21 Aralık 2020

Özgür düşüncenin kaynağı

Toplum Gazetesi, 21 Aralık 2020 

Ahmet ARPAD

Avrupalı kahvenin ne olduğunu bizden öğrendi! Avrupalı, Türklerin getirip Viyana'nın kapısına bıraktığı kahveyi bir süre sonra güzel kahvehanelerde, daha doğrusu kıraathanelerde, içmeye başladı. Gelenler bir yandan pastalarını yediler, kahvelerini yudumladılar, bir yandan da gazete, dergi ve kitaplarını okudular, politikadan, günlük yaşamdan ve edebiyattan söz ettiler.Bu yüzyıllar boyu böyle sürdü gitti. Eski monarşinin merkezleri Budapeşte, Prag ve Viyana'da kıraathaneler hep yaşadı, hep ayakta kaldı. Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada aldılar. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup iş görüşmeleri yaptılar, kitap okudular, mektup yazdılar. Yan salonlarda bilardo oynadılar.

Budapeşte'de Gerbaud, Café Centrale, Café Müvész, Book Café, Café New York, Viyana'da Café Mozart, Dehmel, Café Landtmann, Schwarzenberg, Central ne ise, Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur. Moldau kenti Prag'a yaptığınız bir gezintide komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan kıraathanelerin düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissedersiniz. Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşarsınız. Gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arar. Yüzlerce yıl filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali vakti yerinde hanımların uğradığı Viyana kahvehanelerinin sürekli müşterileri arasında Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Franz Werfel, Peter Altenberg de vardı.

Özgür düşüncenin kaynağı

Eski İstanbul'da Tanzimat döneminde açılan kıraathaneler (okuma yerleri) yüzyıla yakın bir süre kent aydınları için kaçınılmaz bir buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın ve Babıâli'nin kıraathanelerinde geçirirdi. Tepebaşı'na damgasını vuran Kanun-u Esasi Kıraathanesi ile özellikle 1930'lu, 1940'lı yıllarda İstanbul'un tüm yazar ve kitapçılarının her gün bir araya geldiği, Ankara Caddesi'ndeki Meserret Kıraathanesi geçen yüzyılın sonlarına kadar ayakta kalmayı başarmışlardı. Buralarda buluşan aydın kişiler, gazeteciler, yayıncılar, günlük gazeteleri ve edebiyat dergilerini okur, birbirleriyle sohbet eder, tartışır, düşünce değiş tokuşu yaparlardı. Çağdaş bilginin üretildiği, düşüncenin geliştiği, düşünürün yetiştiği kıraathanelerin sosyokültürel işlevi kaçınılmazdı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Anadolu'nun İstanbul'u 'işgal etmeye başladığı' ellili yıllardan sonra, insanların iskambil oynayıp vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği küçük mahalle kahvelerinin sayısı artarken kıraathane kültürü giderek yok edildi! Onlar aydınlar için özgür düşüncenin kaynağı idi!

Kahvehaneler ve kültür

Viyana kahvehane geleneğinin dünyanın başka hiçbir ülkesinde eşi benzeri yoktur. Hofburg'un milletvekilleri, Opera'nın, Burg Tiyatrosu'nun dünyaca ünlü sanatçıları randevularını yakındaki kahvehanede verir. Buralarda bir araya gelen insanlar arasında fark gözetilmez. Tek başına biri, düşüncelere dalmış, önündeki acı kahvesini yavaş yavaş yudumlarken, diğeri dostlarıyla sohbet eder, tartışır, bir başkası oturur bir şeyler yazar, yine bir başkası karşısındakiyle iskambil oynar veya bir köşede duran sayısız günlük gazeteyi karıştırır. Akşama doğru gelenler piyanistin çaldığı Viyana melodilerini içine çeker.

Stefan Zweig için Viyana'daki gençliğinde saatlerce oturduğu, dostları ile söyleştiği bu mekanlar bir 'okul' olmuştu. „O günlerde gazeteler bizler için pahalıydı, herkes alıp okuyamıyordu", der Zweig. "Polisten çekinen gençler de vardı." Hitler'in 1938'de Avusturya'ya girmesiyle kahvehane kültürü ve edebiyatı geçici olarak sona ermişti. Savaşın ardından tekrar canlandı, çünkü Viyanalı böyle istiyordu! Kısa süre önce Viyana'da güzel bir girişimin altına imza atıldı. Kent merkezinde Korona nedenyle çalışmayan tarihi kahvehanelerden üçü, Café Museum (1899), Café Frauenhuber (1824) ve The Legends, okulları kapalı olduğu için evde oturan öğrencilere rahat ders çalışabilmeleri için kapılarını açtılar. "Bir zamanlar okuldan kaçan öğrenci kapağı kahvehaneye atmaz mıydı?" diyor Café Frauenhuber'in sahibi Wolfgang Binder.

16 Aralık 2020

Büyüklerin düşler dünyası...

Toplum Gazetesi, 16 Aralık 2020

Bir yılan örneği kıvrılıyor uzun tren. Vagonları kıpkırmızı. Şatoların ve üzüm bağlarının arasından süzülüyor, dağların içindeki tünellere girip çıkıyor, nehir kıyılarından geçiyor, köprüleri aşıyor. Romantik tarihi kentler geride kalıyor. Son istasyona varıyor. Duruyor. Hiç kimse inmiyor. Çünkü bu trenin yolcuları cansız! Plastikten onlar. Burası bambaşka bir dünya, içinden minyatür trenlerin geçtiği büyüklerin "düşler dünyası"...

Evler, saraylar, şatolar, kiliseler, hayvan sürüleri, otomobiller, kamyonlar, tramvaylar, ellerinde bavulları istasyonlarda bekleşen yolcular... Karlı yamaçlara tırmanan teleferikler, doruklardan aşağı süzülen kayakçılar... Aralarından geçen yolcu trenleri, yük trenleri, her ülkeden upuzun trenler. Buharlısı, elektriklisi, dizeli sayısız lokomotif, boy boy, renk renk yüzlerce vagon, bin metrenin üzerinde ray ve düzinelerle tren dizisi...

İçeriye sırayla alıyorlar. Salonun dolu olmaması gerekiyor, maskeli ziyaretçiler arasında mesafe var. Gezinenler orta yaşın üzerinde babalarla küçük oğulları. İçerde hemen hemen hiç kadın yok. Almanların oyuncak trenlere merakı sonsuz. Hele şu Noel öncesi bu merak dorukta.

Evinin bir odasını trenlerine ayıramayan çatı arasına ya da bodruma el koyuyor. Küçük lokomotiflerin, uzun vagon dizilerinin, ormanların, dağlarla tepelerin oluşturduğu "düşler dünyası"nda yaşayanlar çocuklar değil yetişkinler, yaşını başını almış insanlar. Küçük memurundan banka müdürüne, lise öğretmeninden başhekime, mühendisten yargıca her meslekten insan minyatür trenlerle kendi dünyasını kuruyor. Çocukluğunda salonda halının üzerine kurduğu birkaç metre ray, bir lokomotif ve iki-üç vagonla o dünyaya bir giren büyüdükçe bu hevesi uğruna hiçbir giderden kaçınmıyor. Alman minyatür tren meraklıları her yıl milyonlarca Avro'yu bu uğurda çekinmeden harcıyor.

Babalarla Oğulların Oyuncağı


Avrupa'nın en büyük ve en eski oyuncak trenler yapımcısı Maerklin, Stuttgart'a yarım saat uzaktaki Göppingen'de. 1859'da kurulan, ilk yıllarda oyuncaklarla buharlı minyatür makineler yapan fabrikanın müzesini her ay on binler ziyaret ediyor. Haftalardır kapalıydı, sadece satış dükkânı açıktı. Noel öncesi kısa bir süre için müzeyi de belli sayıda meraklıya açtılar. Bundan 10 yıl kadar önce kriz geçiren son zamanda Maerklin kendini toparladı, yıllık cirosunu 110 milyon Avro'ya çıkardı. Piyasaya yeniden girerken iki yüze yakın yeni modelle tam bir sürpriz yapmıştı. Tüm lokomotiflerde artık en modern dijital teknik uygulanıyor.

Maerklin'in 1935'te sadece 300 adet imal etmiş olduğu ünlü İsviçre lokomotifi "Timsah" günümüzde açık arttırmalarda bir otomobil fiyatına alıcı buluyor. Yıllar önce Maerklin müzesinden bir gece yarısı çok değerli lokomotiflerle oyuncaklar çalınmıştı. Kuruluş 200 bin Avro ödül koyunca hırsızlar bir Doğu Avrupa ülkesinde yakayı ele vermiş, milyonlar değerindeki 'trenler' de yine müzeye geri dönmüştü.

Babalarla oğullarının 19. yüzyıldan bu yana severek birlikte oynadığı tek oyuncak minyatür trenler! Ve bu hep böyle kalacağa da benziyor. Küçüğü de, büyüğü de, tüm 'çocuklar' boş zamanlarını buharlı ve elektrikli lokomotiflerin çektiği trenlerin dünyasında geçiriyor...

29 Kasım 2020

Sevinçten ışıldayan gözler

Cumhuriyet, 29 Kasım 2020 

Çocukluğumuzun İstanbul'unda küçük panayırlar vardı, mahalle halkını eğlendirmek amacıyla kurulurdu. Çocukluğumuzda bayram yerleri vardı, genci yaşlısı açılmalarını özlemle beklerdi.

Kara tahta salıncakların yanı sıra atlıkarıncalar vardı. Anne babalarının ellerinden tuttuğu küçük çocuklar ilk kez geldikleri bayram yerinde biraz ürkek dolaşırdı. Gözlerini dönme dolaplardan, atlıkarıncılardan, uçan sandalyelerden ayıramazlardı. Pamuk helvacıların, kâğıthelvacıların, dondurmacıların, baloncuların, macuncuların önünden geçerken anne babalarının gözünün içine bakarlardı. Büyük semtlerde büyük alanlara kurulan lunaparklara sirkler de gelirdi. Çadırlarda tel cambazları ve trapezciler nefes kesen gösteriler yapardı.

'Düşsel oyuncak'
En çok anımsadığım, uzun yıllar yaz aylarını geçirdiğimiz Küçüksu'nun çayırındaki, haftalarca süren eğlencelerdi. Salıncakların, atlıkarıncaların yanı sıra çadır tiyatroları da tarihi ağaçların altına kurulurdu. Güldürüler, kukla ve gölge oyunları dört bir yandan gelen insanları keyiflendirirdi. Küçüksu'da sadece yüzmeyi öğrenmedim, sütlü mısırın tadına, bisiklete binmenin zevkine de orada vardım.

Almanya Cumhurbaşkanı Walter Steinmeier, konutunun büyük bahçesinde düzenlediği geleneksel dev yaz etkinliğine o yıl günlük yaşamın değişik alanlarında gönüllü görev yapmış, topluma yararlı olmuş 4 bin vatandaşı davet ediyor. İki gün süren açık hava partisine geçen yıl Ahlen'li Fredebeul ailesi de çağırılmıştı. Davet edilmelerinin nedeni, sahip oldukları 1919'da Thüringen'de Friedrich Heyn tarafından yapılmış sevimli ve şirin atlıkarıncalarıydı. Bellevue Sarayı'nın parkına kurdukları bu "düşsel oyuncak" on dört tahta hayvandan oluşuyor. Fredebeul'lar onu 2000 yılında mesleğine son vermeye hazırlanan Dinkelsbühl'lü bir panayır göstericisinde keşfetmiş. Almanya'da bir başka benzeri olmayan atlıkarınca şu hayvanlardan oluşuyor: Leopar, dağkeçisi, horoz, domuz, zebra... Bu hayvanları değiştirmek, yerlerine tilki, karaca, inek veya köpek de takmak mümkün.

Kısa süre önce bir kitapçıda karşıma çıkan 500 sayfalık, büyük boyut, 3.5 kiloluk dev bir kitabın konusu atlıkarıncaların tarihi! Ahlen'li Susanne Fredebeul bir çılgın, bu yapıta tam 28 yılını vermiş! Ümidini kesip her şeyi bir kenara bıraktığı anlar olmuş, ancak sonra kendini yine toparlamış, "misyonunu" sürdürmüş. İyi de yapmış! Kitap 800 tarihi atlıkarınca ve panayır oyuncaklarının fotoğraflarıyla ender planları da içeriyor. Değişik arşivlerden temin edilen patentler, sayısız belge, geçmiş yüzyıldan gazete makaleleriyle, okur çok kapsamlı bilgilendiriliyor. Onlarca yıldır sürdürdüğü çalışmaları ve yarattıklarıyla unutulmaya karşı bir savaş vermiş, vermeye de devam ediyor.

Tahta atların büyüsü
Susanne Fredebeul'un dev kitabında yazanlardan öğrendim, Avrupa'da ilk atlıkarınca bundan tam 400 yıl önce, 17 Mayıs 1620'de Osmanlı topraklarındaki Bulgaristan'ın Plovdiv kentinde kurulmuş. Almanya'da ilk atlıkarınca 1780 yılında Hanau'da dönmüş. Onlarca yıl insan gücüyle çalışan atlıkarıncalar, ilk kez 1863'te İngiltere'de buharlı makine gücüyle dönmeye başlamış. Fredebeul'la eşi, ömrünü Almanya ve komşu ülkelerde dikkatlerini çeken tarihi atlıkarıncaları toplayıp restore etmeye vermiş. "Onların çekiciliği beni büyülüyor", diyor. Fredebeul'ların tutkusu sınırsız. Tarihi atlıkarıncaları sadece cumhurbaşkanının yaz etkinliğine davet edilmiyor, Münih'teki dünyanın en büyük panayırı "Ekim Bira Festivali"ne de son on yıldır sürekli çağrılıyor. Koleksiyonlarındaki bazı asırlık tahta atlar büyük mağazaların vitrinlerine dekor oluyor, televizyon dizilerinde de "rol alıyor". Fredebeul çifti dev koleksiyonlarıyla "Alman kültür tarihi"ni koruyor.

Almanya'da atlıkarınca ve diğer panayır oyuncaklarının merkezi sayılan Thüringen eyaletindeki birçok yapımcıya ve yüzyıllar boyu yarattıklarına kitaplarında geniş yer veriliyor. Tahta atların büyüsü Susanne Fredebeul'un yaşam yolunu belirlemiş. "Onlara baktıkça çocukluk günlerimi anımsıyorum" diyor.

Almanya'da yaklaşık 5 bin panayırcı var. Bu yıla kadar işleri fena gitmiyordu, fakat son altı ayda her şey değişti. Yaşam savaşı veriyorlar. Çoğu, devlet desteği olmadan yaşanan krizi atlatamayacak. Küçük aile kuruluşları olan panayırcıların misyonu, insanlara neşe ve sevinç vermek. Aachen'li atlıkarıncalar sahibi Johannes Braun: "Bizi mutlu eden, çocukların sevinçten ışıldayan gözleri..." diyor.

25 Kasım 2020

'Bizler yarın da bir hiç olacağız'

Toplum Gazetesi, 25 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

Bir modern dünya vatandaşı... İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşünce savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın... Kültür aracılığıyla daha iyi bir dünya kurulacağına inanmış bir düşünür... Savaş karşıtı bir yazar... 28 Kasım Alman dili edebiyatının yazarlarından Stefan Zweig'ın doğumunun 139. yılı. O ününü hiç yitirmedi. Yapıtları günümüzde de tüm ülkelerde severek okunuyor

Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde… Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığı ile birleştiren, güçlendiren o insanlar... İşte Stefan Zweig'ın düşleri! İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek Stefan Zweig için yaşam koşuluydu...

O, Avrupalı bir Avusturyalı. Avrupalı bir modern dünya vatandaşı. İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünür. Savaş karşıtıydı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Eserlerinde hep doğruya inanır, savaşlardan nefret eder Zweig. Lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" (Türkçesi: Burhan Arpad) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır."

ZWEİG ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti. Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemlidir: "Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez… Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır..."

1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle Almanya karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth o günlerde Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek…" Fakat o günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'dan kaçtı. Stefan Zweig'ın mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı yavaş yavaş sona ermeye başladı. Nazilerin onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir kararla Salzburg'u terk etti, İngiltere'ye yerleşti. Ancak burada da kendini rahat hissetmedi. Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı.

VATANSIZ KİŞİ STEFAN ZWEİG

Avrupa'daki gelişmeler onu yeni depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Elli yedi yaşında 'haymatlos' olması ona pek ağır gelir. "Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamaz," diyen Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a şöyle yazar: "Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar." Zweig bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyordu. O günlerde Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektupta da çok kötümserdir: "Evim nerede bilemiyorum… Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor..."

'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'

Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile anıları Dünün Dünyası'ydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: "'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması". Sevmiş olduğu dünyasının kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı. "Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek…Bizler her yerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız". 1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Zweig'la ikinci eşi Lotte'yi Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Orada Avrupa'yı unutmak ister. Fakat oradan gelen korkunç haberlerle bunu başaramaz, huzura Brezilya'da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa'dadır. Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! 1941 Ekiminde ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektupta yakın gelecekte hiçbir yere gidemeyeceğini yazar. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder.

RUHSAL ÇÖKÜNTÜ VE SON

Stefan Zweig 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: "Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulur. Bir kaç gün sonra Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." satırları yer alır. Ölümünün üzerinden 78 yıl geçtikten sonra Salzburg'daki 'sevgili' evi hâlâ bir müze olamadı. Büyük çabalar sonucu ancak 2010 yılında bir Stefan Zweig Centre açılabildi. Yirmi yıl önce adı bir okula verilecekti, ancak o günlerde bakanlık "İntihar etmiş birinin adını bir okula veremeyiz" diye karşı çıkmıştı. 2014 yılına gelindiğinde Salzburg Pedagoji Akademisi'nin adı yazarın 133. doğum gününde yapılan bir törenle Stefan Zweig Akademisi olarak değiştirildi...

Stefan Zweig savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim" diyen "Yıldızın Parladığı Anlar"ın yazarı Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle bize her zamankinden daha çok gerekli.



18 Kasım 2020

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

Toplum Gazetesi, 18 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

2000'li yılların başında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanıyordu. Yine o günlerde Dünya Bankası, sunulacak kapsamlı bir deprem projesine 500 milyon dolar vermeye hazır olduğunu belirtiyordu.

Ancak ne o yıllarda bir proje hazırlandı, ne de Marmara depreminin ardından yirmi bir yıl sonra Dünya Bankası'na sunulacak bir proje var ortada.

Ranta dayalı zenginleşme

Her yanı denizlerle çevrili 2500 yıllık metropolün son altmış yetmiş kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örnekleri burada görülür. Menderes 'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştı.

Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.

Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Altmış küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir şehircilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. Zamanla 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi.

Son yirmi yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, holding ağalarının Büyükdere Caddesi'nin sağına, soluna diktiği 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residence'lar'... Gökdelenlerin modern kentcilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar...

Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... İstanbul hep çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacılarını, 'dinibütün' belediyecileri, 'referansı İslam' olan politikacıları gördü...

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan-filan, fasa fiso..."

Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü! İstanbul'da 325 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem olmuştur.

"Yağma Hasan'ın böreği"

Yıllar arkada kaldıkça da depremler arası süre kısalmıştır. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil.

Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul'u yetmiş yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! İnşaat Mühendileri Odası bir zamanlar açıklamıştı: "İstanbul'daki yapıların yüzde 90'ının yapı kullanma izni yok!" İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek! Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor!

Büyük yıkım olur

Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği her zaman için su götürmez bir gerçek.

Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? On binlerce insanın ölümünün, yüzlerce milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke.

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

9 Kasım 2020

9 Kasım: Almanya'nın Alınyazısı

EK Dergi, 9 Kasım 2020 

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Ahmet Arpad


İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp, Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır.

"Kavgam"la aşılanan ülkü

Ancak suçun işlendiği Bavyera eyaletinin Adalet Bakanı Franz Gürtner, geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir.

Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır…" 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım'da 'yakma emrini' verir! O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır.

1930'lar, Almanya'da Hitler, Türkiye'de Atatürk

Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Toplam 190 sinagog yangınlarla yerle bir edilir. SS'ler aynı gece 26 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2020, Almanya'da kayserin ihtilalle tahtan indirilmesinin ve monarşinin sonunun 102. yılı, Hitler'in Münih'te darbe girişiminin 97. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 82. yılı… İki Almanya'yı bölen duvarın yıkılışının 31. yılı…

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu!

25 Ekim 2020

"Saygı duyun bize..!"

CUMHURİYET, 25 Ekim 2020

STUTTGART – AHMET ARPAD

Hitler 1939 yılında altına imzasını attığı bir kararla iyileşmesi mümkün olmayan, "daha çok azap çekmesinler" dediği, sakat ve özürlü her yaşta insanın ortadan kaldırılması emrini verdi. 1940 yılında Güney Almanya'daki hastanelerle özürlü bakım evlerinden toplanan bedensel ve zihinsel özürlüler gecenin karanlığında kara otobüslerle getirildikleri Grafeneck tepesindeki tarihi sarayda kısa bir muayenenin ardından, tıpkı Yahudilere yapıldığı gibi, "duşa gidiyorsunuz" kandırmacasıyla gaz odalarını boyladı. Stuttgart'ın güneyindeki Grafeneck'te bir yıl içinde 10 bin 654, daha sonraki yıllarda da tüm Almanya'da 70 bin özürlü ölüme yollandı. Hitler'in doktorları "yaşamaları gereksiz" dedikleri bu insanlara iğne yaptılar, Luminal denen ilacı içirdiler, aç bıraktılar, gaz odalarında karbondioksit verdiler. "Bir özürlü yatağında yatarken, savaş yaralısı yatak bulamıyor!" sözleri Hitler'indir.

Nazilerin ve Afrika diktatörlerinin doktoru
"Führer"in doktorları savaş yıllarda tüm Almanya'da ve istila ettikleri ülkelerde de toplam 200 bin özürlünün yaşamına son verdi. Bu kıyımda büyük bir rol oynayan ve 1940'da Grafeneck yöneticisi olan doktor Horst Schumann kuzey Almanya'da da benzeri görevlere yollandı, savaşın son yıllarında doğu cephesindeki kamplarda, özellikle Auschwitz'de çalıştı. "Aşağı ırktan" tutuklular kısırlaştırılrı, ağır işlere koşuldu, "verimsiz" olanlar da doğrudan gaz odalarına yollandı. Savaşın ardından Nazi doktorun Schumann'ın başına hiçbir şey gelmedi! 1951'de arandığını duyunca Almanya'dan kaçtı, gemilerde doktorluk yaptı, Japonya'da yıllar geçirdi, oradan kapağı Afrika'ya attı, diktatörlerin özel doktoru oldu! 1959 yılında "Hristiyanlık ve Dünya" adlı gazetede çıkan bir makalenin ardından dikkati çekti. Yaşadığı Gana onu ancak 1965'de Almanya'ya iade etti. 1970 hakkında açılan dava 18 ay sonra, "suçlu ağır hastadır, bu nedenle mahkeme huzuruna çıkabilecek durumda değildir" gerekçesiyle düştü. Schumann'ın ağır hastalığı yüksek tansiyonuydu! 1972'de serbest kalan Schumann 1983 yılındaki ölümüne kadar Frankfurt'ta özgün bir yaşam sürdürdü! Olay Almanya'da hep bir "hukuk skandalı" olarak kabul edilmiştir. Horst Schumann geçmişte yaşananları ölümünden az süre önce itiraf etti: "Bize gelen emirlere uyarak özürlülerin yaşamlarına son verdik!" Grafeneck tepesindeki sarayda bugün de özürlüler var. 1947'den günümüze gerçekten tedavisi yapılıyor onların. "Ölüm barakaları" çoktan yerle bir edilmiş.

Özürlüler gözümüzü açmak istiyor
Aralarında Bahattin, Seyyah ve Haydar'ın da olduğu çoğu orta yaşlı kadın-erkek 12 özürlünün değişik rolleri üstlendiği bir oyun Grafeneck'te tam 80 yıl önce yaşanmış, bir insanlık utancı olan özürlü kıyımını anlatıyor. Reutlingen'deki "Die Tonne" tiyatrosunun Enrico Urbanek yönetimindeki yürekli bu projesi (https://spuren-nach-grafeneck.de) bir ‘sokak tiyatrosu'. Kent belediyesinin önündeki alanda izliyoruz. "Burada Kalacaksınız" adlı oyunla günümüz insanlarının gözünü açmak istiyorlar. Özürlüler tiyatrosu bu oyunu, 1940'da Baden-Württemberg Eyaleti'nde ailelerinden koparılıp "kara otobüslerle" ölüme götürülen 10 465 özürlünün yaşamış olduğu 25 kasabanın alanlarında sergiliyor!

Oyununun senaryosu Grafeneck ve Achern arşivlerindeki belgelere dayanarak yazılmış. Bir yıl boyunca tiyatro uzmanlarından oyun, konuşma ve dans eğitimi alan özürlüler Reutlingen yöresindeki bakım evlerinden seçilmiş. Düşündürücü, hareketli, çağrışımlar ve değişimlerle dolu "Burada Kalacaksınız"da özürlü oyuncuları sürekli başka başka rollerde izliyorsunuz. Bahattin daha çok hareketli, danslı, tekerlekli sandalyede oturan Seyyah da yüksek sesle, atılgan konuşmayı gerektiren sahnelerde ön planda. Kimi bölümleri gizemlerle dolu bir Brecht yapıtını anımsatan oyunda müziğe de yer verilmiş. Özürlü olmayanların çaldığı gitar, keman ve flüte özürlüler yer yer koro olarak eşlik ediyor. Birlikte şarkı söylüyorlar, tek tek haykırıyorlar: "Zincirler! Korku! Hüzün! Duygusuzluklar! At gözlüklüler!"

Doğuştan özürlü bu insanlar tepeden tırnağa kıpkırmızı tulumların içinde iki saat boyunca aralıksız sahnede kalıyor, haykırıyor, coşku ve hüzün dolu şarkılar söylüyor, dans ediyor, gezici demir kafesler içinde bir yerden bir yere gidiyor. Özürlüler rollerini ciddiye alıyor. Onlar biz özürlü olmayanları bilgilendiriyor, uyarıyor, düşündürüyor ve hüzünlendiriyor. Almanya'nın karanlık geçmişinde yaşananlara çok yönlü bakan, insan yok edici düzeni, tüm yalanların üstünü örten Nazi propagandasını çok canlı, heyecan ve duygu yüklü anlatan "Burada Kalacaksınız"ın sonunda özürlüler haykırıyor: "Saygı duyun bize!"

mail@ahmet-arpad.de

11 Ekim 2020

Dondurmanın büyüsü

CUMHURİYET, 11 Ekim 2020

STUTTGART - AHMET ARPAD

 Bir yaz daha geçti... Can sıkıcı, ürkütücü, huzursuz. Çoğu insan tatil yapamadı, yapmaktan çekindi, yakıcı sıcaklarda evine kapandı. Keyifsiz bir yaz geçirdi. Her zamanki gibi Akdeniz kıyılarına gidemeyen, gitmekten çekinen milyonlar tatil haftalarını balkonlarında, bahçelerinde, orman yollarında, açık yüzme havuzlarında, göl kıyılarında geçirmeye çalıştı. Cebinde bol parası olan varlıklı özgür altına bir karavan çekip aklının estiği yöne direksiyon salladı! Kısa süre önce açıklanan verilere göre Almanya'da son altı ayda 70 bin yeni karavan satılmış. Geçen yılla kıyaslandığında yüzde altmışlık bir artış! Bahçesi, balkonu, karavanı olmayan az varlıklı, çok çocuklu aile ise son yılların en sıcak yazında evine kapandı. Varsa az ötedeki parkta gezindi, çocuğunu oyun bahçesine, dondurmacıya götürdü...

1901 yılından bu yana dondurmacı
Stuttgart'ın merkezindeki Bertazzoni kentin tanınmış dondurmacılarından. Vitrinde elliye yakın çeşit dondurma var. Böğürtlenli, vişneli, muzlu, ağaç çilekli, mürver çiçekli, limonlu, kavrulmuş bademli, raventli, yaban mersinli. Rengârenk, dev bir tabloyu andırıyor. Karşısında sabırla duranlar sanki müze ziyaretçileri! Dondurmacılık koronadan etkilenmeyen ender mesleklerden. Kuyruk uzun, maskeli bekleşenler mesafeli durmak zorunda. Dükkânın önündeki geniş kaldırım masalarla dolu, yer bulmak güç! Giulio Bertazzoni için dondurmacılık baba değil dede mesleği. Bertazzoni sülalesinde bu meslek çok çok gerilere gidiyor. 1898 yılında çalışmak için İtalyan'dan Stuttgart'a gelen dedesinin babası kendine doğru dürüst bir iş bulamayınca dondurmacılıkta karar kılmış. İyi de yapmış! 1901'de Stuttgart'ın banliyösü Esslingen'de açtığı dükkânla insanlara İtalyan dondurması nedir tanıtmış. Şimdi yetmişine merdiven dayamış torununun oğlu, eşinin de desteği ile bu güzel geleneği başarıyla sürdürüyor. Esslingen'deki ilk dükkân hâlâ duruyor, Giulio, yüzünde maskesi, çoğu gün Stuttgart'ta koşturuyor.

İnsanlık tarihinde ilk dondurmayı yiyenlerin Çinliler olduğu söyleniyor. Eski Yunan'da şair Keos (M.Ö. 400) dondurmadan söz ediyor. Büyük İskender ve Hippokrates de dondurma hayranıymış! Hint kralı Ashoka (M.Ö. 200) dondurmasını sadece Himalaya dağlarından getirttiği karla yaptırtırmış. Günümüzde en çok dondurma yiyen toplum Finler! Adam başına yılda 15 litre, onları İsveç ve Danimarka takip ediyor. Üçüncü Almanya adam başına yılda 8 litre ile İtalya'nın az önünde!

Sık gittiğim Münih'te üniversiteye yakın "Çılgın Dondurmacı"nın dondurmaları gerçekten çılgın. Güzel Bavyera kentinde dört şubesi olan bu dondurmacıda kavrulmuş bademli, çörek otlu, zencefilli, Cuba Libre'li, Camembert, Kaşar ve krema peynirli dondurmalar var. Münihliler ünlü Augustin birasını da dondurma yapımında kullanıyorlar.

"Dondurmacılık bir bilimdir"
Almanya'da yaklaşık 6 bin dondurmacı var. İnsanların en çok sevdiği dondurma, keskin vanilya aroması ve bitter çikolata parçacıklarıyla stracciatella. Onu çikolatalı, kaymaklı, çilekli, limonlu dondurmalar izliyor. Stuttgart'lı Giulio Bertazzoni atalarının mesleğine geç girmiş. O daha önce sivil pilotmuş! Değişik havayollarında onlarca yıl pilotluk yapmış, dünyanın her köşesine uçmuş. Ünlü Alman Başbakanı Helmut Kohl'ü de sağ salim ülkesine götürmüş. Giulio gülümsüyor: "Dondurmacılık bir bilimdir", diyor. Vitrinde dizili dondurmaların tümünde meyve oranının yüzde 60 ile yüzde 70 arasında değiştiğini söylüyor. Hiçbirinde kesinlikle katkı maddesi yok. "Biz İtalyanlar hâlâ dondurmanın en lezizini yapıyoruz, çünkü biz yaratıcı olmasını biliriz", diye övünürken göğsünün kabardığı belli oluyor. "Ben çoktan emekliyim, ancak çalışmaya devam edeceğim. Bu dükkân evimiz, mesleğimiz yaşam mutluluğumuz. Biz müşterilerimize çok şey borçluyuz!"

İnsanlar ellerinde dondurmalar yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çocuklar mutlu, anne babalar mutlu, dedelerle nineler de.

mail@ahmet-arpad.de

27 Eylül 2020

'Göğün yarısı kadınların omuzlarındadır'

CUMHURİYET, 27 Eylül 2020

STUTTGART – AHMET ARPAD

"İnsanın kendi evinde kendini güvende hissetmemesi kabul edilebilir bir durum değil." Bu sözler Federal Aile Bakanı Franziska Giffey'in. Almanya'nın dev süpermarketleri, bakanlığın birkaç ay önce başlattığı "Evde güvende değil misiniz?" kampanyasına katılarak ülke çapındaki 26 bin şubesine astıkları afişlerle aile içi şiddete uğrayan kadınları nerede ve nasıl acil yardım alacakları konusunda bilgilendiriyor.

Kadına şiddet ülkenin yıllardır yaşadığı bir sorun. Münih Teknik Üniversitesi'nin kısa süre önce açıkladığı araştırmaya göre, bu sorun korona salgını nedeniyle insanların evlerine kapanması sonucu son altı ayda daha da büyüdü. Aile içi şiddetten sadece kadınlar zarar görmüyor, bu şiddete tanıklık eden çocuklar da doğrudan olumsuz etkileniyor.

Suçluluk ve utanma duyguları yük olarak doğrudan omuzlarına biniyor, günbegün şiddeti yaşayan kimi çocuk öldürülme duygusuyla yaşıyor, içine kapanıyor, daha çocuk yaşta çevresine güvenmeyi unutuyor, duygusuzlaşıyor, saldırganlaşıyor.

KADINA ŞİDDET TOPLUMUN UTANCI
Federal Aile Bakanlığı'nın verilerine göre 2018 yılında 34 bin kadın sığınma evlerine kaçmış. Bunlardan yüzde altmışı çocuklarını da yanına almış. Almanya'da 6 bin kapasiteli 400 sığınma evi var. Bunu, aile içi şiddetin giderek arttığı Türkiye ile karşılaştırdığımızda, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın verilerine göre ülkemizde 3 bin 500 kapasiteli 145 kadın sığınma evi olduğunu görüyoruz!

Aile içi şiddet sonucu Almanya'da geçen yıl 122 kadın yaşamını yitirmiş. Federal Kriminal Dairesi'nin de verileri ürkütücü ve düşündürücü: Aile içi şiddetin mağduru 140 bin kadının 6 bini Türk. Resmi verilere göre, kadına şiddet uygulayan 117 bin erkek tutuklanmış, 7 bini Türk. 2019 yılında yapılan "Almanya'da Kadının Yaşamı, Güvenliği ve Sağlığı" konulu bir ankete göre, Türkiye'den gelin gelen kadınların yüzde 49'unun aile içi şiddet yaşadığı açıklanmıştı. Kadına şiddet çoğunlukla insanlarımızın getto yaşamı sürdürdüğü Berlin, Köln, Mannheim, Hamburg gibi büyük kentlerde görülüyor.

Bunun temel nedenleri işsizlik, yoksullaşma ve uyum çabalarının başarısız kalmış olması! Stuttgart Belediyesi'ne bağlı "FrauenFanal" adlı kuruluş, aile içinde sorunlar yaşayan, evden kaçan kadınlara rehberlik yapıyor, onları bilgilendiriyor, avukatları hukuki danışmanlık hizmeti veriyor. Sadece onlar değil, aile içinde fiziksel ve ruhsal şiddeti yaşayan çocukları da bu kuruluştan destek alıyor. Kadına yönelik şiddet sadece onun yaşam hakkını tehdit etmiyor, aile birliğini de ağır yaralıyor, topluma ciddi anlamda zararlar veriyor.

Dünya kadınları 1921'den bu yana 8 Mart'ta "Kadınlar Günü"nü kutluyor, dünyanın çoğu ülkesinde kadına şiddet hızla tırmanıyor! 25 Kasım'daki Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü'nde de kadına yönelik şiddet konu ediliyor. Sözler veriliyor, verilen sözler hep lafta kalıyor, çünkü hep rafa kaldırılıyor. Ne demiş Mao Zedung: "Göğün yarısı kadınların omuzlarındadır."

mail@ahmet-arpad.de

13 Eylül 2020

Bikini ile yaşanan şok

CUMHURİYET, 13.09.2020

STUTTGART – AHMET ARPAD

Baden Württemberg eyaleti Tuna ve Ren nehirleriyle Konstanz gölü arasında, çoğu Karaormanlar'da tam 60 kaplıcasıyla Almanya'da en çok kaplıcaya sahip eyalet. Stuttgart da kaplıcalarıyla Budapeşte'nin ardından en çok şifalı suya sahip Avrupa kenti. Stuttgart'ın yarım saat kuzeyindeki tarihi üç kaplıcadan biri de Bad Rappenau. Bu küçük kente şu sıralar insanlar sadece tuzlu sularda şifa aramaya gitmiyor, gitmişken iki ay önce açılan BikiniARTmuseum'u da ziyaret etmeden dönmüyor.

II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından atom bombalarıyla güçlenmek isteyen ABD Pasifik Okyanusu'ndaki doğa harikası Bikini atolünü nükleer deneme sitesi olarak seçmişti! 30 Haziran 1946 bu adada patlattığı ilk atom bombasıyla da tüm insanlığı şoke etmişti. Bu bombanın hemen ardından, 5 Temmuz 1946 günü, Paris'te başka bir 'bomba' patlamıştı! Fransız moda tasarımcısı Louis Réard kent sosyetesini kapalı yüzme havuz Molitor'daki bir defileye davet etmişti. Bu etkinlikte, Casino de Paris'te çıplak sahneye çıkan Micheline Bernardini insanlığa ilk bikiniyi sunmuştu! Louis Réard, iki küçük kumaş parçasından oluşan kışkırtıcı mayoya, beş gün önce şoke olmuş insanları daha çok 'şoke etmek' amacıyla, Pasifik atolü 'Bikini'nin adını vermişti! Kadınlar 'küçücük mayo'yu hemen giyememiş, çünkü ilk yıllarda birçok ülke kumsalında yasaklanmıştı. Soğuk ülke insanlarının sıcak ülkelerin kumsallarına, güneşine ve denizine koşmaya başladığı 1950'li yılların sonundan günümüze özgür kadın bikiniden vazgeçemiyor!

Bad Rappenau'daki BikiniARTmuseum'u ziyaret edenler binin üzerinde değişik, şaşırtıcı, güzel, çirkin mayoyla karşılaşıyor. Bunlardan dört yüzü bikini! İçlerinde Marilyn Monroe'nun, Brigitte Bardot'un, Esther Williams'ın giymiş oldukları da var. Dior, Chanel, Pucci markaları göze batıyor. Bikinin yaratıcısı Louis Réard'ın kalıtı on altı bikiniden on ikisi burada müzede. İçlerinde en değerlisi 1948 yapımı "Golden Réard". Salonlarda gezinenler "yüzme kültürü"nün on sekizinci yüzyıl sonlarından günümüze geride bıraktığı aşamaları yaşıyor. İki yüz yıl önce Avrupa'nın kıyılarında erkekler çıplak denize girerken, kadınlara tepeden tırnağa kapanmaları – burkini örneği – şart koşulurmuş! İki cinsin bir arada yüzme sefası yapmasına ancak 1920'li yıllarda izin verilmiş. Almanya'da iktidara gelen Hitler ise 1932'de çıkarttığı bir yasayla insanların daha kapalı mayolar giymesini şart koşmuş! Bad Rappenau'daki Almanya'nın ilk bikini müzesinin kurucusu Alexander Ruscheinsky otoyol yakınındaki büyük benzinci, tamirci ve lokanta tesisinden kazandıklarının bir bölümünü bu müzeye yatırmış!

Teknik müzesi bir 'cennet'
Concorde, Tupolev, Rolls-Royce, Bentley... 20. yüzyıl tarihine damga vurmuş buluşlar. 1970'li, 1980'li yıllarda saatte 2.300 km hızlarıyla ses duvarını aşan, 18 bin metre yükseliğe çıkan, Paris - New York arasını sadece 3,5 saatte alan süpersonik yolcu uçakları Concorde F-BVFB ile Tupolev Tu-144 sanki ikiz. Yanyana duruyorlar. Biri Fransa'da, diğeri Sovyet Rusya'da inşa edilmiş olan bu iki uçak birbirlerine çok benziyor! Bu nedenle uzun yıllar karşılıklı bir "endüstri hırsızlığından" söz edilmiş, ancak bu sav hiç kanıtlamamıştı. Tupolev, Ruslarla yapılan uzun görüşmelerin ardından, deniz ve karayolundan getirilip 2001'de müzeye konmuş. Yaşamında 5.473 uçuş yapmış olan Concorde da 2003 yılında Paris'ten Sinsheim'e gelmiş!

Bikini müzesine sadece on beş dakika uzaklıktaki küçük Sinsheim inanılmaz bir teknik müzesiyle ünlü. Önündeki alanda duran iki dev uçağı kilometlerce öteden görmek mümkün. Sinsheim müzesinde sadece Concorde'la Tupolev yok. Dünyanın dört bir köşesinden getirtilmiş 60 sivil ve askeri uçak da büyük alanı kaplıyor. İçlerinde Junkers, Douglas, Iljuschi gibi tarihi uçaklar var. Müzenin salonlarını 300 tarihi otomobil dolduruyor. Hepsi de çalışır durumda. İçlerinde 1920'li, 1930'lu yıllardan 16 Mercedes, 1921-1941 arası sipariş üzerine yapılmış zengin otomobili 11 Maybach dikkatleri çekiyor. Tabii böyle bir müzede tarihi Rolls-Royce, Bugatti ve Alfa Romeo'lar da eksik olamaz!

Sinsheim'daki müzenin tarihi lokomotifler bölümü de bir 'cennet'. Burada sergilenen ve hemen hemen hepsi çalışan 20 dev buharlı lokomotifin yanında insanlar cüce kalıyor. İçlerinde Çin'den getirtilmiş 152 tonluk buharlı lokomotif 'Qian Jin', 1975 yılında 250 km hıza ulaşmış Alman yapımı Transrapid, 1920-1980 arasında Avusturya, İsviçre ve İtalya Alpleri'nde çalışmış 110 tonluk 'Krokodil' de var.

mail@ahmet-arpad.de

23 Ağustos 2020

Dipsiz uçurumun kenarında

CUMHURİYET, 23 Ağustos 2020

STUTTGART - AHMET ARPAD


"Sofra"nın bugün kapılarını açmasına daha bir saat var. Önünde uzun bir kuyruk oluşmuş. Kuyruktakiler çoğunlukla yaşlılarla sığınmacılar. Ellerinde torbalar hem bekleşiyorlar hem de birbirleriyle çene çalıyorlar. Giyimlerinden pek varlıklı olmadıkları anlaşılıyor.

Günümüz Almanyası'nda 83 milyonun yaklaşık yüzde 20'si fakir. Resmi verilere göre, 300 bin fakir çocuğu her sabah evden kahvaltısız çıkıyor. Açıklamalar bir milyon insanın evsiz barksız olduğunu söylüyor.

Bunların büyük bir kısmı 1-2 odalı sosyal konutlara başını sokuyor. 2018 verilerine göre 41 bin insan ise sürekli sokakta yatıp kalkıyor. Toplumların yaşadığı her krizde ilk elenenler dipsiz uçurumun kenarındakiler, en güçsüzler. Fakirleşen insan zamanla özgürlüğünü yitirebiliyor, kişiliğini de.

O artık kendi kendinden sorumlu olamıyor. Büyük marketler akşam kapanırken satamadıkları ve ertesi gün de satamayacakları için atılması gereken gıda malzemelerini "Sofra"lara hibe ediyor.

Tazeliğini çok az yitirmiş, görünümü pek çekici olmayan, bu nedenle de paralının almak istemediği sebze ve meyvelerin yanı sıra süt, tereyağ, ekmek, peynir ertesi sabah, bu dükkânlarda çok düşük fiyattan geçim güçlüğü içinde olanın elindeki torbaya giriyor. Sosyal yardım ve işsizlik parası alanlar, sosyal yardım dairesinin verdiği kartları göstererek "Sofra"lardan alış veriş yapma hakkına sahip.

"Sofra"larda satılan her şey marketteki fiyatının yaklaşık yüzde 80 altında. Bugün altı muz 30 Cent, bir yeşil salata 10 Cent, bir kilo ekmek 50 Cent... "Sofra"ların şoförleri çevredeki anlaşmalı marketlerden kapanış saatinden sonra "atılacak" gıda malzemelerini alıp depoya getiriyor. O gün ne satılacağına sabah dükkân açıldığında karar veriliyor. Müşteri de çoğunlukla umduğunu değil bulduğunu alıyor.

Tezgâhlarda mal kalmayınca arka depodan sandıklar geliyor, boşaltılıyor. Buraya emek verenlerin tümü de görevlerini karşılıksız yapıyor. Çoğunlukla kadın-erkek emekliler "Sofra"larda çalışıyor. Bazı günler, biraz Almanca öğrenmiş sığınmacılar da onlara yardıma geliyor.

YOKSULLUK HIZLA ARTIYOR
İlk "Sofra" 1993'te Berlin'de kurulmuş. Stuttgart şubesini de 1995 yılında Leonhard Kilisesi başpapazı Martin Fritz açmış. Kentte düşük gelirlilerin yaşadığı dört semtte "Sofra"lar var. Hepsi de tramvay, otobüs ve metro duraklarına yakın, çünkü müşterileri alışverişe otomobille gelemiyor. Bugün Almanya'da 984 "Sofra" sayısız kuruluştan ve yardımseverlerden gelen bağışlarla ayakta durabiliyor.

Çoğunluğu emekli 1.7 milyon insan günbegün ucuz gıda alabilmek için "Sofra"ların önünde kuyrukta bekliyor! Bu kuruluşlar 2019 yılında 265 bin ton gıda malzemesini, neredeyse bedava, yoksullara satmış. Kimi dükkân sebze, meyve dışında başkalarının hibe ettiği ikinci el giysi de satıyor.

Korona başladığından bu yana sadece işsizlik tırmanmadı, "Sofra" dükkânlarından aldıklarıyla karınlarını doyuran yoksulların da sayısı yüzde 20 arttı. Yaz, kış gününü sokaklarda geçiren, dilenen, geceleri de kendine bir köprüaltı bulan yoksullar, "Sofra"dan her gün iki kez alışveriş yapma hakkına sahip... "Sofra"lar ayakta kalabildikleri sürece günümüz Almanyası'nda - korona nedeniyle iyice sarsılmış - yetersiz sosyal sisteme önemli bir destek veriyor.

www.ahmet-arpad.de

15 Ağustos 2020

Ahmet Arpad: Çevirmen olmadığı zaman kültürler birbirini tanıyamaz

Artı49, 15 Ağustos 2020

Çağdaş Alman edebiyatının en önemli yapıt ve yazarlarını Türkçeye aktaran Ahmet Arpad'a göre, çevirinin olmadığı bir dünyada kültürler arası bir ilişkinin kurulması da mümkün değil. Arpad'a göre, bu zor işin temelinde "ısrar" var.

Çeviri, bir dili başka bir dile, bir kültürü diğer bir kültüre yakınlaştırıyor. Fakat hep özenli ve tüm bir ömre yayılacak kadar ısrarlı bir sorumluluk da gerektiriyor. Çevirmenin çevireceği dilin özelliklerini bilip bunları okuyucuya doğru bir şekilde aktarması, aslında yaptığı işin gerektirdiği temel bir sorumluluk.

Kendisiyle söyleştiğimiz Ahmet Arpad, Almanca konuşulan coğrafyanın belli başlı yazarlarını Türkçeye aktaran çevirmenlerin en ısrarlılarından biridir. 1968 yılından beri Almanya'da yaşayan ve yaratıcı çalışmalarını burada gerçekleştiren Arpad, sorularımızı yanıtlarken geçici bir döküm çıkardı.

Devamı: https://www.arti49.com/ahmet-arpad-cevirmen-olmadigi-zaman-kulturler-birbirini-taniyamaz-2345959h.htm

12 Ağustos 2020

Hermann Hesse ve Münih

EKDergi, 12 Ağustos 2020

Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçarmış! O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış.

Ahmet Arpad


Yaşamında çok yol yürümüştü! Yüz yaşına bir kaç adım kalmıştı. Karaormanlar kasabası şirin Calw'a tepeden bakan, pencerelerinden yeşil yamaçların göründüğü iki katlı villasının salonunda oturmuş çaylarımızı içerken konumuz her ziyaretimde olduğu gibi yine akrabası Hermann Hesse‘ydi. Calw doğumlu Hesse'nin annesi, yaşlı mı yaşlı kadının dedesi Friedrich Gundert'in kız kardeşi oluyordu! Stuttgart'ın yarım saat ötesindeki Bad Liebenzell kaplıcalarına çoğu gidişimde, tüm ömrünü yakındaki Calw'de geçirmiş olan yaşlı tanışa uğramadan, bir çayını içmeden, havadan sudan sohbet etmeden, sonsuz Hesse anılarını dinlemeden olmuyordu. Bir gün de konumuz dönüp dolaşmış, genç Hesse'nin Münih maceralarına gelmişti. Daha doğrusu sözü açan ben olmuştum. Çünkü birkaç yıl önce bir Münih ziyaretim sırasında Edebiyat Evi'ndeki "Hermann Hesse ve Münih" adlı sergiyi izlemiştim.

Münih'te bohem yaşamı
Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçarmış! O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Hesse, kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı aklına estiğinde terk edip kimi zaman sadece bir kaç günlüğüne, kimi zaman ise bir kaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın tadını çıkarırmış! 1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoş sohbet Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır. "Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum", diyen genç yazar kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Az sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır. Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "Maerz" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm", der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yanlızlığına sırtımı dönmek istediğimde Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.

Tolstoy en sevdiği yazarlardan biriydi
"Yirmi yedi yaşındaki genç Hesse'nin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı," diye anlatmıştı çok yaşlı tanış. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müziği seviyor, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyordu. Tolstoy en sevdikleri yazardı. Ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan değişmiş bir insan olarak döner. Münih'e artık eski kadar sık kaçmaz. Bir yıl sonra da eşi Mia ile Konstanz gölü kıyılarını terk eder. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.

Yaşlı tanışla konuşurken odanın yüksek pencerelerinden görünen Karaormanların yamaçlarına, batmaya hazırlanan güneşin güçsüz ışınları düşüyordu. Ekim gelmişti doğaya. Meşeler, kayınlar sararmaya hazırlanıyordu. Çok yaşlı kadına veda etmenin zamanı gelmişti. Hava kararmadan Stuttgart'a dönmeliydi. Az sonra kocaman holde el sıkışırken, duvarlardaki Hesse küçük tablolarına her ziyaretimde yaptığım gibi bir göz atmadan edememiştim. Yaşamının son 43 yılını geçirdiği, kadının genç kızlığında sık sık ziyaret ettiği Montaglona'daki villanın pencerelerinden görünen İtalyan İsviçresi doğası... Hesse, annesiyle ona hediye etmiş. "Kusura bakmayın, bu kez size piyano çalamadım", demişti vedalaşırken. Sesinde bir özür vardı. "Az sonra dostlarım uğrayacak, her perşembe birlikte oda müziği yapıyoruz." Pazartesi akşamları da Calw müzik okulunda başka bir orkestranın provasına katılıp keman çalıyordu. Anımsıyorum, 2012'de Hesse'nin ölümünün 50. yılı anma töreninde Calw kilisesindeki konserde piyanonun başına geçmişti..!

Kaynak: https://www.ekdergi.com/hermann-hesse-ve-munih/

9 Ağustos 2020

Özel timin marifetleri!

CUMHURİYET, 9 Ağustos 2020

2002 yılında tanımıştım onu. Hermann Hesse'nin doğumunun 125. ve ölümünün 40. yılında Stuttgart'a yarım saat uzak, şirin Karaormanlar kasabası Calw'daki bir etkinlikte. Hesse'yle anne tarafından akrabaydı.

O da Hesse gibi Calw'da dünyaya gelmişti. Doksanına merdiven dayamıştı. Bir zamanlar Hesse'nin "Gençlik Bunalımları"nı çevirmiş olduğumu duyunca tanışlığımız dostluğa dönmüştü. Calw'e çok yakın Bad Liebenzell kaplıcasına her gidişimde ona uğramadan edemiyordum. Tarihi villasının çam ve kayın ağacı kaplı yamaçlar manzaralı büyük salonunda çay-pasta eşliğinde yaptığımız sohbetler hep çok ilginçti. Yaşlı kadının Hesse anıları inanılmazdı.

Bazı günler sevgili piyanosunun başına geçer Chopin ve Mozart çalardı. Bundan 3 yıl önce yaşama ve Karaormanlar'a veda eden Marie-Luise Bodamer'in villasının duvarlarını küçük Hesse tabloları süslüyordu.

ORDUDA AŞIRI SAĞCILAR
Calw şu günlerde hiç dillerden düşmüyor. Alman Askeri İstihbarat Teşkilatı'nın (MAD) ocak ayında yaptığı açıklamaya göre, orduda 592 aşırı sağcı şüpheli var. 1996 yılında Calw'de kurulan ve özel eğitilmiş 1400 seçkin askerden oluşan Alman Komanda Özel Kuvvetleri'nin (KSK) içindeki aşırı sağcı gelişmeler kısa süre önce su üstüne çıktı.

Gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında gizli görevlere gönderilen özel time son yıllarda yabancı düşmanı aşırı sağcıların sızdığı, Calw'daki kışlada düzenledikleri Hitler selamlı, Nazi marşlı "etkinlikler"in olağan olduğunu gazete ve televizyonlar baş haber yaptı! İki ay önce Saksonya eyaletinde bir KSK gedikli başçavuşunun arazisinde cephane ve patlayıcı madde ele geçirildi. Temmuz başında Calw'deki KSK depolarında yapılan bir denetimde de 48 bin atımlık mühimmatla 63 kilo patlayıcının kayıp olduğu tespit edildi.

Bundan iki ay önce KSK'de görev yapan bir yüzbaşı, Savunma Bakanı'na yazdığı uzun mektupla özel kuvvet içinde aşırı sağcı eğilimlere göz yumulmasından ve bu kişilerin çalışmalarının gizlenmesinden şikâyet etti. Bu mektubun basına yansımasıyla olaylar iyice büyüdü.

HESSE: HASTA BİR DÜNYADA YAŞIYORUZ
Federal Meclis'teki muhalefet, Savunma Bakanı Kramp-Karrenbauer'i görevinin üstesinden gelememekle suçluyor. Kurulan çalışma grubu ilk raporunda, "KSK aşırı sağcılar için bereketli toprak" diyor. Kanımca ona, "kahverengi gömleklilerin biyotobu" demek de yanlış olmaz! 2016 yılında eski ordu ve özel tim üyeleri tarafından Stuttgart'ta sağcı görüşlü, değişik yurtdışı bağlantıları olan "Üniter" adında bir grup kurulmuştu.

Kısa süre sonra 2 bin üyesinin çoğunlukla asker ve polisler olduğu ortaya çıkınca Anayasayı Koruma Teşkilatı harekete geçmişti. Şu günlerde de Askeri İstihbarat Teşkilatı Üniter'in bir "Gölge Ordu" olduğu iddialarını araştırıyor, ancak günümüzde Alman ordusunda olup biten bu tür "tuhaflıkların" nedenini 1950'li yıllarda aramak doğru olur.

2. Dünya Savaşı'nın ardından kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti'nde 1951 yılında oluşturulan "sınır koruma birliklerine", Batılı müttefiklerin de onayı ve göz yummasıyla Hitler ordusunda görev yapmış subaylar alınmıştı. Üst düzey görevlere getirilen bu Nazi subaylar tüm birliklerin yüzde 62'sini oluşturmuştu. 1956 yılında kurulan yeni orduda Hitler ülküsü uğruna çarpışmış 600 kadar üst rütbeli subay da görevlendirilmişti. Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini oluşturmuştu.

Federal Almanya Cumhuriyeti'nin Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad Adenauer, Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi! Savaş karşıtı Alman dili edebiyatı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Stuttgart-Calw doğumlu Hermann Hesse'ye göre, haksızlık dolu hasta bir dünyada yaşıyoruz: "Sevgi ve kardeşlik duygularının yokluğudur dünyamızı hasta eden." Hesse'nin bu görüşü günümüzde de de geçerli!

mail@ahmet-arpad.de

4 Ağustos 2020

"Hocam, artık buradayız!"

BirGün, 04.08.2020 

SEVİN OKYAY 


Ahmet Cemal'i kaybedeli üç yıl olmuş. Yapı Kredi Yayınları'nda karşımda, sağ çaprazımdaki masada oturan, Talat Sait Halman jürisinde biraz eğilip sol tarafıma bakınca artık ifadesini kitap gibi okuduğum asil sakin yüzünü gördüğüm kardeşim, arkadaşım, meslektaşım...
1 Ağustos'ta meslektaşı, hem de adaşı Ahmet Arpad, bana "Ahmet Cemal ‘gönlünce dinlen' başlığıyla bir mesaj atmış ve ikisinin bazı ortak yanlarını iletmiş:
"İsimlerimiz Ahmet
"İkimiz de Avusturya St. Georg Lisesi mezunuyuz.
"İkimizi de çeviri dünyasına babam Burhan Arpad sokmuştu.
"Ortak yaptığımız çeviriler var
"İkimize de Tarabya Ödülü verildi
"Ve bunlardan öteye biz ikiz sayılırız, çünkü doğum tarihlerimiz aynı: 5 Mart 1942."
Ahmet Cemal'in bizi bırakıp gittiğini, Rainer Maria Rilke'den çevirdiği şu şiir refakatinde öğrenmiştim:
"Ne yaparsın Tanrım, ben ölürsem eğer?
Ben senin testinim (ya kırılırsam?)
İçtiğin içki benim (ya bozulursam?)
Senin giysinim ve uğraşınım,
Anlamını da yitirirsin benimle."
Seni acaba Selim vasıtasıyla mı tanımıştım? Selim İleri senin için, "Çeviri edebiyatımızın en önemli adlarından, bir onur insanıydı," diyor. "Yaşamı boyunca ilkelerine kim bilir neler pahasına bağlı kaldı. Ve benim çok aziz bir dostumdu. Anısı bir hüzün şimdi."
Bir ara çok yorgun ve zayıf görünüyordun, sonra toparlandın. "Hatta son zamanlarda "Ahmet Cemal iyileştiyse bir ziyaretine mi gitsem acaba?" diye düşünmeye başlamıştım" demişim. "İnsanın yaşı yaşına yakın (sen yaşıtımdın), benzer şeylerle ilgilenen, zeki biriyle konuşması, güncel hayatın gereksiz yıpratmalarını telafi edebiliyor. Murathan da (Mungan), "Üç gündür, "Ne zamandır görmüyorum, bir arayıp buluşalım" diye geçiriyordum içimden. Bugün ölüm haberin geldi. Gönlünce dinlen Ahmet Cemal" demiş.
Talat Sait Halman'ın ikinci yıl ödülünü, Anna Seghers'in "Transit" adlı kitabının aynı adlı çevirisiyle, adaşın ve elli yıllık arkadaşın Ahmet Arpad almıştı. Birbirlerini 1960'lı yılların sonunda Ahmet'in babası üstat çevirmen Burhan Arpad'ın Altın Kitaplar'a önerdiği bir çeviri münasebetiyle tanımışlar. Ahmet Cemal sonradan, "Benim çeviri alanındaki ilk gerçek hocam Burhan Arpad olmuştu" diyecekti. Ahmet Arpad ise onun için, "Çevirdiği dilin kültürünü yakından tanırdı. Bu nitelikleri olmasaydı Musil, Broch, Zweig, Remarque, Rilke, Seghers ve Kafka çevirebilir miydi?" diyor.
Hermann Broch‘un çevirisi kırk yıl süren başyapıtı "Vergilius'un Ölümü"nü unutmuyorum elbet. Kitap Almanca'dan başka dile çevrilmez diye bilinirmiş. Hele Türkçe'ye hiç uymayan, giriş sayfasındaki 18 satırlık tek cümle... Sen de "İlk paragrafı çeviremezsem kitabı çevirmem," dedin. Kırk yılda tamamlamıştın.
Kurup yönettiğin YAZKO çeviri dergisini unutamam. Cumhuriyet'teki yazılarını da... Peki, 2014 Haziran'ında kurduğun Ahmet Cemal Kültür Atölyesi unutulur mu? Pek çok yerde ders vermiştin ama bence gönlün asıl, ilk gittiğinde "Türkiye dışında bir üniversite" dediğin Eskişehir Anadolu Üniversitesi'ndeydi.
Ahmet Cemal birkaç kez ölümü üzerine yazmıştı. Mart'ta Cumhuriyet'teki yazısında kalp krizi geçirip ambulans çağırılışını anlatıyor. "Beni sedyeye yerleştirip arabaya taşıyanlar. Daha araba kalkmadan: ‘Lütfen korkmayın hocam, artık buradayız!' diyen sesler.
‘O güne kadar, ‘...artık buradayız!' gibi kısacık bir cümlenin böylesine güçlü bir hayat kaynağı olabileceğini hiç düşünmemiştim!"
Öğrencilerin oradaydı, sevgili Ahmet Cemal! Ama sen de yaşadığımız kadar bizimlesin!

14 Temmuz 2020

Bizans'ın Fethi - Ayasofya'da son ayin

EK Dergi, 14 Temmuz 2020

Başlarına ne geleceğini bilmek için kuşatılmışlara artık ne bir haberci, ne de düşmandan kaçmış biri gereklidir. Saldırı emrinin verilmiş olduğunu biliyorlar. Sonsuz bir tehlike ve sınırsız bir yükümlülük koskocaman ve kapkara bir fırtına bulutu örneği büyük kentin üzerine çöküyor. Başka zaman görüş ayrılıkları ve din tartışmalarıyla birbirleriyle pek anlaşamayan insanlar son saatlerinde kentin alanlarında bir araya gelmeye başlıyor. Ne yazık ki dünya tarihinde insanlar hep tehlike kaçınılmaz olduğunda birleşmeye karar verir. Kent halkına inançlarını, büyük geçmişlerini, ortak medeniyetlerini anlatmak isteyen İmparator etkileyici ve dokunaklı bir tören düzenlemeye karar veriyor. Onun emriyle bütün kent insanları, Ortodokslar ve Katolikler, din adamları ve din adamı olmayanlar, çocuklar ve yaşlılar bir dinsel alayda bir araya geliyor. Hiç kimse evinde kalamaz, hiç kimse evinde kalmak istemiyor. Yürekleri inanç dolu, en zengininden, en fakirine bütün insanlar "Kryie Eleison" duasını yüksek sesle okuyarak yürümeye başlıyorlar. Tören alayı kentin iç mahallelerinden başlayarak en dış surlara kadar uzanıyor. Kiliselerden çıkarılan aziz tasvirleri ve kutsal emanetler alayın en önünde taşınıyor. Surların neresinde açılmış bir deliğe rastlasalar oraya, kenti dinsizlerin saldırısından dünyevi silahlardan daha iyi korusun diye bir aziz tasviri asıyorlar. Sonra İmparator Konstantin son bir konuşmayla yüreklendirip, ateşlemek istediği senatörlerini, soyluları ve komutanlarını çevresine topluyor. Tabii onlara Mehmet gibi inanılmaz ganimetler sözünü veremiyor, fakat bu son ve kesin hücuma karşı koyabilirlerse bütün Hıristiyanlığa ve bütün Batı dünyasına kazandıracakları onurun yüceliğini ve bu katillere yenilirlerse kendilerini bekleyen tehlikeyi anlatıyor. Mehmet ve Konstantin, her ikisi de onları bekleyen günün dünya tarihini daha yüzlerce yıl çok etkileyeceğini biliyor.

Ve son sahne başlıyor! Avrupa tarihinin en dokunaklı, bir çöküşün en dehşetli anını yaşayan son sahne... Ölümü bekleyen halk, o günlerde dünyanın en muhteşem  katedrali olma onurunu taşıyan, iki kilisenin barıştığı o günden bu yana yazgısına terk edilmiş Ayasofya'da toplanıyor. Bütün saray halkı, soylular, Yunan ve Roma ruhanileri, Ceneviz ve Venedik askerleri, tayfaları, hepsi de üzerlerinde zırhları ve silâhları İmparator'un çevresinde duruyor. Onların arkasında suskun, saygı dolu binlerce ve binlerce bir şeyler mırıldanan gölgeler... Korku ve kaygı dolu başları eğik halk. Üzerlerine çökecekmiş gibi duran kemerlerin loşluğu ile savaşan mum ışıkları omuzları çökmüş, tek vücut olmuş dua eden insanları aydınlatmaya çalışıyor. Burada Tanrı'ya yakaran Bizans ruhu var. Patriğin sesi güçlü ve çağırıcı yükseliyor. Koro ona yanıt veriyor. Batı dünyasının ölümsüz sesi olan müzik bu yapıda bir kez daha yankılanıyor. Sonra inançta son teselliyi arayan İmparator ve en yakınları peş peşe mihrabın önünden geçiyorlar. En yüksekteki kubbe ve kemerlerine kadar katedral sürekli köpüren dalgaları andıran dualarla çınlıyor. Doğu Roma İmparatorluğu'nun en son ölüler ayini başlıyor. Justinyanos'un katedralinde Hıristiyanlık son anlarını yaşıyor.

Bu çok dokunaklı ayinin ardından İmparator, buyruğu altındakiler ve hizmetkaları ile vedalaşmak, yaşamında onlara haksızlık etmişse kendisini bağışlamalarını istemek için kısaca saraya dönüyor. Sonra atına atladığı gibi surlara doğru uzaklaşıyor. Büyük karşıtı Sultan Mehmet gibi İmparator Konstantin de askerlerini yüreklendirmek için atını surların bir ucundan öteki ucuna sürüp duruyor. Gecenin karanlığı çoktan üzerlerine çökmüştür. Artık ne bir insan konuşuyor, ne de bir silah şakırdıyor. Surların içindeki heyecan dolu binler doğacak günü ve ölümü bekliyor...

* * *

İnsanlık tarihi kimi zaman sayılarla oynar. Roma'nın barbarlar tarafından yağma edilmesinden tam bin yıl sonra Bizans'ın yağması başlıyor. Savaş galibi Mehmet vermiş olduğu o korkunç sözü, askerlerinin önünde içmiş olduğu antı yerine getiriyor. Askerlerinin Bizans'ın evlerini ve saraylarını, kilise ve manastırlarını yağmalamasına, erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını ganimet olarak almasına izin veriyor. Gözü dönmüş askerler birbirleriyle yarışır gibi kentin sokaklarında çılgınca koşuşturuyorlar. İlk saldırılar kiliselere yapılıyor. Orada altından kaplar kor gibi yanıyor, değerli taşlar ışıldıyor. Askerler girdikleri evlerdeki ganimetin onların olduğunu arkadan gelenler anlasın diye kapılarına bayrak asıyorlar. Ellerine geçen ganimetler sadece değerli taşlardan, kumaşlardan, paradan ve taşınabilir ev eşyasından oluşmuyor, sarayın haremine kadınları, esir pazarlarına erkek ve çocukları sürüklüyorlar. Kiliselere sığınmış insanlar sürüler gibi dışarı çıkarılıp, kırbaçlanıyor. Yaşamaları yük olacağı düşünülen yaşlılar öldürülüyor, gençler elleri kollar bağlanıp, bilinmeyen yerlere sürülüyor. Bütün bu dehşetli yağmanın yanısıra, Haçlı ordularının yağmaladığı kentte kalmış çok değerli kutsal emanetler ve sanat eserleri çılgın galipler tarafından parçalanıp, yok ediliyor, inanılmaz değerdeki tablolar yakılıyor, en güzel heykeller kırılıyor, yüzlerce yıllık bilgeliğin, Yunan düşün ve yazınının kanıtı kitaplar acımasızca ateşlere atılıyor. Kerkaporta kapısının açık unutulduğu o anın getirdiği felaketlerin sonucunu, Roma'nın, İskenderiye'nin ve Bizans'ın yağmalanmasının ardından düşün dünyasının ne gbi değerleri yitirilmiş olduğunu insanlık tarihi hiç bir zaman bilemeyecek.

Sultan Mehmet zaferin gerçekleştiği gün öğleden sonra fethetmiş olduğu kente girdiğinde büyük yağma sona ermek üzeredir. Görkemli atının üzerine gurur dolu ve dimdik oturuyor, caddelerden geçerken vermiş olduğu sözü tutuyor, yağmalarına devam adamlarını rahatsız etmemek için ne sağına, ne de soluna bakıyor. Atının üzerine gururla ilerleyen sultanın hedefi, Bizans'ın göz alıcı simgesi dev kilise. Elli günden fazla çadırlarından Ayasofya'nın erişimez gibi görünen ışıldayan kubbesine özlemle bakmıştı. Şimdi ise zafer kazanmış biri olarak onun bronz kapısından içeri girecekti. Fakat Mehmet bir kez daha kendini dizginlemesini biliyor. Bu kiliseyi sonsuzluğa dek Tanrısına adamadan önce hayır duası edecektir. Başı önünde atından iniyor, yere diz çöküyor ve dua ediyor. Sonra yerden bir avuç toprak alıp, kendisinin de ölümlü olduğunu anımsayıp, başının üzerine serpiyor. Kulluk borcunu ödedikten sonra ayağa kalkıyor ve Tanrısının bir kulu olarak, kutsal bilgeliğin mekanına, Justinyanos'un katedraline, Ayasofa kilisesine ilk adımlarını atıyor.

Sultan bu görkemli yapıyı, yüksek kubbelerini, ışıldayan mermerlerini ve mozaiklerini, loşluğun içinden ışığa uzanan kemerlerini kendinden geçmiş gibi süzüyor. O anda, inancın bu yüce sarayının kendisine değil Tanrısına ait olduğunu hissediyor. Hemen getirttiği imam mihraba çıkıyor, padişah da Mekke'ye dönerek, bu Hıristiyan mabedinde dünyanın tek hakimi Tanrısına ilk namazını kılıyor. Ertesi gün çağırttığı ustalara eski inancın simgeleri olan her şeyi kaldırttıyor. Mihraplar yıkılıyor, dinle ilgili bütün mozaikler badanayla örtülüyor. Ayasofya'nın en yukarı kubbesinden sallanan, bin yıldan fazla dünyanın bütün acılarını kucaklamak ister gibi kollarını açmış olan haç da boğuk bir gürültüyle düşüyor.

Yerin mermerlerine düşüp, devrilen taş haçın çıkardığı müthiş ses kilisenin içinde ve dışında uzun uzun yankılanıyor. Hacın devrilmesi Batı dünyasını ürpertiyor. Korkutucu yankısı Roma'ya, Ceneviz'e, Venedik'e ulaşıyor, oradan da uyarıcı bir gök gürültüsü gibi tâ Fransa'ya, Almanya'ya  uzanıyor. Avrupa, budalaca umursamazlığı sonucu yıkıcı yeni bir gücün açık unutulmuş o küçük kapıdan, Kerkaporta'dan içeri sızdığını ve yüzlerce yıl elini kolunu bağlayacağını, onu kötürüm edeceğini ürpertiyle kavrıyor. Ancak insan yaşamında olduğu gibi tarihte de yitirilmiş bir an yakınıp dövünmeyle geri gelmez. Bir anda yitirilenleri bin yıl bile geri getirmez...

Bu yazı Ahmet Arpad'ın Stefan Zweig'dan çevirdiği ve Everest Yayınları'nda çıkmış olan Yıldızın Parladığı Anlar yapıtından alınmıştır.

12 Temmuz 2020

Duvarlarda renk coşkusu

Cumhuriyet, 12 Temmuz 2020
STUTTGART - AHMET ARPAD

Stuttgart'ın görkemli Mercedes Benz Müzesi'ne, Mercedes Benz Arenası'na, Mercedes Benz genel merkezine, Neckarpark futbol sahalarına, iki konser salonuyla bir spor salonuna, panayırların, sirklerin kurulduğu büyük çayıra giden kavşağın altı kockocaman bir alan! Kent belediyesi burasını grafiti sanatçılarına teslim etmiş! Günün hangi saati giderseniz gidin, orası ellerinde değişik spreyler duvardan duvara giden gençlerle dolu. Uzunlukları 500 metreye yaklaşan değişik duvarlarda, üzerindeki dev kavşağı taşıyan kalın sütunlarda renk coşkulu çizimler... Birileri buraya spreyi gönlü elverdiğince sıkmış! Çizimlerin tümü hareketli ve canlı. Kimileri vahşi, güldürücü, düşündürücü, kimileri de, karşılarında durup uzun uzun baksanız da, içinden çıkamadığınız, ışıldayan motifler.

Koskoca harfler, komik, küfürlü İngilizce sözler, kıvrılan bir dev yılanı andıran çizgiler, iç içe kadınlar, erkekler, hayvan figürleri, insanı gülümseten tuhaf yüzler... Hepsi de 'wild style'! Uzun bir duvarda bir fil, mor renginde, ağzını açmış bağırıyor, başına pembe dev bir fare oturmuş, gülümsüyor! Hemen yanında bir heykel, alçıdan, bıyıkları kalın, iri yarı, güçlü bir orta çağ savaşçısı. Elinde sprey kutusu önünden her geçen onu gönlünce boyamış!

Önüne geçilemeyen tutku
Çoğunlukla bu 'sanata' yeni atılanların özellikle hafta sonlarında doldurduğu 'yeraltı alanı'nı kent belediyesi grafitiçilere bırakmış. Stuttgart'ın belirli banliyö istasyonlarının duvarlarını, merdivenlerini de kullanmaları mümkün. Kimi caddede binaların duvarlarını kaplayan dev tablolar da dikkati çekiyor. Onlar sipariş üzerine yapılmış! Varlıklılar, şirketler, dernekler sahibi oldukları binaların ön veya yan cephelerini profesyonel grafitiçilere açıyor! Belediyenin bazı otobüs ve tramvaylarında da eserlerini görmek mümkün! Artık bu 'sanattan' geçinenler var. Grafitiçileri doğum günlerine, okullara, ev partilerine çağırmak mümkün.

Bunlardan biri de otuz dokuz yaşındaki Stuttgart'lı Christoph Ganter. Çoğu Art Nouveau tabloları andıran dev boyutlarda çizimleri kentin değişik duvarlarını kaplıyor. Bir metro istasyonunun peronlara inen merdivenlerdeki dev panoya "Golden Future" adını vermiş. Kırmızı, iri balıklar, uğur böcekleri, domuz yavruları, filler, tavşanlar, yoncalar, kırmızı mantarlar karmakarışık, iç içe, oynak, şen, büyüleyici... Ganter 2019 sonunda mesleği olan lise öğretmenliğini bırakmış. "Şimdi kendimi çok özgür hissediyorum", diyor. Bir zamanlar aklına geleni geceyarıları gizlice duvarlara çizen, polislerden kaçan Ganter günümüzde profesyonel çalışan bir 'Street Art sanatçısı'.

İlkçağ insanlarının mağaralara çizdiği duvar resimleri grafitinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. İlerki çağlarda Antik Yunan'da, Efes'te, Pompei'de, Mısır'da benzerlerine rastlanıyor. Grafitinin yeniden doğuşu 1970'li yıllarda New York'ta özgür gençlerin kent duvarlarına, metrolara çizdikleriyle başlamış. Duvarlardaki renk coşkusu önüne geçilemeyen bir tutku...
mail@ahmet-arpad.de

21 Haziran 2020

Bir kralın sarayları ve şatoları

Bu yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu? Bir düşler dünyasındayız. "Eksantrik" Kral II. Ludwig'in karşımızda yükselen "eseri" sarayla şato karışımı bir yapı. Milyonlarca "Mark"ı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen, 200 odalı bu olağanüstü saraya harcamış. Ona "deli" diyenler olmuş.

AHMET ARPAD Almanya (Stuttgart)
21 Haziran 2020


Neuschwanstein, belki de Avrupa'nın en güzel şato sarayı! Bavyera Kralı II. Ludwig insanlarla bir arada değil, kendi yarattığı düşler dünyasında yaşamış, içine kapanık, utangaç, ancak kendini hep en büyük hissetmiş bir kral. İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı bu sarayın duvarları ardına çekilmiş.

Zamanla onun yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi, bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla Bavyera'yı artık idare edemeyeceğine inandıkları kralı tahtından indirmiş, sarayından atmış. "Bana komplo yapıyorlar" diyen II. Ludwig, Starnberg Gölü'ndeki Berg şatosuna sürülmüş. Kısa süre sonra da gölde ölüsü bulunmuş. Ölmüş mü, öldürülmüş mü? Bu günümüze dek yanıtlanamamış bir soru. Düşler dünyasının kralı ardında büyük borçlar bırakarak yaşama veda etmiş.

ALTIN KAPLI ODA...

Münih'le Salzburg arasındaki Chiemsee, Güney Bavyera'nın güzel göllerinden biri. Burayı çekici yapan Kral II. Ludwig'in ölümünden kısa süre önce yaptırdığı Herrenchiemsee Sarayı. Versay'dan etkilenmiş yapıda 98 metre uzunluğundaki görkemli tören salonu, ikinci kata çıkan merdivenler ve kralın her yanı altın kaplama yatak odası göz kamaştırıyor. II. Ludwig bu sarayda yaşamının sadece on gününü geçirmiş!

Ölümünden birkaç ay önce Tirol yöresinin şirin göllerinden Plansee kıyılarına Pekin'deki "Kış Sarayı"nı anımsatan bir saraycık kondurmayı planlamış. Gerçekleştiremediği başka bir yapı da Avusturya sınırındaki Garmisch'in kuzeyinde, Linderhof Sarayı'nın yakınlarında plandığı, Bizans saraylarını andıran büyük saraydır.

İNSANLARINDAN KAÇAN KRAL...

II. Ludwig'in başka sarayları da var. Bavyera Alpleri'nin çevrelediği Ammergau yöresindeki Linderhof ‚u çok severdi. Olağanüstü dağ manzarasıyla ünlü sarayın hemen hemen bütün odaları altın kaplı. İnsanlarından kaçan genç kral, hayranı olduğu ünlü besteci Richard Wagner'in "Tannhäuser" operasındaki dev mağaranın benzerini sarayın bahçesine yaptırmış.

Yine aynı yörede, Schachen tepesine kondurttuğu, 3 bin metrelik Zugspitze ve Avusturya Alpleri manzaralı "kral evi" de düşsel bir yapı. Birinci katın rengârenk odaları şark saraylarını andırıyor. Korona kısıtlamaları azalınca Berchtesgaden yakınlarındaki dostlarımızı ziyarete gittik.

Yolda Chiemsee Gölü'ne uğradık, II. Ludwig'in sarayını gezdik. Diğerlerini daha önce görmüştük, Herrenchiemsee Sarayı'na sıra bu kez geldi. Başka bir "cevher" de Obersalzberg tepesinde! Buralara kadar gelip de tekrar oraya çıkmamak olmazdı. Almanya-Avusturya sınırında, iki bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'ten bu yana kötü bir ünü var. Hitler, Almanya'da başa geçer geçmez Obersalzberg'deki tüm yapılara el koymuştu. Mülkünü satmak istemeyenleri "toplama kamplarına gönderirim" tehdidiyle inatlarından vazgeçirtmişti. Ona "halkın başbakanı" denmesini isteyen Hitler, bu tepeye kendi çizdiği planlara göre dev bir karargâh oturtmuştu.

"Führer" ülkeyi ve savaşı uzun yıllar buradan yönetmiş, ülkeler arası politikacılarla, diplomatlarla görüşmelerini burada yapmıştı. Yükseklik neredeyse 2 bin metre. İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, suları yemyeşil Königsee, pırıl pırıl dereler. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alp dorukları... Uçurumun bağrına saplanan bu "kartal yuvası"nda Hitler ,yanında Eva'sı keyif çatıp çayını yudumlarken kafasından kim bilir ne "kötülükler" geçiriyordu?

Megaloman kime denir? Kendini herkesten üstün gören kişiye! Onun temelinde çok güçlü ve bastırılmış bir aşağılık kompleksi vardır. İnsanlık tarihinin gelmiş gelmiş en büyük megalomanlarından biri Adolf Hitler'di. Psikiyatristlere göre Kral II. Ludwig de Hitler gibi iki ruhluydu. Onlar yakın çevreleri için kolay anlaşılmaz insanlardı. "Ben kendim için de, başkaları için de gizem dolu bir insanım", genç kralın ünlü bir sözüdür.

mail@ahmet-arpad.de

31 Mayıs 2020

'Sen sevdikçe seni de seven olacaktır...'

CUMHURİYET, 31 Mayıs 2020
STUTTGART – AHMET ARPAD

Oturmuş göl kenarındaki tahta iskeleye, sallandırmış çıplak ayaklarını sulara, anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıyor. Çevre çok sessiz, doğa uzun süren kış uykusundan uyanıyor.

Göl kıyısındaki, dalları sulara değen ağaçlar yeşermiş, ıslak çimenleri rengârenk çiçekler bürümüş. Tahta sıralardan birine oturuyoruz. Adam bizi görmüyor, kendinden geçmiş gibi. Mırıldandığı şeyler yabancı bir dilde. Bir yandan da hafifçe sallanıyor. Gölün durgun sularına kuşlar inip kalkıyor, güzel renkli ördekler, peşlerinde yavruları, bembeyaz kuğular kıyı yakınında yiyecek bir şeyler arıyor. Adam susuyor. Şimdi hiç kıpırdamıyor. Az sonra ayağa kalkıyor ve bizi görüyor. Gülümseyerek yanımıza sokuluyor, karşımızdaki boş sıraya oturuyor. Biz sormadan konuşuyor: "Ne güzel bir gün, ne güzel bir doğa!" Sesi çok usul, şarkı söyler gibi.

Giysileri bembeyaz. Gülümsemeye devam ediyor. Yanımdaki tanış, kim bu tuhaf adam, der gibi bana bakıyor. "İnsan yüreği hep buradaki çiçekler gibi açmalı..." Başını çevirip doğaya bakıyor, ayağa kalkıyor, dans eder gibi kendi etrafında dönüyor. Biz hâlâ suskunuz. "Gülümse ve sev... Sevmeye hep devam et..." Yine kendi dünyasına dalmış gibi. "Sen sevdikçe seni seven de olacaktır..." Çimenlere doğru yürüyüp menekşeler topluyor, kollarını havaya kaldırıyor, bale yapar gibi birkaç adım atıyor, dönüyor. Dudaklarında hep bir gülümseme. Gidip kıyıdaki sazların arasında oturuyor, gözleri kapalı güneşe bakıyor. "Gel, kalkalım" diyor tanışım. "Yolumuza devam edelim."

ORMAN YOLLARINDA YÜRÜYÜŞ

Stuttgart ve çevresinde şu günlerde havalar neredeyse yaz. Kentin kuzeyindeki ormanlarda uzun bir yürüyüşteyiz. Trenle Murrhardt'a gelmiştik, orman yollarından Schwäbisch Hall'e gitmekti amacımız. Yöre her mevsimde güzel. Böyle bir doğada insan kendine geliyor, canlanıyor. Irmaklar, dereler, göl ve gölcükler, yeşil yamaçlar ve çayırlar, korular, ormanlar... Kızıl çamlar, ladin ağaçları, kayınlar, akçaağaçlar, dişbudaklar, gürgen ağaçları...

Az sonra ağaçlar bitiyor, üzüm bağlarıyla kaplı yamaçlarda uzanıyor yol. İkimiz de konuşmuyoruz. Buralar büyük kent insanının nefes alabildiği bir yöre, doğanın ciğeri. Yüzlerce kilometrelik yürüyüş ve bisiklet yollarıyla, balık avlanan, kürek çekilen, yüzülen küçük gölleriyle, yöresel yemek ve şarapların sunulduğu lokanta ve şaraphaneleriyle bir doğa cenneti. Uzaktan Rosengarten görünüyor. Tanışım, sanki aklımdan geçeni okumuş gibi: "Burada mola verebilseydik ne güzel olurdu" diyor. Ne yazık ki köy girişinde küçük lokanta haftalardır kapalı... Yola devam ediyoruz.

MİSTİZM MERAKI...

"Adamcağız meditasyon yapıyordu, rahatsız ettik" diye konuşuyor tanış. Anlamamış gibi suratına bakınca da devam ediyor: "Kim bilir hangi gurunun müridi?" Ben hâlâ, ne demek istiyorsun, diye ona bakıyor olacaktım ki konuşmasını sürdürüyor: "Belki de Bhagwan'ındır? Bizim enişte de 80'li yıllarda mistisizme meraklanmış, hatta ta Poona'lara gitmiş, gurunun yanında iki ay kalmıştı." Soruyorum: "Hindistan'a mı gitmişti?", "Evet, onun müridi olmuştu", diyor tanış. "O yıllarda Amerika'dan, Japonya'dan, Avrupa'dan genç yaşlı, ünlü ünsüz ona gider, gerçek benliğine kavuşmayı düşlerdi. Bhagwan, sonra ona Osho adını da verdiler ya, çevre etkisiyle sahte bir benlik oluştuğunu savlardı.

Gelecek yüzyılda meditasyon dinsiz Batı zenginlerinin yeni dini olacaktır, sözü de onundur." Mistisizm üzerine bir şeyler daha söylüyor, ancak benim bakışlarım ışıl ışıl doğanın güzelliğinde. Bana ne onun anlattıklarından! Anımsıyorum, Bhagwan için, modern zamanın en sahte ve zengin gurusu, diyenler de olmamış mıydı o yıllarda? Susuyorum. Gözlerimi hafif kısıyorum. Ötelerde, yamaçlar ardında hedefimiz tarihi kent Schwäbisch Hall. Daha ötelerde, kuzeyde Main Nehri ve daha çok ormanlar, akarsular, göller, yüzlerce kilometre yürüyüş yolları... Şaraphaneleri ve köy lokantalarını yakında açacaklarmış! O zaman bir kez daha geliriz bu güzel yöreye...

www.ahmet-arpad.de

27 Mayıs 2020

Dünün Dünyası'nda Kalmaya Kararlı Bir Yazar

27 Mayıs 2020
Nazmi Özüçelik

1920'lerin ve 30'ların önde gelen yazarlarından Stefan Zweig, lise yıllarımda okumaya başlayıp okumadığım kitabı kalmayan tek yabancı yazardı. Almancam, Allgemeine Elektrische Gesellschaft, nam-ı diğer AEG ile sınırlı olduğundan, dilimize çevrilmiş kitaplarını kastediyorum, tabii. Zweig'ı Türkçe'ye her çevirmenin imreneceği mükemmellikte kazandıran Burhan Arpad'tır. Onun Türkçesiyle Avusturyalı yazara hayran kalmamak olanaksızdır.

1910'un 19 Mayıs'ında, Bursa'da (Mudanya) doğan, aynı zamanda gazeteci ve yazar olan Burhan Arpad, Almancadan yaptığı çevirilerle bizi yeni yazarlarla tanıştırmış ve edebiyat dünyamızın zenginleşmesine unutulmaz bir katkı sağlamıştır. Gençliğimizde bizlere, Zweig'la birlikte okumayı da sevdiren çevirmeni 110. doğum yılında yazarlık emeğine saygı adına burada anmış olalım.

Zweig sevgisi sanki babamdan bana genlerle geçmişti. Evimizin kendi halindeki kütüphanesinde yazarın kitapları baş köşede durur ve sayıca üstünlüklerini sergilerlerdi. Elimi uzatıp birini çekmem, yazara ulaşmaya yetiyordu. İlk okuduğum romanı, sonradan Acımak olan çevrilen Merhamet'ti. Ergenliğime denk gelen bu psikolojik aşk romanını hiç unutmam. Babamın da unutmadığına eminim, çünkü o da kitaptaki karakter gibi, bir subaydı: Üniformanın büyüsünü gençliğinde fark etmiş olduğuna kuşku yok.

Sonraları satranca yönelmiş olmam ve öyküsever bir yörüngeye girmem, Satranç Oyuncusu'nu öne çıkarttı. Yazarın, Amok Koşucusu, Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu ve Yakıcı Sır gibi özgün uzun öykülerinin yıldızı edebiyat semalarında parlar da parlar. Tarihi kişiliklerin biyografilerini ve olayları Zweig'dan okumak ve onun kendine has, anlatımı ters yüz eden karşıtlıklar taşıyan, yaratıcı ve adeta mükemmel bir kristalliğe kavuşmuş üslubunun tadına varmak gerçek bir edebiyat deneyimidir.

Ülkemizdeki görünür Zweig hayranlığının nedenleri gerçekten araştırmaya değer bir konudur. Bunda, kanımca tarihte Almanlarla uzun süren müttefiklik yıllarımızın etkisi vardır. Bir dönem gelişen Alman hayranlığı dil içinden geçerek yerini Zweig hayranlığına bırakmış gibidir. Bu hayranlığın nesilden nesile aktarılmakta oluşunda Burhan Arpad'dan sonra bayrağı devralıp ileri taşıyan oğlu Ahmet Arpad'ın nitelikli çevirilerinin rolü büyüktür.

Birçok şair ve yazarın özgeçmişinin intiharla sonlandığını biliyoruz. II. Dünya savaşında Hitler'in zalimliğinden kaçan Stefan Zweig ve karısının savaşın ortasında, Brezilya'da birlikte intihara karar vermelerinin nedenini bıraktıkları mektuptan öğreniyoruz: Yeni bir hayata başlamanın güçlüğü. Yaşadığı dönemin tarihine tanıklık eden Dünün Dünyası'nın yazarı için intihar, belki de en 'doğal' ölüm şekli idi. Dünün dünyasında kalmaya kararlı bir yazarın bugünün dünyasında bunca yer edinmesi hayatın sayısız sürprizlerinden biri değilse nedir?

Kaynak: https://parsomenfanzin.com/2020/05/27/nazmi-ozucelik-oz-gunluk-3/

19 Mayıs 2020

Burhan Arpad'ı Anımsamak

19 Mayıs 2020
Emine Gül Türk 

"İstanbul'da doğup büyüdüğüm için hep şanslı saydım kendimi. Aradan geçen yılların ardından belleğime kazınan o görkemli, güzel kenti tanımakta zorlanıyorum. Sokaklarında, caddelerinde dolaşırken, yanımdan geçenlerin konuştukları Türkçeyi anlamakta güçlük çekiyorum. Kenti saran gürültü kirliliğinden, trafiğin kabadayısı değnekçilerden, kentin her bir köşesini inşaat alanı haline getiren dozerlerden kurtulabilmek için sessiz mekanlara sığınabilmenin çarelerini arıyorum. Bu da pek kolay olmuyor. Tarihi yapılarına, ağaçlı alanlarına, denizine, kültürüne reva görülen tahribata ise değinmek bile istemiyorum. Eski İstanbul'u özlüyorum. "

Burhan  Arpad'ı bu dizelerdeki İstanbul sevgisiyle tanıyoruz. Bu bakımdan kendisini İstanbul yazarı sayabiliriz.

Arpad gelecek İstanbul hakkındaki eleştirilerine ve öngörülerine kitaplarında sık sık değinmiştir. Yazılarında yalnızca İstanbul'un güzelliklerini göz önüne sermemiş, kültür insanlarını, sanatçıları, tiyatroları ve eski Babıâli'yi de anlatmıştır. Bir nevi İstanbul halkını gelecek hakkında uyarmıştır.

1910 yılında Mudanya'da dünyaya gelen Burhan Arpad, Rehber-i Tahsil Numune Mektebi ve Orta Ticaret Mektebinden mezun olduktan sonra 1936 yılında Vakit gazetesinde mesleğine başladı. Daha sonra sırasıyla Uyanış ve Kurun dergilerinde, İleri, İstiklal, Tan, Cumhuriyet, Memleket, Hürriyet, Vatan ve Cumhuriyet gazetelerinde muhabir, istihbarat şefi ve yazar olarak kariyerine devam etti.

Burhan Arpad'ı yoğun gazetecilik çalışmalarının yanı sıra aslında edebiyatımıza kattığı öykü, roman, gezi yazıları, tiyatro eleştirileri, anı ve Alman edebiyatı ile Avusturya edebiyatından aktardığı çeviri kitaplarıyla da ele almalıyız.

1943'den başlayarak Alman edebiyatından, özellikle Erich Maria Remarque ve Stefan Zweig'ten yaptığı çeviri eserlerle bu iki yazarı edebiyatımıza tanıtan kişi olarak bilinir. AnnaSeghers, Joseph Roth, OdonvonHorvath, Thomas Mann, IngeborgBachmann, FritzHabeck, IgnazioSilone, William Saroyan, Henry Wallace, Şalom Aljehem, DimitirDimov, Haşek, Silanpaa ve Istrati gibi isimler de, yazarın Türk okuruyla tanıştırdığı isimlerdir.

Alman edebiyatından yaptığı Erich Maria Remarque ile Anna Seghers'in romanlarının çevirileriyle toplumcu gerçekçi görüşü destekleyerek edebiyatımıza da, toplumcu gerçekçi anlayışa da önemli katkılarda bulunmuştur.

Toplumsal ilişkilerdeki çelişkilere bütün çıplaklığıyla yer veren yazar özellikle romanları ve  öykülerinde bu tutumunu net şekilde görebiliriz.

"Okuyup sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim" diyen Burhan Arpad, dilimize kazandırdığı kırka yakın yapıtta kişiselliği de gözlemleyebileceğimiz ortak değerler bulmuştur.

Yazar eserleri ve çevirilerinin yanı sıra aldığı ödüllerle de adından sıkça bahsettirmiştir.1961 ve 1964 yıllarında Berlin Film Festivali'nde jüri üyeliği yapmış olan yazarımız, sık gittiği değişik Avrupa ülkelerinden izlenimlerini topladığı Gezi Günlüğü kitabı ile 1963 yılında Türk Dil Kurumu ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında ise Bulgaristan Cumhuriyeti Kyryl Kardeşler Kültür Nişanı'na layık görülmüştür. Stefan Zweig Cemiyeti üyesi olan Arpad, Alman edebiyatının en seçkin yazarlarından yaptığı çevirilerle bu edebiyatların Türkiye'de tanınmasına olan katkılarından dolayı 1985 yılında Federal Almanya Cumhuriyeti Birinci Derece Liyakat Madalyası'na, 1987 yılında da Avusturya Cumhuriyeti Bilim ve Sanat İçin Birinci Derece Onur Madalyası'na layık görülmüştür. Burhan Arpad ayrıca Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü (1985) ve Basın Şeref Kartı'nın da sahibi olmuştur.

1 Mayıs 2020

Stefan Zweig'ın Sigmund Freud hayranlığı

TUNA dergisi Viyana, Mayıs 2020
AHMET ARPAD

Viyanalı Stefan Zweig Viyanalı Sigmund Freud'la 1908 yılında tanışır. Adını o yıllarda duyurmaya başlayan genç yazar bir yıl önce çıkmış olan Tersites trajedisini imzalayıp hayranı ünlü psikoloğa: "Profesör Sigmund Freud'a en içten saygılarımla... Stefan Zweig, Viyana, Nisan 1908" sözleriyle imzalayıp yollar. Freud'un 3 Mayıs 1908 tarihli teşekkür mektubu, otuz yıl sürecek ve Viyanalı psikoloğun 1938'de ölümüyle sonuçlanacak kalıcı bir dostluğun başlangıcı olur.

Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olayları, kişi davranışlarını, onların düşün dünyalarını en önemsiz sayılabilecek ayrıntılarına kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik-edebî deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi yapıtında karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir. Stefan Zweig bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, sürekli barışı, iyiliği düşler. Her şeye hümanizmin penceresinden bakar.

Salzburg'dan yolladığı 15.04.1925 mektubundaki övgü dolu şu sözler bir gerçeği yansıtır: "Sizin gibi çok çalışan, çok önemli şeyler üzerine kafa yoran birinin kitabımla böyle ilgilenmesi beni çok duygulandırdı ve gururlandırdı..." Zweig için Freud'un öğretisi ve görüşleri çok önemliydi. "Siz olmasaydınız Kleist Duyguların Patolojisi'ni veya Nietzsche Hastalığın Savunması'nı yazmazdı." Zweig'a göre Freud döneminin çoğu yazarına korkusuz ve utançlara kapılmadan duyguların en derinlerine yaklaşabilme cesaretini vermişti. Stefan Zweig'ın 1926 yılında çıkan öyküler seçkisi "Karmakarışık Duygular"ı Freud teşekkür mektubunda: "Olağanüstü bir yaratıcının sanatında ulaştığı doruk!" sözleriyle över. Freud aynı mektubunda öyküleri psikanaliz açıdan inceler, kimi yerlerde anlatımı yorumlar.

Tanıştıklarında 52 yaşında olan Freud 27 yaşındaki genç Zweig'a yetenekli 'oğlu' gözüyle bakıyordu! İlerki yıllarda ünlü psikolog Zweig için çok saydığı, hayranlık ve minnettarlık beslediği bir 'baba' olmuştu! Londra'da ölümünden kısa süre Freud'a yeni yapıtı "Yürek Çöküntüsü"nü: "Sigmund Freud, medico, magistro, amici" sözleriyle imzalar.

Sigmund Freud'un 26 Eylül 1939 günü Londra Golders Green Krematoryum'daki cenaze töreninde bir konuşma yapan Stefan Zweig tabutun başında şu sözlerle ünlü psikoloğa veda eder: "Teşekkürler sana örnek insan, sevgili dost, yaratıcılık dolu bir yaşamın oldu, arkanda bizlere unutulmayacak yapıtlar bıraktın! Bize bilmediğimiz yeni dünyaların kapılarını açtığın için sana teşekkürler. Şimdibizler önderliğin olmadan o dünyalarda gezinirken seni hep saygıyla anacağız. Sigmund Freud, dostların en candanı, ustaların en değerlisi..."

29 Mart 2020

Tuvalet kağıdı yok satıyor!

CUMHURİYET, 29.03.2020
STUTTGART – AHMET ARPAD


Nerede insanlar? Sokaklar, caddeler, alanlar boş, bomboş. İn cin top oynuyor! Her yer kapalı. Tüm dükkânlar, sinemalar, tiyatrolar, kütüphaneler, okullar, çocuk yuvaları, berberler, güzellik merkezleri, spor salonları, futbol sahaları, yüzme havuzları, lokantalar, kahveler, barlar, gece kulüpleri, küçük oteller... İş yerleri kapalı olanlar, mikrop kapacağım diye dışarı çıkmaktan korkanlar evlerinde, çalışabilenler iş yerlerinde. Okula gitmesi yasaklanmış torunlar dedeleriyle ninelerini göremiyor! Çoğu resmi daire kapalı, mahkemelerde duruşmalar ertelendi. Tek-tük market açık, uzun kuyruklarda bekleyenler arasında en az 2 metre mesafe var. İnsanlar birbirine uzak duruyor. Çoğu kişi haftada bir alışverişe çıkıyor. Köşe başlarında polisler! Caddelerde pek araç görünmüyor. Otobüsler, tramvaylar, metro, banliyö trenleri seyrek çalışıyor. Yolcu yok! Stuttgart'ın 16 peronlu tarihi tren istasyonu neredeyse bomboş. Yılda 12 milyon yolcu kapasiteli, günde 400 uçağın inip kalktığı, 11 bin insanın ekmek kapısı Stuttgart havalanından şu sıralar en son kalkış akşam saat 19'da, gelip giden uçakların sayısı günde 15'e düşmüş!

Sadece yayalara açık caddelerde yanyana en fazla 2 kişi yürüyor. Merkel hükümeti daha fazlasını yasakladı! Gruplar oluşturup havanın da güzelliğinden yararlanarak açık alanlarda eğlenenlere, içkili 'Korona partisi' yapanlara, durumun ciddiyetini kavrayamayan bu düşüncesizlere 25 bin Avro'ya kadar ceza kesilebiliyor. Aşırı benciller, bildiğini okumaya devam edenler birkaç yıllığına hapise bile atılabiliyor... Almanya'da birçok eyalet kamusal alana kısıtlamalar getirdi, önlemlere uyulmaması durumunda sokağa çıkma yasağının gelmesi kaçınılmaz olacak. İnsanlar son günlerde marketlere hücum ediyor. Sanki yarın savaş çıkacak! Alışveriş arabalarında yığın yığın, kilo kilo patates, pirinç, makarna ve çeşitli konserve. Tüm Almanya'da rekor satış – nedense – tuvalet kağıdında! Fransa'da ise kırmızı şarapta!

"Dünyamız tükenmişlik yaşıyor"

12 Haziran'da Roma'da Türkiye - İtalya karşılaşmasıyla açılmasını planlanan Avrupa Futbol Şampiyonası gelecek yıla ertelendi. Almanya Milli Futbol Takımı çalıştırıcısı Joachim Löw'ün tepkisi şöyle oldu : "Biz de sevinçle bu turnuvayı bekliyorduk, ancak güvenlik ve insan sağlığı her şeyden daha önemli. Son günlerde yaşananlar beni çok düşündürdü. Dünyamız tam bir burnout yaşıyor. Gücün ve açgözlülüğün geçerli olduğu yaşam son bulmalı!"

Angela Merkel'le eyalet başbakanlarının geçen pazar aldığı ve günlük yaşamı kısıtlayan kararlar, ne kadar süreceği belli olmayan bu salgına daha çok insanın kurban olmasını belki engelleyecek, ancak peşinde ne gibi izler bırakacak, kimse bilmiyor! Şu ana kadar bütün günü evinin dışında geçiren, birbirlerini akşamları birkaç saat gören çoğu aile artık pek sokağa çıkmadan, dost-tanış, akrabayla görüşemeden 2-3 odalı evinde günler, haftalar geçirmeye mahkum!

Bunalımlar kaçınılmaz olacak

Sosyal yaşam aşırı kısıtlandı. Tek başına yaşayan şimdi daha da yalnız kaldı! Ülkede bireyin özgür, rahat, tasasız yaşamı bir iki hafta içinde kökünden değişiverdi. Evine "zorla" kapanan sokağa çıksa ne yapacak? Ne alışveriş yapabileceği bir dükkân var, ne de oturup espresso yudumlayabileceği bir Café. Olumsuz gelişmeler birkaç hafta böyle devam ederse toplumda bunalımlar kaçınılmaz olacak. Çoğu insan ya işini yitirdi, ya da yarım gün çalışıyor, bir geçim savaşı veriyor. Stuttgartlı üç dev şirket, Mercedes, Porsche ve Bosch üretimi neredeyse sıfırladı. Alman ekonomisi ağır yara almadan Covid-19'dan kurtulacağa benzemiyor.

Stuttgart'ta şu günlerde yaşananlar Almanya'nın her kenti için geçerli. Bir gün gelecek tüm Avrupa onu boyunduruğu alan 'Korona diktatörü'nü tabii ki yenecek, ancak insanlar yaşamlarına getirilen kısıtlamaların neden olduğu ruhsal sorunların altından kalkmayı bakalım başarabilecek mi? Başarmaları gerekiyor. Milli takım çalıştırıcısı Joachim Löw şu görüşte: "Yaşamda en önemli şeyin ne olduğunu kavramalı, birbirimize daha çok saygı göstererek geleceğimizi belirlemeliyiz!"

mail@ahmet-arpad.de