviri dünyasına ilk adımlarını Stefan Zweig'ın ‘Yıldızın Parladığı Anlar‘ ve Joseph Roth'un ‘Eyyub‘ yapıtlarını Türkçe'ye kazandırarak atar. Onları, öncelikle Remarque ve Zweig olmak üzere Alman dili edebiyatının sayısız ünlü yapıtı takip eder. "Sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim", diyen Burhan Arpad'ın, dilimize kazandırdığı kırka yakın roman ve öykü kitabının yazarlarının ortak yanı insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışsever olmalarıdır. 40 yıl boyunca aralıksız yaptığı çeviriler ona Almanya'dan, Bulgaristan'dan ve Avusturya'dan değerli ödüller ve madalyalar getirmiştir.

1940'lı yıllar Türkiye ve Türk düşünürü için önemli yıllardır. Sosyal gerçekçi akımın peşinden giden ve yürüdükleri yolda engellerle karşılaşan aydınlar arasında direnebilenler arkalarında, günümüzde de sevilerek okunan başarılı yapıtlar bırakmıştır. Bu çevrenin içine giren Burhan Arpad'ın o yıllardaki en önemli dostlarından biri sosyal gerçekçi akımın öncü yazarlarından kabul edilen Samim Kocagöz'dür. Aynı süreçte Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık da yakın dostları arasındadır. Behice Boran, eşi Nevzat Hatko ve çevrelerindeki aydınlarla sık sık Taksim Talimhane'deki katında ve Küçüksu'nun yamaçlarındaki yazlığında buluşup görüşürler. İlerde bu dostlar çevresine, hapisten yeni çıkmış Ruhi Su da katılır. Dönemin aydın çevresi, kimi eleştirilere ve yaşadıkları sorunlara karşın birbirinden kopmaz, değerli dostluklar onlarca yıl sürer gider. İhsan Devrim ve Salâh Birsel'le 1943'de ortak kurdukları ABC Kitabevi 4 Aralık 1945'de Tan Gazetesi saldırısından nasibini alır, tahrip edilir.

Büyük kentin toplumsal olaylarını ele aldığı "Şehir – 9 Tablo" ve "Dolayısıyla" bu dönemde yazdığı ve defalarca baskı yapan önemli yapıtlarıdır. Oktay Akbal ilerde Vatan gazetesindeki köşesinde şunları yazar: "Arpad'ın insanlarını küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır." Burhan Arpad aynı süreçte Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde başlattığı dünya klasikleri dizisine de çevirileriyle katılmıştır.

Festivallere davetler

Almancanın yanısıra Fransızca da bilen Arpad 1948 yılında gazeteci olarak ilk kez yurtdışına çıkar. Amacı davetli olduğu Salzburg Festivali'ne katılmaktır. Haftalar geçirdiği Salzburg'a ilerki yıllarda da sık sık uğrar. Burhan Arpad'ın İstanbul'dan sonra en çok sevdiği kent ise Viyana'dır. Bu Tuna kentini yaşamı boyunca sayısız kez ziyaret eder, bakanlıklarda dostlar edinir, Stefan Zweig Cemiyeti'nin onur üyesi olur, tiyatro, opera ve operetlerden çıkmaz.

1952'de Seda Simavi'nin Hürriyet'inden ayrılıp Ahmet Emin Yalman'ın Vatan Gazetesi'ne geçen Burhan Arpad, o yıllarda sürekli yaptığı Avrupa yolcuklarından izlenimlerini değişik kitaplarda toplar. Yaşamındaki en önemli olaylardan biri de 1952 yılında Lütfü Akad, Aydın Arakon, Orhan Arıburnu, Hüsamettin Bozok, Hıfzı Topuz ile birlikte kurduğu "Türk Film Dostları Derneği"dir. Bu yürekli insanların yaşama geçirdiği TFDD sinemamızın sorunları üzerine çalışmalar yapar, raporlar hazırlar ve 1953–1955 yılları arasında üç "Türk Film Festivali" düzenler.

Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar

1950-1960 arası yılları Burhan Arpad için çok verimli geçer. Gazete yazılarının, sayısız yurtdışı yolculuklarının, tiyatro ve sinema eleştirilerinin, çevirilerin yanısıra Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar da kaleme alır. 1920'li yıllardan başlayarak birebir içinde yaşamış olduğu İstanbul'un tiyatro yaşamını 'Operet – 8 Tablo', 'Oyun – 6 Tablo' ve 'Son Perde – Komik Naşit Beyin Hikayesi' adlı kitaplarında toplar. Bu yapıtlarında Arpad on yaşından başlayarak yakından tanıdığı Direklerarası'nı, Darülbedayi-i Osmani'yi, Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları Topluluğu'nu, Cemal Sahir Opereti'ni, Muhlis Sabahattin'i, Şehir Tiyatrosu'nu, İstanbul Opereti'ni, İstanbul Tiyatrosu'nu, Karaca Tiyatrosu'nu röportaj-öykü diyebileceğimiz bir anlatımla okurlara sunar. Uzun yıllar dostluklar kurduğu sanatçılar arasında Naşit, Hasan Efendi, Behzat Butak, Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu, Raşit Rıza, Hazım Körmükçü, Rey kardeşler, Cahide Sonku, Toto Karaca, Ali Sururi, Muammer Karaca gibi Türk tiyatrosuna büyük emekler vermiş ünlü isimler 'Perde Arkası' (Doğan Kitap) yapıtında yer almaktadır.

1960'lı yıllar sadece Türkiye politikasına yenilikler getirmemiş, toplum yaşamı da 27 Mayıs'la başlayan değişimlerle büyük bir sınavdan geçmiştir. Burhan Arpad çalıştığı Vatan Gazetesi'nin 1961 yılında kapanmasıyla gazeteciliğe bir süre ara verir. Gelecek yıllardaki çalışmalarının odak noktasını yine Alman dili edebiyatından yaptığı çeviriler oluşturur. Burhan Arpad 1950'den başlayarak her yıl sürekli katıldığı Berlin Film Festivali'nde 1961 ve 1964 yıllarında jüri üyeliği de yapmıştı.

"Alnımdaki Bıçak Yarası"

Yaşamı boyunca toplumcu ve gerçekçi akımdan hiç şaşmayan Arpad'ın 1968'de kaleme aldığı, İstanbul'un kenar mahallerinde yaşayan küçük insanların sorunlar dolu dünyasını sanki aralarında yaşarmış gibi anlattığı "Alnımdaki Bıçak Yarası" adlı romanı bugüne dek güncelliğini hiç yitirmemiş, iki kez filme de çekilmiş, hep canlı kalmış bir yapıttır. "Taşı Toprağı Altın" adlı kitapta topladığı İstanbul öykülerinde büyük kentin küçük insanlarının yaşamını anlatırken, toplumcu gerçekçi akımdan yine sapmaz. Aynı başarıya 1979-1991 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "Hesaplaşma" köşesinde de ulaşmıştır. Burhan Arpad yoğun yazın çalışmalarının yanında, bir ekolojist olarak, yaşamının tümünü geçirdiği İstanbul'un çevresel sorunlarını, Cumhuriyet'teki öykü tadındaki köşe yazılarında irdelemiştir.

Çok yönlüydü, ilkelerinden ödün vermedi, çıkarları uğruna hiç kimseye sokulmadı, her dönemde sadece kaleminin gücüyle ayakta kalmasını başardı. 1936 yılında Vakit gazetesinde başlayan basın emekçiliğinde olsun, tiyatro yazıları ve eleştirilerinde olsun, toplumcu ve gerçekçi öykülerinde olsun, doğru bildiği yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısıydı. Gazetecilik-yazarlık çizgisinde hep iyiye, estetiğe önem veren bir titizlik içinde kendini yönlendirmesi yapıtlarına evrensel bir nitelik kazandırmıştır…

Babamla gurur duyuyorum!

1 Eylül 2024

Sarayda süpürgeler

Aydınlk Avrupa, 1 Eylül 2024

Ahmet Arpad

Bundan çok yıllar önce Stuttgart'a yerleştiğimde ilk öğrendiğim ilginç şeylerden biri kira sözleşmesinde yazan "merdivenlerin ve kaldırımın temiz tutulmasından kiracı sorumludur" maddesiydi. Sırası gelen kiracı eline süpürgesini alıp ortak merdivenleri, binanın önündeki kaldırımı tüm hafta boyunca temiz tutmak zorunda. Yaz, kış demeden. Karlı buzlu günlerde sabahın köründe, gerekiyorsa kahvaltıdan önce, yayalar ayakları kayıp düşmeden, kaldırım tertemiz olmalı. Kiracı, eğer oturduğu binanın iç avlusu varsa, orasını da süpürüp temizlemek zorunda. Sözleşmesindeki sorumluluğunu bir süre yerine getirmedi mi ev sahibi onu evden atabiliyor. Çok daireli apartmanlarda bu görevi üstlenen, çoğunlukla yabancıların kurduğu 'temizlik şirketleri' var. Her şey Württemberg dükü Eberhard Ludwig'in 12 Ocak 1714 tarihli 'temizlik' genelgesiyle başlamış! Dükün amacı insanlarını düzene ve temizliğe alıştırmakmış. Fransa'nın Güney Almanya sınırındaki Elsas ve Lothringen bölgesi 1871 ile 1918 tarihleri arasında Alman topraklarına katılınca temizlik genelgesi yöre halkına da uygulanmak istenmiş. Fakat Alman yöneticiler bunu Fransızlara bir türlü kabul ettirememiş!

Ağaçların ardında, ötelerde, Tuna nehri geniş vadide ağır ağır süzülüyor. Tepede, sırtını kara çamların örttüğü yamaca dayamış barok Mochental sarayı yükseliyor. Yüzyıllar boyu Zwiefalten manastırındaki piskoposların dinlenceye gelmiş olduğu saray 1985'ten bu yana güzel bir kilisenin yanı sıra büyük sanat galerisiyle, Almanya'nın ilk süpürge müzesini de barındırıyor. Karlsruheligalerist Schrade sarayın büyük salonlarında sürekli düzenlediği sergilerde postmodernizminden günümüze, tablolardan heykellere, çok değişik sanat yapıtlarına yer veriyor. Saray kilisesi de caz konserlerine ve kitap okuma akşamlarına açık. Alt katın bütün salonlarını kaplayan süpürge müzesi görülmeye değer. Ewald Karl Schrade 1970'li yılların sonunda çok ilgisini çeken bir süpürgeyi satın alıp evine götürürken günün birinde müze kuracağını aklının köşesinden bile geçirmemiş.

Aradan geçen yıllarda dünyanın dört bir yanından dostları süpürge yollamış, kendi satın almış, böylece sayıları yüzleri geçmiş. Sağda süpürge, solda süpürge, duvarlarda süpürge, yerlerde süpürge. Ne de çok çeşidi varmış! Sapları kayın ağacından ve bambudan, hindistan cevizi ve hurma ağacı kabuğundan, fil kuyruğu ve samur derisinden, Kenya maymununun kuyruğundan... Süpürge otu yerine tavus kuşu ve deve kuşu tüyleri, kaz kanatları da kullanılmış. İçlerinde bazıları var, sapları gümüş kaplama. Onlara aşık olmamak elde değil. Temizlik insanoğluna her çağda gerekli. Firavunlar süpürgeye meraklıymış, Çin İmparatorluğu'nun insanları, Sezar'ın Roması da. Süpürge, yaşamımızda vazgeçemeyeceğimiz dostlarımızdan biri. Bir an için İstanbul'daki üniversite yıllarımda Laleli'de her gün önünden geçtiğim süpürgeciler çarşısı canlandı!

Dışarda güneşin son ışınları. Karaormanların doğası yavaş yavaş bambaşka renklere bürünüyor, yavaş yavaş kararıyor, uykuya hazırlanıyor. Sarayın büyük avlusunda iki tavus kuşu geziniyor. Kanatlarını açmışlar, rengârenk kuyruklarını kaldırmışlar. Sanki büyülenmişler.