27 Aralık 2009

Gizemli sokaklar

Cumhuriyet Dergi 27.12.2009
VİYANA
AHMET ARPAD
 
Viyana'da akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Sonra ara sokaklardaki şaraphanelerden birine uğrayıp, güzel şarabınızı yudumlarsınız. Gündüzleri ise kocaman parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız. Viyana insanı, Sultan Süleyman'ın askerlerinin çekilirken geride bıraktığı çuvallar dolusu kahvenin alışkanlığından kendini 300 küsur yıldır kurtaramamıştır. Keyfine ve rahatına düşkün Viyanalı saatlerini geçirir Demel, Gerstner, Sacher, Central, Landtmann, Mozart'ın salonlarında. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alır. Çoğu Avusturyalı yazarın romanına konu olan tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılır, kitap okunur, mektup yazılır. Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Sigmund Freud günlerinin önemli bölümünü kahvelerde yaşamıştır. Orta Avrupa kültürünün yetiştirdiği edebiyatçıların en ünlülerinden Stefan Zweig da bir Viyana çocuğudur. Gençliğinde her gün saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri onun için de bir "okul" olmuştur. 
 
Operası, tiyatrosu, operetleri, müzikalleri ile Viyana kültür solur. İnsanları günbegün kültür ile iç içe yaşar. Bu Tuna kentinin sokaklarını arşınlayan, mağazaların, yapıların, taşların, heykellerin, loş dar geçitlerin, parkların kültür soluduğunu sezer. Günün geç saatlerinde Tuna kanalından operaya yapacağınız gezinti sizi bambaşka bir dünyaya götürür. Akşamın loşluğunda tarih ve gizem dolu dar sokakların taşlarında ayak sesinizi duyarsınız. Dükkân kepenkleri kapanmıştır. Kapı içleri karanlıktır. Sokak lambalarının güçsüz ışığında yanınızdan geçen tek-tük insanla irkilirsiniz. 
 
Kapatın gözlerinizi bir an için, dönün savaş sonrasının Viyana'sına. Köşebaşlarında karaborsacılar, kaçakçılar, kalpazanlar duruyor. Palto yakaları kalkık, eller cepte, kasketler çarpık, ağızlarda sigara. Yağmur çiseliyor. Birden "Üçüncü Adam" hızla köşeyi dönüyor. Şapkasını yüzüne indirmiş. Koşar adım "Café Mozart"a giriyor. Canavar düdükleri. Polis otomobilleri çevreyi sarıyor. Baskın var...
 
Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden sıcak bir ışık sızıyor. Masalarda konuşan, gülen, şarabını yudumlayan, gazetesini okuyan insanlar. Kaertner Caddesi'ne yaklaştıkça sokaklar renkleniyor. Binalar bakımlı, vitrinler pahalı. Buralar ıssız ve loş değil. Az ötede opera ışıl ışıl. Hotel Sacher'in kapısında dizi dizi siyah otomobiller. Loden paltolu beyler, kürk mantolu hanımefendiler yanınızdan hızlı hızlı geçiyor. Az ötede, operanın yan karşısında Hotel Bristol. Viyana ve Mozart âşığı Nadir Nadi Bey'le eşinin bu Tuna kentine her gelişlerinde indikleri tarihi otel. Siz girin Hotel Sacher'den içeri, rahat koltuklara kurulup, ısmarlayın kendinize ünlü çikolatalı pastadan bir porsiyon. Az ötedeki masaya çöreklenmiş dört erkeğin gürültüsünü önemseyip, sakın keyfinizi kaçırmayın. Konuştukları dile bakılırsa Doğu Avrupalı işadamları olacaklar. Tabii Slovakya sınırının az ötesindeki Bratislava'da her türlü işi çevirip, Viyana ormanlarındaki, Grinzing ve Kahlenberg'deki ucuza kapattıkları tarihi villalar, köşkler ve saraycıklarda yaşayan Rus zenginleri de olabilir...
 
www.ahmet-arpad.de

11 Aralık 2009

Burhan Arpad, Avusturya Edebiyatı ve Bugün...

Cumhuriyet 11.12.2009
ODAK NOKTASI 
AHMET CEMAL 
 
Gazeteci, yazar, çevirmen, kültür insanı Burhan Arpad aramızdan ayrılalı on beş yıl olmuş... 
Benim gözümde Burhan Arpad, kuşağının başkaca bazı adlarıyla birlikte, bugünkü kuşaklara yeterince aktarmayı başaramadığımız kültür insanlarımızdandı. Aktarılamadı ya da aktarılması "yeğlenmedi", çünkü kuşağının bazı temsilcileri gibi, o da "gürültücü" olmayı bilinçli olarak seçmeyenlerdendi. Burhan Arpad, hemen hiç "ortalarda gözükmedi". Onun misyonu, her çağrıldığı yere gitmek değil, fakat köşesinde sessiz bir karınca gibi çalışmak, üretmek, üretmekti. Ne zaman evine telefon etsem ve telefonu muhterem eşi açsa, "Bir dakika, geliyor efendim!"in ardından, merdivenlerden inen terlik seslerini duyar; "İşte yine çalışmadan geliyor" derdim. 

Benim için hep bir köşeye çekilmişliğin, üretmek için dış dünya ile arasına bir perde çekmişliğin simgesi olarak kalan o terlik seslerinin içimde hep çalışma özlemi uyandırdığının bilincine çok sonra varacaktım. 

Burhan Arpad, üretimine hayatının sonuna kadar kendi türettiği bir ahlakı da egemen kılabilmiş ve bu ahlaktan -kimi zaman nice güçlükler pahasına da olsa- asla ödün vermemiş bir insandı. Almancadan çevirmeyi seçtiği Thomas Mann ve Stefan Zweig gibi yazarlar, evrensellikleri ve "dünya vatandaşlıkları" nedeniyle adeta Burhan Arpad'ın ülkemizin düşünce hayatı için öngördüğü birer örnek gibiydiler. 

Çevirmenliğinde ve kültüre bakışında Orta Avrupa, bu arada da özellikle Avusturya, Arpad için üretken zemin hazırlayıcı bir kozmopolitliğin (çokkültürlülüğün) ideal merkeziydi. Arpad'ın, ölümünden yıllar sonra "Son Avrupalı" diye nitelendirilmeye başlanan Stefan Zweig'ı onca sevmesinin nedenini de kanımca burada aramak gerekir. 

Burhan Arpad, özellikle yetmişli ve seksenli yıllarda, Avusturya edebiyatının ülkemizdeki elçiliğini yapma bağlamında, İstanbul'da uzun yıllar Avusturya Kültür Temsilcisi ve Kültür Ataşesi olarak görev yapan Prof. Hans E. Kasper'in şahsında çok değerli bir ‘müttefik' bulmuştu. Çünkü çokkültürlülüğün gerçek bayraktarlarından biri olan Prof. Kasper, burada görev yaptığı sürece o zamanlar Teşvikiye'de, Belveder Apt. 101/2 adresinde bulunan Avusturya Kültür Ofisi'ni iki kültürün gerçek anlamda buluştuğu bir mekâna dönüştürmeyi hep en önemli misyon saydı. Bu arada, Avusturya edebiyatından dilimize yapılan her çeviriyi her iki kültür iklimini yakından ilgilendiren ve etkileyen bir "kültür olayı" niteliğiyle çarpıcı kılmayı da çok iyi başardı. Burhan Arpad'ın, Zweig'dan yaptığı çevirilerle ilgili konferansları, Avusturya edebiyatından bütün çevirilerini bir araya getiren sergi, 1983'te, Kafka'nın 100. doğum yıldönümü nedeniyle düzenlenen zengin içerikli toplantılar ve sergiler, Elias Canetti'nin dilimize çevirdiğim "Körleşme" romanı yayımlandığında, yazara ve kitaba ait tanıtım konuşmasını yapması için Avusturya Edebiyat Derneği Başkanı, yazar ve eleştirmen Dr. Wolfgang Kraus'un İstanbul'a davet edilmesi, Prof. Kasper'in kültür politikasında edebiyata tanıdığı ağırlığın göstergeleridir.  

Ne var ki, Prof. Kasper'in ardından halefi Dr. Erwin Lucius'un da hız kesmeden sürdürdüğü bu edebiyat ilişkileri, son yıllarda epey tavsadı. Sezer Duru'nun çok değerli çabalarıyla, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Avusturyalı Thomas Bernhard'ın çevrilmesi, gerçekten güç eserlerinin peşpeşe dilimize aktarılması, Robert Musil'in başyapıtı "Niteliksiz Adam"ın ikinci cildinin ilk baskısının ülkemizde çıktığı gün tükenmesi, Avusturya kültürünü ülkemizde temsil etmekle görevli makamları nedense pek ilgilendirmedi. Son olarak, 17 Kasım'da, hemen hiç boş yerin kalmadığı Yapı Kredi Sermet Çifter Salonu'nda düzenlenen "Niteliksiz Adam"a ait "Okuma Akşamı"nda da aynı ilgisizliğe tanık olunca, Bernhard'ın ve Musil'in "muhalif" yazarlar olmalarının bu ilgisizlikteki olası payını ister istemez düşündüm...

6 Aralık 2009

İsviçrelinin din korkusu

Cumhuriyet, Dergi 06.12.2009 
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
İsviçre'de yapılan referandumda seçmenlerin yüzde 57'si minare yasağını destekledi. Aşırı sağcı ve göçmen karşıtlarının zaferi olarak değerlendirilen sonucu Alman politikacıları ve basını: "Büyük sürpriz, skandal, utanılacak bir durum" olarak yorumladı. İsviçre hükümeti ve parlamentosunun referandum öncesi: "Din özgürlüğüne aykırı," demesini tutucu İsviçre insanı umursamadı. Özellikle Alman İsviçresi'nde oylar aşırı sağcılara gitti! Bu Alpler ülkesinin yabancılarla arası tarih boyunca pek iyi olmamıştır. Yetmiş küsur yıl önce Hitler'den kaçan Alman komünistleri ile 25 bin Yahudiyi sınır kapılarından geri çevirmişti. Çoğunun yaşamı toplama kamplarının gaz odalarında son bulmuştu. Almanya'da ve işgal ettikleri ülkelerdeki Yahudilerin altınlarına el koyan Nazilerin tonlarca külçeyi İsviçre kasalarında gizlediklerini de unutmamak gerek. 
 
Liberal ve demokratik Almanya'ya gelince. "Ülkemizde din özgürlüğü vardır, onlara karışamayız" diyen her renkten politikacının son yirmi yılda açık seçik destek verdiği sayısız İslami dernek ve üst kuruluş istediği gibi at koşturuyor. Resmi verilere göre Almanya'da yaşayan Müslümanların en çok yüzde yirmisini temsil eden bu sözüm ona dinciler açtıkları camilerde, Kuran kurslarında yatılı okullarda her yıl on binlerce çocuğumuzu imam eğitiminden geçiriyor. Alman Anayasası'nın 4. ve 6 maddeleri yedi, sekiz yaşlarında kızların başörtüsü ile okula gitmesine olanak tanıyor. Afrika'nın, Asya'nın kimi ülkesinde gördüğümüz Türk liseleri son on yılda artık Almanya'da da birbiri ardına kuruluyor! Bu ülkede kiliseler kapanıyor, camiler açılıyor. Türk Kültür Enstitüleri ise bir türlü açılmıyor! 1970'ten bu yana irili ufaklı, üç bine yakın mescit ve cami inşa edildi, yüzlerce kilise kapandı. Örneğin Stuttgart'ta her 1000 Türk'e bir cami, her 3000 Alman'a bir kilise düşüyor. Siyasi partilerle Protestan ve Katolik kiliselerinin yıllar boyu verdiği destekle güçlenen İslamcı kuruluşlar işsiz insanlarımıza kucak açtı, onların Alman toplumundan iyice kopmasına neden oldu. Uyum karşıtı bu gelişmeler ülkede yabancı düşmanlığını körükleyen nedenlerden biri sayılır. 
 
İsviçre'deki referandumun hemen ardından Alman Hıristiyan Demokratları adına açıklama yapan milletvekili Wolfgang Bosbach: "Gittikçe daha çok insanımız aşırı İslamdan korkuyor, referandum yapılsa bizde de böyle bir sonuç çıkabilir," dedi. Önce tarikatçıların İslamını yıllarca destekle, onlara kucak aç, ardından da böyle konuş! Şaşırmamak gerek, ne de olsa politikacı...
 
Acaba şimdi İsviçre insanı, tarikatların Almanya'da yıllarca "din özgürlüğü" kisvesi altında nasıl at koşturduğunu gördü de, benzerinin ülkesinde de yaşanmasından, toplumun İslamlaşmasından korktuğu için mi böyle kullandı oyunu? Tabii İsviçre'de yabancı düşmanlığı tohumlarının daha çok yeşermesini isteyen aşırı sağcı girişimciler tutucu insanların bu korkusundan yararlanmış da olabilir! Özellikle Alman İsviçresi'nde zengin işadamlarının desteklediği, milyarder Christop Blocher'in yönlendirdiği İsviçre Halk Partisi (SVP) "minareye hayır" kampanyasına açıkça destek verdi. Unutmadan şunu da belirtmek gerek, İsviçre'deki referandum sonucunu şiddetle eleştiren Almanya camilere minare yapımına izin veriyor, fakat nedense "kısa yaparsan veririm" diyor. Böylece tuhaf görünümlü, gözü rahatsız eden orantısız yapılar ortaya çıkıyor.
 
www.ahmet-arpad.de

3 Aralık 2009

40 yıllık çeviri serüveni...

Cumhuriyet 03.12.2009
BURHAN ARPAD'I ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE OĞLU AHMET ARPAD ANLATIYOR
OSMAN ÇUTSAY 
 
FRANKFURT - Türk edebiyatına dışarıdan 'temiz hava' taşıyan bir kuşağın önde gelen adlarından Burhan Arpad, ölümünün 15. yıldönümünde anılıyor. Yazarımız Ahmet Cemal'in bir yazısında "Almancadan yapılan çeviriler bağlamında Burhan Arpad, hep önder, çilekeş ve nitelikten ödün tanımaz bir ad olarak kaldı. Stefan Zweig ve Thomas Mann kıratında yazarlardan yaptığı çeviriler bugün de basılmakta" sözleriyle tanımladığı Arpad'ın yaşamı ve çabasının sonuçlarını Stuttgart'ta yaşayan oğlu yazar ve çevirmen Ahmet Arpad yorumladı. 

- Burhan Arpad kendi özgün kitapları dışında, özellikle Alman edebiyatının başyapıtlarını Türkçeye kazandırmasıyla ünlüdür. Sizce Burhan Arpad'ın Türkçedeki çeviri edebiyatı içinde nasıl bir yeri var? 
- Burhan Arpad Alman edebiyatından yaptığı çevirilere 40'lı yılların başında Stefan Zweig'ın ünlü 'Yıldızın Parladığı Anlar' eseri ile başladı. Hasan Âli Yücel'in o yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olarak kurduğu ve dünya klasiklerini Türkçeye kazandırdığı Tercüme Bürosu'nun çalışmaları kapsamında Eschenbach'ın bazı eserlerini de çevirmişti. Zaten kurduğu Yokuş ve ABC yayınevlerinin yayın programı ağırlıklı çeviri edebiyatıdır. 50'li yıllarda mesleki ağırlığını gazeteciliğe ve köşe yazarlığına verse de, Stefan Zweig ve Erich Maria Remarque'ın sayısız ünlü eserini dilimize kazandırmaya devam etti. Türk okuru 20. yüzyıl Avrupası'nın insancıl ve savaş karşıtı bu yazarlarını onun sayesinde tanıdı. Çevirdiği kitaplar ölümünün ardından yayımlanmaya devam ettiğine göre sonraki kuşaklar tarafından da beğeniliyor demek. 

- Burhan Arpad, Alman edebiyatının Türk edebiyatı üzerindeki etkisini nasıl görüyordu? 
- Burhan Arpad Batı edebiyatının antifaşist ve toplumcu eserlerini Türk okurunun mutlaka tanıması gerektiğine inandığı için Zweig ve Remarque dışında Thomas Mann, Anna Seghers, Hans Behrend, Fritz Habeck, Dimov, Kalçef ve Silone gibi yazarları da dilimize kazandırmayı bir misyon kabul etmişti. Burhan Arpad'ın kırk yılı bulan çeviri çabaları bence şu sonucu vermiştir: Türk okuru Alman edebiyatının değerli eserlerini onun çevirileriyle tanımıştır. 

- Babanızın açtığı yolda yürüyorsunuz, roman ve öyküleriniz, gazete yazılarınız dışında, Almancadan Türkçeye çok sayıda kitap da çevirdiniz. Siz bugün geldiğimiz noktada, iki edebiyatın ilişkilerini nasıl görüyorsunuz? 
- Günümüzde modern Alman edebiyatından Türkçeye eskisine göre az çeviri yapılıyor. Çünkü Alman edebiyatı savaş yıllarında aldığı derin yarayı kapatamadı, toplum az önce sözünü ettiğimiz yazarlara eşit değerde yazarlar çıkaramadı. Bugün Alman yayınevleri modern yazarlarımız dışında Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip Adıvar, Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık'a daha çok ilgi duyuyorsa iki edebiyat arasındaki ilişki ters yönde de başarılı olmaya başlamış demektir. Çağdaş Alman edebiyatı ile çağdaş Türk edebiyatının birbirlerini etkilediğini henüz söyleyemeyiz. Bu bence yeni başlamış bir süreç. 

22 Kasım 2009

Telefon kulübeleri

Cumhuriyet, Dergi 22.11.2009 
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Saçlarını parıltılı bir yeşile boyamış, üzerinde kapkara bir giysi, kulaklarında maden küpeler, ayağında kısa bir etek, altında fileli kara çoraplar. Karşısındaki gençle tartışıyor. O da karalar içinde. Boyalı saçlarıyla, öfkesinden tüyleri kalkmış foksterier köpeği andırıyor. Yanlarında karalara bürünmüş başkaları da var. Hepsi de birbirine benzeyen kızlı erkekli bir grup genç. Ellerde bira şişeleri, çoğu aileleri ile sorunlu, kimi toplumla da karşıt tipler. Kollarda, omuzlarda, yanaklarda dövmeler. Birinin sol kolunu boydan bir kertenkele kaplıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yanlarından geçenler tuhaf, biraz da ürkek onlara bakıyor ve hızla yoluna devam ediyorlar. 
 
Karalı gençlerin hemen karşısında bir telefon dükkânı! Kentin birçok yerindeki bu dükkânlardan vatan hasreti çeken yabancılar Amerika'dan Afrika'ya, Asya ülkelerine, Türkiye'ye ucuza telefon edip, yakınları ile dakikalarca çene çalıyorlar. Kapısında, çocuklarını sakinleştirmeye çalışan bir Afrika güzeli durmuş. Hemen yanında dizinin dibindeki plastik torbalara göz kulak olan bir türbanlı, az ötede iki kabadayı. Hepsi de birilerini bekliyor gibi. İçerde yan yana, maviye boyanmış altı telefon kabini. Birkaç da bilgisayar var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Anlaşılmaz lisanlar kulağa geliyor. Burası bir Cybercafé, bir Babil Kulesi! Tanrı insanların dillerini karıştırmış, kimse kimseyi anlamıyor! Çünkü Almanca konuşulmuyor. Telefon kabinlerinden duyulan Çince, Arapça, Fransızca, İtalyanca ve Türkçeye çeşitli Afrika dilleri de karışıyor. Kasada oturan gençten adam Hintliyi andırıyor. Kurnaz patron bakışlarıyla hiçbir şeyi gözden kaçırmıyor. Dükkânı sabahın erken saatlerinden gece yarısına dek açık. Üç numaralı kabindeki kara tenli kadın çok yumuşak bir sesle, gülümseyerek konuşuyor. Elinden tuttuğu küçük kızı fıldır fıldır gözlerle sağına soluna bakınıyor. Hemen yanındaki kabinde saçı sakalı birbirine karışmış, Güney Amerikalıyı andıran genç pek heyecanlı. Yüzü kıpkırmızı. Ne konuştuğu anlaşılmasın diye dar kabinin kapısını kapatmış. Bir kabin ötedeki genç kız film artisti kadar güzel. Yüksek sesle İngilizce konuşuyor. Çok uzaklardaki annesine bir "Üç Silahşorlar" müzikalinden söz ediyor. Bir numaralı kabinde konuşan sakallı vatandaşımız müthiş heyecanlı. Bereket versin onu tek anlayan benim! Dışarıdaki plastik torbalının eşi olacak. Kasadaki Hintli, çekik gözlü bir kadına değişik telefon ücretleri konusunda bilgi veriyor. Onu anlamayan kadın tekrar tekrar soruyor. Adam sabırlı, yanıtları hep aynı oluyor. Kadın on dakika sonra dükkânı terk ediyor. Hiçbir şey anlamamış olduğu suratından belli. Sıra bende. Elimdeki kâğıdı uzatıp, fotokopi çekmesini rica ediyorum. Tam 170 ülkeden 140 bin insanın yaşadığı ve yüzün üzerinde yabancı dilin konuşulduğu Stuttgart'ta bu telefon dükkânları para basıyor! Her renkten, her kültürden, her dinden insan kapılarını aşındırıyor. 
 
Stuttgart tren istasyonunun altındaki pasaj sabah akşam insan kaynıyor. Karalar içindeki, vücutları dövmeli gençler pasajın büyük Schloss parkına açılan girişini kendilerine çoktandır yer edindiler. İş çıkışı otobüse, tramvaya, metroya, trene koşuşturanların kendilerini toplumdan dışlamış o tiplere bakacak zamanı yok. Canları da istemiyor.
 
www.ahmet-arpad.de

8 Kasım 2009

Mao'nun devrimi ve toprak ağaları

Cumhuriyet Dergi 08.11.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Onlar bir deri, bir kemik, omuzları çökmüş, yorgun, bitkin, giysileri yırtık, ayaklarında ayakkabılar incecik, sırtlarında torbalar, sepetler, yürümeye çabalıyorlar, sürükleniyorlar. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar. Ötekiler ise güçlü kuvvetli, bakışları sert, ellerinde sopalar, kırbaçlar, tabancalar, giysileri iyi kumaştan, görünümleri sağlıklı. Az ötede bir çuval buğday yere dökülmüş, ince sakallı yaşlı adam eğilmiş topluyor. Neredeyse gözlerinden yaşlar boşanacak. Yanında dikilen kaşları çatık üniformalı gülümseyerek onu seyrediyor. Dizleri üzerinde çökmüş kadın ağlayan küçük kızını sakinleştirmeye çalışıyor. Hemen yanında duran üç erkek bağırıp çağırıyor, elleri havada, bakışları çakmak çakmak. Üzerlerine yürüyen korucular kırbaçlarını çıplak sırtlarına indirmeye hazır. Başında şapkası, çekik gözleriyle tilkiyi andıran adam kocaman koltuğuna kurulmuş, üzerinde yerlere kadar uzanan ipek giysi, olup biteni, dudaklarında bir sırıtma izliyor. O, kiraya verdiği ucu bucağı görünmeyen topraklarını işleyen zavallı köylüleri sömüren, onlardan yüksek vergiler, ürünlerinden pay alan, uşaklarına güçsüzleri hırpalatan, onlara eziyet çektiren güçlü ağa Liu Wencai.
 
Frankfurt'un ünlü sanat evi Schirn en büyük salonunu tam yüz heykele açmış. Mao'nun emriyle yaratılan bu heykellerle insanlara bilge liderin devrimi başarıya ulaşana kadar nasıl sömürülmüş olduklarını anlatmak amaçlanmış. Tüm çabalara karşın Venedik Bineali ve Kassel ünlü sanat etkinliği Documenta'nın bile sergileyemediği insan büyüklüğündeki bu heykellerin bakır kaplı fiberglas kopyaları ilk kez yurtdışına çıktı. Çin'in 2009 Kitap Fuarı'nda "konuk ülke" olması nedeniyle Frankfurt'a yollanmaları heyecan verici bir olay. Ancak bu heyecan verici bir sanat olayı mı, yoksa siyasi bir propaganda mı, üzerinde tartışılır. Tuğlacı çamurundan oluşturulan heykelleri yaratan on dört heykeltıraştan biri olan Wang Guanyi onların boyutları ve işçiliklerindeki kaliteleriyle Michelangelo ve Rodin'in eserlerini bile kolayca geride bıraktığına inanıyor. Söylenenlere göre toprak ağası Wencai'in Sichuan eyaletinin Dayi kasabasındaki büyük çiftliğini 1965'ten bu yana yüz binler gezmiş, heykellere hayran kalmış. "Sınıflar arası savaş aldatmacası ile felaketlere ve ıstıraplara neden olmuş Mao'nun yaptıklarını Hitler'in işlediği suçlarla kıyaslayabiliriz" diyen ve fuara katılımıyla Çin yönetimi temsilcilerini çok öfkelendiren kadın gazeteci-yazar Dai Qing'e göre ise bu sergide sanatla politika el ele veriyor.
 
Kitap fuarının bu yılkı konuğu sorunluydu. Çin'in Frankfurt'a yolladıkları yönetim onaylısı yayıncılar ve yazarlardı. Delegasyon üyeleri eleştirel hiçbir röportajı kabul etmedikleri gibi, basın toplantılarında hoşlarına gitmeyen soruları da yanıtsız bıraktılar. Geçmişte diyaloglara açık olan Frankfurt Kitap Fuarı bu yıl Çinli konukların tam denetimindeydi diyebiliriz. Bir Alman gazetesi: "Pekin'in Kitap Fuarı Frankfurt'a konuk idi" başlığını atmakla hiç de abartmamıştı. Çin medyasına göre ise "kendini beğenmiş Alman basını kötü niyetli yayın yaptı".
 
www.ahmet-arpad.de

18 Ekim 2009

Breisach Katedrali dine inananların eseri

Cumhuriyet Dergi 18.10.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Adam uzun mu uzun. İpince. Karalar giyinmiş. Yanındaki ufak tefek kadın da. Mihrabın loşluğunda durmuşlar, aralarında fısıldaşıyorlar. Adam eğilmiş, kamburu çıkmış, kadına bir şeyler söylüyor. Camları rengârenk pencerelerden giren güneş ışığı onlara arkadan vuruyor. Sonra ağır ağır yürüyorlar, kocaman sütunlar arasında geziniyorlar. Arada sırada susuyorlar, başlarını kaldırıp, tepelerindeki kubbeye, pencerelere bakıyorlar. İlginç bir çift. Katedralde başka insanlar da var. Sütunlar arasında süzülür gibi gezinen, köşelerde sessizce dua eden. Rahatlatıcı bir huzur her yerde. 16. yüzyılın bu dev yapısında değişik dönemler seçiliyor. Romantik ve Gotik yapı stili ağırlıklı. Büyük mihraptan kubbeye yükselen tahta oyma işçiliği beş yüz yıllık. Tanrı, Meryem Ana, İsa bir arada. Sütunları birbirine bağlayan taş işçiliği de eşsiz. Yukarılarda çalgı çalan melekler, fresklerde kıyamet günü, alevler, lanetlenmişler. Breisach katedrali insanın olağanüstü yaratıcılığının kanıtı, göreni etkisi altında bırakan eşsiz bir eser.
 
Aynı anda bir turist grubu katedralden içeri giriyor. Amerikalı olacaklar. Giysiler renkli. Yaz sıcakları geride kalmasına karşın kimileri şortlu. Yüksek sesle konuşuyorlar, gülüşüp duruyorlar. Huzur verici o sessizlik bir anda bozuluyor. Önden yürüyen kadın rehber bir şeyler anlatıyor. Pek azı onu dinliyor. Aceleci adımlarla bir köşeden bir köşeye gidiyorlar. Dün Paris, yarın Heidelberg, ertesi gün Münih, ardından Viyana. Bir haftada koştura koştura Avrupa turu!
 
Karalar içindeki çift az sonra dışarda, büyük kapının yanında durmuş, katedralin taşlarını okşuyor. Adam yanımıza gelip, şöyle bir selam verdikten sonra soruyor: "Acaba Freiburg'a en çabuk nasıl gidebiliriz?" Tren istasyonuna giden yolu tarif ediyorum. Sonra birlikte yürürken anlatıyor. Annesiyle babasının doğduğu topraklara bu ilk gelişiydi. "Onlar Breisach'ı 1937'de çok ani terk etmişler" diye konuşuyor. Sesinde bir hüzün seziliyor. "Önce sınırın ötesindeki Colmar'a, oradan da İngiltere'ye kapağı atmışlar." Naziler 1938'de sinagogu yakmış, ardından da yedi yüz yıldır bu kentte yaşayan tüm Yahudileri Güney Fransa'daki Gurs toplama kampına atmışlar. Adamla kız kardeşi İngiltere'de dünyaya gelmişti. Bakışları katedralin çifte kulelerinde: "Bu dev yapıyı gerçekten dine inanan insanlar yaratmış, ideologlar değil!" diye mırıldanıyor ve veda edip yokuş aşağı yürüyor, hafif öne eğik, yanında kız kardeşi. Biz durup doğayı içimize sindiriyoruz.
 
Ötelerde tarlalar, daha ötelerde ormanlar, sisler ardında dağlar. Güz iniyor Karaormanlar'a, renkler başlamış değişmeye. Koyun sürüleri yamaçlarda girmiş otlara. Ren'in suları pırıl pırıl. Karşı kıyı Fransa, bu kıyı Almanya. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız bombalarıyla tümüne yakını yıkılmış olan Breisach'ın şirin evleri on yıl gibi kısa bir sürede yenilenmiş. Başımızı çevirip arkamıza bakıyoruz. Dev katedral dört bin yıllık Breisach'ın tepesinde, toprak rengi ve beyaz evlerin üzerine çökmüş, her şeye hâkim. Yamaçlardan inen bağlarda kütükler üzüm dolu. Bahçelerde elmalar kızarmış. Mısır tarlaları göz alabildiğine. 
 
www.ahmet-arpad.de

4 Ekim 2009

Masaların üstünde dans eden Japonlar

Cumhuriyet Dergi 04.10.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ünlü panayır melodilerine hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira ve kızarmış yarım tavukları. Litrelik kadehler havalarda. Güney Almanya'da Stuttgart ve Münih bira bayramları panayır coşkusunda. İki haftada on milyon insan akın akın dolduruyor çadırları. Sadece Münih'teki bayramda bir günde içilen bira tam yarım milyon litre! Her Alman yılda 110 litre birayı kafasına dikiyor.
 
Dev çadır ayakta, on bine yakın insanın coşkusu sonsuz. Az ötede birkaç Japon. Danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalışıyorlar. Yan masadan sokulan yaşlıca kadın Japonlardan birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Japon peşinden. Danslarına masada devam ediyorlar. Öteki Japonlar bağıra çağıra kahkahalar atıyor, flaşlar yanıp sönüyor. Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli, dekolteleri bakışları çeken, danteller ve çiçeklerle süslü, beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp Bavyera şarkılarına katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, dans ediyor, sarılıyor, öpüşüyor...
 
Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi uzanıyor. Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var, çocukluğumuzda da vardı, bugün de var, aradan onlarca yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Onlar nostalji. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yüksekten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenlere bakıyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor.
 
Ülkede işsizlik almış başını yürümüş, geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış. Ancak bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar dünyanın bu en büyük iki panayırına. Arpa suyunu kadeh kadeh deviriyorlar, boş veriyorlar yaşamın dertlerine! Almanya'nın en pahalı birası, en leziz kızarmış tavuğu Münih'in, Stuttgart'ın bira bayramlarında. Sanki hiç kimse cebindeki parayı umursamıyor. Önemli olan, bir kaç saatliğine olsa da, sorunları unutmak, panayırın coşku dolu havasıyla kendinden geçmek. Onlar sokakta karşınıza çıkan Almanlar değil, değişivermişler, keyifli ve güleç tümü. Neşenin sınır tanımadığı bira çadırları da sanki Almanya değil. Ne güzel olurdu günlük yaşamlarında da hep böyle olsalardı! Hayır, olmuyor, ertesi sabah uyandıklarında, her şey yine eski hamam, eski tas!
 
Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, geçmişten hüzünlü melodiler. Omzuna oturmuş tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor.
 
www.ahmet-arpad.de

13 Eylül 2009

Balet Thomas: Fındıkkıran'dan sedef düğmelere

Cumhuriyet Dergi 13.09.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART

Rengârenk bir dükkân. Kumaşlar her cinsten, desenli, düz, parlak. İnciler, boncuklar, ışıl ışıl. Bordürler, şeritler, kalınlı inceli kumaş, deri kemerler. Ve düğmeler çekmecelerde, raflarda, camlar arkasında. Yüzlerce değil, binlerce. Tahta, taş, kumaş, maden, inci, sedef düğmeler. Çoğu el işçiliği, yabancı malı. Çin'den İtalya'ya düğmeler. Buraya gelip de, hoşuna giden düğmeyi bulamadan, eli boş dönen yok. Çünkü eski balet Thomas'ın bundan beş yıl önce Stuttgart'ın göbeğinde açtığı "Altın Düğme" dükkânında düğmenin envai çeşidi var!
 
2003 yılına kadar Stuttgart Devlet Balesi'nin ünlü solistlerinden biriydi. Altı yaşında başladığı bale yaşamında Stuttgart'ta doruğa ulaşmıştı. Bale müdürü Reid Anderson döneminde "Fındıkkıran", "Kuğu Gölü", "Romeo ve Jülyet", "Onegin" gibi eserlerde birlikte sahneye çıktığı Türk balet İbrahim Önal bugün Berlin'de hâlâ sahnede. Ünlü Meriç Sümen'in öğrencisi Önal sanatının doruğuna Almanya'da erişti. Thomas'a gelince, o yaşı otuza yaklaştığında: "Bale beni bırakmadan, ben onu bırakayım," diyerek sahneden ayrılıp, balet arkadaşı Friedemann ile ortak bu kumaş-düğme dükkânını açtı. O böyle yapmakla ne ününü, ne de sağlığını yitirdi. "Bale sanatçıları ömür boyu dans edemez," diyen Thomas'ın çok şikâyet ettiği bir şey var. Ömrünü bu sanata adamış çoğu genç balet sağlık nedenleriyle sahneden çekilince kendini bir boşlukta, hatta karanlık bir kuyunun dibinde buluyor. İngiltere'de, Birleşik Amerika'da, Hollanda'da bu sanatçılara destek veren, bale sonrası zor dönemi atlatmalarını, günlük yaşama alışmalarını sağlayan kuruluşlar var. Daha ilkokul öncesinden başlayarak yirmi küsur yıl gece-gündüz sadece bale için yaşamış, hemen hemen hiç özel yaşamı olmamış gençlerin bildikleri tek şey bale. Başka meslekleri yok, çoğu otuz yaşında emekli! Başkaları mesleğe atılırken onlar meslekten çekiliyor.
 
"Ne yapacağını bilmediği için otuzundan sonra hâlâ baleye devam eden sağlığını riske sokar," diyor Thomas. Balerinlerde ilk sağlık sorunu ayaklarda başlıyor, erkeklerde ise, balerinlerini havaya kaldırdıkları için sırt sorun yaratıyor. Thomas cesurdu, girişkendi, şanslıydı da. Artık sadece düğme ile incik boncuk satmıyor, son iki yıldır moda da yapıyor. Çok değişik gelinliklerle tuvaletleri yeğleyen kadınlar kumaşlarını "Altın Düğme"de seçiyor. Modelini Thomas'ın çizdiği bu değerli giysiler onun terzilerince dikiliyor. İkinci mesleğinde başarılı olmasının nedenlerinden biri de bale yaptığı yıllardan kalma tanışları, seyircileri. Onlar şimdi Thomas'ın en sadık müşterileri!
 
"Altın Düğme"ye İstanbul'dan getirdiğim şık Nişantaşı gömleğinin ucuz görünümlü düğmelerini değiştirmek için uğramıştım. Ayaküstü sohbetin ardından, çıkardığı kutuları karıştırdım ve sonunda önerdiği koyu sedef düğmelerde karar kıldım. Beni kapıya kadar uğurladı. Aynı anda kucağında minnacık köpeği ile içeri giren varlıklı bir kadını hürmetle selamladı. Thomas gözleriyle gülen bir insan... 
 
www.ahmet-arpad.de

30 Ağustos 2009

Karaormanlar'ın uysal develeri...

Cumhuriyet Dergi 30.08.2009
AHMET ARPAD
STUTTGART
 
Wilhelm Breitling develerle tanıştığında yıl 1975'tir. Bir Kuzey Afrika gezisinde onlara âşık olur. Yöreye yaptığı gezileri sıklaştırır ve 1982 yılına gelindiğinde Hindistan'daki Thar Çölü'nü deve sırtında geçer. Kısa süre sonra da benzeri bir yolculuğu Büyük Sahara'da yapar. Bu sevginin sonu yoktur. Kendi gibi deve meraklısı 26 yakın dostuyla Fatamorgana adını verdiği deve derneğini kurar. Afrika'ya gider, Suudi Arabistan'da tanışlar edinir, 1994 ve 1996 yıllarında Kazakistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nden develer getirtir Almanya'ya, düzenlenen deve yarışlarına katılır ve 2002 yılına gelindiğinde Stuttgart'ın güneyindeki Nagold'da bugünkü çiftliği kurar.
 
Hava sıcak mı sıcak. Kimi develer yüksek ahırların serinliğine çekilmiş, kendini genç hissedenler öğle sıcağına karşın çayırları ve ağaç altlarını yeğlemiş. Wilhelm Breitling'in develerinin çoğu tek hörgüçlü. Bir köşede küçük çocuklar küçük develerle baş başa, onları okşuyorlar, bir-iki aylık yavrulara biberonla süt veriyorlar, kulaklarına bir şeyler mırıldanıyorlar, birbirlerinden hiç çekinmiyorlar. Az ötede başka çocuklar çift hörgüçlü develere binmiş gezintiye çıkmaya hazırlanıyor. Ormanda ve çayırlarda yapılan dört kilometrelik deve gezisi bir saat sürüyor. Deve çiftliğinde algılama bozukluğu olan çocuklara ergoterapi tedavisi de uygulanıyor. Çiftlik sahibi Breitling, "Deve iyi niyetli gibi görünür, fakat istedi mi de kafasına eseni yapar," diyor. "Deve köpekten çok kediye benzer."
 
3 milyon yıl önce Amerika'dan Asya'ya geçtiği tahmin edilen develer bundan 5 bin yıl önce evcilleştirilmiş. Çok dayanıklı bu yük hayvanından her kıtada yararlanılıyor. Sütü ve yünü de değerli. Hele genç develerin boyun altından elde edilen tüyler çabucak alıcı buluyor. Breitling'in çiftliğinde deve sütünden kremler, sabunlar, banyo losyonları satılıyor. Almanya'daki başka deve çiftlikleri Breitling'in elindeki bazı iyi damızlıkları satın alıyor. Sohbet sırasında, "2002 yılında 27 deve ile başlamıştım, şimdi 94 oldular," diyor. Aynı aileden develer küçük gruplar oluşturmuş. İçlerinde beyaz olanları da var. Daha yeni doğmuşlar analarının peşinden ayrılmıyor. Hele biri var ki, bakıcı kızın dediğine göre bugün ilk kez dışarı çıkmış. Ürkek. Sürekli bağırıyor, gruptan dğerleri yanına gelip, onu kokluyor. "Yatıştırmaya çalışıyorlar," diyor bakıcısı. Yeni bir grup daha temiz havaya çıkıyor. Tecrübeliler en önden koşar adım gidiyor, leziz otlar onları bekliyor. Kimisi ise hemen otlayacağına az ötedeki toprağa uzanıyor, sağına, soluna dönüp duruyor. Toprak banyosundan zevk aldıkları belli.
 
Karaormanlar'da develer. İlk kez gören gözlerine inanamıyor. Afrika'nın çölleriyle Arabistan yarımadasının kızgın kumlu tepeleri nire, güney Almanya'nın Karaormanlar'ı nire? Bu ormanlık yörede kışın aylarca kar kalkmıyor. Soğuk günler sıcak ahırlarda geçiyor, yazlar çamların, kayınların gölgesinde, yeşil çayırlarda... Bura develeri mutlu olmalı. Anavatandaki akrabaları işten işe koşarken, onlar Almanya'da keyif çatıyor. İş yok, güç yok. Ekmek elden, su gölden... 
 
www.ahmet-arpad.de