26 Aralık 2021

Burnu Kafdağı'nda Bir Megolaman

Toplum Gazetesi, Almanya, 26 Aralık 2021

AHMET ARPAD

Yolum yine Münih'e düştü. Uzun bir aradan sonra bu güzel kente gelişimin nedeni hem ziyaret, hem ticaret! Önce dostlarla bir Bavyera lokantasında öğle yemeği, ardından bir fotoğraf sergisi ön görüşmeleri. Tren istasyonunun ana kapısından büyük alana çıkıp 19 numaralı tramvayla merkeze inmek niyetim, fakat alan bir inşaat alanı! Duraklar yıkılmış, tramvaylar yan caddeden kalkıyor. Giriş, çıkış yan kapılardan. Az ötedeki koskocaman bir tabelada Münih'in 2028 yılında yepyeni bir tren istasyonuna sahip olacağı yazıyor. Dev bir fotoğraf geleceğin dev istasyonunu gösteriyor! Benzeri Almanya'da yok. Resmi verilere göre şimdi her gün yaklaşık 400 bin insan Münih tren istasyonunu kullanıyor. Geleceğin istasyonu günde yarım milyon yolcuya hizmet verecekmiş.

Aynı yere bundan 80 yıl önce de yeni bir tren istasyonu yapmak istemişlerdi. Hitler emir vermişti, dev bir yapı olmalıydı! Emri alan Stuttgartlı mimar Paul Bonatz'dı. On iki yıllık yönetimi sırasında hep daha büyüğün peşinden koşan "Führer"'in düşlerinden biri de, yüzbinleri ve kendinden sonrakileri etkileyecek dev mimarlık eserleri yaratmaktı! Paul Bonatz 1920'li yıllarda Stuttgart'a güzel bir tren istasyonu armağan etmişti. Yürekli bir mimardı, Hitler'in kafasından geçen aşırı büyüklükte istasyon binasına karşı çıkmasını bilmiş, ancak bu nedenle de 1943 yılında ülkesini terke zorlanmıştı. Bonatz savaş ve savaş sonrası yıllarını Ankara ve İstanbul'da geçirmişti. Ankara'daki Şevki Balmumcu'nun Sergievi binasını 1947-1948 yıllarında Opera binasına dönüştürür. Anıtkabir jürisinin başkanlığını yapar, ülkemizde birçok öğrenci yetişirir ve 1954'de yine Stuttgart'a döner.

Hitler'in Dev Yapılar Merakı

Adolf Hitler dev yapılara meraklıydı. Çoğu savaşta ve savaş sonrasında yıkılsa da günümüzde Münih'te, Berlin'de, Nürnberg'de, Regensburg'ta onun düşsel yapılarına hâlâ tanık oluyoruz. Hitler kendini herkesten üstün gören, sürekli haklı olduğuna inanan, hep ön plana çıkmak isteyen, burnu hep "Kafdağı"nda bir megalomandı! Savaş sonrasında onun kişiliği üzerine kafa yoran sayısız psikiyatri uzmanı doktor Hitler'in iki ruhlu bir insan olduğu üzerinde birleşmiştir. Davranışları çoğu kez esrarengizdi. Günümüzde hâlâ Münih'in merkezini "süsleyen" Hitler projesi dev yapıları görmek isteyenler üç dilde düzenlenen yarım günlük turlara katılıyor.

Hitler'in ülkeyi Münih'ten yönettiği yıllarda kaldığı görkemli yapı bugün Müzik ve Tiyatro Yüksekokulu'nu barındırıyor. Az ötesindeki NSDAP idare binasında şimdi Sanat Tarihi Enstitüsü var. Odeon Alanı'ndaki Nazilerin çoğunlukla askeri törenlerde kullandığı sütunlar, dev heykeller, aslan figürleriyle süslü Feldherren yapısının önünde turist grupları fotoğraf çektiriyor. Kentin ünlü Prinzregenten Caddesi'nde 1930 yıllarının Devlet Ekonomi Bakanlığı binasında bugün de Bavyera Ekonomi Bakanlığı var. Prinzregenten Alanı'ndaki emniyet müdürlüğü bir zamanlar Hitler'in apartmanıymış. Caddenin dev İngiliz Parkı'na açılan yanında Hitler'in emriyle inşa edilmiş olan neoklasik yapı o gün olduğu gibi günümüzde de ünlü bir Sanat Müzesi.

Stuttgart trenine daha iki saat var. Hava oldukça serin, fakat güneşli, gökyüzü mavi-beyaz. Biraz tur atmalı, çok uzaklardan, dorukları karlı Bavyera Alpleri'nden gelen tertemiz havayı ciğerlerime çekmeli... Tarihi belediye binasının önündeki geleneksel Noel pazarı bu yıl da kurulamadı. İnsanlar Münih'in sokak ve caddelerini dolduramadı! Viktualien pazar alanında oturmuş, biralarını yudumlayan, şık loden şapkalarına keçi sakalı takılı Münihliler, merakla dolaşan, sürekli fotoğraf çeken Asyalı turistler bugün yok! Adaşımın küçük dükkânı da kapalı, tezgâhlarını dolduran ikiyüze yakın peynir arasından birkaçını seçmeyeceğim, onunla ve canayakın eşiyle biraz sohbet edemeyeceğim. Münih her zamanki gibi güzel, fakat hüzünlü...

18 Aralık 2021

Gerçekler ve seçkinler

Toplum Gazetesi, Almanya, 18 Aralık 2021

Ahmet Arpad

Çoktandır bekliyordum, sonunda geçenlerde gerçekleşti. İki ev ötedeki komşum, yıllardır her Cumartesi lüks otomobilini garajından çıkarıp kaldırıma park ediyor ve bir saate yakın suyla, sabunla bir güzel yıkıyordu. Geçen hafta eve döndüğümde villasının önünde bir polis otomobili durduğunu gördüm. Yaşlı ve zengin adam polislerle tartışıyordu. Kapıyı açıp bahçeye girdim, durdum ve kulak kabarttım. Genç memurlar komşuma yaptığının yasa dışı olduğunu söylüyordu. Çünkü hem yayalara engel oluyordu, hem de şampuanlı pis suları kanalizasyona akıtıyordu. Polisler para cezasından söz edince yaşlı adam sesini yükseltti. Daha çok dinlemeyip içeri girdim. Kendini haklı görmekte inat ediyordu! Bakalım zengin komşum lüks otomobilini bundan sonra nerede yıkayacak?

Alman dilinde bir özdeyiş vardır: "Parası olan güçlüdür, güçlü olan haklıdır!" Bir süre önce benzeri başka bir olaya tanık olmuştum. Karşıdan karşıya geçmek üzere çizgili yaya geçidine doğru yürüyordum. Aynı anda spor giysili genç bir kız koşarak geçide geldi ve hiç durmadan caddeye atladı. Onu son anda fark eden küçük otomobil frene bastı. Hemen arkasındaki gösterişli SUV (Spor Amaçlı Taşıt) zar zor durdu, tamponlar neredeyse birbirine değdi. Zengin aracının (!) kapısı açıldı, iri-yarı bir adam aşağı indi, hızla öndeki otomobile gitti ve el kol hareketleriyle bağırıp çağırdı. Söylediğine göre küçük aracın sahibi haksızdı! Bana kalırsa haksız olan, koşarak, hiç beklemeden, sağına soluna bakmadan çizgili yaya geçidine atlayan kızla, dev aracını öndekine çok yakın süren SUV'inin şöförüydü. Küçük otomobilin penceresi açıldı, ufak tefek bir adam bir şeyler mırıldandı, iri yarı, şık giyimli SUV sahibi ise avukat olduğunu söyleyip: "Siz görürsünüz" diye bağırdı ve dev aracına bindiği gibi hızla olay yerinden uzaklaştı...

Güçlünün kendini hep haklı sanmasını, aylar önce gazetelere yansıyan bir başka olay da kanıtlamıştı. Stuttgart'ın güzel Schloss alanındaki her yanı camdan kübik bina Sanat Müzesi. En üst katında masaları hep dolu bir lokanta var. Gazetede yazdığına göre, eyaletin ünlü bir bakanı bir akşam yanında misafirleriyle içeri giriyor. Rezervasyonu yok. En önde manzaralı bir masa istiyor. Lokanta dolu. Şef garson arkalarda masa vermek zorunda kalıyor. Bakan bağırıp çağırarak lokantadan ayrılıyor.

Toplumsal gerçekleri kavrayamayan seçkinler!

Alman toplumunda son yıllarda dikkati çeken bir gelişme yaşanıyor: Dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Almanya'da devletin kasasına giren vergiler rekor düzeydeyken fakirle zengin arasındaki makas gittikçe açılıyor. Orta sınıf kayboluyor, kendini seçkin sanan yeni zenginler artıyor. Onlar Koronavirüs sürecinde borsa oyunlarıyla servetlerine servet katmaya devam ediyor. Toplumsal sorunların sürekli arttığı, günlük yaşamın zorlaştığı ülkede gittikçe daha çok insan artık yalnız, fakir, ümitsiz.

Almanlar kendilerinin ve ülkenin geleceğinden korkuyor. Milli gelirin %50‘sine nüfusun %10‘nun sahip olduğu bilinen bir acı gerçek. Resmi verilere göre Almanya'da 6 milyon çocuk ve genç fakir ailelerde yaşıyor. Bu sayı son on yılda ikiye katlanmış! Ekonomisi güçlü Almanya "aile ve eğitim fakiri" listesinde birinci sırada. Darmstadt Üniversitesi'nden sosyoloji profesörü Michael Hartmann "Burnu Büyükler" adlı en kitabında Almanya'da ekonomide, politikada ve üst düzey yönetimde yanlarına kimseyi sokturmayan yaklaşık 4 bin ‘seçkin' olduğundan söz ediyor!

"Bu kişiler bir yandan ülke toplum yaşamında etkili olurken, diğer yandan da insanlardan uzaklaşıyor, içlerine kapanıyor", diyor Prof. Hartmann. "Kendileri gibi olmayanlarla kesinlikle görüşmüyorlar." Onlar aldıkları kararların ve gerçekleştirdiklerinin kuruluşları, şirketleri ve partileri için doğru olduğuna yüzde yüz inanıyorlar.

Kökenleri, yetişmeleri ve eğitimleri ‘elit' olan bu insanlar toplumsal gerçekleri her zaman kavrayamıyor, çoğunluğun yaşamından gittikçe uzaklaşıyor! Kendi evrenlerinde yaşayan bu seçkinlere (!) günümüz Avrupa'sında sayıları hızla artan sağcı popülist partilerde de rastlanıyor...

12 Aralık 2021

"İşe yaradığımızı hissetmeliyiz"

Toplum Gazetesi, Almanya, 12 Aralık 2021

AHMET ARPAD

Kadın yaşını başını almış. Yıllardır aynı yerde duruyor, Stuttgart Schloss Alanı'nın altındaki metro geçitinde gazete satıyor. Koltuğunun altındaki gazetelerin adı Kaldırım. Sık sık oradan geçtiğim için kimi gün selamlaşıyoruz. Çene çaldığı başkaları da var. Çoğunlukla yaşlı insanlar. Arada sırada Kaldırım'ı alıp göz atıyorum. Kaldırımda yaşayan çok fakirlerin gazetesi. Toplumun dikkatini bu insanların sorunlarına çekmek için yaklaşık 25 yıldır yayınlanan aylık gazete değişik destek, bağış ve ilanla yaşıyor. Bir süre önce gazete alırken yaşlı kadına sormuştum: "Nasıl dayanıyorsunuz saatlarce burada durmaya?" diye. "Mecburum", olmuştu yanıtı. "Devletin verdiği destek yetmiyor. Günde üç beş Avro da gazete satışlarından elime geçiyor." Kaldırım Stuttgart'ın başka köşelerinde de satılıyor. Satanlar yaşlı kadın gibi fakirlik sınırının çok altında yaşayanlar. Gazetedeki haber ve yazılar çoğunlukla onların zor yaşamını ele alıyor. Yaşlı kadın sekiz yıldır burada durduğunu anlatıyor. "Benim yaşımda kolay değil, fakat yine de haftanın dört günü geliyorum. Her gün 6 saat. Stuttgart'ta benim gibi gazete satan yaklaşık yüz kişi var. Önemli olan bir işe yaradığımızı hissetmeliyiz!"

Evleri köprü altları

Almanya'nın zengin kentlerinden sayılan Stuttgart ve çevresinde belediyenin açıklamasına göre 3 bin insan evsiz. Yardım derneklerinin, kiliselerin ve belediyenin gösterdiği odalarda ve yurtlarda kalıyorlar. İçlerinde içki ve uyuşturucu bağımlılarıyla sokak çocukları da var. Fakirler ordusuna son yıllarda gittikçe daha çok yaşlı da katılmaya başladı. Eline geçen emeklilik maaşıyla artık geçinemeyen bu insanlar devletten sosyal yardım alıyor. Sayıları son 15 yılda yüzde 45 artmış. Yetkililer: "Yaşlıların fakirliği yakın gelecekte çığ gibi büyüyecek", diyor. Günümüz Almanyası'nda gittikçe daha çok insan eline geçen düşük sosyal yardım ile fakirlik sınırında, gelecekleri belirsiz bir yaşam sürdürüyor. Bunlardan yedi yüz bini tam dibe vurmuş, evsiz barksız, ailesiz yaşıyor. İçlerinden 48 bini yaşamını sokakta geçiriyor. Kar, buz ve yağmurda ormanlar, parklar, köprü altları, kapı içleri, aralıklar, alt geçitler, metro istasyonları onların barınakları. Bir zamanlar iş güç, ev bark, çoluk çocuk sahibi bu insanlar şimdi yalnız.

Sokakta donarak ölenler

Federal İstatistik Dairesi'nin geçen nisandaki açıklamasına göre 2020/2021 kışında evsizlerden yirmi üçü sokakta donarak ölmüş. Son haftalarda derece geceleri sürekli sıfırın altında. Almanya'nın büyük kentlerinde Kızılhaç'ın minibüsleri saat 22'den sabah 3'e kadar sokak ve caddelerde dolaşıyor, geceyi ‘açık hava'da geçiren evsiz barksızlarla ilgileniyor. İkisi Kızılhaç görevlisi, diğeri gönüllü, üç kişi eski bir battaniyeye sarılmış, çoğu aç ve içkili zavallıyı uyandırıyor, onunla konuşuyor, sağlığını kontrol ediyor, ona sıcak bir çorba veya çay veriyor, gerekiyorsa giyecek bir şeyler de bırakıyor. Bazılarının yanında köpekleri varsa onların da karnını doyuruyor. Her minibüsün belli bir turu var. Üç görevli kentin hangi cadde ve alanında kimin gecelediğini biliyor. Bazı mahallelerde evsiz barksızları tanıyan komşular da bu insanlara göz kulak oluyor. İçlerinde Covid-19'a karşı aşı olmak istemeyenler belediyenin onlara gündüzleri sıcak yemek ve içecek verdiği yurtlara testle girebiliyor. Almanya'nın 1990'lı yıllardan bu yana geçirdiği toplumsal değişim ülkede sorunları arttırdı, insanların yaşamını giderek zorlaştırdı, bireyin geliri azaldı, fakirlik doruğa fırladı. Resmi verilere göre Almanya'da 15,3 milyon insan 'fakir' kabul ediliyor. Tek başına yaşayıp da ayda 920 Avro'nun altında kazanan 'fakirler sınıfı'ndan. İki çocuklu bir ailede bu sınır 1940 Avro'dan başlıyor.

AB'nin güçlü ülkesinde milli gelirin yüzde ellisine nüfusun yüzde onunun sahip olduğu artık bilinen bir acı gerçek. Zenginle fakir arasındaki uçurumun gittikçe derinleştiğini yönetenler de kabullenmeye başladı. Hele Korona'yla bu uçurum daha da derinleşti! Büyük kentlerde istasyonlarda, caddelerde, parklarda çöp kutularında boş şişe arayan yaşlı insanlar gittikçe daha çok dikkati çekiyor. Bakkala götürüp depozitini alarak günde birkaç Avro'ya sahip olmak uğruna yağmurda, karda sokak sokak, cadde cadde dolaşıyorlar.

5 Aralık 2021

Barok sarayın süpürgeleri

Cumhuriyet, 5 Aralık 2021

Ahmet Arpad / Stuttgart

Bundan çok uzun yıllar önce Stuttgart'a yerleştiğimde ilk öğrendiğim ilginç şeylerden biri de kira sözleşmesinde yazan "Merdivenlerin ve kaldırımın temiz tutulmasından kiracı sorumludur" maddesiydi.

Sırası gelen kiracı eline süpürgesini alıp ortak merdivenleri, binanın önündeki kaldırımı tüm hafta boyunca temiz tutmak zorunda. Yaz, kış demeden. Karlı buzlu günlerde sabahın köründe, gerekiyorsa kahvaltıdan önce, yayalar ayakları kayıp düşmeden, kaldırım tertemiz olmalı. Kiracı, eğer oturduğu binanın iç avlusu varsa, orasını da süpürüp temizlemek zorunda. Sözleşmesindeki sorumluluğunu bir süre yerine getirmedi mi ev sahibi onu evden atabiliyor. Çok daireli apartmanlarda bu görevi üstlenen, çoğunlukla yabancıların kurduğu "temizlik şirketleri" var.

Her şey Württemberg Dükü Eberhard Ludwig'in 12 Ocak 1714 tarihli "temizlik" genelgesiyle başlamış! Dükün amacı insanları düzene ve temizliğe alıştırmakmış. Fransa'nın Güney Almanya sınırındaki Elsas ve Lothringen bölgesi 1871 ile 1918 tarihleri arasında Alman topraklarına katılınca temizlik genelgesi yöre halkına da uygulanmak istenmiş, fakat Alman yöneticiler bunu Fransız halka bir türlü kabul ettirememiş!

KİLİSEDE CAZ KONSERİ
Ağaçların ardında, ötelerde, güz güneşinde ışıldayan geniş vadide Tuna Nehri ağır ağır süzülüyor. Tepede, sırtını kara çamların örttüğü yamaca dayamış barok Mochental sarayı yükseliyor. Yüzyıllar boyu yakındaki Zwiefalten Manastırı'nda yaşayan piskoposların dinlenceye gelmiş olduğu saray 1985'ten bu yana güzel bir kilisenin yanı sıra büyük sanat galerisiyle, Almanya'nın tek süpürge müzesini de barındırıyor. Karlsruheli galerici Ewald Karl Schrade ve eşi barok sarayın salonlarını değişik sergilere açıyorlar. 2500 metrekarelik sergi alanında postmodernizminden günümüze, tablolardan heykellere, çok değişik sanat yapıtlarına yer veriyorlar. Saray kilisesi de caz konserlerine ve kitap okuma akşamlarına açık.

Alt katın bütün salonlarını kaplayan süpürge müzesi görülmeye değer. Ewald Karl Schrade, 1970'li yılların sonunda çok ilgisini çeken bir süpürgeyi satın alıp evine götürürken günün birinde müze kuracağını aklının köşesinden bile geçirmemiş. Aradan geçen yıllarda dünyanın dört bir yanından dostları ona süpürge yollamış, kendi satın almış, böylece sayıları yüzleri geçmiş. Sağda süpürge, solda süpürge, duvarlarda süpürge, yerlerde süpürge. Ne de çok çeşidi varmış! Sapları kayın ağacından ve bambudan, hindistancevizi ve hurma ağacı kabuğundan... Süpürge otu yerine tavus kuşu ve deve kuşu tüyleri, kaz kanatları kullanılmış. İçlerinde bazıları var, sapları gümüş kaplama. Onlara âşık olmamak elde değil. Temizlik insanoğluna her çağda gerekli. Firavunlar süpürgeye meraklıymış, Çin İmparatorluğu'nun insanları, Sezar'ın Roma'sı da. Süpürge, yaşamımızda vazgeçemeyeceğimiz dostlarımızdan biri.

Dışarıda bir güz gününün son ışınları. Sapsarı doğa yavaş yavaş bambaşka renklere bürünüyor, kararıyor, uykuya hazırlanıyor. Sarayın büyük avlusunda iki tavus kuşu... Kanatlarını açmışlar, rengârenk kuyruklarını kaldırmışlar. Büyülenmiş gibi öyle duruyorlar...

Satranç, Asillerin Oyunu...

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 5 Aralık 2021 

Yine yağıyor ahmak ıslatan, hava serin, fakat kimsenin umrunda değil. Ne koşanların, ne de satranç oynayanların. Her pazar olduğu gibi bugün de Stuttgart'ın göbeğindeki büyük parkta gezintimizi yapıyoruz. Kentin orta yerinden başlayıp ta Neckar kıyısına uzanan Schloss parkı gezinenler, koşanlar, çocuk arabası sürenler, tekerlekli paten yapanlar, pedallara basan bisikletlilerle dolu. Şu sıralar evine kapanmak zorunda olan çoğu insan evinden çıktıktan kısa süre sonra kendini kilometrelerce uzanan bu yeşil alanın ortasında buluyor. Yaşlısı genci, binlerce insan nefes alıyor, spor yapıyor, rahatlıyor tarihi ağaçlar altında, upuzun çimenliklerde, bakımlı gezinti yollarında. Küçük göllerde yüzen ördeklere, kazlara, kuğulara yem atıyor, günün stresini burada unutuyor.

Bir saatlik yürüyüşten sonra Neckar kıyısına gelenler canları çekerse ırmağın iki yanındaki geniş patikalarda yollarına devam ediyor. Altında bisikleti, pateni olanlar ta Ludwigsburg'a, Esslingen'e uzanıyor. O kadar yolu gözü almayanlar, hava güzelse, kıyıda bekleyen gemilere binip gezintiye çıkıyor. İsteyen parkın bitimindeki tabiat müzesine giriyor, hayvanat bahçesini geziyor. Susamış, karnı acıkmış olanlar ırmak üzerindeki köprüden karşıya uzanıp Bad Cannstatt'a geçiyor, Hermann Hesse'nin sorunlu lise yıllarında arada bir uğramadan edemediği şaraphanelerini yeğliyor!

Bizler ise küçük bir tur attıktan sonra dönüp tarihi ağaçlar altında satranç oynayanların yanında duruyoruz. Oyuncuların çoğu orta yaş ve üzerinde. Onlar buraya sürekli gelenler, yaz-kış demeden... Her havada oynayan satranç bağımlıları! Yüzlerce yıldır süregelen bir oyun satranç. Gerçek bir strateji; altmış dört karede hareket eden otuz iki taş. Şah, vezir, kaleler, filler, atlar, piyonlar. Zamanında İran'da bir şahın geliştirdiği savaş stratejisi, günümüzde milyonları kendine bağlayan bir oyun olmuş.

Ahmak ıslatan yağmura dönüşüyor. Satranç oynayanlar ve onları seyredenler şemsiyelerini açıyor. Pek konuşan yok. Bir an aralarında fısıldaşıyorlar. Burada değişik diller konuşuluyor. Oynayanlar, oynayanları izleyenler mesafe kuralına uyuyorlar, birbirlerine pek yaklaşmıyorlar!

Kocaman taşlar bir yerden bir yere hareket ediyor. Parkta gezinen köpekli polis bir an durup oynayanları seyrediyor, sonra yine yoluna devam ediyor. Rudi her zamanki yerinde. Üzerinde blucin, kara deri ceket. Saçlarına ak düşmüş, dinç biri. Tanıyorum onu. Yıllardır, hemen hemen her gün burada. Yaş yetmiş beş, fakat yaşından çok daha genç gösteriyor. Hans ondan da yaşlı. 82. Her cumartesi, pazar uzak Leonberg'den kalkıp buralara geliyor. Bugünkü karşıtı ondan oldukça genç. İri yarı, başında kasketi, kollarını kavuşturmuş, ‚ne yapmalıyım‘, diye düşünüyor olacak. Birkaç adım ileri atıyor. Bir elini çenesine götürüyor. İzleyenler arasında tek kadın yok. Kasketli adam birden eğiliyor, dizine kadar yükselen kara atı başka bir kareye koyuyor. Hans atılıyor ve beyaz kalenin yerini değiştiriyor. Kasketli adam öfkeyle söyleniyor. Hans gülümsemekle yetiniyor!

Yağmur birden duruyor. Yolcu yolunda gerek. Otobüse gitmeden az ötedeki büfeye uğramalı. Bir sıcak çay iç ısıtır. Çabuk çabuk yürüyenler, ‚Nordic Walking‘ yapanlar, bisikletliler, yavaş ve hızlı koşanlar yanımızdan geçiyor.

İnsanlar hareket halinde. Çoğu Korona nedeniyle büroya az giden, bütün gün bilgisayar karşısında oturup evden çalışanlar, akşamları da televizyon karşısından zor kalkıp doğru yatağa gidenler! Hafta içinde evinde oturuyor, hafta sonlarında parklar, ormanlar, göl ve ırmak kıyılarında geziniyor, koşuyor. Temiz hava alıyor.

28 Kasım 2021

"Özgürlük Savaşı Vermek Zorundayız"

TOPLUM, 28 Kasım 2021

20. yüzyıl'ın en insancıl yazarı Stefan Zweig 140 yaşında
AHMET ARPAD

1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi. Zweig insanların kurtuluşu için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerektiğine inanıyordu. Liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. O bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, diğer yandan da yeni eserler yarattı. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu "Amok Koşucusu" yapıtını o günlerde yazdı.

Zweig'ın ünü hızla yayıldı, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi gördü. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine olan inancını hiç yitirmedi. Hermann Hesse ile dostluğu daha 1. Dünya Savaşı yıllarında başlar. O günlerde her ikisi de savaş karşıtı görüşleriyle dikkati çeker. Çevresiyle ilişkileri sınırlı olan, yaşamını daha çok kitaplar ve doğa ile geçirmeyi seven, çoğu kez içine kapanık Hesse'nin, insanlararası ilişkileri seven, sürekli bir ülkeden ötekine giden, kendine yeni yeni dostlar edinen Zweig ile dostluğunun uzun yıllar sürmesi ilginçtir. 1920'li yıllar Hesse ile Zweig'ın en üretken oldukları, iyice ünlendikleri dönemdir. Zweig'ın yapıtları birçok dile çevrilirken, Hesse bu onura uzun yıllar sonra erişir.

Almanya'da Nasyonal Sosyalistler'in güçlenmesi her ikisinin de alınyazılarını birleştirir, çünkü Almanya'da Naziler işbaşına geçmişti. Bütün aydınlar gibi Zweig'ın da düşleri karmakarışık oluverdi. Adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. O günlerde yakın dostu Joseph Roth, kısa süre önce yerleşmiş olduğu Paris'ten yakın dostu Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle der: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın."

Zweig Bir Umut Yazarıdır
Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır. Stefan Zweig bireylerin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi.

Stefan Zweig eserlerinde bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır.

Gazeteci Robert van Gelder'in Stefan Zweig'la Amerika'da yaşadığı aylarda yapmış olduğu bir söyleşi New York Times'ın 28 Temmuz 1940 tarihli sayısında yayınlanmıştı. Stefan Zweig konuşmasında önümüzdeki yıllarda Avrupa'da kurgusal ve yaratıcı bir edebiyattan çok belgesel bir edebiyat oluşacağına inandığını söyler ve şöyle devam eder: "Bizler şimdiye kadar gerçekleşmemiş bir özgürlük savaşı vermek zorundayız. Çok yakın gelecekte dünyanın hiç yaşamamış olduğu toplumsal değişimlere tanık olacağız. İşte bu nedenle içinde bulunduğumuz dünyada yaşanan her şeyi belgeleme görevi öncelikle biz yazarlarda olmalı. Deneyimlerimize dayanarak kendi yaşamımızı ele almamız bile – ben bunu bir biyografiyle gerçekleştirmeyi tasarlıyorum – şu günlerde roman yazmaktan daha etkili olur. İçinde yaşadığımız süreçte en büyük dahinin de olup bitenleri çok başarıyla anlatacak bir yapıt yaratabileceğine inanmıyorum. Günümüzün en başarılı edebiyatçısı, ustamız kabul ettiğimiz tarihin yanında öğrenci ve uşak olmak zorunda."

Stefan Zweig, yabancı topraklarda özgür yaşamı engelleyen değişik nedenlerden, çalışmayı sürdürebilmek için gereken bilgilere ulaşamamaktan da söz eder: "Tam yirmi yıldır üzerinde çalıştığım bir yapıtı artık bitirmeyi düşündüğüm aşamada bu amacımdam vazgeçmek zorunda kaldım. Büyük usta Balzac'la ilgili bu yapıtı sona erdirememin nedeni, Chantilly Kütüphanesi'nin kapılarını kapatmış olmasıdır. Bana gereken Balzac arşivi onlarda, fakat savaş boyunca bilinmeyen bir yere götürüp saklamışlar. Başka bir sorunum da, sansür nedeniyle kütüphanemdeki yüzlerce, binlerce notumu beraberimde götürmeme izin verilmedikleridir. Benim bu yaşadıklarımı günümüzde sayısız ülkede binlerce sanatçı ve bilim adamı da yaşıyor, daha yıllarca da yaşayacak. Böyle anlarda yitirilen iç huzuru, kusursuz bir çalışmayı, başarılı bir yapıtın ortaya çıkmasını engelliyor. Bütün bunlardan yaşam ve düşün dünyamız onlarca yıl olumsuz etkilenmeyecek mi?

"Vatansız Kişi"
13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silinir. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. 22 Şubat 1942 akşamı Petropolis'ten eski eşi Friderike'ye yollamış olduğu en son mektubu şu sözlerle biter: "Sana bu satırları en son saatlerimde yazıyorum. Bu karara vardığım andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin. Çocuklarına çok candan selamlarımı söyle. Suçlama beni. Hep sevgili Roth ile Rieger'i düşün, bu acılara katlanmak zorundan kurtulmuş olduklarını her düşünüşümde içimi nasıl bir sevinç kapladığını da unutma... En iyi dilekler ve sevgiler... Hep yürekli ol! Her şeye karşın rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

"Ulaştığı ünü çokça hak etmiş olan alçakgönüllü, duygusal ve üstün yetenekli bu insanın dönemin baskısı altında ezilmiş olması çok trajiktir", diye yazmıştı Thomas Mann yıllar sonra.

25 Kasım 2021

"Mektuplar günün birinde yine anımsanır"

www.arti49.com 25 Kasım 2021

AHMET ARPAD 

20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig (28 Kasım 1881 - 23 Şubat 1942) 140 yaşında. O hep güncel. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Stefan Zweig mektup yazmasını çok severdi.

*


Yirminci yüzyıl Alman Dili Edebiyatı yazarları arasında Stefan Zweig mektup yazmasını en çok seven edebiyatçı olarak kabul edilir. Mektuplaşmak, ilişkiler kurmak, onları itinayla koruyup, yıllarca devam ettirmek Stefan Zweig için bir yaşam gereksinimiydi. İlk yapıtlarıyla hemen tanınmaya başladığında henüz yirmi beş yaşlarında genç bir yazardı. Döneminin hayran olduğu ünlü edebiyatçılarına kitaplarını imzalayıp göndermeyi severdi. Onlardan gelen yanıtlarla başlayan mektuplaşmalar zamanla karşılıklı diyaloglara dönüşmüştü. Mektupların ardından buluşup görüşmeler ve sohbetlerle yakın dostluklar oluşmuştu.

Rilke, Schnitzler, Bahr, Freud, Gorki ve Hesse gibi zamanının ünlü edebiyatçılarıyla sürekli yazışmıştı. Birbirinden değişik ünlülerle anlaşıp uzun yıllar onlarla yakın dostluklar sürdürmesi Zweig'ın bir "yeteneğiydi." O, kendisinden daha yaşlı, karakterleri birbirine hiç benzemeyen bu kişilerin her birine "nabzına göre şerbet vermesi"ni bilmişti.

Rainer Maria Rilke ile nazik ve gerçekçi görüş alış verişlerinde bulunmuş, Arthur Schnitzler ile dostça bir baba-oğul ilişkisi kurmuş, aralarındaki tüm karşıtlıklara ve eleştirilere karşın Hermann Bahr ona hep yakın bir meslektaşı gözüyle bakmıştı. Kendisinden yirmi beş yaş büyük Sigmund Freud'a hayranlık besleyen Stefan Zweig ona hep çok saygılı davranmıştı. Birbirlerine yazdıkları mektupların içeriği çoğu zaman bilimseldi, Freud'un çalışmalarını ve öğretisini içeriyordu; Zweig bunlardan özellikle öykülerinde yararlanıyordu. Bu yazışmalarda çoğu kez psikolojinin derinliklerine iniliyor, Zweig'ın kaleminden çıkmış olanlar kimi zaman yanlış anlaşmalara neden oluyor ve karşılıklı mektuplaşmalar pragmatik tartışmalara dönüşüyordu. Yahudi ailelerden gelen Freud ile Zweig'ın arasındaki ilişki Nazilerden kaçarak İngiltere'ye sığınmalarının ardından yakın dostluğa dönüşmüştü.

Kendinden yirmi yaş büyük Arthur Schnitzler'e olan yakınlığı ise çok daha dostça bir baba-oğul ilişkisiydi. Zweig, Schnitzler'e saygı duyuyor, onu "ustası" olarak kabul ediyor, onunla her türlü edebî sorunu rahatça tartışıyordu.

Hermann Bahr ile olan yakınlığı kimi zaman dostça, kimi zamansa eleştirel olmuştu. Özellikle Bahr'ın 1914 yılında çıkan ve savaşı onaylayan denemeler kitabı nedeniyle Zweig hayal kırıklığına uğramış, ona olan tepkisini eleştiri dolu mektuplarıyla belirtmekten kaçınmamıştı. Aradan yıllar geçtikten sonra da Bahr'dan, açıkça o kitabında ileri sürdüğü düşüncelerin yanlış olduğunu kabul etmesini ve onları geri almasını talep etmişti.

Savaş karşıtı Stefan Zweig aynı şeyler söz konusu olsaydı Rilke veya Freud'a böyle davranamazdı. Kendinden altı yaş büyük Rainer Maria Rilke'ye yazdığı mektuplarda ciddi ve tarafsızdır. Rilke de ona yolladığı yanıtlarda çoğu kez kibirsiz ve gösterişsiz olup görüşlerinde çok gerçekçidir. Zweig, Rilke'yi kendi neslinden kabul ettiği için hiçbir zaman onu kendine örnek almamıştır. Bu nedenle birbirlerinin zıttı bu iki edebiyatçının on dört yıl boyunca aralıksız mektuplaşmış olması biraz şaşırtıcıdır.

Maksim Gorki'yle 1923-1936 yılları arasında süren mektuplaşmaları çok ilginçtir. Bunlar büyük sosyalist bir gerçekçi ile yürekli ve antifaşist bir hümanistin birbirlerine yazdıkları belgesel yanı en yüksek mektuplardır. Maksim Gorki'nin yabancı meslektaşlarına yolladığı mektuplar arasında Stefan Zweig'a yazılanlar, içerikleri bakımından en önemlileridir. Zweig'ın "Büyük Ustam" dediği Maksim Gorki'ye yolladığı ilk mektuptaki şu sözler, ona verdiği değeri kanıtlaması açısından önemlidir: "... Alman edebiyatında gerçeği böylesine güzel ele alan bir yazar yok... Sanat aracılığı ile gerçeğin derinlerine inilmesi gerektiğine inanıyorum... Bana göre siz bunu olağanüstü başarıyorsunuz. Bir Tolstoy bile sizin başarınıza ulaşamıyor. Kitaplarınızı seviyorum! İçinde yaşadığımız kötülük dolu bu yıllarda sizin insancıl yanınıza da çok saygı duyuyorum!" Maksim Gorki de yanıtında Zweig'ı göklere çıkarır: "... İkinci öykünüz, kadına yaklaşımındaki insanüstü duyarlılığı, konusunun özgünlüğü ve sadece gerçek bir sanatçının başarabileceği anlatım gücüyle beni etkiledi. Öyküyü okuyup bitirdiğimde mutluluk içinde kendi kendime gülümsedim. Öylesine başarılı yazmıştınız ki!" Zweig ile Gorki'nin birbirlerine yollamış olduğu mektuplar karşılıklı saygı ve değer vermenin güzel belgeleridir.

Hermann Hesse yaşamı boyunca döneminin çok az edebiyatçısı ile mektuplaşmıştır. O daha çok ressamlar ve müzisyenler ile yazışmayı severdi. Gerek Konstanz Gölü kıyılarında, gerekse İtalyan İsviçre'sinde yaşadığı yıllarda sürekli mektup yazdığı sadece iki yazar dostu vardı: Stefan Zweig ve Thomas Mann.

Hermann Hesse'nin Zweig'la mektuplaşması genç yazarın 1922'de yayınlamış olduğu "Paul Verlaine" antolojisini kendisine yollamasını rica etmesiyle başlamıştır. O yıllarda adını ilk önemli eseri "Peter Camenzind" ile duyurmuş olan Hesse'nin bu ilgisine genç edebiyatçı Zweig şaşırmıştı. Bir antikacının yanında boğaz tokluğuna çalışmakta olan Hesse, bazı edebiyat dergilerine yazdığı şiirler ile birkaç yıldır Zweig'ın dikkatini çekmekteydi. Ondan bu antoloji isteğinin gelmesine Zweig hem çok şaşırmış hem de çok sevinmişti. Kısa süre sonra Hesse de, şiirlerini toplamış olduğu iki kitabını Zweig'a yollayarak ilgisine teşekkür etmişti. Viyana'daki üniversite yıllarında kaleme aldığı altmış şiirini içeren kitabı "Gümüş Teller" ile Hesse'nin ilgisini çeken Zweig'dan, Hermann Hesse daha 1901 yılında Basel Üniversitesi'nde vermiş olduğu "Günümüz Şairleri" konferansında övgüyle söz etmişti. Çevresiyle ilişkileri sınırlı olan, yaşamını daha çok kitaplar ve doğa ile geçirmeyi seven, çoğu kez içine kapanık Hesse'nin, insanlararası ilişkileri seven, sürekli bir ülkeden ötekine giden, kendine yeni yeni dostlar edinen Zweig ile uzun yıllar süren bir dostluk kurması ilginçtir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında her ikisi de savaş karşıtı görüşleriyle dikkati çeker. 1920'li yıllar Hesse ile Zweig'ın en üretken oldukları, iyice ünlendikleri dönemdir. Zweig'ın yapıtları birçok dile çevrilirken, Hesse bu onura uzun yıllar sonra erişir. Almanya'da Nasyonal Sosyalistler'in güçlenmesi her ikisinin de alınyazılarını birleştirir.

"Mektupları okuyacak zamanınız ve keyfiniz var mı şu sıralar? Olacağını umarım", diye yazar Stefan Zweig 14 Eylül 1912 tarihinde Hermann Bahr'a yolladığı mektubunda. "Yaşamda mektupların tuhaf bir rolü vardır. Onları severiz, sonra onlar unutulur, yitirilir, fakat günün birinde yine anımsanırlar." İlk yazışmalarına 1904'te başlayan Zweig, dostlarıyla mektuplaşmalarını 1939 yılına kadar aralıksız devam ettirmiştir.

Joseph Roth - Stefan Zweig mektuplaşmaları 20. yüzyıl Avrupası'nın iki değerli edebiyatçısı arasında geçen bir "söyleşi"dir. Birbirlerine yolladıkları (1927-1938) sayısız mektupta, dönemin politik sorunlarından, kişisel görüşlerinden, edebiyat üzerine düşüncelerinden söz ederler. Görüşlerinde ve olayları yorumlamada Joseph Roth Stefan Zweig'a göre biraz daha kişisel ve duygusaldır.

Stefan Zweig ve ikinci eşi Charlotte Altmann evliliklerinin ikinci yılında, 1942 yılının 23 Şubat günü intihar ederler. İlk eşi Friderike'ye bir gün önce yazmış olduğu mektup şöyle biter: "Bu satırları en son saatlerimde yazıyorum. Karara varalı kendimi nasıl da neşeli hissettiğimi gözünün önüne getiremezsin... En iyi dilekler ve sevgiler. Her şeye karşın rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin, yürekli ol!"

Eşi Friderike ile yaptığı yazışmalar (Stefan Zweig – Friderike Zweig, Mektuplaşmalar 1912-1942, Ayrıntı Yayınları, 480 sayfa) tam 1220 aşk, evililik, yolculuk ve sürgün mektuplardan oluşur. Stefan Zweig'ın "Sokulma" döneminde Friderike'ye yazmış olduğu mektuplar kayıptır. O yıllarda aşk romansı sadece baştan çıkarıcı bayan von Winternitz'in kaleminden akar... Stefan Zweig'ın en verimli dönemi (1919-1933) olan Salzburg yıllarından günümüze çok mektup kalmıştır. Aile içindeki huzursuzluklar, eşlerin ayrı yaşaması, üçlü ilişki ve boşanma 1930'lu yılları ‘çekici' yapar. Bu dönemde Zweig'ların yaşamı oldukça gergindir. ‘Soğuma' döneminde ise Friderike Zweig'dan bugüne çok az mektup kalmıştır. Özellikle iltica ettiği Amerika'dan kocasına yazdığı mektuplar kayıptır.

"Ulaştığı ünü çokça hak etmiş olan alçakgönüllü, duygusal ve üstün yetenekli bu insanın dönemin baskısı altında ezilmiş olması çok trajiktir", diye yazmıştı Thomas Mann yıllar sonra. Stefan Zweig'ın mektupları günümüze kalmış çok değerli belgelerdir. Günde ortalama 15 mektup yazdığı bilinen Zweig'in yaşamı boyunca on binlerce mektup yazmış olması gerekiyor!

Ahmet Arpad

Stefan Zweig savaş karşıtı, insancıl yazar

CUMHURİYET, Kitap Eki, 25 Kasım 2021

AHMET ARPAD

20. yüzyılın en insancıl yazarı Stefan Zweig 140 yaşında.
O hep güncel. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim", derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.“

*

1881 yılının 28 Kasım günü Viyana'da doğdu. Babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Berlin'de kaldı bir süre, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. 1908‘de Hindistan'a kadar uzanan bir gemi yolculuğu yaptı. 1911'de Amerika'ya gitti, ardından Londra ve Paris'te haftalar, aylar geçirdi. Romain Rolland ve Rodin'le yakın dostluklar kurdu. Paris'in kıyı bucağında kültür ve sanat miraslarını aradı. "O günlerde caddelerde çok dolaştım, çok şey gördüm ve içim içime sığmayarak çok araştırdım!" der Zweig. İç dünyasına yeni anlamlar katan ünlü Fransız düşünürü Romain Rolland ile yakın dostluk kurdu, onunla uzun yıllar mektuplaştı.

Birinci Dünya savaşı yıllarında giderek bilinçlendi. "Sonsuz kurbanlarla bir zafer kazanılsa da, savaşa karşı savaşmak gerekir", düşüncesi kafasında oluştu. Savaşlar gereksizdi. 1919‘da Salzburg'a, Kapuziner tepesinde satın almış olduğu büyük bahçeli villasına yerleşti. Mozart'ın doğum yeri olan yeşiller içindeki bu kentte rahat edeceğine inanıyordu. Dünya savaşının yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Ona göre ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Stefan Zweig Avrupa'nın her yanındaki sanatçı ve yazar dostlarıyla yazıştı, onları sık sık ziyaret etti, evinde konuk etti, konferanslara gitti.

Politikacılara karşı düşün savaşı

Bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı veriyor, bir yandan da yeni eserler yaratıyordu. Yirminci yüzyıl nuvel edebiyatına damgasını vurduğu "Amok Koşucusu" yapıtını o günlerde yazdı. Stefan Zweig‘ın yapıtları artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. Ünü hızla yayıldı, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi gördü. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edindi. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine olan inancını hiç yitirmedi.

Nazilerin ‘Safkan Olmayan İnsanlar‘ listesindeydi

1933'te ise Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle bütün aydınlar gibi Zweig’ın da düşleri karmakarışık oluverdi. İnsanlar kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi.

Tedirginlikleri giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu. Thomas Mann 25 Şubat 1933’de Zweig’a yolladığı mektubunda: „Almanya inanılmaz bir duruma düştü; ilerde çok insan o günleri yaşadığı için utanç duyacak!” diye yazar. Stefan Zweig’ın 18 Nisan 1933 tarihli yanıt mektubundaki görüşleri şöyledir: “Söylenenlere karşı çıkmak artık mümkün değil, çünkü yalan kanatlarını öylesine açmış ki gerçekler dışlanıyor, yalanın aktığı lağımlardan yükselen pis kokuları insanlar güzel kokular gibi içlerine çekiyor...” Thomas Mann 24 Nisan 1933 günü Zweig’a yanıt verir: “Siz de acılar çekiyorsunuz. İnanamıyorum. Günümüzde böyle şeyleri yaşamak zorunda bırakılmamız insanın nefret duygularını doruğuna çıkarıyor.” Nazi yönetimi 1936’da Thomas Mann’ı Alman vatandaşılığından atınca Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: “Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!”

13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı kabul eden Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. Savaşın şiddetini arttırması, Hitler'in güçlenmesi onu daha çok bunalımlara sokar. Yıllar boyu kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. Yorgun ve bezgindir. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazar: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak..."

Nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı

Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi eserinde karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise Zweig‘ın gözüpek tutkularını kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. O yapıtlarında doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunu başarmak için de Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı. Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Stefan Zweig bireylerin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır.

Büstü bugün Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı hiç yitirmedi güncelliğini.

18 Kasım 2021

"Burgaz Adası'nda Bir Köşk"

Toplum Gazetesi, Almanya, 18 Kasım 2021 

AHMET ARPAD & BURHAN ARPAD

18 Kasım 2021 büyük Türk öykü ve roman yazarı şair Sait Faik Abasıyanık'ın 115. doğum günü! Onun 1940'lı, 1950'li yıllardaki katkıları çağdaş hikâyeciliğimiz için dönüm noktaları sayılır. O bir öncüydü. Anlatımıyla alışılmış öykü tekniğini yıkmış, kent insanlarını içten, şiirsel bir dille konu etmişti. Bireyin toplumsal sorunlarına eğilen Abasıyanık günümüz Türk öykücülüğünün en önemli yazarları arasındadır. İstanbul yaşamını, alt tabaka insanının günlük sorunlarını, beklentilerini, korkularını, tasalarını ve sevinçlerini anlatır. 11 Mayıs 1954'de genç sayılacak bir yaşta öldüğünde Türkiye'nin ünlü yazarları Sait Faik'i şu sözlerle anmıştı.

Reşat Nuri Güntekin: "Hangi tarafından bakarsanız bakın, Sait Faik bugünkü edebiyatımızın en değerli, en orijinal çehrelerinden biriydi."

Nurullah Ataç: "Sait Faik bugünkü hikayecilerimizin en özlüsü, en ustası, en büyüğü."

Orhan Kemal: "Edebiyatımızın telafisi imkansız büyük kayıbı” mı diyelim? Sait, gizli kapaklı tarafı kalmamış, herkesçe bilinen bir insandı."

Yaşar Kemal: "Bıraktığı on üç eseri aşkla, sevgiyle, tonla dolu bir destandır. Bir büyük şehrin, fakir, emeklerinin karşılığını alamayan iyi insanlarının destanıdır. Said'e yüreğim çok yandı desem kaç para eyler…"

Sait Faik Abasıyanık'ı 1954'deki ölümüne kadar yakından tanımış, Medarı Maişet Motoru ya da Birtakım İnsanlar yapıtını sahibi olduğu Yokuş Kitabevi‘nde basmış olan babam Burhan Arpad Burgaz Adası‘ndaki Sait Faik Abasıyanık köşkünün 1964'de nasıl bir edebiyat müzesine dönüştürüldüğünü ve çabalarını aşağıdaki anı yazısında anlatıyor.

"Burgaz Adası'nda Bir Köşk"

BURHAN ARPAD

Burgaz vapur iskelesinden çıkar çıkmaz karşılaşacağınız küçücük alanın adı "Sait Faik Abasıyanık Alanı"dır. Denizi sağınıza alıp rıhtımda beş on adım attıktan sonra solda daracık bir sokağa sapar ve hafif bir yokuşu tırmanırsanız, büyükçe bir bahçe içinde güzel ve eski bir köşke rastlarsınız. Köşkün tam karşısında bir Ortodoks kilisesi vardır. Sait Faik'in "Papaz Efendi" hikâyesinde adı geçen kilise. Köşk, ünlü öykü yazarımız Sait Faik Abasıyanık'ın uzun yıllar oturduğu köşktür. Sait'in ölümünden sonra, adalı dostlarının önerisine uyan yüreği yanık ana, köşkü, bahçesini ve Şişli'de bütün bir apartmanı, ayrıca Emniyet Sandığı'nda duran para ve mücevherlerini Darüşşafaka Cemiyeti'ne bağışlamıştır. Köşkün Sait Faik Abasıyanık Müzesi olarak düzenlenip halka açık tutulması koşuluyla... Bu istekler, Sait Faik'in yakın dostları yazarların ilgisi ve katkısıyla 1964 yılında gerçekleştirildi. Daha önceki yıllarda Varlık Yayınevi tarafından yürütülen Sait Faik Hikâye Ödülü tekrar başlatıldı.

1964 İlkbaharında, Sait Faik dostları olan yakın arkadaşlarımın isteğine uyarak köşkün bir edebiyat müzesi, daha doğrusu, müze-ev havasına uygun düzenlenmesi için iki ay çalıştım. O sırada işbaşında bulunan Darüşşafaka Cemiyeti yönetim kurulu üyeleriyle anlaşarak ve kimi sanatçı dostların işbirliğini sağlayarak, köşkün iç ve dış görünüşüyle bir müze-eve dönüştürülmesini elden geldiğince başardığımı sanıyorum.

Elden geldiğince diyorum, çünkü Sait her çeşit biçimcilikten ve düzen sınırlamasından uzak yaşamayı seven, başına buyruk ve dağınık bir insandı. Annesi Makbule Hanım'la uzun yıllar birlikte oturduğu köşkün bir edebiyat müzesine dönüştürülmesi için gerekli pek az belge bırakmıştı.

Bu gerçekten yola çıkarak yalın bir çalışma yaptım. Önce köşkün her yanı temizlendi, boya ve badana yapıldı. Giriş katının oda ve salonu olduğu gibi bırakıldı. Sait'in balık takımları ve çizmelerini giriş yerine koymakla yetindim. Merdiveni çıkınca tam karşıya gelen oda, Saait'in yatak odasıydı. Süslemenin her çeşidinden uzak olan sade bir oda. Tek kişilik bir karyola, birkaç sandalye ve küçük bir masa. Sait'in belki de hiç kullanmadığı kravatlarının salladığı bir kravatlık. Birkaç fotoğraf.

Birinci katın balkonlu büyük salonunu, Sait Faik'in edebiyatçı ve insan yanıyla yakından ilgili belgeleri sergilemek için kullandım. Özel yaptırılmış vitrinli masacıkları duvar önlerine sıraladım. Ölümünde kimi şair ve ressamlarımızın Sait için yazdıkları da çerçeve içinde uygun yerlere asıldı. Vitrinlerde sergilenenler arasında kimi ilginç belgeler vardır. Bursa Lisesi'nden aldığı diplomayı, Milli Eğitim Bakanı adına, Başbakan İsmet İnönü imzalamıştı. Yine o vitrinde, Sait'in çevresi ve yaşadığı günlerin koşulları açısından çok ilginç bir belge vardır. Sanatçımızı uzun süre üzmüş bir olayın belgesidir. "Meslek" yerinde "mesleği yok" ("Sans Profession") yazılı pasaportu. Sait, bunu anlatırken pek üzülürdü. Emniyet, pasaport belgesinde meslek hanesinin karşısına "yazar" demiş, fakat polisçe yeterli bir iş sayılmadığından "mesleği yok" diye değiştirilmişti. O pasaport da vitrindedir.

Bir başka vitrinde de, hikâyesinde söz konusu ettiği zoraki tüccarlık döneminin belgesi olarak, Ticaret Odası'nın yazısı vardır. Yabancı dilde çıkmış kitapları, okul defterinde yarım kalmış müsveddeler de bir başka vitrinde sıralanmıştır. Halide Edip Adıvar'ın önerisiyle Amerikalılarn Mark Twain Derneği onur üyeliğini belgeleyen yazıyı da sonra getirtmiş. Darüşşafaka Yönetim Kurulu'na vermiştim. Bilmem nereye koydular. Kök son yıllarda bakımsız kaldı. On yıl kadar önceki kurum başkanına, damın aktığını ve acele onarımı gerektiğini söyleyince: "Bu gibi işlerle başkan ilgilenmez”, deyip sözümü ağzıma tıkamıştı!

Burada bir gerçeğin altını çizmek gereğini de duyuyorum. Makbule Abasıyanık'ın bağış koşullarında "müze olarak kalka açılması ve bakımının sağlanması” kaydı vardır. Sait'in annesinin bağışı o yılın değeriyle bir milyon lira küçümsenmeyecek bir gelirdir. Osmanbey sitesi gibi yüksek gelirli bir yapının gerçekleşmesinde büyük yararı dokunmuştur. Köşkün bakım ve onarımı bağış koşulu gereğidir!

Burhan Arpad'ın Cumhuriyet gazetesindeki "Hesaplaşma" köşesinde 1983 yılında çıkan bu makale "Bir İstanbul Var İdi" adlı (Doğan Kitap 2000 ve 2003, Remzi Kitabevi 2007) anı kitabında da yer almaktadır.

14 Kasım 2021

Rahatlatıcı Huzur

Toplum Gazetesi, 14 Kasım 2021

Adam uzun mu uzun. İpince. Karalar giyinmiş. Yanındaki ufak tefek kadın da. Mihrabın loşluğunda durmuşlar, aralarında fısıldaşıyorlar. Adam eğilmiş, kaburu çıkmış, kadına bir şeyler söylüyor. Camları rengârenk pencerelerden giren güneş ışığı onlara arkadan vuruyor. Sonra ağır ağır yürüyorlar, kocaman sütunlar arasında geziniyorlar.

Arada sırada susuyorlar, başlarını kaldırıp tepelerindeki kubbeye, pencerelere bakıyorlar. İlginç bir çift. Katedralde başka insanlar da var. Sütunlar arasında süzülür gibi gezinen, köşelerde sessizce dua eden. Rahatlatıcı bir huzur her yerde. 16. yüzyılın bu dev yapısında değişik dönemler seçiliyor. Romantik ve Gotik yapı stili ağırlıklı. Büyük mihraptan kubbeye yükselen tahta oyma işçiliği beşyüz yıllık. Tanrı, Meryem Ana, İsa bir arada. Sütunları birbirine bağlayan taş işçiliği de eşsiz. Yukarlarda çalgı çalan melekler, fresklerde kıyamet günü, alevler, lânetlenmişler. Breisach katedrali insanın olağanüstü yaratıcılığının kanıtı, göreni etkisi altında bırakan eşsiz bir eser.

Aynı anda bir grup genç katedralin büyük kapısından içeri giriyor. Yüksek sesle konuşuyorlar, gülüşüp duruyorlar. Kimbilir nelerden söz ediyorlar, Fransızca? Huzur verici o sessizlik bir anda bozuluyor. Önden yürüyen kadın rehber bir şeyler anlatıyor. Pek azı onu dinliyor. Aceleci adımlarla bir köşeden bir köşeye gidiyorlar. Kafalarında şu anda kimbilir neler var?

Dine gerçekten inananlar

Karalar içindeki çift az sonra dışarda, büyük kapının yanında durmuş, katedralin taşlarını okşuyor. Adam yanımıza gelip şöyle bir selam verdikten sonra soruyor: "Acaba Freiburg'a en çabuk nasıl gidebiliriz?" Tren istasyonuna uzanan yolu tarif ediyorum. Sonra birlikte yürürken anlatıyor. Annesiyle babasının doğduğu topraklara bu ilk gelişiydi. "Onlar Breisach'ı 1937'de çok ani terk etmişler", diye konuşuyor. Sesinde bir hüzün seziliyor. "Önce sınırın ötesindeki Colmar'a, oradan da İngiltere'ye kapağı atmışlar."

Naziler 1938'de sinagogu yakmış, ardından da yediyüz yıldır bu kentte yaşayan tüm Yahudileri güney Fransa'daki Gurs toplama kampına tıkmışlar. Adamla kızkardeşi İngiltere'de dünyaya gelmiş. Bakışları katedralin çifte kulelerinde: "Bu dev yapıyı gerçekten dine inanan insanlar yaratmış, ideologlar değil!" diye mırıldanıyor ve veda edip yokuş aşağı yürüyor, vücudu hafif öne eğik, yanında kızkardeşi. Biz durup doğayı içimize sindiriyoruz.

Ötelerde tarlalar, daha ötelerde ormanlar, sisler ardında dağlar. Güneydoğudaki Feldberg tepesine (1500 m) kış gelmiş. Karaormanlar'da ağaçların çoğu artık yapraksız. Ren'in suları pırıl pırıl. Karşı kıyı Fransa, bu kıyı Almanya. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız bombalarıyla tümüne yakını yıkılmış olan Breisach'ın şirin evleri savaşın ardından on yıl gibi kısa bir sürede yenilenmiş. Başımızı çevirip arkamıza bakıyoruz. Dev St. Stephan katedrali dört bin yıllık Breisach'ın tepesinde, toprak rengi ve beyaz evlerin üzerine çökmüş, her şeye hakim. Yamaçlardan Ren'e inen bağlardaki üzümler çoktan toplanmış. Bahçelerdeki elmalar da...

7 Kasım 2021

9 Kasım, Almanya'nın Alınyazısı

TOPLUM Gazetesi, 7 Kasım 2021

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman Kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkânlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır... Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır.

"Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler, 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır.

"Kavgam"la aşılanan ülkü

Ancak suçun işlendiği Bavyera eyaletinin Adalet Bakanı Franz Gürtner, geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Bir ay süren davada Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar. Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır…"

10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır.Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım'da 'yakma emrini' verir! O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır.

1930'lar... Almanya'da Hitler, Türkiye'de Atatürk

Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudiler'in sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Toplam 190 sinagog yangınlarla yerle bir edilir. SS'ler aynı gece 26 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla çıkarılan sayısız genelgeyle yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2021, Almanya'da ‚Kayser'in ihtilalle tahtan indirilmesinin ve monarşinin sonunun 103. yılı, Hitler'in Münih'te darbe girişiminin 98. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının 83. yılı ve iki Almanya'yı bölen duvarın yıkılışının 32. yılı…

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu!

Çanlar kimin için çalıyor?

CUMHURİYET, 07.11.2021

AHMET ARPAD

Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunacak! Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Henriette Reker kısa süre önce bu müjdeyi verdi! "Müslüman hemşehrilerimiz, şehrimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Şehrimizde kilise çanlarının yanı sıra ezan sesinin duyulması, Köln'de çeşitliliğe değer verildiğini ve bu çeşitliliğin burada yaşandığını gösterir."

Almanya'da üç bine yakın cami ve mescit var. Yetmişli yılların başında sayıları otuzu geçmezdi. Günümüzde Almanya'da sadece Cuma öğle namazında dolan camilerin sadece üçte biri, Anayasayı Koruma Örgütü'nün verilerine göre ülkedeki Türk Müslümanlarının yüzde 80'ini temsil ettiği söylenen Diyanet'e bağlı Ditib kuruluşunun! Bunun çeşitli nedenleri var. Azınlığın temsilcisi Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Nurcular resmi makamlardan, kiliselerin de desteği ile, onlarca yıl rahatça yapı izni aldılar, sürekli "Ankara'nın etkisindeki bir dinin temsilcileri" dedikleri Ditib camilerine ise hep zorluk çıkarıldı. En son örneğini uzun yıllar Stuttgart-Esslingen'de yaşadık. Bu küçük kentte Milli Görüş ile çok iyi anlaşan belediye, Ditib camisinin büyütülmesine değişik nedenler bularak sürekli engel olmuştu. Bu sorunlar Pforzheim ve Mannheim Ditib camilerinin yapımında da yaşanmıştı. Almanya genelinde tüm camilerimizin başka bir sorunu da minareler. Kimi yerde minareye hiç izin vermiyorlar, kimi yerde de ancak kısacık bir minareyi kabulleniyorlar. Günde beş vakit ezan okunmasına ise hiç izin verilmiyor.

Çanlar çalmaya başladı

Geçenlerde Stuttgart'ın göbeğinde, Schiller Alanı'nda, uzun yıllardır tanıştığım, fakat birkaç yıldır görmediğim Tübingen'li doğubilimci bir Türk dostla karşılaştım. Alte Kanzlei lokantası alanın bir kenarına masalar kurmuş. Hemen oturduk. Hava serin, fakat güneşli. Garson kızın getirdiği, yörenin güzel şaraplarını yudumlayıp dereden tepeden konuşmaya başladık. Söz sözü açtı. Yaz tatilinden, Korona‘dan, Almanya'daki son seçimden, milli futbol takımından, Stefan Kuntz'dan söz ettik. Tabii Türkiye'deki "en son gelişmeler"e de değinmeden olmazdı. Tam sohbeti koyulaştırmıştık ki çanlar çalmaya başladı.

Schiller Alanı'nda yükselen dev Stift Kilisesi‘nin tepemizdeki dev çanları çok gürültü çıkarıyordu. Bir süre susmak zorunda kaldık. Konuşmann anlamı yoktu. Biri ötekinin ne dediğini anlamıyordu! Az sonra, çanlar yine sustuğunda, konumuz değişivermişti. "Bizimkilere altmış yıldır ezan okutmuyorlar, kendileri gece gündüz, saat başı, kimi yerde her yarım saatte bir bu çanları çalıyorlar!" diye biraz öfkeli konuştu dostum. "Ülke onların, istediklerini yaparlar", diye karşı çıkmak istedim. O atılıp sözümü kesti: "Çan ne İsa'nın emridir, ne de İncil'de yeri vardır!" Söylediğine göre çan çalma geleneği İsa'dan 1200 yıl sonra başlamış. Tarlasında çalışan köylüye dua saatini anımsatmak için. "Sonra Katolik ve Ortodokslar sayesinde dallanıp budaklanmış", diye heyecanla devam etti; "Azizlerin doğum, şahadet yıldönümlerini, mucizelerini anmak; insanları düşmana, genellikle Orta Avrupa'ya yaklaşan Osmanlı ordularına karşı duaya çağırmak için de çalmaya başlamışlar."

Yağma kilise çanları

Geçen ay katolik ve protestant kiliseleri ilginç bir açıklama yapmıştı: Hitler Almanyası, İkinci Dünya Savaşı'nın en haraketli döneminde, 1940'da çıkardığı bir kararnameyle Almanya'da ve işgal ettikleri doğu Avrupa ülkelerinde 100 binin üzerinde kilise çanına el koymuştu. O günlerde değişik cephelerde sürdürülen acımasız savaşlarda çok sayıda silaha gerek vardı. Dört yıl boyunca Wilhelmburg ocaklarında eritilen bronz ve demirden kilise çanları toplara, tüfeklere ve mermilere dönüştürülmüştü. Savaş yıllarında eritilmemiş ve sonra Almanya'nın değişik kiliselerinde kullanılmaya başlanmış ‘yağma çanlar' birkaç yıldır, nereden geldikleri bulunduğunda, iade edilmeye başlandı. Bu arada Stuttgart yakınlarındaki Rottenburg Piskoposluğu da çevredeki katolik kiliselerinde 54 ‘yağma çan' olduğunu tespit etti.

Kafamdan bunları şöyle bir geçirdikten sonra sohbeti sürdürdüm: "Hepsi iyi güzel de, 21. yüzyılda her saat başı, kimi yerde gece yarısı bile çalınmasını pek anlamıyorum", dedim. Dost gülümsedi: "Evinin karşısında kilise olan yandı demektir", dedi. "Adamcağız çan sesini bütün gün çekmek zorundadır. Ne kadar dava açarsa açsın, çan sesinin dayanılmaz olduğunu bilirkişi raporları ile kanıtlasın, hiçbir mahkeme onu haklı çıkarmaz Almanya'da!" Çünkü çan sesi bir liturya kabul ediliyormuş. Dayanamadım, gülümseyerek sordum: "Peki, bize niçin günde beş kez ezan okutmuyorlar?" Hemen yanıt vermedi. Bir an gülümsedikten sonra: "Korkuyor olacaklar!" dedi. "2001'de Nobel ödülü verdikleri Naipaul, İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra ne demiş biliyor musun? 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." Ben yine de ısrarla sormaya devam ettim: "Ezan kilise çanından daha dinsel değil mi?" Açıkladı: "Rivayete göre ezan istişareler sonucu belirlenmiş ve peygamberin onayını almış. Ezanın metni Kuran ayeti filan değildir, peygamberin sözü de değildir, fakat dinsel olarak kilise çanından daha önemlidir. Arapça olmasına karşın ezan bir manifestodur..."

Bakalım Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunması ne sonuç verecek?

24 Ekim 2021

Çanlar kimin için çalıyor?

Toplum Gazetesi /ALMANYA, 24 Ekim 2021

Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunacak! Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Henriette Reker kısa süre önce bu müjdeyi verdi! "Müslüman hemşehrilerimiz, şehrimizin ayrılmaz bir parçasıdır. Şehrimizde kilise çanlarının yanı sıra ezan sesinin duyulması, Köln'de çeşitliliğe değer verildiğini ve bu çeşitliliğin burada yaşandığını gösterir."

Almanya'da üç bine yakın cami ve mescit var. Yetmişli yılların başında sayıları otuzu geçmezdi. Günümüzde Almanya'da sadece Cuma öğle namazında dolan camilerin ancak üçte biri, Anayasayı Koruma Örgütü'nün verilerine göre ülkedeki Türk Müslümanlarının yüzde 80'ini temsil ettiği söylenen Diyanet'in! Bunun çeşitli nedenleri var. Azınlığın temsilcisi Milli Görüşçüler, Süleymancılar, Nurcular resmi makamlardan, kiliselerin de desteği ile, onlarca yıl rahatça yapı izni aldılar, sürekli "Ankara'nın etkisindeki bir dinin temsilcileri" dedikleri Diyanet camilerine ise hep zorluk çıkarıldı.

En son örneğini uzun yıllar Stuttgart-Esslingen'de yaşadık. Bu küçük kentte Milli Görüş ile çok iyi anlaşan belediye, Diyanet camisinin büyütülmesine değişik nedenler bularak sürekli engel olmuştu. Bu sorunlar Pforzheim ve Mannheim Diyanet camilerinin yapımında da yaşanmıştı. Almanya genelinde tüm camilerimizin başka bir sorunu da minareler. Kimi yerde minareye hiç izin vermiyorlar, kimi yerde de ancak kısacık bir minareyi kabulleniyorlar. Günde beş vakit ezan okunmasına ise hiç izin verilmiyor.

Çanlar Çalmaya Başladı

Geçenlerde Stuttgart'ın göbeğinde, Schiller Alanı'nda, uzun yıllardır tanıştığım, fakat birkaç yıldır görmediğim Tübingenli Doğubilimci bir Türk dostla karşılaştım. "Alte Kanzlei" lokantası alanın bir kenarına masalar kurmuş. Hemen oturduk. Hava serin, fakat güneşli. Garson kızın getirdiği, yörenin güzel şaraplarını yudumlayıp dereden tepeden konuşmaya başladık. Söz sözü açtı. Yaz tatilinden, Korona‘dan, Almanya'daki son seçimden, milli futbol takımından, Stefan Kuntz'dan söz ettik. Tabii Türkiye'deki "en son gelişmeler"e de değinmeden olmazdı. Tam sohbeti koyulaştırmıştık ki çanlar çalmaya başladı.

Schiller Alanı'nda yükselen dev Stift Kilisesi‘nin tepemizdeki dev çanları çok gürültü çıkarıyordu. Bir süre susmak zorunda kaldık. Konuşmanın anlamı yoktu. Biri ötekinin ne dediğini anlamıyordu! Az sonra, çanlar yine sustuğunda, konumuz değişivermişti. "Bizimkilere altmış yıldır ezan okutmuyorlar, kendileri gece gündüz, saat başı, kimi yerde her yarım saatte bir bu çanları çalıyorlar!" diye biraz öfkeli konuştu dostum. "Ülke onların, istediklerini yaparlar", diye karşı çıkmak istedim.

O atılıp sözümü kesti: "Çan ne İsa'nın emridir, ne de İncil'de yeri vardır!" Söylediğine göre çan çalma geleneği İsa'dan 1200 yıl sonra başlamış. Tarlasında çalışan köylüye dua saatini anımsatmak için. "Sonra Katolik ve Ortodokslar sayesinde dallanıp budaklanmış", diye heyecanla devam etti; "Azizlerin doğum, şahadet yıldönümlerini, mucizelerini anmak; insanları düşmana, genellikle Orta Avrupa'ya yaklaşan Osmanlı ordularına karşı duaya çağırmak için de çalmaya başlamışlar."

Yağma Kilise Çanları

Geçen ay katolik ve protestan kiliseleri ilginç bir açıklama yapmıştı: Hitler Almanyası, İkinci Dünya Savaşı'nın en hareketli döneminde, 1940'da çıkardığı bir kararnameyle Almanya'da ve işgal ettikleri doğu Avrupa ülkelerinde 100 binin üzerinde kilise çanına el koymuştu. O günlerde değişik cephelerde sürdürülen acımasız savaşlarda çok sayıda silaha gerek vardı. Dört yıl boyunca Wilhelmburg ocaklarında eritilen bronz ve demirden kilise çanları toplara, tüfeklere ve mermilere dönüştürülmüştü. Savaş yıllarında eritilmemiş ve sonra Almanya'nın değişik kiliselerinde kullanılmaya başlanmış ‘yağma çanlar' birkaç yıldır, nereden geldikleri bulunduğunda, iade edilmeye başlandı. Bu arada Stuttgart yakınlarındaki Rottenburg Piskoposluğu da çevredeki katolik kiliselerinde 54 ‘yağma çan' olduğunu tespit etti.

Kafamdan bunları şöyle bir geçirdikten sonra sohbeti sürdürdüm: "Hepsi iyi güzel de, 21. yüzyılda her saat başı, kimi yerde gece yarısı bile çalınmasını pek anlamıyorum", dedim. Dost gülümsedi: "Evinin karşısında kilise olan yandı demektir", dedi. "Adamcağız çan sesini bütün gün çekmek zorundadır. Ne kadar dava açarsa açsın, çan sesinin dayanılmaz olduğunu bilirkişi raporları ile kanıtlasın, hiçbir mahkeme onu haklı çıkarmaz Almanya'da!"

Çünkü çan sesi bir liturya kabul ediliyormuş. Dayanamadım, gülümseyerek sordum: "Peki, bize niçin günde beş kez ezan okutmuyorlar?" Hemen yanıt vermedi. O da bir an gülümsedi, sonra: "Korkuyor olacaklar!" dedi. "2001'de Nobel ödülü verdikleri Naipaul, İran'dan Malezya'ya İslam ülkelerini gezdikten sonra ne demiş biliyor musun? 'İslamın girdiği yerde Araplaşma başlar!'..." Ben yine de ısrarla sormaya devam ettim: "Ezan kilise çanından daha dinsel değil mi?" Açıkladı: "Rivayete göre ezan istişareler sonucu belirlenmiş ve peygamberin onayını almış. Ezanın metni Kuran ayeti filan değildir, peygamberin sözü de değildir, fakat dinsel olarak kilise çanından daha önemlidir. Arapça olmasına karşın ezan bir manifestodur..."

Bakalım Köln'deki camilerde her cuma öğle namazı öncesi hoparlörler aracılığı ile 10 dakika ezan okunması ne sonuç verecek?

17 Ekim 2021

Develeri görmeyeli çok olmuştu...

Toplum Gazetesi/Almanya, 17 Ekim 2021

Hemen girişte sizi pembe flamingolar karşılıyor. Sakin sakin, çoğu tek bacağının üstünde öyle durmuşlar gelene geçene bakıyorlar. Az ötede bir insan kalabalığı. Büyük bir havuz. İçinde foklar yüzüyor. Hızlı hızlı, heyecanlı. Yemek saati yaklaşmış olacak! Gerçekten de birkaç dakika sonra elinde içi balık dolu kova bir adam geliyor. Bakıcılarını gören fokların heyecanı artıyor. Adam onları isimleriyle çağırıyor. İsmini duyan hızla geliyor, sudan fırlıyor, bakıcının elindeki balığı kaptığı gibi yine buz gibi sulara dalıyor. Sonra sıra diğerlerinde. Bu oyun böyle sürüp gidiyor. Biz yolumuza devam ediyoruz.

Wilhelma büyük. 300 bin metrekareye yayılıyor. 1250 cinsten 11 bin hayvanı barındırıyor. Tarihi botanik bahçesinde ve geniş parklarında 7500 çeşit bitki var. Wilhelma 1846 yılında önce büyük bir botanik bahçesi olarak kurulmuş, 20 yıl sonra da hayvanat bahçesi eklenmiş. Bugün Berlin'den sonra Almanya'nın ikinci büyük hayvanat ve botanik bahçesi. 2019 yılında kapılarından içeri giren 1,7 milyon ziyaretçi Wilhelma için yeni bir rekor olmuştu. Geçen yıl ise aylarca kapatmak zorunda kalınca bu sayı %50 düşmüştü.

Çitalarla, antiloplar, zürafalar birbirine oldukça yakın. Az ötede fillerle suaygıları geziniyor. 2018'de Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) ile ortak çalışmaya karar veren Wilhelma dişi filler Pama ile Zella'nın yaşadığı alanı büyültülüp 2023 yılından sonra 14 Asya filine yer açmaya karar verdi. Yolumuza devap edip ceylanların önünden geçiyoruz ve yamaçtaki kayalıklara varıyoruz. Burada daha önce küçük maymunlar yaşardı.

2019'da iki milyona yakına bir harcamayla iyice elden geçirildi. Şimdi kar leoparları Kailash'la Ladakh'ın ikizleri her gün mağaralarını terk ediyorlar, annelerinin gözü altında Moğolistan veya Çin'in 6 bin metrelik dağlarını anımsatmaya çalışan kayalıklarda hoplayıp zıplıyorlar. Resmi açıklamalara göre günümüzde dünyada 4 bin kar leopardı kalmış!

Goriller çimenlere uzanmış uyukluyor

Gezintimiz sürüyor. Az sonra Wilhelma'nın bir başka doruk 'yerleşimi' olan, bonobalarla gorillerin keyif sürdüğü modern, tamamen camdan Maymunlar Evi'ndeyiz. Stuttgart'ın Wilhelma hayvanat bahçesi Avrupa'nın tek goril yetiştirme merkezi. Bonobolarla goriller 2300 metrekare büyüklüğünde alanda tabii birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Eskisinden çok daha büyük bir alana 2013 yılında 22 milyon Avro'ya inşa edilen bu yepyeni yapıyla Wilhelma bir dönüm noktasına imza atmıştı.

Maymunların geleceğe dönük yeni bahçeli 'villası' lüks, aydınlık ve de ferah. Burada ayrı ayrı bölümlerde yaşayan 25 goril ve 16 bonobo oturdukları, yattıkları veya oynaştıkları yerden dışardaki güzel doğayı seyrediyor, günün belli saatlerinde parkı andıran geniş bahçeye çıkıyorlar. 1500 metrekarelik dış yeşil alanda on beş metre yüksekliğindeki değişik ağaçlar, çimenler ve bir derecik onları bekliyor. Goriller tembel tembel çimenlere uzanmış uyuklarken bonobolar yükseklere tırmanıyor, insanın yüreğini ağzına getiren değişik jimnastik hareketleri yapıyor, metrelerce yukardaki hamaklara kurulup çevreyi seyrediyorlar.

Hayvanat bahçesinde kısa süre önce yapılan değişikliklerle bizonlar, yaban domuzları, Mezopotamya alageyikleri, Tibet öküzleri, eşekler ve develer bir araya getirilmiş. Hepsi de kendi halinde, sakin, kimseye zararı olmayan hayvanlar. İçlerinde beni en çok ilgilendirenler develer! Onları görmeyeli çok olmuştu. Sadık ve alçak gönüllü, sıcak çöllerde güç koşullara karşın sabırlı, günlerce aç-susuz uzun yollar kateden deve kendine kötülük yapanı da hiç unutmaz. Durup uzun uzun seyrediyorum. Ben onlara, onlar bana bakıyor.

Almanya'nın kimi yörelerinde deve çiftlikleri var. Bunlardan biri de Stuttgart yakınlarındaki Nagold'da. Sütünden kremler, sabunlar, banyo losyonları yapıyorlar. Çiftlik sahibi: "Deve iyi niyetli gibi görünür, fakat istedi mi de kafasına eseni yapar," diyor. "O köpekten çok kediye benzer."

Deve olmasaydı acaba Arap insanı ucsuz bucaksız çöllerde binlerce yıl ne yapardı? Türkiye'de 1935 yılında 120 bin deve varken, günümüzde bu sayı 1500'e düşmüş. Acaba ülkemizde develer niçin azaldı?

10 Ekim 2021

Münih'te hoş bir gün…

Toplum Gazetesi, 10 Ekim 2021


Günlerden Cumartesi. Hava ılık. Münih ünlü lodoslu günlerinden birini yaşıyor. Avrupa'nın en büyük kent parkı 370 hektarlık "İngiliz Parkı"nda dolaşırken kimlere rastlamıyorsunuz! Her gün gezintiye çıkan yaşlılara, yakındaki üniversiteden ders çalışmaya gelmiş gençlere, ağaçlar altına uzanmış, öpüşüp sevişen aşıklara, parkın uzun yollarında mutlu köpeklerinin peşinden giden köpekseverlere, uçsuz bucaksız çimenlere yatmış, tembel tembel gökyüzü seyredenlere, atlarına binmiş, insanları rahatsız etmeden huzur dolu parkın yollarında gezinen polislere, 'Çin kulesi'nin çevresindeki tarihi ağaçların gölgesinde bira içen göbekli Bavyeralılar'a, meraklı turistlere...

Sizin anlayacağınız her cinsten insan burada! Kulenin altındaki sahnede Bavyeralı müzisyenler oynak melodiler çalıyor. 1789'da prens Carl Theodor'un Alman ordusunun mimarı Joseph Frey'e İngiliz park kültürünü örnek alarak düzenlettiği bu dev alan köpeklerden bebeklere, yaşlılardan gençlere herkesin canının çektiğini yapabileceği bir yer. Havaların henüz soğumadığı şu günlerde güneşlemeyi sevenler Schwabing deresinin kıyılarını ele geçirmiş! Günün belli saatlerinde parkın uçsuz bucaksız çimenleri dört ayaklı sevimli hayvanların! 'ev hapsi"nden bir kaç saatliğine olsa da kurtulduğu için sonsuz mutlu her cinsten, her renkten, her boydan ve her yaştan köpek deliler gibi koşuşturuyor, hoplayıp zıplıyor. Seyreden için eşsiz bir gösteri... En iyi cins, en soylu köpekler ise, çimenlerdeki "karmakarışık özgürlük" soylu sahiplerinin pek hoşuna gitmiyor olacak ki; buraya uğramıyor.

Bu kent parkında başka özgürlükler de var. Ağaç altlarında, çimenlerde akla gelen her müzik türünü dinlemek mümkün. Tamtamlara darbukalar, trompetlere saksofonlar karışıyor... Yakındaki Münih üniversitesinde yıllar geçiren Güney Amerikalı, Afrikalı öğrencilerin müziği kulağa pek hoş geliyor. Ağaçların dibinde bira içenler oturuyor. Tabii sosyal mesafeli! İngiliz parkındaki özgür yaşama parkın yollarında devriye gezen polisler değil karışmak, yaşamın tadını çıkaran kent insanlarına dostça gülümseyip selâm veriyor...

Kleinhesseloher gölünde küçük kayıklar dolaşıyor, kazlar, ördekler, alımlı bembeyaz kuğular sularda süzülüyor. Gölden Aumeister bira bahçesine uzanan bölümde doğa sakinleşiyor. Burası tavşanların, sincapların, arada sırada ortaya çıkan alageyiklerin elinde. İngiliz parkından geçen dereciklerde kunduzlar, porsuklar da özgür yaşıyor. 1789 yılından bu yana beton hiç girememiş bu parka!

Kentin merkezinde şöyle bir gezinmeden Stuttgart'a dönmek olmaz. Münih'in göbeğindeki ünlü Viktualien pazar alanı hafta sonu alış verişine çıkmış insanlarla dolu. En iyisi yarım kızarmış tavukla, seramik kupada buz gibi bira alıp uzun tahta masalardan birine oturmak, keyifle yiyip içmek, karşınızdaki Bavyeralı ile sohbet etmek, cumartesi alışverişine çıkmış hanımefendilerle yanlarındaki beyefendileri, suları buz gibi fıskiyeli küçük çeşmenin yanında durmuş, bir yandan çene çalan, bir yandan ulusal içkileri köpüklü biralarını yudumlayanları, merakla dolaşan turistleri seyretmek...

İçlerinde birkaçı var ki, Viktualien Pazarı'nda dolaşanlara hiç uymuyor. Dört hanım, tepeden tırnağa örtülü, değil saçlarının tek teli, ayakkabıların burnu bile görünmüyor. Gözlerinde kocaman kocaman kara gözlükler. Bir ellerinde pahalı marka çantalar, bir ellerinde külahta dondurmalar. Durmuş, çevrelerini seyrediyor, arada sırada uzun peçelerini, biraz zor da olsa kaldırıyor, dondurmalarını yalıyorlar...

Az ötede ıhlamur ağacının gölgesine sığınmış kısa deri pantalonlu, şık loden şapkalarına keçi sakalı takılı dev gibi Bavyera erkekleri, biralarını yudumlamayı bırakmış onlara bakıyorlar.

Aile dostumuz Behice Boran

Toplum Gazetesi, 11 Ekim 2021 

Behice Boran (1 Mayıs 1910 - 10 Ekim 1987)

Bugün size biraz dünden söz edeceğim.

1 Mayıs 1910'da Bursa'da başlayan ve 10 Ekim 1987'de Brüksel'de son bulan bir yaşamdan, bir insanın yaşamından kesitleri kısaca paylaşacağım. Babam Burhan Arpad'ın 1987 yılında Cumhuriyet Gazetesi için kaleme aldığı ve işte O insanı konu edinen yazısını da, bir tarihi belge zenginliği olması düşüncesiyle, ayrıca üleşiyorum....

Bir kadın O. Adı Behice Boran. Türkiye'nin yetiştirdiği ender aydın kadınlardan. Yaşamı boyunca mücadeleyi bırakmayan bir isim.

Babam Burhan Arpad'ın (19 Mayıs 1910 – 3 Aralık 1994) aşağıdaki yazısında belirttiği gibi, Behice Boran aile dostumuzdu. Eşiyle Taksim Talimhane'deki evimize, Anadoluhisarı'ndaki yazlığımıza sık sık uğrarlardı. Bu görüşmeler hep heyecanlı konuşmalarla geçerdi. Bazı günler ortak dostları Ruhi Su da onlara katılırdı.

Behice Boran'ın kurucusu olduğu Barışseverler Cemiyeti, 1950 yılında Kore'ye asker gönderilmesini kınayan bir bildiri yayınlamıştı. Cemiyet hemen kapatılmış, Boran ve arkadaşları tutuklanıp hapise atılmıştı. 15 ay sonra O çıkmış, bu kez Türkiye Komünist Partisi'ne katıldığı gerekçesiyle diğer yakın aile dostumuz Ruhi Su, 1952'de tutuklanıp 5 yıla mahkum edilmişti. Bir başka anı: Annemden dinlemiştim:"Sen ilk adımlarını Behice Hanım'la eşi Nevzat Bey arasında atmıştın.” Yine bir gün bize, Taksim'deki evimize çaya geldiklerinde ben ikisi arasında yürümeye başlamışım... Yıllar sonra, 1961'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Behice Boran Urfa milletvekili, üniversite öğrencisi Ahmet Arpad ise, partinin Beşiktaş ilçe örgütünün gençlik kolunda üye, 1965 seçimlerinde TİP'ten sandık görevlisi...

"Aile Dostumuz Behice Boran" Burhan ARPAD
Cumhuriyet Gazetesi, 27 Ekim 1987


"Bir yazı dolayısıyla tanışmıştık. Aylık Yücel Dergisi'nde yayınlamış olduğum bir yazımı ele alarak karşı görüşler ileri sürmüştü. Söyledikleri doğruydu. Okumanın yaygınlaşması için kitap sergileri ve tanıtma yazılarının yeterli olmadığını, ekonomik koşulların da düzeltilmesi gerektiğini bana yazmıştı.

1944 yılının yazında İstanbul'da tanıştık. Anadoluhisarı'nda bir süre konuğumuz oldu. Canlı ve olgun bir kişiliği vardı. Tartışırken sesini ve heyecanını iyi kullanıyordu. Bir ara Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu da bizde konakladı. Bahçeli küçük ev, Küçüksu Çayırı ve plaj arasında dostluk dolu haftalar geçirmiştik. Sonraki yıllarda dostluğumuz sürdü. Bizde tanıştığı Nevzat Hatko'yla evlendller.

Ankara Dil Tarihi Fakültesi'nden ayrılmak zorunda bırakılanlardan Muzaffer Şerif Başoğlu Birleşik Amerika'ya, Niyazi Berkes Kanada'ya, Pertev Naili Boratav Fransa'ya göç etti. Yurt ve Dünya ile Adımlar dergileri çevresinde toplanmış sağlam görüşlü aydınlardan sadece Behice Boran Türkiye'de kalmıştı.

Ülkemize yararlı olmak istiyordu. Yazma olanağı buldukça yazıyordu. 1950 başlarında barış için savaşıma girişti. Türkiye'de bir barış örgütü kurmak gerektiğini savunan görüşlerini sanırım ilk olarak Fındıklı'da küçük bir evde açıklamıştı. Az sayıda konuk arasındaydım. Sabiha Zekeriya Sertel, yüksek kimya mühendisi Dr. Ekrem Eraş da vardı.

27 Mayıs 1960 değişiminden sonra Türkiye'nin politika alanında İşçi Partisi çalışmaları başarıyla sonuçlandı ve kuruldu. Kurucular arasında Cumhuriyet Halk Partili olan kimi sendikacılar da vardı. Nedense bir süre sonra kimi aydın çevrelerden olumsuz sesler yükseldi. İşçi Partisi değil 'Çalışanlar Partisi'ydi gerekli olan. Sol aydınlar adına sesini yükselten bir dergi 'Çalışanlar Partisi'ni savunurken bir sosyalist derneği örgütünü de gerekli görüyordu. Yığın, sosyalizm konusunda eğitilmeliydi.

Oysa Türkiye koşulları açısından İşçi Partisi girişimi bir aşamaydı, olumluydu. Partinin başına geçmiş olan Mehmet Ali Aybar her yönüyle Türkiye'de emekten yana yasal bir parti önderiydi. Aydınlar için kolay geçmeyen 1940'lı yılların sonunda Zincirli Hürriyet dergisinde çıkan bir yazısı nedeniyle hapis yatmıştı. Yurtdışında da ünlü bir Türk atletiydi. Soylu bir aileden geliyordu. Dış görünümü ve konuşmalarıyla tam bir parti önderiydi. Sözün kısası, tutucuların ve yalancıktan aydın kişilerin kara çalamayacağı bir insandı!

Mehmet Ali Aybar'ın genel başkanlığında işçi sorunları ve sosyalizm toplantılarda ve basında sık sık tartışıldı. Kamuoyu ilk kez o günlerde emekçi yurttaş ve sosyalizm sorunlarına kulak verdi, ilgilendi. 1965 seçimlerinde Millet Meclisi'ne 15 milletvekili sokan Türkiye İşçi Partisi ülke insanlarının sorunlarını ilk kez o çatı altında dile getirdi.

Türkiye İşçi Partisi'nin bu başarısı, özellikle genç aydınların ilgisini çekti, çok sayıda yurttaş parti üyesi oldu. Ne var ki, olumlu sayılması gereken bu aşırı ilgi, parti yapısında sarsıntılara ve çatlaklara yol açtı. Çok sayıda aydın, kafalarının içinde şöylesine bir yer etmiş sosyalizm sözüne göre Türkiye İşçi Partisi'ni oraya buraya çekiştirdi. Bu kargaşa parti yönetimine de sıçradı. Önderlik kavgaları başladı.

1968'de Sovyetler'in Çekoslavakya'nın içişlerine el atması, Türkiye İşçi Partisi'ni karıştırdı. Mehmet Ali Aybar'ın o günlerde kullandığı "Güleryüzlü Sosyalizm” sözleri kısa sürede bir Aybar-Boran çekişmesine dönüştürüldü. 1945'da Dr. Şefik Hüsnü'nün kurmuş olduğu Türkiye Emekçi Partisi ileri gelenlerine: "Gerekirse Komünist Partisi'ni de biz kurarız!” diyenler, İşçi Partisi'nde başlayan parti içi çekişmesiyle kapanmasını da ne yazık ki başardılar.

Sevgili dost Behice Boran 1910 yılının 1 Mayıs günü Bursa'da dünyaya gelmişti.10 Ekim 1987'de Brüksel'de öldü. 18 Ekim'de, güneşli ve güleryüzlü bir havada çok sevdiği İstanbul'da toprağa verildi. Türk bayrağına sarılı tabutunu binlerce genç el üstünde taşıdı. Mezarını örten kara toprak çiçeklerin en renklileriyle bezenmişti.

Dost ve yürekli insan Behice Boran'a saygı..."

3 Ekim 2021

NSA her şeyden haberdar

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 3 Ekim 2021

 İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden günümüze 76 yıl geçti. Almanya topraklarında hâlâ yaklaşık 80 bin yabancı asker var. ABD'nin 24 askeri üssünde tam 35 bin asker görevli. Ayrıca İngiltere 15 üsse sahip, 20 bin İngiliz askeri sürekli Almanya topraklarında.

Ülkedeki en önemli ABD üslerinden biri Ramstein'daki hava üssü. 1400 hektarlık alana kurulu ve ABD dışındaki en büyük Amerikan üssü olduğu söylenen Ramstein'dan Irak ve Afganistan savaşları yönetildi ve yönetiliyor! ABD'nin Stuttgart'ta da çok önemli ikisi üsü var. Bizim eve de çok yakınlar!

United States European Command'ın (EUCOM) denetim bölgesi Batı Avrupa'dan tâ Ural dağlarına ve Ortadoğu'ya uzanıyor. Diğeri de tüm Afrika kıtasından sorumlu(!) Africom. ABD'nin kara kıtada terörist avında kullandığı insansız uçakların kumandasından Stuttgart'taki Africom sorumlu. US Army Field Stuttgart sivil havaalanıyla karşı karşıya.

Almanya'dan kumandalı insansız uçakların Afrika'da arada sırada sivilleri de öldürmesine, uluslararası hukuka aykırı da olsa, hiçbir Alman hükümeti ağzını açıp karşı çıkamıyor. Amerikan askeri uçakları Alman hava sahasını da kendi istediği gibi kullanıyor. Resmi açıklamalara göre, ABD'nin kendine yandaş ülkelerde tam 761 askeri üssü var!

YÖNETENLER NE KADAR ÖZGÜR?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında "Dörtler"in kurulmasına izin verdiği Federal Almanya'ya demokrasi tabanın zorlamasıyla değil tepeden inme gelmişti. 1949 yılında kabul edilen günümüz Alman Anayasası, 20. yüzyılda bu topraklardan üçüncü bir savaş çıkmaması için Almanya'yı kontrolü altında tutmak isteyen ABD'nin kendi anayasasının hemen hemen bir kopyasıdır.

"Dörtler" Avusturya'yla 1955'te barış antlaşması imzalarken Almanya ile savaşın ardından bugüne dek masaya oturmadılar. Topraklarında şu anda yaaklaşık 80 bin yabancı askerin olması Almanya'nın hâlâ işgal altında olduğunun bir kanıtıdır! İşte bu gelişmeler göz önüne alındığında ABD Ulusal Güvenlik Dairesi'nin ülkede ayda yarım milyar kez internet trafiğini ve telefon görüşmelerini izlemesine hiç şaşmamak gerek.

Eski NSA çalışanı Snowden'in 2013'de yaptığı: "Amerikalılar Almanya başbakanına bağlı istihbarat teşkilatı BND'yle ortak çalışıyor" açıklaması o günlerde Angela Merkel tarafından yalanlanmamış, bir süre sonra da kanıtlamıştı. 1945'ten günümüze 80 bin Amerikan, İngiliz, Fransız, Hollanda ve Belçika askerinin konuşlandığı bir ülkeyi yönetenler kararlarında ne kadar özgür?

Medyada sık sık öne sürülen bir sav da, Alman insanının her yazdığından, her konuştuğundan haberdar NSA'nın topladığı bilgileri Alman istihbarat teşkilatı BND'ye ilettiği. Eski CIA mensubu Snowden'in elindeki kanıtlara göre ABD sadece Almanya'yı değil, Avrupa'da birçok ülkenin temsilciliklerini de dinlemiş.

O günlerde ABD kendini şöyle savunmuştu: "Her ülke böyle çalışmalar yapar." Telekulak yöntemiyle dinlenenler arasında Türkiye temsilciliklerinin de olduğu ortaya atılınca bizim Dışişleri'nden bir yetkili: "Bunu kabul etmemiz mümkün değil... Böyle bir şey ortaya çıkarsa ABD'den izahat isteriz", demişti! Evet, o 'izahat' ne oldu? Sonunda ne başarı elde edildi? Konu çoktan kapandı gitti, unutuldu...


BÜTÜN GÜÇ BÜYÜK BİRADER'DE!

George Orwell'in, konusu 1984 yılında geçen 1948 yılında yazdığı "1984" adlı ünlü yapıtında totaliter bir devletin başındaki "Büyük Birader" bütün gücü elinde tutar. "Düşünce polisi"nin her yerde gizli ajanı vardır. Telefonları dinlenen, baskıcı bir dünyada yaşayan, farklı düşünmelerine izin verilmeyen insanlar her yerde izlenir, saydamlaştırılır, sonunda bir korku toplumu oluşturulur.

Orwell 1948'de bu dev eseri kaleme alırken Hitler örneğinden yola çıkmıştı. "Kitabımdaki toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum, ancak buna benzer bir toplumun geleceğine inanıyorum", diyen Orwell'in düşüncelerinin bilimkurgu olarak kalmadığı yürekli genç Snowden'in sunduğu belgelerle kanıtlandı.

Ortaya çıkanlar Orwell'in bilimkurgu romanını kat kat aştı! Obama ile Putin arasına kara kediyi sokan Snowden'in Moskova havaalanına indiği gün söyledikleri 'küçük insan' bizleri düşündürmeli: "Hepimizi ilgilendiren şeyleri açıklamadan önce çok düşündüm, fakat doğruluğuna inandığım bir şeyi yapmış olduğuma şimdi pişman değilim...

Devletlerin yasadışı davranışlardan kaçınmaması bizler için en büyük tehlike. Bu böyle devam edemez!"

1 Ekim 2021

"Haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz" - Anılarda Hermann Hesse

TUNA dergisi, Viyana, Ekim 2021

AHMET ARPAD

Stuttgart'ın güneyinde, güzel Karaormanlar kasabası Calw'ın tarihi mezarlığının kapısından içeri giriyorum. Her yan ağaçlık, burası mezarlıktan çok bir park. Karşı yamaçlar da yemyeşil. Bir süre sonra sağda, upuzun bir duvar, üzerinde bronz tabelalar. Emma Gundert, Hermann ve Julie Gundert ve Hermann Hesse'nin 1902'de Calw'da ölen annesi Marie Hesse. Aynı aileden, 1916'da vefat eden baba Johannes Hesse ile 1953'de vefat eden kızkardeşi Marulla'nın mezarları da Stuttgart yakınlarında, kentin banliyösü Korntal'da. Anne Marie Hesse babasının misyonerlik yaptığı Güney Hindistan'da 1842'de doğmuştu. 1874'te evlendiği Johannes Hesse, ikinci kocasıydı. Ona iki kız, bir de erkek çocuk doğurmuştu.

Haylazlıkla geçen gençlik

Kuruluşu 11. yüzyıla kadar giden tarihi küçük kent Calw'ın ortasından geçen Nagold ırmağının üzerindeki köprüde, bronzdan Hesse, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara... Haylazlık yıllarında burada saatlerce durur, suların akışını seyrederdi. Ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. Hermann burada zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp bir meslek öğrenirlerdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse'nin oğulları tembelin tekiydi, ondan adam olmaz, derdi Calw insanları. 1877'de küçük Karaormanlar kasabasında dünyaya gelen Hermann çok sorunlu çıkmıştı. İlkokuldan sonra Latince öğrenir, 15 yaşında Maulbronn manastırına yollanır, aradan birkaç ay geçmeden oradan kaçar, Stetten sinir kliniğinde üç ay yatar, ardından Stuttgart'ta liseye kaydı yaptırılır, krizler yeniden başlar, okul yerine şaraphaneleri yeğler, ne olduğu bilinmeyen insanlarla dostluklar kurar, sağa sola borç takar, okuldan kaydı silinir... 1906'da yazdığı "Unterm Rad" adlı romanın konusu o yılların gençlik bunalımlarıdır. Çok sonraları o günlerden söz açıldığında, çocukluğumda ve gençliğimde pek sevilmezdim, diye konuşurdu.

Münih'te bohem yaşamı

Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçardı. O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında, ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Hesse, kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı aklına estiğinde terk edip kimi zaman sadece birkaç günlüğüne, kimi zaman ise birkaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın tadını çıkarırmış! 1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoş sohbet dolu Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır.

"Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum", diyen genç yazar kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Kısa süre sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır. Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "Maerz" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm", der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yanlızlığına sırtımı dönmek istediğimde Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.

"Ziyaretçi kabul edilmez"

Hermann Hesse 1919 yılında İsviçre'nin Tessin yöresine yerleştiğinde çoktan dünyaca ünlenmiştir. Önce Montagnola'daki sarayımsı villa Casa Camuzzi'de kendine bir kat tutar, on iki yıl sonra da yakın dostu Zürih'li Beethoven koleksiyoncusu doktor Hans Conrad Bodmer'in 1931'de Hesse'nin isteklerine uygun inşa ettirdiği, küçük kenti tepeden gören Casa Rossa'ya yerleşir ve tüm ömrünü burada geçirir. Calw'lı tanış Marie-Luise Bodamer, Hesse'yi ilk kez bu villada görmüştü. 1930'lu yıllardan başlayarak Montagnola'nın yamacındaki Casa Rossa‘ya sık sık gitmişti annesiyle. Anlatmıştı: "Aşağı bahçe kapısında yazardı, ‘ziyaretçi kabul edilmez‘, diye. Annem çalışma odasının kapısını açtığında Hermann Amca ayakta karşılardı bizi, kolları iki yana açık. Ben deneyimsiz bir genç kız, o ise dünyaca ünlü bir yazar..." Yıllar öncesinin haylaz ve tembel delikanlısını artık milyonlar okuyordu. "Kimi zaman, annemin hediyesi olan bir Bach plağını pikaba koyar, bakışlarını karşı yamaçlara dikerdi. Sonra annem kemanını eline alırdı, Hermann Amca da piyanonun başına geçerdi. Çok keyifli olduğu anlarda bir puro tellendirmeyi de unutmazdı!" Annesi Fanny Schiler-Gundert Hermann Hesse'nin en sevdiği kuzeniydi. İyi anlaşmalarının en büyük nedeni genç kızlık yıllarında müzik eğitimi almış olan Fanny'nin çok başarılı keman çalmasıydı.

Hermann Hesse 1933'ten başlayarak Almanya'dan kaçan birçok dostuna yardımı esirgememişti. Çoğu kez elinde ne varsa Hitler'den kaçan dostlarına harcamış, onların başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Savaş yıllarında Almanya'da eserleri yasaklanıp paralar suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice tabloya vermiş, onların geliriyle ayakta kalmaya çabalamıştı.

Tolstoy en sevdiği yazardı

"Yirmi yedi yaşındaki genç Hesse'nin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı", diye anlatmıştı çok yaşlı tanış görüşmelerimizdern birinde. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müzikseverdi, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyorlardı. En sevdikleri yazar Tolstoy'du. Ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan değişmiş bir insan olarak döner. Eşi Mia ile 1907'de yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarını 1912‘de terk ederler. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.

Hermann Hesse'nin anne tarafından akrabası Marie-Luise Bodamer‘i 2002 yılında tanımıştım  Hesse'nin doğumunun 125. ve ölümünün 40. yılında Stuttgart'a yarım saat uzak, şirin Karaormanlar kasabası Calw'daki bir etkinlikte... O günlerde seksen yedi yaşındaydı. Bir zamanlar Hesse'nin "Gençlik Bunalımları"nı (Unterm Rad) çevirmiş olduğumu duyunca, tanışlığımız dostluğa dönmüştü. Calw'e çok yakın Bad Liebenzell kaplıcasına her gidişimde uğramadan edemiyordum, çünkü yaşlı kadının anıları inanılmazdı. Hesse'nin  yakınlarına yolladığı, Nazi sansüründen geçmiş mektupların ardı arkası hiç kesilmemişti. En çok da ablası Adele ile mektuplaşır, onunla sık sık dertleşirdi. Adele ‘teyze' ölümünden az önceki bir ziyaretimizde anneme kardeşinden gelen mektubu okumuştu: ‘Annemizin sonsuz beğenisi ve çocuklarına olan sevgisiyle babamızın duygusal ahlak değerleridir bizleri bugünlere taşıyan... Annemle babamın evinde birçok dünyanın ışığı bir araya gelmişti..." Çay-pasta eşliğinde yaptığımız sohbetler hep çok ilginçti, villanın pencerelerinden Karaormanlar‘ın yemyeşil yamaçları görünüyordu. Salonunu ve giriş holünü, hepsi de ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu Hesse tabloları süslüyordü.

"Haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz"

"İnsan olgunlaşırken gençleşir de" der Hesse. O delikanlılık yıllarının deneyimlerini hiç unutmamıştı Eserlerinin ortak bir yanı vardır. Tümü de günümüz yaşam sorunlarını çözümlemede bireye gerekli olan yepyeni, geleceğe dönük sonsuz coşku ve tutkunun derin izlerini taşır. İnsanoğlunun, başka kültürlere saygı göstererek barış içinde yaşayabileceğini kanıtlar. Erich Maria Remarque, Stefan Zweig ve Heinrich Mann'la beraber savaş karşıtı Alman dili edebiyatı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Hermann Hesse'ye göre haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz. Hesse'nin bize yol gösteren eserleri ve düşünceleri hâlâ güncel!

Marie-Luise Bodamer 3 Mayıs 2017 günü vefat etti. 102 yaşında. Kısa süre önce Bad Liebenzell'de yaşayan, geçen yıldan bu yana görüşemediğimiz tanışlara davetliydik. Bu kez Stuttgart'a dönüş yolunda, yaşlı bayan Bodamer'i yamaçtaki tarihi villasında değil, Calw mezarlığındaki aile kabristanında ziyaret ettim. Hermann Hesse'nin annesi Marie Hesse, Marie-Luise Bodamer'in dedesinin kız kardeşiydi.

25 Eylül 2021

Gerçeküstü Bir Dünya

Toplum Gazetesi, Almanya, 25 Eylül 2021

Stuttgart'ın güneyinde, trikotaj sanayinin merkezi olarak tanınan Tailfingen'deki Tekstil Müzesi'ndeyiz. Dikiş odasında dikiş makinelerinin başında oturmuş çalışanlar var!Onlar canlı değil, el işi! Başka bir köşede Viyana müziği yapan orkestra, piyanonun tuşları sosisten, hemen yanında varyete artisleri, demir parmaklıklar arasındaki bir ahtapot aralarına girmek istiyor. Olup bitenler müzisyenlerin umruna değil, onlar çalmayı sürdürüyor.

Tübingenli Stefanie Siebert bir "kumaş artisti", tanışalı neredeyse 20 yıl olacak. O yüzlerce metre değişik kumaşlardan, haftalarca, aylarca çalışarak insan boyunda 'el işi insanlar' yaratıyor. Şu ana dek yüzün üzerinde figüre yaşam vermiş! "Onlar benim dünyam", diyor. Çünkü neredeyse gece-gündüz birlikte yaşıyorlar. Büyük bir aile, Stefanie Siebert ve bebekleri. Yıllarboyu kendine büyük bir mekan aradı. Sonunda, bundan sekiz yıl önce, Tübingen yakınlarında şirin kasaba Haigerloch'da tarihi Schwanen otelini satın aldı. Otelin salonlarını, katlarını, odalarını 'el işi insanlar'la doldurdu! Suratları kırışmış, yanakları sarkmış, gerdanları çifte, burunları düşmüş, bakışları tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık... Bolluk içindeki bir toplumun kurgu bir dünyada yaşayan üst sınıf insanları. Gözünüzün içine bakıyorlar, sanki her an konuşacaklar.

Otto Dix'in insanları

Şimdi onlar 2021 yılının sonuna dek Tailfingen'deki müzedeler. Yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı kocaman ağzını sonuna kadar açmış şarkılar söylüyor. Suratları kat kat boyalı hanımlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken, erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Başka bir salonda masa başına oturmuş köylü giysili kadınlarla, kısa deri pantalonlu erkekler sosisler yiyip bira içiyor. Birinin üzerinde frak, yakalarında altın salyangozlar, sosisler sallanıyor. Köşedeki küçük orkestra en popüler dans melodilerini döktürüyor! Ak saçlı bir adam dans ettiği genç kızın omzuna başını dayamış. Üzeri pastalar, kekler dolu bir başka masanın çevresinde toplanmış üç-beş kadın pahalı porselen fincanlardan kahve içip kahkahalar atıyor! Bir an için sanki Otto Dix'in insanları karşınızda.

Tepsi tepsi havyar

Stefanie Siebert'in insanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi sentetik pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor taneleri. Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Bütün bunları başarmak için sadece sanatçı olmanın yetmiyor. İdealist olmak da gerekli. El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır 'el işi insanlar'ıyla 40 yıllık ortak yaşamında Stefanie Siebert'e hep eşlik etmiş.

Yarattığı "insanlar"la yıllarca kent kent gezmiş, büyük mağazaların vitrinlerinde, galerilerde, kütüphanelerde, tarihi saraylarda sergilemiş, görenleri hayrete düşürmüş. "Bu insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor. Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına", diyor Siebert.

Yarattığı erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kelli felli kimseler. Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamlarını sürdürenler. Ziyafet masasında oturuyorlar, keyifliler ve de aç. Gülüp konuşuyorlar, siyah havyara kaşık daldırıyorlar, kuşkonmazı elle yiyorlar. Bir masanın üstü tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosisler... Posbıyıklı bir garson, elinde şampanya şisesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli.

Stuttgart'a bir saat uzak Tailfingen'in komşusu Haigerloch Eyach boğazında yamaca yaslanmış şirin bir kasaba. Gizemli bir geçmişi var! 1939 yılında kimyager Otto Hahn ve Kaiser-Wilhelm Kimya Enstitüsü'nden arkadaşları uranyum çekirdeğinin ikiye bölünebileceğini keşfettiler. Savaş ilerleyince çalışmalarını devam ettirmek için 1944 yılında Haigerloch'a kaçtılar. Tarihi sarayın altında kayalara oyuldu, orta çağdan kalma bölmeleri Hitler'in atom fizikçileri laboratuvar olarak kullandı. Amerikan işgal güçleri buraya 23 Nisan 1945'de el koydu, Hahn ve arkadaşları tutuklandı, çalışmalarında kullandıkları tüm aletleri de ABD'ye götürdü...