9 Ocak 2022

"Kahvehaneler bizim için okuldu"

Toplum Gazetesi, Almanya, 9 Ocak 2022


Merzifon'lu Kara Mustafa Paşa'nın 1683 yılında Viyana Kuşatması'nda bıraktığı kahve çuvalları, Osmanlı içinde Avusturya casusu olan ve kahveyi bilen Polonya kökenli Georg Franz Kolschitzky aracılığı ile Viyana'ya girmişti. İlk kahvehaneyi iki yıl sonra Ermeni asıllı, 1640 İstanbul doğumlu Johannes Deodat'ın açtığı söylenir. Bunu daha sonraki yıllarda dört kahvehane daha takip eder. Kahvenin Viyana toplumunu kendine iyice çekmesi 18. yüzyılda gerçekleşir. Resmi verilere göre 1804 yılında Viyana'da 89 kahvehane varmış. Ünlü Viyana Kongresi'nin yapıldığı 1814-1815 yıllarında tam 150 kahvenin kapılarını kentlilere açtığı biliniyor. Kahve aşıklarının ardı arkasının kesilmediği Viyana'da 19. yüzyılın sonlarında 600 kahvehane her sınıftan imsana hizmet ediyor. Ülkenin aristokratları ve sanatçıları önderliğinde kahve kültürü yaygınlaşıyor, kendi içinde barındırdığı ritüellerle günlük yaşamın vazgeçilmez parçası oluyor. Kahveler gümüş bir tepside, yanında bir bardak su ile geliyor ve her yudumdan sonra ağız temizlenip kahvenin tadının daha iyi algılanması sağlanıyor. Bu ritüel kahve kültürünün temelini oluşturuyor. Avusturya kahvehanelerinin (Kaffeehaus) kültürü ve geleneği, 2011 yılında UNESCO'nun 'Somut Olmayan Kültür Mirası' listesine girmeyi başarmıştı. Evet, Avrupalı kahvenin ve kahvehanenin ne olduğunu bizden öğrendi. Ellili yıllardan sonra bizde kıraathaneler hızla gerilerken Avrupa'nın kültür kentlerinde giderek geliştirildi, korundu, acı dolu savaş yıllarından sonra tekrar canlandırıldı. Ünlü Avrupa kentleri Paris, Budapeşte, Viyana ve Prag'a uğrayanlar, eski monarşinin bu merkezlerinde kahvehanelerin eskisi gibi hâlâ yaşadığını görecektir.

Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları yine sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada alıyor. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup iş görüşmeleri yapıyorlar, kitap okuyorlar, mektup yazıyorlar. Yan salonlarda bilardo oynanıyor. Paris'te Café de Flore, Café de la Paix ve Café Les Deux Magots, Budapeşte'de Gerbaud, Café Centrel, Viyana'da Café Mozart, Dehmel, Schwarzenberg, Central ne ise Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur.

Kahvehaneler Bir "OKUL"

Viyana'da Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Franz Werfel günlerinin önemli bölümünü kahvehanelerde geçirirdi. Stefan Zweig için gençliğinde saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği bu mekanlar bir ''okul'' olmuştu. Moldau kenti Prag'da yaptığınız bir gezintide komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan bir Café Arco'nun, bir Café Louvre'un düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissediyorsunuz. Hele Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşıyorsunuz. Gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arıyor. Orta Avrupa'nın iki savaş arasındaki bu ünlü edebiyatçıları, sanki o anda kapıdan içeri girecekler... Kent merkezindeki geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp Moldau kıyısındaki Devlet Tiyatrosu'na doğru uzanırken Café Louvre'a uğramamak olmaz.

Tarihi bir yapının birinci katındaki kahvehaneye çıkan geniş merdivenin yüksek duvarları renkli mermer kaplı. Önce bir bilardo salonu, yanında bir lokanta, ön tarafta da dar ve uzun kahvehane. Tavanlar yüksek, pencereler de. Yer halıları şarap kırmızısı. Sağ tarafta uzun büfe, solda, pencere kenarında beyaz örtülü masalar. Her şey eskisi gibi. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglılar'ın, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Café Louvre, günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı kahve, 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş. Narodni Caddesi'nde yolunuza devam edip nehir kıyısına vardığınızda sağ köşede Café Slavia'nın geniş salonları sizi davet ediyor. Nazik ve dikkatli garsonların getirdiği içkinizi yudumlarken, kocaman pencerelerden ağır ağır akan Moldau'yu, üzerinde dolaşan gezinti gemilerini, Karl Köprüsü'nü, karşı kıyının yemyeşil yamaçlarını ve kente hâkim kaleyi, dev St. Veit Katedrali'ni seyrediyorsunuz.

Karşınızdaki tarihi tiyatronun küf yeşili çatısı renk değiştiriyor. Her yönden gelen kırmızı tramvaylar yine her yöne uzaklaşıyor, otomobiller Lejyonlar Köprüsü'nü dolduruyor. Batmaya hazırlanan güneş Prag'ı altın rengine büründürüyor.

Kitap Okumak Yerine Futbol Maçı

Bize gelince... Kıraathaneler yüzyıla yakın bir süre İstanbul aydınları için kaçınılmaz buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın, Babıâli'nin ve Divanyolu'nun kıraathanelerinde geçirirlerdi. Şimdi hiçbiri kalmadı. Ellili yıllardan başlayarak, insanların iskambil oynayıp dedikodu yaptığı, vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği mahalle kahvelerinin sayısı artarken, kıraathane kültürü giderek yok edildi!

Nasıl, niçin, neden?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder