27 Şubat 2022

Stefan Zweig ve Viyana

Toplum Gazetesi, ALMANYA, 27 Şubat 2022

Stefan Zweig, geçtiğimiz yüzyıl Alman dili edebiyatının en değerli yazarlarından biriydi. 23 Şubat 1942'de, seksen yıl önce dünyamıza veda etmiş olan değerli yazar 38 yaşında, ününün doruğuna ulaşacağı Salzburg'a yerleşse de hep içten bir Viyanalı kalmıştı...

Viyana'da kalburüstü ve varlıklı insanların yaşadığı Schottenring bulvarında 14 numaradaki gösterişli binada 28 Kasım 1881 günü dünyaya gelen Zweig daha sonra ailesiyle Concordia Alanı 1 ve Rathaus Caddesi 17 adreslerindeki apartmanlarda yaşar. Üniversite yıllarında yavaş yavaş ünlenmeye başlayan genç yazar ve ve şair 1907'de ailesinin yanından ayrılır, Kochgasse 8 numarada kendine bir kat tutar. Zweig üniversitedeki derslere pek katılmaz, günlerini daha çok Viyana'nın kahvehanelerinde, konser salonlarında ve tiyatrolarında geçirir.

O yıllarda genç Zweig'ın ilgisini Rainer Maria Rilke ve Hugo von Hofmannsthal'ın yapıtları çeker. Lise öğrencisiyken yazdığı şiirler Viyana'nın edebiyat dergilerinde yayınlanır. 1901 yılında "Gümüş Teller" adıyla kitaplaştırılan şiirler Zweig'ın ilk yapıtıdır. Yine aynı yıllarda Wiener Zeitung genç edebiyatçının kültür makalelerini basmaya başlar. Theodor Herzl'in redaktörlüğünü yaptığı Neue Freie Presse de Stefan Zweig'ın makalelerini yayınlamaktadır. Aynı günlerde Emil Verhaeren'i okumaya başlayan Zweig Belçikalı edebiyatçının yapıtlarını Almanca'ya çevirmeye, onu Avusturya'da tanıtmaya karar verir. Verhaeren'in romanlarını basacak Viyanalı yayıncılar ve oyunlarını sahneleyecek tiyatrolar arar. Stefan Zweig o günlerde Fransız yazar Romain Rolland'la da dostluk kurar. Genç Viyanalı pasifist Rolland'ın görüşlerine hayrandır. Bu dostlukları otuz yıla yakın sürer, birbirlerine karşılıklı sekiz yüzün üzerinde mektup yazarlar. Rolland'la yazışmalarında veya sohbetlerinde konularının ağırlığı Avrupa kültürü, edebiyatı ve politikasıdır. Genç Zweig kendisinden on beş yaş büyük Fransız yazarın etkisinde kalmaya başlar.

O yıllarda Viyana kültür dünyası genç üniversite öğrencisine geleceğin önemli edebiyatçılarından biri gözüyle bakmaya başlar. Mart 1903'de Hermann Hesse'ye yazdığı bir mektupta Zweig şöyle der: "Yurtdışında çok kişi Viyana'da edebiyatı sadece bir kahvehanede toplanan edebiyatçıların gerçekleşirdiğini sanıyor." Genç edebiyatçı Viyana kahvehanelerine sık sık uğrasa da hiçbir zaman oraların devamlı müşterisi olmaz. İlk başarıları genç Stefan'ın gözünü kamaştırmaz, Berlin'e yerleşmeye karar verir, çünkü o Almanya'nın başkentinde kendisini bambaşka bir sanat ve kültür geleceğinin beklediğine inanmaktadır. Felsefe öğrenimini Berlin Üniversitesi'nde sürdürür, ancak birkaç yıl sonra doğduğu kente döner ve yüksek öğrenimini 1904 yılında Viyana Üniversitesi'nde tamamlar. Aynı yıl Zweig'ın ikinci yapıtı olan "Erika Ewald'ın Aşkı" yayınlanır.

1912 yılında tanıştığı evli, iki çocuklu Friderike Maria Winternitz'le sık sık Kochgasse'deki evinde buluşurlar, ancak bu birliktelik Zweig'ın 1913'de Paris'te genç Marcelle'i tanımasıyla sarsıntı geçirir. Zweig bir ara kendinden bir yaş küçük bu kızdan çocuk sahibi olmayı düşünse de çabucak bu düşüncesinden vazgeçer. Baba olmak sorumluluğunu taşımak istemez. İlişkilerinin sürebilmesi için Friderike'den kocasından boşanmasını talep eder. İki çocuklu Friderike boşanma davası açar, Zweig da Parisli genç aşkından ayrılır. O günlerde başlayan Birinci Dünya Savaşı nedeniyle resmi boşanma ancak 1920 yılında gerçekleşir. Stefan Zweig 12 Kasım 1914 günü Savaş Bakanlığı'nın arşivinde göreve yollanır. İlk günlerin vatanseverliği çabucak savaş karşıtlığına döner. İşte o yıllardır Zweig'ı 'barışsever, hümanist ve Avrupa aşığı' bir yazar yapan!

Viyanalının tiyatroya bağlılığı olağanüstüydü

Viyana, Stefan Zweig'ın gençliğini ve yazarlığının başlangıç yıllarını geçirdiği, deneyim kazandığı kenttir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun başkentinde insanlar aşırı bir istekle kültüre düşkündü. Haydn, Mozart, Gluck, Beethoven, Schubert, Brahms ve Johann Strauss gibi olağanüstü sanatçıların bu Tuna kentinin çocukları olması boşuna değildir! Onlar Viyana'dan dünyaya ışımışlardı. Avrupa kültürünün bütün sanat akımları bu kentte birleşmişti. Stefan Zweig Viyana insanını şöyle anlatır: "Bu kentin insanları ağzının tadını bilir, şarabın iyisine, biranın lezizine, değişik hamur tatlılarına ve pastalara çok ilgi duyar." Onun yetiştiği ortamda Viyanalı sabah gazeteyi eline alınca politika ve dünya olaylarından önce tiyatrolarda neler oynandığına bakardı, çünkü tiyatro kentlinin yaşamında çok önemli bir yer tutardı. Zweig anılarında şöyle devam ediyor: "Başbakan veya zengin bir soylu Viyana sokaklarından geçerken kimsenin gözüne çarpmayabilirdi, ancak bir aktör, bir tenor veya soprano her satıcı kız veya faytoncunun hemen dikkatini çekerdi. Bizim çocukluğumuzda onlardan birine rastlamak övünerek anlatılacak bir olaydı!"

Zweig'ın yetiştiği yıllarda sahne oyuncuları Adolf von Sonnenthal'ın berberini veya Josef Kainz'ın faytoncusunu çoğu Viyanalı tanırdı. Büyük bir tiyatro adamının jübilesi veya gömü töreni günlük politikayı gölgelerdi. Stefan Zweig anılarında ilginç bir şeyden söz eder: "Bizim aşçı kadın bir gün koşarak odaya girmiş ve Burg Tiyatrosu'nun en ünlü kadın sanatçısı Charlotte Wolter'in ölüm haberini ağlaya ağlaya anlatmıştı. Yaşlı ve okuması yazması kıt aşçı kadın yaşamında Charlotte Wolter'i ne sahnede, ne de sokakta bir kez olsun görmüştü…" 1900'lu yılların başında Viyanalı'nın sanata, hele tiyatro sanatına bağlılığı olağanüstüydü. Viyana'da yaşayan müzik ve sahne sanatçıları da kent insanlarına ne kadar önemli olduklarını bilincindeydi, çünkü izleyicileri ve sevenleri karşısında hep başarılı olamazsa sönüp giderdi. Stefan Zweig'ın gençlik yıllarını geçirdiği dönemde Viyana'da kültürü destekleme görevini Yahudi burjuvazisi üstlenmiş sayılıyordu. Sinema, konser, opera ve operet salonlarının baş ziyaretçisi onlardı. Yahudi aileler kitaplar ve tablolar satın alıyorlar, sanat sergilerinden çıkmıyorlardı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, yirminci yüzyılın başlarında hemen hemen bütün sanat koleksiyonlarını onlar yapmış, bütün sanat denemeleri onlar sayesinde gerçekleşmişti. Hugo von Hoffmanstahl, Arthur Schnitzler, Peter Altenberg Zweig'ın Viyana'da yaşadığı yıllarda Avusturya edebiyat kültürünü etkilemiş olan yazarlardır. Bilgin, usta müzik yorumcuları, ressam, mimar ve gazeteci Yahudiler Viyana'nın düşünce ve sanat yaşamında çok üst düzeyde rol oynamıştı.

Viyana'nın tasasız yaşamı

Stefan Zweig'ın gençliğini geçirdiği yılların Viyana'sında kolay ve tasasız yaşanırdı. Yoksulla zengin, Çek'le Alman, Yahudi'yle Hıristiyan arasında hep rahat ve barış dolu bir hava eserdi. Kent insanı keyif içinde rahat bir yaşam sürdürürdü. Zweig o günlerden şöyle söz eder: "Babamların ve büyükbabamların kuşağı sessiz, dosdoğru ve kara bulutsuz bir yaşam sürdürdü… Onları kıskansam mı diye düşündüğüm günler olmuyor değil!" Gerçekten de genç yazar Birinci Dünya Savaşı öncesinde geçirdiği Viyana yıllarında heyecanlanmalar, taşkınlıklar, nedir bilmemişti, çünkü iyimser bir liberalizmin içindeydi. "Bizler o yıllarda yaşamın akıntısına kapılmış sürükleniyorduk", der Stefan Zweig. "Bütün bağlılıklarımız kökünden sökülmüştü. Sona sürüklenen bizler mistik güçlerin kurbanı, gönüllü uşağı olmuştuk. Kutuplar arasındaki gerginliği ve ürpertisini bedenlerimizin tüm dokularında hissetmiştik…" Viyana doğumlu Zweig içten bir Viyanalı'dır, ancak kentini eleştirmeden de edemez. İçine girmiş olduğu aydınlar ortamını aldatıcı, pervasız bulduğu anlar olmuştur. Kiminin kahvelenelerde zaman harcadığı görüşündedir. O yıllardan kalan bazı fotoğraflarda düşünceli, temkinli, hatta hüzünlü bir Zweig görürüz. İlgisiz ve dalgındır, sanki bir başka dönemin insanıdır.

1904 ile 1914 yılları arasında sık sık yurtdışına gitmeye başlar.1910 Hindistan ve 1912 Amerika yolculukları onu çok etkiler. Zweig'ın gittikçe sık Viyana'dan uzaklaşmasının nedenlerinden biri de kenti zamanla aşırı melankolik bulmaya başlamasıdır. Diğer nedeni ise ufkunu genişletmek istemesidir. Genç Viyanalılar grubundan tanıdığı, ilerde Salzburg yıllarında da sık sık görüşeceği Hermann Bahr da onun değişik ülkeler ve insanlar görüp tanıma isteğini destekler. İşte Zweig bu süreçte defalarca Londra, Paris, Brüksel ve Berlin'i ziyaret eder, kendine yeni dostlar edinir. Bunlardan biri de ünlü edebiyatçı en son yapıtını Almanca'ya çevirdiği Emile Verhaeren'dir.

Avrupalı ruhuyla yetişmişti

Yaşamının son döneminde kaleme aldığı "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad, 1964) doğup büyümüş olduğu, bir süre uzak kaldığı Viyana için "dünya kentleri içinde en kıdemlisi" der. Çünkü insan kişiliğini, özgürlüğünü yitirmeden her yöne açık bu kente kolayca uyum sağlayabiliyor. Onun yetiştiği yıllarda sayısız ulustan insanın yaşamış olduğu Viyana üzerine Zweig şöyle konuşur: "Avusturya sarayında iki yüz yıl boyunca Almanca'dan çok İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca konuşulmuştu." Avrupalı ruhuyla yetişmiş olan genç yazar kendini Viyana dışında Paris veya Londra'da da mutlu hisserdi. Yaşamı boyunca onu hep canlı tutacak görüşlere açıktı. Gençliğinde, üniversite yıllarında tiyatrolar, opera, kahvehaneler, lokantalar hoşuna giderdi, ancak zamanla doğduğu kente olan yakınlığını yavaş yavaş yitiremeye başlar. "Viyana insanı o kadar etkiliyor ki, gün oluyor kişisel özgürlüğünü elinden alıyor", der Zweig o günlerde Friderike'ye yazdığı mektupların birinde. Savaşın ardından Viyanalı sanki hafifliğini, rahatlığını, uçarılığını yitirmiş gibidir. Zweig'ın kendini yorgun hissettiği anlar olur, hatta kimi günler savaştan yenik çıkmış Avusturya'nın başkentinin çürümeye, çökmeye başladığını görür gibi olur. Yakın tanışı Hermann Bahr'ın bir zamanlar dediği: "Viyana'nın kent huzuru dünyaca ünlüdür", sözü artık geçerli değildir. Evet, Stefan Zweig, Birinci Dünya Savaşı'ndan ağır yaralı çıkmış olan Avusturya İmparatorluğu başkenti Viyana'dan uzaklaşmaya başlamıştır. 1919'da Friderike'yle, iki yıl önce Salzach ırmağı kıyısındaki şirin kent Salzburg'un Kapuzinerberg tepesinde satın almış olduğu, küçük bir sarayı andıran tarihi Paschinger villasına taşınır.

* * *

Savaş karşıtıydı Stefan Zweig. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim" derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez…" Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig, üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu, ancak Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin 1930'lu yıllarda Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig, üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu, ancak Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri onu ve ikinci eşi Lotte'yi sonunda ölüme sürüklemiştir.

22 Şubat 1942 akşamı Stefan Zweig yaşamının en son mektubunu kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye şunları yazar: "Bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim... Bu satırları en son saatlerimde yazıyorum... Kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin. Çocuklarına çok candan selamlarımı söyle... Hep yürekli ol! Her şeye karşın rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin."

Ev işlerine bakan Ana de Oliveira Alvarenga 23 Şubat sabahı yatak odasında çiftin cansız bedenlerine rastlar. Çağrılan Dr. Mario M. Pinheiro'nun saat 12:30'da ölüm kağıdına yazdığını göre, Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek – "ingestao de substancia toxica" – 23 Şubat 1942 tarihinde yaşamlarına son vermişti. Brezilya hükümetinin kararıyla 24 Şubat günü saat 16'da yapılan resmi cenaze töreninin ardından Lotte ve Stefan Zweig Petropolis'teki Katolik mezarlığında Yahudi dini kurallarına uygun gömülür. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg Eyalet Gazetesi verdiği kısa haberde Zweig'ın ölümünden: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden söz eder.

"Yıldızın Parladığı Anlar"ın (Çeviri: Burhan Arpad, 1945) yazarı Stefan Zweig, bu dürüst ve iyi yürekli aydın yazar, ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. O, bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle insanlığa her zamankinden daha çok gerekli.

24 Şubat 2022

Stefan Zweig ve Dünün Viyanası

Cumhuriyet, KITAP Eki, 24 Şubat 2022

 Ahmet Arpad


23 Şubat 1942'de, seksen yıl önce dünyamıza veda etmiş olan değerli yazar Stefan Zweig bir Viyanalı'ydı. 38 yaşında, ününün doruğuna ulaşacağı Salzburg'a yerleşse de o hep içten bir Viyana'lı kalmıştı...

1900 yılında Viyana Üniversitesi'nde felsefe ve edebiyat tarihi öğrenimine başlar, ancak üniversitedeki derslere pek katılmaz, günlerini daha çok Viyana'nın konser salonlarında, tiyatrolarında ve kahvehanelerinde, geçirir. O günlerde genç Zweig'ın ilgisini Rainer Maria Rilke ve Hugo von Hofmannsthal'ın yapıtları çekmeye başlar. Kısa süre sonra Viyana kültür dünyası genç üniversite öğrencisine geleceğin önemli edebiyatçılarından biri gözüyle bakmaya başlar. Mart 1903‘de Hermann Hesse'ye yazdığı bir mektupta Zweig şöyle der: "Yurtdışında çok kişi Viyana'da edebiyatı sadece bir kahvehanede toplanan edebiyatçıların gerçekleşirdiğini sanıyor." Genç edebiyatçı Viyana kahvehanelerine sık sık uğrasa da hiçbir zaman oraların devamlı müşterisi olmaz.

Aynı günlerde Emil Verhaeren'i okumaya başlayan Zweig Belçikalı edebiyatçının yapıtlarını Almanca'ya çevirmeye, onu Avusturya'da tanıtmaya karar verir. 1910 yılında bir Emil Verhaeren monografisi kalem alır, Fransız yazar Romain Rolland'la da dostluk kurar. Genç Viyanalı Zweig pasifist Rolland'ın görüşlerine hayrandır. Bu dostlukları otuz yıla yakın sürer, birbirlerine karşılıklı sekiz yüzün üzerinde mektup yazarlar. Rolland'la yazışmalarında veya sohbetlerinde konularının ağırlığı Avrupa kültürü, edebiyatı ve politikasıdır. Genç Zweig kendisinden on beş yaş büyük Fransız yazarın etkisinde kalmaya başlar.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun başkenti Viyana‘da insanlar aşırı bir istekle kültüre düşkündü. Haydn, Mozart, Gluck, Beethoven, Schubert, Brahms ve Johann Strauss gibi olağanüstü sanatçıların bu Tuna kentinin çocukları olması boşuna değildir! Onlar Viyana'dan dünyaya ışımışlardı. Avrupa kültürünün bütün sanat akımları bu kentte birleşmişti. Viyana, Stefan Zweig'ın gençliğini ve yazarlığının başlangıç yıllarını geçirdiği, deneyim kazandığı kenttir.

Zweig Viyana insanını şöyle anlatır: "Bu kentin insanları ağzının tadını bilir, şarabın iyisine, biranın lezizine, değişik hamur tatlılarına ve pastalara çok ilgi duyar." Onun yetiştiği ortamda Viyanalı sabah gazeteyi eline alınca politika ve dünya olaylarından önce tiyatrolarda neler oynandığına bakardı, çünkü tiyatro kentlinin yaşamında çok önemli bir yer tutardı. "Sahne sadece karşılıklı konuşulan bir yer değil, kibarlığın sözlü ve somut bir temel kitabıydı da", der Zweig. "Başbakan veya zengin bir soylu Viyana sokaklarından geçerken kimsenin gözüne çarpmayabilirdi, ancak bir aktörü, bir tenoru veya sopranoyu bir satıcı kız veya faytoncu hemen tanırdı. Bizim çocukluğumuzda onlardan birine rastlamak övünerek anlatılacak bir olaydı!"

Zweig'ın yetiştiği yıllarda sahne oyuncuları Adolf von Sonnenthal'ın berberini veya Josef Kainz'ın faytoncusunu çoğu Viyanalı tanırdı. Büyük bir tiyatro adamının jübilesi veya gömü töreni günlük politikayı gölgelerdi. Stefan Zweig anılarında ilginç bir şeyden söz eder: "Bizim aşçı kadın bir gün koşarak yanımıza gelmiş ve Burg Tiyatrosu'nun en ünlü kadın sanatçısı Charlotte Wolter'in ölüm haberini ağlaya ağlaya anlatmıştı. Yaşlı ve okuması yazması pek kıt aşçı kadın yaşamında Charlotte Wolter'i ne sahnede, ne de sokakta bir kez olsun görmüştü…" 1900'lu yılların başında Viyanalının sanata, hele tiyatro sanatına bağlılığı olağanüstüydü.

Viyana'da yaşayan müzik ve sahne sanatçıları da kent insanlarına ne kadar önemli olduklarının bilincindeydi, çünkü izleyicileri ve sevenleri karşısında hep başarılı olamazlarsa sönüp giderlerdi. Stefan Zweig'ın gençlik yıllarını geçirdiği dönemde Viyana'da kültürü destekleme görevini Yahudi burjuvazisi üstlenmişti. Sinema, konser, opera ev operet salonlarının baş ziyaretçisi onlardı. Yahudi aileler kitaplar ve tablolar satın alıyorlar, sanat sergilerinden çıkmıyorlardı. Hugo von Hoffmanstahl, Arthur Schnitzler, Peter Altenberg Zweig'ın Viyana'da yaşadığı yıllarda Avusturya edebiyat kültürünü etkilemiş olan yazarlardır. Bilgin, usta müzik yorumcuları, ressam, mimar ve gazeteci Yahudiler Viyana'nın düşünce ve sanat yaşamında çok üst düzeyde rol oynamıştı.

HOFFMANNSTHAL, SCHNITZLER, ALTENBERG VE ZWEIG!

Stefan Zweig'ın gençliğini geçirdiği yılların Viyana'sında kolay ve tasasız yaşanırdı. Yoksulla zengin, Çek'le Alman, Yahudi'yle Hıristiyan arasında hep rahat ve barış dolu bir hava eserdi. Kent insanı keyif içinde rahat bir yaşam sürdürüyordu. Zweig „Dünün Viyanası"nda (deneme, 1940) o günlerden şöyle söz eder: "Babamların ve büyükbabamların kuşağı sessiz, dosdoğru ve kara bulutsuz bir yaşam sürdürdü… Onları kıskansam mı diye düşündüğüm günler olmuyor değil!" Gerçekten de gençlik yıllarını geçirdiği Viyana yıllarında heyecanlanmalar, taşkınlıklar nedir bilmemişti, çünkü Zweig iyimser bir liberalizmin içindeydi. "Bizler o yıllarda yaşamın akıntısına kapılmış sürükleniyorduk. Bütün bağlılıklarımız kökünden sökülmüştü. Sona sürüklenen biz gençler mistik güçlerin kurbanı, gönüllü uşağı olmuştuk. Kutuplar arasındaki gerginliği ve ürpertisini bedenlerimizin tüm dokularında hissetmiştik…"

MELANKOLİK VİYANA'DAN HİNDİSTAN VE AMERİKA'YA...

Viyana doğumlu Zweig içten bir Viyanalıdır, ancak kentini eleştirmeden de edemez. İçine girmiş olduğu aydınlar ortamını aldatıcı, pervasız bulduğu anlar olmuştur. Kiminin kahvehanelerde zaman harcadığı görüşündedir. O yıllardan kalan bazı fotoğraflarda düşünceli, temkinli, hatta hüzünlü bir Zweig görürüz. 1904 ile 1914 yılları arasında sık sık yurtdışına gitmeye başlar. 1910 Hindistan ve 1912 Amerika yolculukları onu çok etkiler. Zweig'ın gittikçe sık Viyana'dan uzaklaşmasının nedenlerinden biri de kenti zamanla aşırı melankolik bulmaya başlamasıdır. Diğer nedeni ise ufkunu genişletmek istemesidir. Genç Viyanalılar grubundan tanıdığı, ilerde Salzburg yıllarında da sık sık görüşeceği Hermann Bahr da onun değişik ülkeler ve insanlar görüp tanıma isteğini destekler. İşte Zweig bu süreçte defalarca Londra, Paris, Brüksel ve Berlin'i ziyaret eder, kendine yeni dostlar edinir.

Yaşamının son yıllarında kaleme aldığı "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad, 1964) doğup büyümüş olduğu, bir süre uzak kaldığı Viyana için "dünya kentlerinin en kıdemlisi" der. "Çünkü insan kişiliğini, özgürlüğünü yitirmeden her yöne açık bu kente kolayca uyum sağlayabiliyor." Onun gençliğini geçirdiği yıllarda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu başkenti olan Viyana‘da sayısız ulustan insan yaşıyordu. "Avusturya sarayında iki yüz yıl boyunca Almanca'dan çok İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca konuşulmuştu." Avrupalı ruhuyla yetişmiş olan genç yazar kendini Viyana dışında Paris veya Londra'da da mutlu hisserdi. Yaşamı boyunca onu hep canlı tutacak görüşlere açıktı.

Gençliğinde, üniversite yıllarında tiyatrolar, opera, kahvehaneler, lokantalar hoşuna giderdi; ancak zamanla doğduğu kente olan yakınlığını yavaş yavaş yitirmeye başlar. "Viyana insanı o kadar etkiliyor ki, gün oluyor kişisel özgürlüğünü elinden alıyor", der Zweig o günlerde eşi Friderike'ye yazdığı mektupların birinde. Savaşın ardından Viyanalı sanki hafifliğini, rahatlığını, uçarılığını yitirmiş gibidir. Zweig kendini yorgun hissediyordur. Tuna başkenti çürümeye, çökmeye başlamıştır. Yakın tanışı Hermann Bahr'ın bir zamanlar dediği: "Viyana'nın kent huzuru dünyaca ünlüdür", sözü onun için artık geçerli değildir.

SON MEKTUBU...

22 Şubat 1942 akşamı Stefan Zweig yaşamının en son mektubunu kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye şunları yazar: "Bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim... Bu satırları en son saatlerimde yazıyorum... Kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin. Çocuklarına çok candan selamlarımı söyle... Hep yürekli ol! Her şeye karşın rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin."

Ev işlerine bakan Ana de Oliveira Alvarenga 23 Şubat sabahı yatak odasında çiftin cansız bedenlerine rastlar. Çağrılan Dr. Mario M. Pinheiro'nun saat 12:30'da ölüm kağıdına yazdığını göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek – "ingestao de substancia toxica" – 23 Şubat 1942 tarihinde yaşamlarına son vermişti.

NAZİ FAŞİZMİ ÖLÜME SÜRÜKLEDİ!

Brezilya hükümetinin kararıyla 24 Şubat günü sabah saat 4'de yapılan resmi cenaze töreninin ardından Lotte ve Stefan Zweig Petropolis'teki Katolik mezarlığında Yahudi dini kurallarına uygun gömülür. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg Eyalet Gazetesi verdiği kısa haberde Zweig'ın ölümünden: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden söz eder.

Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin 1930'lu yıllarda Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig, üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu, ancak Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri onu ve ikinci eşi Lotte'yi sonunda ölüme sürükledi. "Yıldızın Parladığı Anlar"ın ve "Dünün Dünyası"nın yazarı Stefan Zweig, bu dürüst ve iyi yürekli aydın yazar ölümünden seksen yıl sonra bugün de hiç yitirmedi güncelliğini. O, bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle bizlere her zamankinden daha çok gerekli.

20 Şubat 2022

Avrupa’nın ortasında bir 'ada'

Toplum Gazetesi/ALMANYA 20 Şubat 2022

Ahmet ARPAD

Zürih gölünün kıyısında yaşayan dostlarımızla sık sık görüşüyorduk. Ne de olsa kırk küsur yıldır tanışıyoruz. Onlar bize geliyor, biz onları ziyarete gidiyorduk. Son iki yıldır bu ziyaretler azaldı. Görüşmeler artık telefon ve e-posta aracılığı ile oluyor! Korona’ya dek her gün akın akın Güney Almanya’ya daha çok alışverişe gelen İsviçreliler’in de ayağı kesildi. Bern hükümeti Frank'ı 2015 yılında yüzde on beş değerlendirdikten sonra İsviçreliler sınır kent ve kasabaları tam bir kapı komşusu yapmıştı! Özellikle Freiburg, Konstanz, Waldshut, Lörrach gibi güney kentleriyle Karaormanlar'ın dinlence yerleri onlar için çekici olmuştu.

Günübirlik gelen İsviçreliler ceplerindeki değerli parayı fiyatların daha düşük olduğu Almanya'da besin maddelerinden giysilere, bilsayarlardan mobilyalara harcıyordu. Ülkelerine dönerken sınırda %19'luk KDV'yi de geri alınca neredeyse %50'ye yakın tasarruf ediyorlardı! Bu arada sınır ötesindeki evini satıp parasını Alman tarafındaki emlağa yatıranlar da oldu.

Almanya'da oturup, İsviçre'de çalışan İsviçreliler gün geçtikçe arttı. Ancak Frank'ın değerlendirilmesi İsviçre dışsatımına yaramadı. Ülkeye gelen turist sayısından da önemli düşüşler olmaya başladı. Bir porsiyon Şnitzel'le yanında bir kadeh biraya Zürih’e giden hangi turist 35 Avro verir? İki yıl önce bir sergi nedeniyle konakladığımız sınır kenti Lörrach'da ısmarladığımız iki çayla iki pastaya 13 Avro vermiştik. Ertesi gün Ren'in öteki kıyısındaki komşu kent Basel'de aynı şeyler için gelen fatura tam 28 Frank'dı!

"Dünyanın Para Kasası"

İsviçre'nin vergi kaçıranlar için bir cennet olduğu sır değil. Ülkeye "dünyanın para kasası" diyenler var! Tüm kıtaların para babaları, uyuşturucu ve silah kaçakçıları, fakirin fakiri Afrika ülkelerinin Avrupa, Amerika destekli milyarder kralları, diktatörleri, cumhurbaşkanları, başbakanları paralarını hep sırdaş hesaplara yatırdılar. Tam 330 bankaya sahip, küçücük Alpler ülkesi, İsviçre'de finans endüstrisinin en 'başarılı' döneminde banka kasalarında 5 trilyon Avro yatmış olduğu bilinen bir gerçek.

İsviçreli ünlü bilim adamı, politikacı ve kitap yazarı Jean Ziegler: "İsviçre insanına göre banka hesaplarının gizliliği neredeyse insan haklarına eşit bir özgürlüktür", diyor. "Ülkem 21. yüzyılda çoğu gerçeği dışlamaya hâlâ devam ediyor." Son beş-altı yıldır, özellikle AB'nin ve Almanya'nın baskıları sonucu Bern hükümeti banka/müşteri sırrını biraz da olsa yumuşatmak zorunda kaldı.

Avrupa'nın Ortasında Bir 'Ada'

Kendini çevresinden, komşularından hep soyutlamış olan İsviçre Avrupa'nın ortasında bir 'ada' olarak ayakta kalmayı ne olursa olsun sürdürmek istiyor. Ancak bu yalnızlığa ne süre dayanabilir, bilinemez! İç savaş yaşanan ülkelerden insanların her şeyi göze alıp akın akın geldiği Avrupa'da İsviçre 2014'de mülteciler yasasını değiştirerek AB'nin 'serbest dolaşım sözleşmesi'ne karşı olduğunu göstermişti. 1930’lı yıllarda Hitler'den kaçan Alman komünistleri ile 25 bin Yahudi´yi sınır kapılarından geri çeviren İsviçre'nin Nazilerin el koyduğu tonlarca Yahudi altınını kasalarında tâ 1990lu yıllara kadar gizlediğini de unutmamak gerek.

'Küçük ve şirin' Alpler ülkesi kalifiye eleman gereksimini çoğunlukla Almanya'dan karşılıyor! Günümüzde iki yüz binin üzerinde Alman vatandaşı yedi buçuk milyonluk İsviçre'de sürekli yaşayıp çalışıyor! Sınır ötesine akın bundan on yıl önce başlamıştı. Özellikle uzman doktorlar ve mimarlar Almanya'daki işlerinden istifa edip kazancın yüksek olduğu İsviçre'yi yeğlemeye başlamıştı. Ayrıca Konstanz ile Freiburg arasındaki küçük kent ve kasabalardan da her sabah yaklaşık 17 bin insan evinden çıkıp günübirlik sınır ötesine çalışmaya gidiyor. Koronaya karşın...

13 Şubat 2022

Küçük Mehmet'in küçük dükkânı

Toplum Gazetesi, Almanya, 13 Şubat 2022


Mehmet bütün gün koşuşturup duruyor. Weiler'deki evinden sabahın köründe çıkıyor, 20 kilometre ötedeki Stuttgart sebze haline gidiyor, alışverişini çabucak yaptıktan sonra, sandıkları arabasına yüklüyor ve tekrar Weiler'e dönüyor. Hemen mavi önlüğünü takıp, getirdiği sandıkları açıyor, taze sebze ve meyveleri tezgahlara yerleştiriyor. Ardından dükkânın içinde dolaşıp her sabahki kontrolünü yapıyor, bakıyor her şey yerli yerinde mi, diye. Ne de olsa Mehmet dört bine yakın değişik mal satıyor. Sebze, meyve, ekmek, süt, tereyağ, baharat, her çeşit temizlik malzemesi, şarabından birasına değişik içkiler... Sizin anlayacağınız küçük Mehmet'in küçük dükkânında yok yok! Mehmet 1,48 boyunda ve çalışkan mı çalışkan!. Pazar dışında her gün çalışıyor. Sabahın dört buçuğunda başlıyor koşuşturması. Yorgunluk nedir bilmiyor. Sabah yedide girdiği dükkândan akşam sekizde çıkıyor. Dediğine göre yılda bir hafta izin yapıyor. "Ben burasını açık tutmazsam ne yapar kasabalılar?" diyor. "Hele yaşlılar nereye alışverişe gider?" Mehmet küçük kasaba Weiler'e on altı yaşında gelmiş annesiyle. 1985 yılında. İnşaatlarda babasının yanında iş bulmuş. Önceleri basit işçi olarak. Kısa sürede çalışkanlığı ile dikkati çekmiş, "ustalaşmış". Para kazanmak uğruna okula gitmemiş. Arada sırada o yıllarda burayı işleten yaşlı Alman'a yardım etmiş ve on yıl sonra da, yirmi altısında, amcasının da desteği ile dükkânı devralmış. Aradan yirmi altı yıl geçmiş. Canla başla çalışan, her müşterisine nazik davranan, alışverişe gelemeyen kimi hastaya, yaşlıya siparişlerini evine götüren güleryüzlü Mehmet'i Weiler'de tanımayan yok. Çoğu kasabalı sebze ve meyvesini ondan alıyor. Çünkü sattıkları hergün taze. "Kendi yemeyeceğim şeyi ben müşterime satamam", diyor. "Muzları elmalarla yanyana koyarsan çabuk olgunlaşırlar..."

"Ne güzel eğlenmiştik..."

Birkaç yıl önce aniden hastalanıyor, kendini bitkin, tükenmiş hissediyor. Doktor doktor geziyor. "Başarılı bir tedavinin ardından tüm yaşamımı değiştirdim", diye anlatıyor. "Yaşamın tadına varmalısın, dedim kendi kendime". Bir süre önce müşterilerinden birinin önerisi üzerine Mehmet yüzme öğrenmiş. Şimdi haftada iki gün yakındaki kapalı havuza gidiyor. "Arasıra ailemle yemeğe çıkıyoruz", diye mırıldanıyor bakışları tezgahtaki sebzelerde. "Onları sirke de götürmüştüm Stuttgart'a. Ne güzel eğlenmiştik."

Mehmet'in dükkânı küçük sayılır. 80 metrekare. Elinden gelse, daha doğrusu daha büyük bir yer bulabilse dükkânı büyütecek. Müşterilerine İtalyan ve Türk gıda malzemeleri de satacak, fakat Weiler kasabasının merkezinde ona göre bir yer yok. Büyük kilisenin yanıbaşındaki dükkânında işine devam edecek. Hem banka, lokanta, eczane, terzi de az ötede. Kasabalının ayağı alışmış bu sokaklara. Weiler Kaymakamı'nın bir süre önce yerel bir gazeteye: "...Mehmet olmasaydı insanlarımız ne yapardı?.." dediğini anlatıyor gülümseyerek.

Günün birinde çevreye dev bir mağaza gelse bile hiç umurunda değil. Müşterilerine güveniyor. "Onlar hep benden alışveriş yapacaklardır." Haklı. Müşterilerinin tümü Alman, onlar ona, o onlara çoktan alışmış. "Önemli olan namuslu olmak!" derken yine gülümsüyor.

10 Şubat 2022

Joseph Roth: "Edebiyat Yaşamımız Yok Olacak"

TUNA Sanat ve Kültür Dergisi Ocak 2022

AHMET ARPAD

Joseph Roth 1894'te, o yıllarda Doğu Galiçya'nın en büyük Yahudi yerleşimi kabul edilen Brody'de dünyaya geldi. 1913 yılına kadar yaşadığı kenti, başyapıtı Radetkzy Marşı'nda (1932) konu etti. Lise öğreniminin ardından başkent Lemberg'de üniversitesinin felsefe bölümüne kaydoldu, ancak bir yıl sonra 1914'te Viyana'ya yerleşti. Burada Alman edebiyatı öğrenimine başladı. 1916 yılında gönüllü olarak cepheye giden Joseph Roth, Birinci Dünya Savaşı'nın ardından düşlerinin vatanı olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünü yaşadı. O andan sonra da kendini bir "Haymatlos" olarak kabul etti. Avusturya edebiyatında Joseph Roth için "kahvehane edebiyatçısı" denir. Viyana kahvehaneleri 20. yüzyılın başında yetenekli birçok gencin kültüre, edebiyata ve sanat yaşamına ilk adımlarını attıkları yerler olmuştu. Bütün günlerini Viyana'nın kahvehanelerinde geçirenler arasında Klimt, Schiele, Kokoschka, Trakl, Canetti, Broch, Schnitzler, Hofmannstahl, Altenberg, Musil, Zweig, Lehár, Stauss, Werfel ve Trotzki gibi ünlü kişiler çıkmıştır. Roth bu kahvehane alışkanlığını Berlin'e yerleştiği yıllarda da sürdürmüştü.

Joseph Roth yoksulluk içinde geçen gençlik yıllarının ardından yüksek öğrenimi için Viyana'ya gelirken beraberinde çok değerli bir şey getirmişti: Alman diline olan sonsuz tutkusunu! Kısa sürede profesörlerinin dikkatini çeken bu başarılı öğrenciye burs verilmiş ve öğreniminin ardından da üniversitede doçent olarak görev yapabileceği söylenmişti. O günlerde Roth her şeyin yoluna girdiğine inanmıştı, ancak güvenli bir yaşama kavuştuğunu sandığı günlerde Birinci Dünya Savaşı başlamış, gelişmeler bütün ümitlerini yıkıvermişti.

ROTH'UN ELİ AÇIKTI

Yepyeni bir yaşam kurmak isteyen Joseph Roth'un yerleştiği Berlin'de şansı yaver gitmişti, kısa süre sonra onun keskin bakışlı mükemmel bir yazar olduğunu sezen büyük gazeteler Roth'a ilgi duymaya başlamıştı. Anlatımı göz kamaştırıcıydı, kişilere her zaman insanca yaklaşır, içlerine girerdi. Roth'un o yıllarda kazancı yerindeydi, fakat eli açıktı. Kolay gelen parayı bol keseden harcadı; küçük bavulu elinde, göçebe gibi kentten kente gitti, küçük otellerde konakladı. Genç Joseph Roth 1920'li yılların sonuna kadar tam bir bohem yaşamı sürdürdü. 1933 yılında yerleştiği Paris'te de otel odalarında "özgür" bir yaşamı yeğledi. Eline geçen para geldiği gibi gidiyordu. "Gelecek hafta nasıl yaşayacağımı bilemiyorum…" Aylarca üzerinde aynı giysiyle dolaşıyordu. "Kendime iyi bir kefen alıp bir kenara kaldırsam fena olmayacak", diye sık sık düşündüğü olmuştu. Verimli olduğu yaklaşık 20 yılda 16 romanla 19 öykünün altına imzasını atmasına karşın eli açık bir insan olması, durumu kendinden kötü olanlara destek vermesi yaşamını olumsuz etkilemişti… Nazi felaketinin ortasında, her şeye karşın verimli ve onurlu bir yaşam sürdürmeyi kafasına koymuştu. Sağlam karakterli, onurlu, dürüst ve güvenilir biriydi. "Dostluğun sınırı yoktur, o koşulsuzdur" diye düşünen Roth, nefret nedir bilmezdi. O günlerde eski monarşinin özlemini çekmesinin nedeni belki de toplum düzeninin parçalanması, kimsenin geleceğinden emin olamamasıydı.

Joseph Roth gibi kendisi de yaşamının son yıllarını sürgünde geçirmiş olan Stefan Zweig ileride yakın dostu üzerine şöyle konuşmuştu: "Joseph Roth Alman edebiyat tarihinin silip atamayacağı ender insanlardan biriydi. O, üstün bir yaratıcılık için gereken sayısız öğeye sahipti." Roth büyük coşkular yaşayan, her şeyde sınırlarını zorlayan bir insandı. Dine olan inancı sonsuzdu, kişiyi yok edebilecek içsel gerilimlere sahipti. Şu sözler de Zweig‘ındır: "Roth'un ruhunda bir başka insan daha vardı. O, akıllı, çok uyanık, yerine göre eleştiriyi seven yanıyla dürüst ve yumuşak olmasını başaran bilge bir Yahudi'ydi de. Ve onun bir üçüncü yanı, davranışlarıyla kibar ve saygılı, kendine güvenilen ve cana yakın, sanatsever ve müzikten anlayan bir Avusturyalı oluşuydu. İşte bu olağanüstü, benzeri olmayan birleşim kişiliğinin ve yarattığı yapıtların eşsizliğinin nedenidir."

"TEK BAŞIMAYIM VE PERİŞANIM"

1930'lu yılların başında Roth: "38 yaşındayım, fakat kendimi hasta bir yaşlı gibi hissediyorum" demişti. "Tek başımayım ve perişanım. Adım doruklarda bir yerde, varlığımsa çukurda." Kısa süre sonra Naziler büyük adımlarla ilerlemeye başlayınca: "Kâğıtlar ve kitaplar arasında geçen 12 yılın sonunda ben artık kuyruğu titreyen bir varlığım…" diye yazmıştı, ümidini henüz yitirmemiş olan Stefan Zweig'a. "Dikkat edin. Siz çok zeki bir insansınız, ancak içinizdeki insan sevgisi kötülükleri görmenizi engelliyor… Almanya bizim için artık öldü, düşlerimiz geçmişte kaldı. Anlayın artık bu gerçeği." Zweig'ın olup biteni anlaması için aradan birkaç yıl daha geçmesi gerekmişti; Ekim 1937'de Roth'a yolladığı mektubunda şöyle demişti: "Çürümeye başlayan Avrupa'dan yükselen kötü kokular hepimizin burnunu yakmaya başladı…" Kara mizahı iyi başaran Joseph Roth ise, Zweig'a şu yanıtı verdi: "Sonumun yaklaştığını size yazalı çok oldu; fakat sonum bir türlü gelmek bilmiyor." Avrupa'nın yaşadığı kültür çöküntüsünde, vatansız özgür insana ağıt yakıyordu!

Heinrich Böll'ün: "Alman düzyazısının yaratıcı koruyucusu" dediği Roth, iki savaş arası dönemi konu alan Hotel Savoy ve Eyyub yapıtlarında varoluşçu bir anlatımla okurun karşısına çıkar. Özellikle Eyyub bir romandan çok bir destandır, çok duru ve kusursuz bir şiirsel yapıttır, dine ve Tanrı'ya olan inancının yaratıcılığının en önemli unsuru olduğunu gösterir. Joseph Roth'un ünlü bir başka değerli yapıtı olan Radetzky Marşı‘nda imparatorluğun yüzlerce yıllık soylu kültürünün artık gücünü yitirmekte olduğunu anlatır. Geçmişe olan özlemi hissedilen bu yapıtıyla Kayzer Avusturyası'na olan sevgisini kanıtlar. Radetzky Marşı'nda köklü geçmişi olan ve yavaş yavaş sönen bir ailenin yazgısını ele alır. Bu yapıtın devamı İmparatorlar Mezarlığı'dır. Başarılarının doruğu olan bu üç yapıtıyla Joseph Roth, gerçek bir edebiyatçı, döneminin en başarılı izleyicisi olduğunu kanıtlamıştır.

"EDEBİYAT YAŞAMIMIZ YOK OLACAK"

Tanışlarıyla, edebiyatçı dostlarıyla ve kendisini destekleyenlerle yaptığı mektuplaşmalarda veya kaleme aldığı günlüklerinde Roth'un liberal ve kozmopolit yanıyla, günlük yaşamın perde arkasına bakan toplumsal yanı kendini çok belirgin gösterir. Sonra bir gün gelir, çizmeli faşizmle Avrupa büyük dönüşüm geçirir. Almanya'da on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Bütün aydınlar gibi dürüst ve duygusal bu insan da büyük yasa düşer. Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında yerleştiği Paris'ten yakın dostu Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın." Kısa süre sonra kitaplarının yakılması, yavaş yavaş okurlarını yitirmesi, yaşanan kaba güç, Avrupa'da patlama yapan nefret ve yalan hep geleceğe inanmış, insan dostu Joseph Roth'ta derin izler bırakır, sürekli umutsuzluk artık yaşamını belirlemeye başlar. İyi yürekli, nazik ve içine kapanık, o güne dek dostlarını hep desteklemiş, davranışları hep olumlu, iyiliksever bu insan kişiliğindeki ani değişimle kolayca alınganlık gösteren, öfkelenen birisi olur. Yoksullukla geçen Fransa yılları Roth için acımasız bir sürgün yaşamıdır. Askerlik günlerinde başlayan içki bağımlılığı vatanından uzak geçirdiği bu süreçte iyice artar, sağlığı bozulur. Joseph Roth hem toplumun dışında bir yaşam sürdürür hem de kendini her şeyin içinde hisseder. Roth önemli sağlık sorunlarına rağmen yazmayı sürdürür. O, öykü ve romanlarıyla nefes alır. İnsancıldır, toplumcudur. Değişik görüşlere ve inançlara açıktır, yapıcıdır.

Joseph Roth ruhsal sarsıntıların ve görüşlerindeki değişimin ardından mücadeleci gruplar arasında yerini almak için tüm coşkusuyla büyük çaba harcar. O, Avrupa kültürünün ayakta kalabilmesi için bir savaşım verdiğine inanmaktadır. Gençliğinde topluma sürekli uyum sağlama çabalarının gittikçe daha çok dışlanmalarla sonuçlandığını gören yazar, kısa yaşamının son yıllarını yerine göre kavgacı, yerine göre de yazgısına boyun eğen biri olarak geçirmiştir. Aynı günlerde kendisi için: "Öfkeli, sarhoş, fakat akıllı biri" diyen Joseph Roth 1939 yılındaki ölümünden kısa süre önce zamanın Avusturya Başbakanı Schuschnigg'e yolladığı bir mektupta ülke yönetimini halkın yararına son imparatorun büyük oğlu Otto von Habsburg'a devretmesi gerektiğini talep etmiş olması, o günlerde ne kadar şaşkın olduğunun bir kanıtıdır. Joseph Roth son yıllarında sürekli bir koşuşturma içinde, bir ayağı hep çukurda yaşadı. "Gün geçtikçe ben bu dünyayı daha az anlıyorum" dedi. "Alkol yaşamımı kısaltıyor, fakat çabuk ölmemi de engelliyor…" Kaleminin gücüyle ayakta kalma savaşını 45 yaşında yitirdi.

NAZİ REJİMİNİN ÖLÜME SÜRÜKLEDİĞİ YAZARLAR

Galiçyalı bir Yahudi ailenin çocuğu Joseph Roth hep oradan oraya gitmiş, kısa yaşamında sürekli bir göçebe olmuş, sürekli vatan hasreti çekmiştir. 1927 yılında kaleme aldığı "Yahudilerin Göçebe Yaşamı" adlı uzun denemesinde Doğu Avrupa Yahudilerinin zorunlu yaşamına değinir. Gençlik yılları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çok uluslu toplum yapısında geçmiş olan Joseph Roth, savaşın ardından gelen yıkım sürecinde toplumlar arası kavgayı ve Yahudiler arasındaki çekişmeleri yakından yaşamıştı. Üniversite öğrencisi olarak Lemberg'in ve Viyana'nın sokaklarında gittikçe artan antisemitizme de doğrudan tanık olmuştu. Burada Zweig'ın dostu Roth üzerine söylediklerini anımsamak doğru olacak: "Roth, geleceğe akıllıca bakmayı başaran ileri görüşlü bir edebiyatçı olarak kalmayı başarmıştır. Çevresindeki hataları görmüş, onlara anlayış göstermeyi ve onları affetmeyi bilmiştir. Kendinden yaşlı sanatçılara hep saygılı davranmış, gençlere destek vermiştir. Ona dostluk gösterenle dost olmuş, arkadaşa arkadaşça yakınlaşmıştır. İyi yürekliliğini bir yabancı da hissetmiştir. Roth candanlığını ve zamanını yaşamı boyunca bol keseden harcamıştır!"

O, alışılmışın dışında, sıra dışı bir edebiyatçıdır, başarılı gözlemin ve somut anlatımın ustasıdır, yaşamın geçici olduğunu kabullenir, insanların sorun ve sıkıntılarına anlayışla yaklaşır, onları yapıtlarında dikkatle ve cesaretle ele alır. Anlattıklarıyla insanları yaşam bıkkınlığından uzaklaştırmak, onlara yaşama sevincini taşımak ister.

Stefan Zweig'ın şu sözleri de hüzünlüdür, düşündürücüdür: "Son yıllarında kendi yazgısını umursamamaya başladı, hatta bir an önce gelmesini istediği sonun özlemini çekti. Dostumuz, nefret ettiği, tek başına bu dünyadan yok edemeyeceği kötülüğün sonunda kazanacağını sezdiğinde kendi kendini yok etmeye başladı. Ve bu, çok yavaş ve acılar içinde gerçekleşti. Ağır ağır yanan ve sonunda sönüp kül olan bir ateş örneği saatler, günler, aylar sürdü…" Joseph Roth, vatanından uzakta son ana kadar bir düşün savaşını verirken bir edebiyatçı, bir sanatçı kalmayı başardı.

Bu yazıyı Zweig'ın savaşın ilk yıllarında söylemiş olduğu şu çok düşündürücü sözlerle bitirmek istiyorum: "Zamanla azalsak da sağımızdaki solumuzdaki yakın dostlarımızı yitirsek de, ümitsizliğe kapılmamalı, hüzünlenip kendimizi geri çekmemeliyiz. Bizler bir savaştayız, onun en tehlikeli yerindeyiz, tam ortasındayız. Aramızdan biri ayrıldığında, bizi bırakıp gittiğinde bir an için onu hüzünle anmalı, ona teşekkür etmeli ve hemen bizi koruyan görevimizin başına dönmeliyiz. Eserler yaratmalıyız! Hepimizi hep ayakta tutacak bu dürüst görevi başımız dik yerine getirmeliyiz, bizim de sonumuz gelene kadar!"

Joseph Roth 1939 yılındaki ölümüne dek Paris'te borç içinde zor bir yaşam sürdürdü. Bu süreçte Stefan Zweig'la sık sık mektuplaştığı, yakın dostunun onu parasal olarak desteklediği bilinir. Nazi rejiminin, yazmalarını yasaklayarak ölüme sürüklediği yazarların başında, yaratıcı ruhlu iki dost, Joseph Roth'la Stefan Zweig gelir.

6 Şubat 2022

"Demokrasimiz Tehlikede"

Toplum Gazetesi, Almanya, 6 Şubat 2022

 

Almanya’da 1992-1996 ve 2009-2013 yılları arasında Adalet Bakanı olarak görev yapan Sabine Leutheusser-Schnarrenberger kısa süre önce bir kitap yazdı. "Demokrasimiz Tehlikede" adlı yapıtın temel konusu Almanya toplumunda son yıllarda gittikçe daha çok yaşanan 'nefret ve kışkırtma'. Kitapta sözkonusu edilenler yazgılarından memnun olmayanlar. Son yıllarda kendilerine yeni bir yol, yeni bir yuva aramış, fakat bulamadıkları için de ümidini yitirmeye başlamışlar... Onlar Alman toplumunun değişik kesimlerinden geliyorlar.

Son iki yıldır yaşanan pandemi şu sıralar toplumda çok şeyi değiştiriyor. Özellikle üniversite eğitimine başlayamayan veya mesleğe atılamayan gençler ruhsal açıdan bitkin. Çoğu geleceğe güvenle bakamıyor. Huzursuzlar. Fakat Covid-19 pandemisiyle "su yüzüne çıkan" bir başka kesim de var! Onlar gelişmelerden kendi ülküleri uğruna yararlananıyorlar. Çevrelerine inanılması güç savlar yayıyorlar. Bunlardan biri de: "Küreselciler aşı adı altında hepimize çip takacak, bu aşıyla tüm dünya insanları kontrol altına alınacak. Dev bir komplo, başında da Bill Gates var. Korona bir 'biyolojik silah'!" Bu kişiler insan üzerinde deneyler yapılacağına inanıyorlar, on binleri de kendilerine inandırıyorlar! Oskar ödüllü Alman sinema sanatçısı Christoph Waltz kısa süre önce şöyle konuştu: "Onlar topluma uymak istemeyen tam kaçıklar."

"Aykırı Düşünenler"

Korona protestolarından yeni bir radikal oluşumun doğma tehlikesi büyük. Aşırı sağcılar ile komplo teorilerine inananların en büyük ortak paydalarının antisemitizm, elitler düşmanlığı, yeni dünya düzeni inancı, aşı zorunluluğu uygulanacağı savları ve beyaz çoğunluğun yerini Müslümanların veya beyaz olmayanların alacağı gibi tezler olduğu değişik uzmanlarca açıklanıyor. Pek çok ülkülem ve kuramın birbirine karıştığı Korona aşısı karşıtı gösterilerden kendine has yeni bir radikal hareketin doğabileceği tehlikesine de dikkat çekiliyor. Anayasayı Koruma Teşkilatı özellikle "Querdenker" adlı gruba işaret ediyor. Yapılan açıklamaya göre, "Querdenker" (Aykırı Düşünenler) grubunun devletin korona önlemlerine karşı düzenlediği gösterilere, 'İmparatorluk Vatandaşları' ve 'Öz Yönetimciler'in (Selbstverwalter) gibi değişik irili ufaklı sayısız anayasa karşıtı hareket de katılıyor.

Eylemciler kendilerini "partiler üstü ve demokratik bir oluşum" olarak lanse etse de düzenledikleri eylemlere gelenler arasında sağcı popülist, İslam ve göç karşıtı Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi ile aşırı sağcı rapçi Chris Ares ve Nasyonal Demokrat Parti’nin de (NPD) olması dikkat çekiyor. Son aylarda her düzeyde daha çok politikacı, polis, doktor, sağlık çalışanı ve gazeteciler aşı karşıtları eylemcilerin hakaretlerine maruz kalmaya, ölüm tehdidi almaya başladı.

Kendilerini, Hitler döneminde yakalarına sarı "Davut Yıldızı" takmak zorunda bırakılan Yahudilere benzeten bazı 'aşı karşıtları’ her hafta düzenledikleri protesto gösterilerine bu yıldızla gelmeye başladı. Basel Üniversitesi’nden Nadin Frei ve Oliver Nachtwey geçen yıl Heinrich Böll Vakfı’nın istediği üzerine bir araştırma yapmıştı. Kasım ayında araştırma sonuçlarını basına açıklayan sosyal bilimci Frei şöyle konuşmuştu: "Antropozoflarla ezoterikler Korona karşıtlarıyla benzeri görüşlere sahip."

"Demokrasimiz Tehlikede" kitabının yazarı, Adalet eski Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger’e göre: "Politik tartışmalar ilkelleşiyor. Almanya’da demokrasinin temelleri bir erozyon tehlikesiyle karşı karşıya." Toplumdaki sağcı popülistlerle aşırı sağcı grupların daha çok radikalleşmesini engellemek, kısa süre önce Angela Merkel’den görevi devralmış olan yeni başbakan Olaf Scholz'u bekleyen çok önemli bir görev.

1 Şubat 2022

Joseph Roth: "Edebiyat yaşamımız yok olacak"

TUNA Dergisi, Ocak-Şubat 2022

Joseph Roth 1894'de, o yıllarda Doğu Galiçya 'nın en büyük Yahudi yerleşimi kabul edilen Brody'de dünyaya geldi. 1913 yılına kadar yaşadığı kenti başyapıtı Radetkzy Marşı'nda (1932) konu eder. Lise öğreniminin ardından başkent Lemberg'de üniversitesinin felsefe bölümüne kaydoldu, ancak bir yıl sonra, 1914'de Viyana'ya yerleşti. Burada Alman edebiyatı öğrenimine başladı. 1916 yılında gönüllü olarak cepheye giden Joseph Roth Birinci Dünya Savaşı'nın ardından düşlerinin vatanı olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çöküşünü yaşadı, o andan sonra da kendini bir Haymatlos olarak kabul etti. Avusturya edebiyatında Joseph Roth için 'kahvehane edebiyatçısı' denir. Viyana kahvehaneleri 20. yüzyılın başında yetenekli birçok gencin kültüre, edebiyata ve sanat yaşamına ilk adımlarını attıkları yerler olmuştu. Bütün günlerini Viyana'nın kahvehanelerinde geçirenler arasında Klimt, Schiele, Kokoschka, Trakl, Canetti, Broch, Schnitzler, Hofmannstahl, Altenberg, Musil, Zweig, Lehár, Stauss, Werfel ve Trotzki gibi ünlü kişiler çıkmıştır. Roth bu kahvehane alışkanlığını Berlin'e yerleştiği yıllarda da sürdürmüştü.

Joseph Roth fakirlik ve yoksulluk içinde geçen gençlik yıllarının ardından yüksek öğrenimi için Viyana'ya gelirken beraberinde çok değerli bir şey getirmişti: Alman diline olan sonsuz tutkusunu! Kısa sürede profesörlerinin dikkatini çeken bu başarılı öğrenciye burs verilmiş ve öğreniminin ardından da üniversitede doçent olarak görev yapabileceği söylenmişti. O günlerde Roth her şeyin yoluna girdiğine inanmıştı, ancak güvenli bir yaşama kavuştuğunu sandığı günlerde Birinci Dünya Savaşı başlamış, gelişmeler bütün ümitlerini yıkıvermişti.

Roth'un eli açıktı

Yepyeni bir yaşam kurmak isteyen Joseph Roth'un yerleştiği Berlin'de şansı yaver gider, kısa süre sonra onun keskin bakışlı mükemmel bir yazar olduğunu sezen büyük gazeteler Roth'a ilgi duymaya başlarlar. Anlatımı göz kamaştırıcıdır, kişilere her zaman insanca yaklaşır, içlerine girerdi. Roth'un o yıllarda kazancı yerindeydi, fakat eli açıktı. Kolay gelen parayı bol keseden harcadı, küçük bavulu elinde, göçebe örneği kentten kente gitti, küçük otellerde konakladı. Genç Joseph Roth 1920'li yılların sonuna kadar bir bohem yaşamı sürdürdü. 1933 yılında yerleştiği Paris'te de otel odalarında 'özgür' bir yaşamı yeğledi. Eline geçen para geldiği gibi gidiyordu. "Gelecek hafta nasıl yaşayacağımı bilemiyorum..." Aylarca üzerinde aynı giysiyle dolaşıyordu. "Kendime iyi bir kefen alıp bir kenara kaldırsam fena olmayacak", diye sık sık düşündüğü olmuştu. Verimli olduğu yaklaşık 20 yılda on altı romanla on dokuz öykünün altına imzasını atmasına karşın eli açık bir insan olması, durumu kendinden kötü olanlara destek vermesi yaşamını olumsuz etkilemişti… Nazi felaketinin ortasında her şeye karşın verimli ve onurlu bir yaşam sürdürmeği kafasına koymuştu. Sağlam karakterli, onurlu, dürüst ve kendisine inanılır birisiydi. "Dostluğun sınırı yoktur, o koşulsuzdur", diye düşünen Roth nefret nedir bilmezdi. O günlerde eski monarşinin özlemini çekmesinin nedeni belki de toplum düzeninin parçalanması, kimsenin geleceğinden emin olamamasıydı.

Joseph Roth gibi kendisi de yaşamının son yıllarını sürgünde geçirmiş olan Stefan Zweig ilerde yakın dostu üzerine şöyle konuşmuştu: "Joseph Roth Alman edebiyat tarihinin silip atamayacağı ender insanlardan biriydi. O, üstün bir yaratıcılık için gereken sayısız öğeye sahipti." Roth büyük coşkular yaşayan, her şeyde sınırlarını zorlayan bir insandı. Dine olan inancı sonsuzdu, kişiyi yok edebilecek içsel gerilimlere sahipti. Şu sözler de Zweig'ındır: "Roth'un ruhunda bir başka insan daha vardı. O, akıllı, çok uyanık, yerine göre eleştiriyi seven yanıyla dürüst ve yumuşak olmasını başaran bilge bir Yahudi'ydi de. Ve onun bir üçüncü yanı, davranışlarıyla kibar ve saygılı, kendine güvenilen ve cana yakın, sanatsever ve müzikten anlayan bir Avusturyalı oluşuydu. İşte bu olağanüstü, benzeri olmayan birleşim kişiliğinin ve yarattığı yapıtların eşsizliğinin nedenidir."

"Tek başımayım ve perişanım"

1930'lu yılların başında Roth: "38 yaşındayım, fakat kendimi hasta bir yaşlı gibi hissediyorum" demişti. "Tek başımayım ve perişanım. Adım doruklarda bir yerde, varlığımsa çukurda." Kısa süre sonra Naziler büyük adımlarla ilerlemeye başlayınca: "Kâğıtlar ve kitaplar arasında geçen 12 yılın sonunda ben artık kuyruğu titreyen bir varlığım…" diye yazmıştı, ümidini henüz yitirmemiş olan Stefan Zweig'a. "Dikkat edin. Siz çok zeki bir insansınız, ancak içinizdeki insan sevgisi kötülükleri görmenizi engelliyor… Almanya bizim için artık öldü, düşlerimiz geçmişte kaldı. Anlayın artık bu gerçeği." Zweig'ın olup biteni anlaması için aradan birkaç yıl daha geçmesi gerekir; Ekim 1937'de Roth'a yolladığı mektubunda şöyle der: "Çürümeye başlayan Avrupa'dan yükselen kötü kokular hepimizin burnunu yakmaya başladı…" Kara mizahı iyi başaran Joseph Roth Zweig'a şu yanıtı verir: "Sonumun yaklaştığını size yazalı çok oldu; fakat sonum bir türlü gelmek bilmiyor." Avrupa'nın yaşadığı kültür çöküntüsünde vatansız özgür insan ağıt yakıyordu!

Heinrich Böll'ün: "Alman düzyazısının yaratıcı koruyucusu", dediği Roth, iki savaş arası dönemi konu alan Hotel Savoy ve Eyyub yapıtlarında varoluşçu bir anlatımla okurun karşısına çıkar. Özellikle Eyyub bir romandan çok bir destandır, çok duru ve kusursuz bir şiirsel yapıttır, dine ve Tanrı'ya olan inancının yaratıcılığının en önemli unsuru olduğunu gösterir. Joseph Roth'un ünlü bir başka değerli yapıtı olan Radetzky Marşı'nda imparatorluğun yüzlerce yıllık soylu kültürünün artık gücünü yitirmekte olduğunu anlatır. Geçmişe olan özlemi hissedilen bu yapıtıyla Kayzer Avusturyası'na olan sevgisini kanıtlar. Radetzky Marşı'nda köklü geçmişi olan ve yavaş yavaş sönen bir ailenin yazgısını ele alır. Bu yapıtın devamı İmparatorlar Mezarlığı'dır. Başarılarının doruğu olan bu üç yapıtıyla Joseph Roth, gerçek bir edebiyatçı, döneminin en başarılı izleyicisi olduğunu kanıtlamıştır.

"Edebiyat yaşamımız yok olacak"

Tanışlarıyla, edebiyatçı dostlarıyla ve kendisini destekleyenlerle yaptığı mektuplaşmalarda veya kaleme aldığı günlüklerinde Roth'un liberal ve kozmopolit yanıyla, günlük yaşamın perde arkasına bakan toplumsal yanı kendini çok belirgin gösterir. Sonra bir gün gelir, çizmeli faşizmle Avrupa büyük dönüşüm geçiririr. Almanya'da on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Bütün aydınlar gibi dürüst ve duygusal bu insan da büyük yasa düşer. Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında yerleştiği Paris'ten yakın dostu Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın." Kısa süre sonra kitaplarının yakılması, yavaş yavaş okurlarını yitirmesi, yaşanan kaba güç, Avrupa'da patlama yapan nefret ve yalan hep geleceğe inanmış, insan dostu Joseph Roth'ta derin izler bırakır, sürekli umutsuzluk artık yaşamını belirlemeye başlar. İyi yürekli, nazik ve içine kapanık, o güne dek dostlarını hep desteklemiş, davranışları hep olumlu, iyiliksever bu insan kişiliğindeki ani değişimle kolayca alınganlık gösteren, öfkelenen birisi olur. Yoksullukla geçen Fransa yılları Roth için acımasız bir sürgün yaşamıdır. Askerlik günlerinde başlayan içki bağımlılığı vatanından uzak geçirdiği bu süreçte iyice artar, sağlığı bozulur. Joseph Roth hem toplumun dışında bir yaşam sürdürür, hem de kendini her şeyin içinde hisseder. Roth önemli sağlık sorunlarına karşın yazmasını sürdürür. O, öykü ve romanlarıyla nefes alır. İnsancıldır, toplumcudur. Değişik görüşlere ve inançlara açıktır, yapıcıdır.

Joseph Roth ruhsal sarsıntıların ve görüşlerindeki değişimin ardından mücadeleci gruplar arasında yerini almak için tüm coşkusuyla büyük çaba harcar. O Avrupa kültürünün ayakta kalabilmesi için bir savaşım verdiğine inanmaktadır. Gençliğinde topluma sürekli uyum sağlama çabalarının gittikçe daha çok dışlanmalarla sonuçlandığını gören yazar kısa yaşamının son yıllarını yerine göre kavgacı, yerine göre de yazgısına boyun eğen biri olarak geçirmiştir. Aynı günlerde kendisi için: "Öfkeli, sarhoş, fakat akıllı biri", diyen Joseph Roth 1939 yılındaki ölümünden kısa süre önce zamanın Avusturya başbakanı Schuschnigg'e yolladığı bir mektupta ülke yönetimini halkın yararına son imparatorun büyük oğlu Otto von Habsburg'a devretmesi gerektiğini talep etmiş olması, o günlerde ne kadar şaşkın olduğunun bir kanıtıdır. Joseph Roth son yıllarında sürekli bir koşuşturma içinde, bir ayağı hep çukurda yaşadı. "Gün geçtikçe ben bu dünyayı daha az anlıyorum", dedi. "Alkol yaşamımı kısaltıyor, fakat çabuk ölmemi de engelliyor..." Kaleminin gücüyle ayakta kalma savaşını 45 yaşında yitirdi.

Nazi rejiminin ölüme sürüklediği yazarlar

Galiçyalı bir Yahudi ailenin çocuğu Joseph Roth hep oradan oraya gitmiş, kısa yaşamında sürekli bir göçebe olmuş, sürekli vatan hasreti çekmiştir. 1927 yılında kaleme aldığı "Yahudilerin Göçebe Yaşamı" adlı uzun denemesinde Doğu Avrupa Yahudilerinin zorunlu yaşamına değinir. Gençlik yılları Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun çokuluslu toplum yapısında geçmiş olan Joseph Roth savaşın ardından gelen yıkım sürecinde toplumlararası kavgayı ve Yahudiler arasındaki çekişmeleri yakından yaşamıştı. Üniversite öğrenci olarak Lemberg'in ve Viyana'nın sokaklarında gittikçe artan antisemitizme de doğrudan tanık olmuştu. Burada Zweig'ın dostu Roth üzerine söylediklerini anımsamak doğru olacak: "Roth, geleceğe akıllıca bakmasını başaran ileri görüşlü bir edebiyatçı kalmasını başarmıştır. Çevresindeki hataları görmüş, onlara anlayış göstermesini ve onları affetmesini bilmiştir. Kendinden yaşlı sanatçılara hep saygılı davranmış, gençlere destek vermiştir. Ona dostluk gösterenle dost olmuş, arkadaşa arkadaşça yakınlaşmıştır. İyi yürekliliğini bir yabancı da hissetmiştir. Roth candanlığını, zamanını yaşamı boyunca bol keseden harcamıştır!"

O, alışılmışın dışında, sıra dışı bir edebiyatçıdır, başarılı gözlemin ve somut anlatımın ustasıdır, yaşamın geçici olduğunu kabullenir, insanların sorun ve sıkıntılarına anlayışla yaklaşır, onları yapıtlarında dikkatle ve cesaretle ele alır. Anlattıklarıyla insanları yaşam bıkkınlığından uzaklaştırmak, onlara yaşamak sevincini taşımak ister.

Stefan Zweig'ın şu sözleri de hüzünlüdür, düşündürücüdür: "Son yıllarında kendi yazgısını umursamamaya başladı, hatta bir an önce gelmesini istediği sonun özlemini çekti. Dostumuz, nefret ettiği, tek başına bu dünyadan yok edemeyeceği kötülüğün sonunda kazanacağını sezdiğinde kendi kendini yok etmeye başladı. Ve bu, çok yavaş ve acılar içinde gerçekleşti. Ağır ağır yanan ve sonunda sönüp kül olan bir ateş örneği saatler, günler, aylar sürdü..." Joseph Roth, vatanından uzakta son ana kadar bir düşün savaşı verirken bir edebiyatçı, bir sanatçı kalmasını başardı.

Bu yazıyı Zweig'ın savaşın ilk yıllarında söylemiş olduğu şu çok düşündürücü sözlerle bitirmek istiyorum: "Zamanla azalsak da, sağımızdaki solumuzdaki yakın dostlarımızı yitirsek de, ümitsizliğe kapılmamalı, hüzünlenip kendimizi geri çekmemeliyiz. Bizler bir savaştayız, onun en tehlikeli yerindeyiz, tam ortasındayız. Aramızdan biri ayrıldığında, bizi bırakıp gittiğinde bir an için onu hüzünle anmalı, ona teşekkür etmeli ve hemen bizi koruyan görevimizin başına dönmeliyiz. Eserler yaratmalıyız! Hepimizi hep ayakta tutacak bu dürüst görevi başımız dik yerine getirmeliyiz, bizim de sonumuz gelene kadar!"

Joseph Roth 1939 yılındaki ölümüne dek Paris'te borç içinde zor bir yaşam sürdürür. Bu süreçte Stefan Zweig'la sık sık mektuplaştığı, yakın dostunun onu parasal desteklediği bilinir. Nazi rejiminin yazmalarını yasaklayarak ölüme sürüklediği yazarların başında, yaratıcı ruhlu iki dost, Joseph Roth'la Stefan Zweig gelir...