EK Dergi, 14 Temmuz 2020
Başlarına ne geleceğini bilmek için kuşatılmışlara artık ne bir haberci, ne de düşmandan kaçmış biri gereklidir. Saldırı emrinin verilmiş olduğunu biliyorlar. Sonsuz bir tehlike ve sınırsız bir yükümlülük koskocaman ve kapkara bir fırtına bulutu örneği büyük kentin üzerine çöküyor. Başka zaman görüş ayrılıkları ve din tartışmalarıyla birbirleriyle pek anlaşamayan insanlar son saatlerinde kentin alanlarında bir araya gelmeye başlıyor. Ne yazık ki dünya tarihinde insanlar hep tehlike kaçınılmaz olduğunda birleşmeye karar verir. Kent halkına inançlarını, büyük geçmişlerini, ortak medeniyetlerini anlatmak isteyen İmparator etkileyici ve dokunaklı bir tören düzenlemeye karar veriyor. Onun emriyle bütün kent insanları, Ortodokslar ve Katolikler, din adamları ve din adamı olmayanlar, çocuklar ve yaşlılar bir dinsel alayda bir araya geliyor. Hiç kimse evinde kalamaz, hiç kimse evinde kalmak istemiyor. Yürekleri inanç dolu, en zengininden, en fakirine bütün insanlar "Kryie Eleison" duasını yüksek sesle okuyarak yürümeye başlıyorlar. Tören alayı kentin iç mahallelerinden başlayarak en dış surlara kadar uzanıyor. Kiliselerden çıkarılan aziz tasvirleri ve kutsal emanetler alayın en önünde taşınıyor. Surların neresinde açılmış bir deliğe rastlasalar oraya, kenti dinsizlerin saldırısından dünyevi silahlardan daha iyi korusun diye bir aziz tasviri asıyorlar. Sonra İmparator Konstantin son bir konuşmayla yüreklendirip, ateşlemek istediği senatörlerini, soyluları ve komutanlarını çevresine topluyor. Tabii onlara Mehmet gibi inanılmaz ganimetler sözünü veremiyor, fakat bu son ve kesin hücuma karşı koyabilirlerse bütün Hıristiyanlığa ve bütün Batı dünyasına kazandıracakları onurun yüceliğini ve bu katillere yenilirlerse kendilerini bekleyen tehlikeyi anlatıyor. Mehmet ve Konstantin, her ikisi de onları bekleyen günün dünya tarihini daha yüzlerce yıl çok etkileyeceğini biliyor.
Ve son sahne başlıyor! Avrupa tarihinin en dokunaklı, bir çöküşün en dehşetli anını yaşayan son sahne... Ölümü bekleyen halk, o günlerde dünyanın en muhteşem katedrali olma onurunu taşıyan, iki kilisenin barıştığı o günden bu yana yazgısına terk edilmiş Ayasofya'da toplanıyor. Bütün saray halkı, soylular, Yunan ve Roma ruhanileri, Ceneviz ve Venedik askerleri, tayfaları, hepsi de üzerlerinde zırhları ve silâhları İmparator'un çevresinde duruyor. Onların arkasında suskun, saygı dolu binlerce ve binlerce bir şeyler mırıldanan gölgeler... Korku ve kaygı dolu başları eğik halk. Üzerlerine çökecekmiş gibi duran kemerlerin loşluğu ile savaşan mum ışıkları omuzları çökmüş, tek vücut olmuş dua eden insanları aydınlatmaya çalışıyor. Burada Tanrı'ya yakaran Bizans ruhu var. Patriğin sesi güçlü ve çağırıcı yükseliyor. Koro ona yanıt veriyor. Batı dünyasının ölümsüz sesi olan müzik bu yapıda bir kez daha yankılanıyor. Sonra inançta son teselliyi arayan İmparator ve en yakınları peş peşe mihrabın önünden geçiyorlar. En yüksekteki kubbe ve kemerlerine kadar katedral sürekli köpüren dalgaları andıran dualarla çınlıyor. Doğu Roma İmparatorluğu'nun en son ölüler ayini başlıyor. Justinyanos'un katedralinde Hıristiyanlık son anlarını yaşıyor.
Bu çok dokunaklı ayinin ardından İmparator, buyruğu altındakiler ve hizmetkaları ile vedalaşmak, yaşamında onlara haksızlık etmişse kendisini bağışlamalarını istemek için kısaca saraya dönüyor. Sonra atına atladığı gibi surlara doğru uzaklaşıyor. Büyük karşıtı Sultan Mehmet gibi İmparator Konstantin de askerlerini yüreklendirmek için atını surların bir ucundan öteki ucuna sürüp duruyor. Gecenin karanlığı çoktan üzerlerine çökmüştür. Artık ne bir insan konuşuyor, ne de bir silah şakırdıyor. Surların içindeki heyecan dolu binler doğacak günü ve ölümü bekliyor...
* * *
İnsanlık tarihi kimi zaman sayılarla oynar. Roma'nın barbarlar tarafından yağma edilmesinden tam bin yıl sonra Bizans'ın yağması başlıyor. Savaş galibi Mehmet vermiş olduğu o korkunç sözü, askerlerinin önünde içmiş olduğu antı yerine getiriyor. Askerlerinin Bizans'ın evlerini ve saraylarını, kilise ve manastırlarını yağmalamasına, erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını ganimet olarak almasına izin veriyor. Gözü dönmüş askerler birbirleriyle yarışır gibi kentin sokaklarında çılgınca koşuşturuyorlar. İlk saldırılar kiliselere yapılıyor. Orada altından kaplar kor gibi yanıyor, değerli taşlar ışıldıyor. Askerler girdikleri evlerdeki ganimetin onların olduğunu arkadan gelenler anlasın diye kapılarına bayrak asıyorlar. Ellerine geçen ganimetler sadece değerli taşlardan, kumaşlardan, paradan ve taşınabilir ev eşyasından oluşmuyor, sarayın haremine kadınları, esir pazarlarına erkek ve çocukları sürüklüyorlar. Kiliselere sığınmış insanlar sürüler gibi dışarı çıkarılıp, kırbaçlanıyor. Yaşamaları yük olacağı düşünülen yaşlılar öldürülüyor, gençler elleri kollar bağlanıp, bilinmeyen yerlere sürülüyor. Bütün bu dehşetli yağmanın yanısıra, Haçlı ordularının yağmaladığı kentte kalmış çok değerli kutsal emanetler ve sanat eserleri çılgın galipler tarafından parçalanıp, yok ediliyor, inanılmaz değerdeki tablolar yakılıyor, en güzel heykeller kırılıyor, yüzlerce yıllık bilgeliğin, Yunan düşün ve yazınının kanıtı kitaplar acımasızca ateşlere atılıyor. Kerkaporta kapısının açık unutulduğu o anın getirdiği felaketlerin sonucunu, Roma'nın, İskenderiye'nin ve Bizans'ın yağmalanmasının ardından düşün dünyasının ne gbi değerleri yitirilmiş olduğunu insanlık tarihi hiç bir zaman bilemeyecek.
Sultan Mehmet zaferin gerçekleştiği gün öğleden sonra fethetmiş olduğu kente girdiğinde büyük yağma sona ermek üzeredir. Görkemli atının üzerine gurur dolu ve dimdik oturuyor, caddelerden geçerken vermiş olduğu sözü tutuyor, yağmalarına devam adamlarını rahatsız etmemek için ne sağına, ne de soluna bakıyor. Atının üzerine gururla ilerleyen sultanın hedefi, Bizans'ın göz alıcı simgesi dev kilise. Elli günden fazla çadırlarından Ayasofya'nın erişimez gibi görünen ışıldayan kubbesine özlemle bakmıştı. Şimdi ise zafer kazanmış biri olarak onun bronz kapısından içeri girecekti. Fakat Mehmet bir kez daha kendini dizginlemesini biliyor. Bu kiliseyi sonsuzluğa dek Tanrısına adamadan önce hayır duası edecektir. Başı önünde atından iniyor, yere diz çöküyor ve dua ediyor. Sonra yerden bir avuç toprak alıp, kendisinin de ölümlü olduğunu anımsayıp, başının üzerine serpiyor. Kulluk borcunu ödedikten sonra ayağa kalkıyor ve Tanrısının bir kulu olarak, kutsal bilgeliğin mekanına, Justinyanos'un katedraline, Ayasofa kilisesine ilk adımlarını atıyor.
Sultan bu görkemli yapıyı, yüksek kubbelerini, ışıldayan mermerlerini ve mozaiklerini, loşluğun içinden ışığa uzanan kemerlerini kendinden geçmiş gibi süzüyor. O anda, inancın bu yüce sarayının kendisine değil Tanrısına ait olduğunu hissediyor. Hemen getirttiği imam mihraba çıkıyor, padişah da Mekke'ye dönerek, bu Hıristiyan mabedinde dünyanın tek hakimi Tanrısına ilk namazını kılıyor. Ertesi gün çağırttığı ustalara eski inancın simgeleri olan her şeyi kaldırttıyor. Mihraplar yıkılıyor, dinle ilgili bütün mozaikler badanayla örtülüyor. Ayasofya'nın en yukarı kubbesinden sallanan, bin yıldan fazla dünyanın bütün acılarını kucaklamak ister gibi kollarını açmış olan haç da boğuk bir gürültüyle düşüyor.
Yerin mermerlerine düşüp, devrilen taş haçın çıkardığı müthiş ses kilisenin içinde ve dışında uzun uzun yankılanıyor. Hacın devrilmesi Batı dünyasını ürpertiyor. Korkutucu yankısı Roma'ya, Ceneviz'e, Venedik'e ulaşıyor, oradan da uyarıcı bir gök gürültüsü gibi tâ Fransa'ya, Almanya'ya uzanıyor. Avrupa, budalaca umursamazlığı sonucu yıkıcı yeni bir gücün açık unutulmuş o küçük kapıdan, Kerkaporta'dan içeri sızdığını ve yüzlerce yıl elini kolunu bağlayacağını, onu kötürüm edeceğini ürpertiyle kavrıyor. Ancak insan yaşamında olduğu gibi tarihte de yitirilmiş bir an yakınıp dövünmeyle geri gelmez. Bir anda yitirilenleri bin yıl bile geri getirmez...
Bu yazı Ahmet Arpad'ın Stefan Zweig'dan çevirdiği ve Everest Yayınları'nda çıkmış olan Yıldızın Parladığı Anlar yapıtından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder