14 Ekim 2022

Stefan Zweig: "Kitap, dünyaya açılan kapı"

PoliTeknik, Sayı 35, 14 Ekim 2022

Çeviri: Ahmet Arpad

 Yeryüzünde bütün hareketlerin kaynağı, insan bilincinin iki buluşudur. Mekânda hareket tekerleğin bulunmasıyla, düşündeki hareket de yazının bulunmasıyla gerçekleşmiştir. Adı bilinmeyen bir insan günün birinde, dünyanın bilinmeyen bir köşesinde ağaçtan elde ettiği tahtayı kıvırıp tekerlek haline getirerek, tüm insanlığa ülkeler ve toplumlar arasındaki uzaklıkların kalkmasını öğretmiştir. Arabalar sayesinde insanlara gerekli yükler, gıda maddeleri, değerli madenler ve her türlü ürün bir yerden bir yere götürülmüş, zamanla insanlar yolculuklara çıkmış, yeni yeni ülkeler tanımıştır. Böylece toplumlar tek başına, yalnız yaşamaktan kurtulmuş, dünya insanları birbirine yaklaşmıştı. Hareket eden araçlar sayesinde Orta Doğu Avrupa'ya, güney kuzeye ve doğu batıya daha yakın olmuştu.

Tekniğin gelişmesiyle nasıl tekerlek lokomotifin altında onu raylarda ilerletiyorsa, otomobili yollarda sürüyorsa, uçağı hareket ettirerek pervanesini döndürüyorsa, yazı da rulodan kitaba, tek tek kağıtlardan bir araya getirilmiş yüzlerce kâğıda geçerek yaptığı gelişmeyle bireyin kendi içine kapanık düşünce ve görüşlerini artık geniş bir çevreye yaymasını sağlamıştır. Kitaplar aracılığı ile birey düşünceleriyle tek başlarına yaşamaktan kurtulmuş, kendini yeryüzünde olup bitenin, insanlığın düşünce ve duygularının ortasında bulmuştur. Günümüzde tüm düşün hareketlerinin temeli kitaplardır. Materyalizmden daha yüce olan ve adına kültür dediğimiz yaşam şeklinin kitaplar olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Kitapların, insan ruhunu özgürleştiren, hatta bir yerde dünyayı yaratan gücünün özel yaşamımızdaki etkileri sonsuzdur, ancak biz çoğu kez bunun farkında değilizdir. Kitaplar günlük yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır, onun varlığına teşekkür borçlu olmamız gerekir. Nasıl her nefes alışımızla ciğerlerimize oksijen dolduruyor, görünmeyen bu gıdayla damarlarımızdaki kanı besliyorsak, okuyan gözümüzle de düşün organlarımızı sürekli canlandırıyor ya da onları yoruyoruz.

Yüzlerce yıllık yazının ve kitapların çocukları, torunları sayılan bizler için okumak neredeyse bilinçaltı gerçekleşen, alışılmış bir davranış. Daha okul öncesi yıllarda elimize aldığımız kitap da, hep bizimle olan, yanımızda, yakınımızda duran bir şey, tıpkı giysilerimize, eldivenimize, sigaraya ya da günlük yaşamın gereksinimi olan eşyalara uzandığımız gibi kitapları da öyle elimize alıp sayfalarını karıştırıyor, okuyoruz. Kolay erişilebilir olması kimi zaman kitaba saygı duymamızı engelliyor, fakat içimize kapandığımız, düşüncelere daldığımız, verimli olduğumuz anlarda onun değerini kavrıyoruz. Sadece böyle anlarda kitabın gizemli ve duygulara etkileyici gücü karşısında saygı duyuyoruz. O günlük yaşamımızın önemli bir parçası oluyor. Yirminci yüzyılda kitabın mucizevi varlığı olmadan ruh dünyamızın ayakta durması mümkün olamaz.

İnsan yaşamında doruk anlar sürekli değildir, her zaman yaşanmaz. Bu nedenle de kalıcıdırlar, yıllar sonra bile anımsanırlar. Ben de bunlardan birini bugün bile çok iyi anımsıyorum, yeri, tarihi, hatta saatiyle... Yirmi altı yaşındaydım, birkaç kitabım çıkmıştı, çok basit bir şeyin, bir düşün, değişik bir düşüncenin geçirdiği o gizemli değişim, onun sayısız evresi ve sonunda hepsinin yoğunlaşıp adına kitap denilen karton kapalı dik dörtgenin nasıl ortaya çıktığını biliyordum. Ardından üzerine fiyat damgası vurulup satışa çıkarılıyor ve herhangi bir malmış gibi vitrin camının arkasına yerleştiriliyordu. Fakat o kitap çok canlıydı, her bir baskısı okuyanı heyecanlandırıyordu.

Kendini sattırıyor, sayfalarını karıştıranı kendine bağlıyor, tüm sayfalarını zevkle okuyanı kendine esir ediyordu. Tarif edilmesi zor ´kan nakli´ sürecini, damla damla yabancı damarlara verilişini ben de yaşamıştım. Alınyazısı alınyazısına, duygu duyguya, ruh ruha. Ancak basılı metnin gizemi, ulaştığı sonsuzluk ve yaptığı etki bana yabancı sayılırdı. Şöyle biraz ilgilenmiş, ancak pek fazla üzerinde durmamıştım. Bunun tam farkına, ilerde, şimdi sözünü edeceğim gün ve saatte varmıştım.

günlerde bir deniz yolculuğu yapıyordum, bir İtalyan gemisiyle Akdeniz'de, Cenova'dan Napoli'ye, Napoli'den Tunus'a, oradan da Cezayir'e. Yolculuk günlerce sürecekti ve gemide az yolcu vardı. Bu nedenle mürettebattan genç bir İtalyan benimle sık sık sohbet etmeye zaman ayırabiliyordu. Yanılmıyorsam acemi tayfa idi, kamaraları silip süpürüyor, güverteyi yıkıyor ve benzeri birçok işi yapıyordu, daha doğrusu hiç kimsenin yapmayacağı işler onun göreviydi. Çalışırken ve konuşurken onu seyretmek keyif vericiydi. Uzunca boylu idi, teni güneş yanığı, gözleri kara, gülerken görünen dişleri bembeyazdı. Ve çok sık gülüyordu, şarkı söyler gibi İtalyanca konuşuyordu, yaptığı müziğe el kol hareketlerini de ekliyordu. Bir mimik dehasıydı o. Gemideki birçok insanın taklidini yaparken sanki karikatür çiziyordu. Ağzında bazı dişleri eksik kaptanı, sol omzu hafif önde, güvertede kasıla kasıla dolaşan yaşı İngiliz'i, akşam yemeğinden sonra mutfaktan çıkıp masalar arasında gururla dolaşan ve doymuş yolcuların karınlarına hafifçe gülümseyerek bakan baş aşçıyı başarıyla taklit ediyordu. Onunla çene çalmak insana keyif veriyordu. Geniş alınlı, kolları dövmeli bu genç, anlattığına göre gemide çalışmaya başlamadan önce yıllarca koyun çobanlığı yapmıştı. Dostluğunun hoşuma gittiğini ve gemide en çok kendisiyle konuştuğumu çabucak fark etmişti. Tanışmamızdan birkaç gün sonra bana yaşamından birçok şeyi rahatça, hiç çekinmeden anlatmıştı. Yolculuğun daha ikinci gününde dost olmuş sayılırdık.

Sonra aniden aramızda görünmeyen bir duvar oluşuverdi. Napoli limanına demir atmış, gemi kömür, yolcu, posta, sebze ve gerekli diğer gıda malzemelerini yüklemiş, tekrar yola koyulmuştu. Kent yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Açık denize çıkarken Vezüv'ün doruğunu donuk sigara dumanını andıran bulutların çevrelediğini gördüm. Aniden yanıma sokuldu, ağzı kulaklarında, elindeki buruşmuş bir mektubu gururla gösterdi ve az önce almış olduğunu söyledi, benden okumamı rica etti.

Önce ne demek istediğini hemen anlamadım. Giovanni'nin yabancı dilde bir mektup almış olduğunu sandım, Fransızca veya Almanca. Bir kızdan olabilirdi – kızlar niçin hoşlanmasındı bu genç adamdan –, sanırım şimdi benden yazılanları İtalyancaya çevirmemi istiyordu. Fakat hayır, mektup İtalyanca idi. Peki, ne istiyordu? Mektubu ona yüksek sesle okumalıydım. Ve birden her şeyi kavradım. Bu yakışıklı, zeki, candan ve yetenekli delikanlı, istatistiklere göre memleketinin okuma-yazma bilmeyen yüzde yedisinden biriydi. Evet, okuması, yazması yoktu. Ve ben o anda, daha önce Avrupa'da nesli tükenmekte olan bu insanlardan biriyle karşılaşıp karşılaşmadığımı anımsayamadım. Evet, bu Giovanni tanımış olduğum okuma bilmeyen ilk Avrupalı idi.

Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. O anda dost veya arkadaş olarak değil, garip bir yaratıkmış gibi. Ve sonra uzattığı mektubu okudum. Yazan genç kızın adı Maria idi, terziydi. Giovanni'ye yazdıkları, o yıllarda bütün ülkelerde, bütün dillerde genç kızların genç erkeklere yazdığı şeylerdi. Okurken dikkatle dudaklarıma baktığını fark ettim. Heyecanlı olduğu belliydi, kaşlarını kaldırmış, gözlerini kısmıştı, beni dinlerken yüzünün hatları gergindi, mutlaka okuduklarımı kelimesi kelimesine aklında tutmaya çalışıyordu. Mektubu iki kez okudum, ağır ağır, kelimelerin üzerine basa basa. Giovanni´nin hepsini yutar gibi içine çektiği belliydi. Yavaş yavaş yüzüne bir mutluluk geldi, gözleri ışıldadı, ağzı açıldı, yazın açan bir gül örneği. Fakat aynı anda kaptanlardan biri güvertede görününce, hızla yanımdan uzaklaştı.

Ben yakında duran şezlonglardan birine uzandım ve tepemdeki duygular dolu geceye baktım. Kafam birden düşüncelerle dolmuştu, az önceki tuhaf rastlantı huzurumu kaçırmıştı. Yaşamımda ilk kez bir okuma-yazma bilmeyenle karşılaşmıştım. Hem de zeki olduğuna inandığım, bir dost gibi konuştuğum bir Avrupalı ile… Düşüncelerim karmakarışıktı, beyni yazıya kapalı bu insan dünyayı nasıl görüyordu? Kendimi onun yerine koymaya çalıştım. Okuma-yazma bilmesem dünyam nasıl olurdu? O insan eline bir gazete alıyor, yazılanları anlamıyor. Bir kitap tutuyor elinde, tahtadan veya demirden daha hafif, dört köşe, kapağı renkli, sayfalarını açıyor, işe yaramayan bir şey, bırakıyor bir kenara. Duruyor bir kitapçının önünde, vitrinde sarı, yeşil, kırmızı, beyaz köşeli o güzel şeyler, sırtları altın yazılı. Onun için çekici, rengârenk, leziz meyvelerden veya koklanamayan, şişelere doldurulmuş parfümlerden farklı değil. Goethe'nin, Dante'nin, Shelley'in adlarını duyuyor, fakat kim olduklarını bilmiyor. Heceler ölü kalıyor, kulağa gelenler bomboş, anlamsız.

Hiçbir şeyden habersiz o zavallı. Kitaptaki tek satırın bile okuyanda, kara bulutların arasından aniden çıkan pırıl pırıl mehtap örneği tutku ve hayranlık yarattığını bilmiyordu. Sayfalar boyu anlatılan bir alınyazısının okuru tüm sarsıntıları ile etkilediğini, birdenbire onun alınyazısı olduğundan da haberi yoktu. O, kitapları tanımadığından duvarlar içine kapanmıştı, sadece kendi yaşamını yaşıyordu. Sordum kendi kendime, bütünden kopmuş bir yaşama nasıl dayanırdı insan, boğulmadan, fakirleşmeden? Gözün gördüklerinden, kulağın duyduklarından başka bir şeyi tanımadan nasıl dayanılırdı yaşama, kitapların yaydığı o dünya havasını içine çekmeden nasıl nefes alınırdı? Kendimi okuma-yazma bilmeyen, düşün dünyasından dışlanmış birinin yerine koymaya zorladım, günlük yaşamını da gözümün önüne getirmeye çaba gösterdim. Başaramadım. Yaşamı boyunca tek kitap bile okumamış bir Avrupalının yerine koyamadım kendimi, düşün dünyasına adım bile atamadım. Başkasının tanımlarından müziğin ne olduğunu kavramaya çalışan bir duyma özürlüye benzettim kendimi.

Bir okuma-yazma bilmeyenin iç dünyasını bir türlü gözümün önüne getiremediğim için kitapsız kendi yaşamımın nasıl olabileceğini düşünmeye çalıştım. Önce, her gün kitap okumaya ayırdığım zamandan bir saati kestim, fakat başaramadım. Kitaplar ve kültür aracılığı ile elde ettiğim bilgi, deneyim ve duyguların gücünü tekrar geri almaya kalkışınca benliğimde çözülme belirtileri görüldü. Neyi düşünürsem düşüneyim, bütün anılarımı ve deneyimlerimi, hepsinin kitaplarla bağlantılı olduğunu fark ettim. Aklıma gelen bir çok ilginç kelimenin bile kaynağı okuduğum kitaplar ya da kimi belgelerdi.

Şimdi Tunus ve Cezayir'e gitmekte olduğumu bir an düşündüğümde, hiç elimde olmadan bu iki kelimeyi çağrıştıran yüze yakın kelime kristaller örneği beynime hücum ediyor. Kartaca, Salambo, Livius'dan kimi sahneler, Romalılar, Scipio, Hanibal gözümün önünden geçiyor, ayrıca Grillparzer'den bazı bölümler, Delacroix'un renkli tabloları ve Flaubert'in çizgileri de canlanıveriyor. Cervantes'in Kayser V. Karl'ın Cezayir hücumu sırasında yaralandığını da anımsıyorum. Sadece o iki kelimeyi bir an için düşünmekle daha bir sürü ayrıntı geliyor aklıma. Belleğimden fışkıran bilgiler, orta çağın tüm savaşları ve tarihçeleri, ayrıntıları ve bağlantıları. Hepsi de ana okul günlerimden başlayarak okuduklarım ve öğrendiklerim. O anda anlıyorum, çok şeyi kapsamlı ve sayısız ayrıntıları ile düşünme, dünyaya değişik açılardan bakma yeteneğine sadece, kitaplardan edindiği bilgilerin dışında yıllar boyu bir çok ülkeden ve insanlarından öğrendiklerini de katan bir insan sahip olabilir. Kitaplardan yoksun birine dünya çok dar geliyor olmalıydı…

Şimdi bütün bunları düşünmemi, o zavallı Giovanni'ye kısmet olmayan mutluluğu böylesine güçlü hissetmemi, bana yabancı o insanın alınyazısıyla hüzünlenmemi de edebiyatla ilgilenmeme borçlu değil miydim? Kitapları okurken tanımadığımız insanların iç dünyalarını yaşamıyor, onların gözleriyle bakmıyor ve onların beyinleri ile düşünmüyor muyuz? Şimdi bana, kitaplar aracılığı ile yaşamış olduğum sayısız mutluluğu anımsattığı için az önceki o rastlantıya teşekkür etmeliydim. Sonra aklıma geldi anılarım tek tek, gökyüzünde sıralanmış şu parlak yıldızlar örneği. Kitaplar aracılığı ile öğrendiklerim, yaşamımı bilgisizliğin sıkıcı darlığından kurtarıp özgürleştirmiş, bana, küçük adama, değerler, coşku ve deneyimler kazandırmıştı. Çocuk ruhum macera kitaplarıyla etkilenmişti, bana yabancı ve vahşi gelen bir dünya burjuva evimizin duvarlarını kırıp içeri girmişti, ben de onların dışına çıkmıştım.

Kitaplardır çocuğa ilk kez dünyamızın ölçülemeyecek kadar büyük olduğunu gösteren, ona bu dünyada yaşama coşkusu yaratan. İçimizdeki heyecanın, istek ve hırsın, varoluşumuzun bu en güzel yanını, daha doğrusu benliğimizin o kutsal susuzluğunu, bizi sürekli yeni yeni yaşantıları içmeye zorlayan kitaplardaki o tuza borçluyuz. Yaşamımda birçok kararı almamda kitaplar önemli bir oynamıştı. Bazı dostlar ve kadınlarla buluşmaktansa artık yaşamayan edebiyatçılarla bir araya gelmeyi çok kez yeğlemiştim, kimi aşk gecelerini de kitaplarla yaşamış, uykusuz kalmıştım. Üzerinde kafa yordukça düşün dünyamızın milyonlarca parça izlenimden oluştuğuna daha çok inanıyorum. Bu izlenimlerin çok azı görülen ve yaşanandan oluşuyor. En önemli bölümünü ise kitapların bize verdiklerine, kitaplardan öğrendiklerimize borçluyuz.

Böyle düşüncelere dalmak ne güzel. Kitaplarla yaşamış olduğum mutlu anları anımsadım, birini düşünürken bir başkası aklıma geliyor. Tıpkı tepemdeki kadife yumuşaklığında gece gökyüzünün yıldızları gibi, birine bakarken yanında bir başkasını görüyorum, hep yenileri ortaya çıkıyor, nereye bakacağımı şaşırıyorum. Yıldızların sardığı gökküresinin derinliklerine bakarken, biz insanların da düşüncelerinin çevresinde ışıl ışıl bir ikinci uzayın oluştuğuna inanıyorum.

O gece elimde bir kitap tutmuyordum, fakat sadece onları düşünmekle kitaplara tüm yaşamımda hiç böylesine yakın olmamıştım. Bizden tek farkı okuma yazma bilmemek olan ve bu nedenle de yaratıcılığın uzak dünyalarına ulaşamayan o insanla, ruhun o zavallılığı ile yaşadığım küçük olay bana, kendini bilgilendirmek isteyen herkese evrenin kapılarını açan kitapların büyüsünü daha da yakından hissettirdi.

Yaşamı boyunca tek bir kitap bile okumuş olsa, yazılanların, basılanların, sözlerin, düşünceler aracılığı ile sonsuzluğa ulaştırılmasının değerini kavramış olan her insan, günümüzde çok kişinin, hatta en akıllı geçinenlerin bile şu korkusu karşısında biraz da acıyarak gülümser. Artık kitapların sonu geldi, şimdi tekniğin sözü geçerli, diye yakınıyorlar. Onlara göre gramofon, sinema makinesi ve radyo sözlerle düşünceleri çok rahat ve akıllıca nakleden buluşlar. Yok etmeye başladıkları kitapların kültür tarihi misyonları çok yakında geçmiş olacak… Çok dar görüşler, kısa ömürlü düşünceler bunlar! Kitapların bin yıllık etkisini yok edecek üstün nitelikli bir şeyi teknik bugüne dek bulamamıştır. Basılı kağıtların oluşturduğu küçük deste kalıcılığını her zaman kanıtlamıştır. Şimdiye kadar hiçbir ışık kaynağı incecik bir kitapçığın aydınlatmasına ulaşamamış, hiçbir suni enerji insan ruhunu dolduran basılı kelimelerin gücüne erişmemiştir. Kitabın yaşı sonsuzdur, o yok edilemez, değiştirilemez, teknikten korkması da gereksizdir. Teknik kitaplar aracılığı ile ortaya çıkar, kendini yenilemesi için de kitaplara gereksinimi vardır. Sadece insan yaşamının değil, bilginin ve bilimin de temelini kitaplar oluşturur. Ve insan kendini kitaplara ne kadar çok verirse, onlara ne kadar içten bağlanırsa, yaşamı da o kadar yakından tanır. Çünkü dünyasını sadece kendi gözleriyle görmez, kitaplardaki sayısız başka gözlerin de yardımıyla onu çok yakından tanır ve sever.

Kitaplara teşekkür

Buradalar, bekliyorlar ve susuyorlar. İtişip kakışmıyorlar, bağırmıyorlar, istemde bulunmuyorlar. Duvar kenarına dizilmiş suskun öyle duruyorlar. Uyukluyorlar sanki, fakat üzerlerindeki bir isim açık bir göz gibi sana bakıyor. Onlara bakarak, şöyle bir dokunarak yanlarından geçerken, yalvarır gibi arkandan seslenmiyorlar, senden bir şey istemiyorlar. Hayran olmanı bekliyorlar, ancak o zaman açılıyorlar. Önce çevremizde bir suskunluk, sonra içimizdeki bir suskunluk. Ardından hazırız, bir akşam, yorgun günün sonunda eve döndüğümüzde, bir öğle üzeri, insanlardan bitkin, bir sabah, güzel düşlerle geçmiş bir gecenin sonunda… Sokuluyoruz onlara, yüzlerce göz, yüzlerce isim suskun ve sabırla senin arayan bakışlarını takip ediyor, bir sarayın paşasının seslenmesini bekleyen esir kadınlar örneği. Sonra uzanıyor elin, bir piyanonun tuşlarına dokunan parmaklar gibi, içlerinden birine, açıyor sayfalarını, okuyor bir kaç satır, bir kıta. O anda isteksizsin, düş kırıklığı, bırakıyorsun yerine. Arıyorsun bir başkasını, o anda sana en uygun olanını. Ve birden kuşatılıp sarılıyorsun, nefesin bir başka nefesle karışıyor, sanki bir kadının sıcak, çıplak vücudu yanı başında yatıyor. Seçtiğin kitap seni mutlu ediyor, içinden yükselen ışıkla ısınıyorsun. Düşlerin bulutları aralanıyor, seraplar görünüyor. Caddeler açılıyor ufka kadar, uzaklar duygularını çekip içine alıyor.

Bir yerlerde bir saatin çalıştığını duyuyorsun. Fakat o seni rahatsız etmiyor, burada başka saatin sözü geçiyor. Karşısında kitaplar, içlerindeki sözler dudaklarına dokunana kadar yüzlerce yılı geride bırakmışlar… Sonra yepyenileri, daha gençleri, henüz dünyaya gelmişler. Hepsi de büyüleyici bir dili konuşuyor, heyecanlandırıyor, nefes kesiyor. Heyecanlandırırken teselli de ediyorlar. Kendini onların içinde buluyorsun, sayfalarından yükselen melodiyle, düşüncelere dalıyorsun, sakinleşiyorsun, yükseklerde, başka dünyalarda uçuyorsun.

Günün huzursuzluğunu unutturan o güzel saatlere, insanın sadık dostu, suskun arkadaşı kitaplara, hep yanımızda olduğunuz, varlığınızla bize hep yaşam verdiğiniz için teşekkürler! İnsanlara yaşantılarının en karanlık günlerindeki desteğiniz cephe hastanelerinde, kışlalarda, hapishanelerde, acıdan kıvrandıkları yataklarda. Her yerde, her zaman yanlarında bulunmuş, onlara düşler getirmiş, huzursuzluk ile ıstırap arasında bir avuç huzur olmuştunuz! Günlük yaşamın altında ezilen ruhunu çekip kurtaran Tanrı mıknatısı sizler. İnsan ruhunun karanlığını hep aydınlatır, onu ötelerin aydınlığına taşırsınız.

Sonsuzluğun bu küçük parçaları sizler, yan yana ve suskun, evimizin duvarına sıralanmış öyle duruyorsunuz. Fakat bir el sizi çekip alınca, yürek size dokununca, mekanları kırıp parçalıyor, çılgınca ileri atılan bir araba örneği bizi sonsuzlara taşıyorsunuz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder