2 Mart 2021

Onur dolu bir yaşam düşü

TOPLUM Gazetesi, 2 Mart 2021

AHMET ARPAD

Alman Yahudi cemaatinin ülkede 99 sinagoğu, 13 okulu, 20 yuvası var, Münih, Berlin ve Frankfurt'ta da dört büyük müzesi. Berlin'de Alman hükümetinin ve Berlin belediyesinin desteğinde Yahudiler, Protestanlar ve Fethullah Gülencilerle yaklaşık 50 milyon Avro'ya ortak inşa etmeye başladıkları House of One'da üç dini bir araya getirmeyi amaçlıyor. Frankfurt'ta geçen güzde beş yıllık çabalar sonunda bankacı Rothschild ailesinin 19. yüzyılda yaptırtmış olduğu beş dev villadan birinde büyük bir Yahudi Müzesi açıldı. Main nehri kıyısındaki tarihi villa ile yeni inşa edilen modern ek yapının üç bin metrekarelik salonlarında değişik etkinlikler ve sergiler ön görülüyor. 1800'den günümüze kentteki Yahudi yaşamına ağırlık veren müzenin kütüphanesi 20 bin kitabı barındırıyor. Burada Yahudilerin dini, tarihi ve kültürü üzerine başka yerde bulunmayan yapıtlar var. Müze 12. yüzyıldan günümüze kente damgasını vurmuş Yahudi ailelerin yaşamlarını, geleneklerini ve törelerini anlatıyor. Rothschild ailesinin yanısıra Theodor Adorno, Paul Ehrlich, Erich Fromm, Leopold Sonnemann, Moritz Daniel Oppenheim, Georg Speyer ve Anne Frank Frankfurt'un ünlü aileleri bu müzede. Frankfurt Yahudileri yüzyıllar boyu kentin poltikasına, kültürüne damga vurmuş, vakıfları da kent yaşamında önemli bir rol oynamıştı. 1912 yılında kurulan Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi'nin öğretim kadrosunda sayısız Yahudi bilim adamı 1933'e dek görev yapmıştı.

Doğru Avrupa'dan akın

Naziler 1933 yılında Almanya'yı 'ele geçirdiğinde' Frankfurt Yahudi cemaatinin yaklaşık 30 bin üyesi vardı. Kaçanlar kaçabildi, 12 bin Frankfurtlu Yahudi ölüm kamplarında yaşamlarını yitirdi. Savaş yıllarını Frankfurt'ta sadece 160 Yahudi'nin geçirdiği biliniyor. Savaş süresince yaklaşık 10 bin Yahudi Almanya'da saklanması başarıyor, 15 bin Yahudi de gaz odalarından kurtuluyor. Avrupaya barışın dönmesiyle Dörtler'in işgalindeki bölgelerde 51 Yahudi cemaati yine yaşama geçiriliyor. Hitler ordularının terk ettiği, Rusların el koyduğu doğu cephesinden yüz binlerce Yahudi batıya sürülüyor. Bunlardan bir bölümü İsrail'e göç etmeyi düşlerken, Güney Almanya'daki Amerikan kamplarına yerleştirilenler günün birinde Atlantik ötesine ulaşmayı kafasından geçiyor. O yıllarda en büyük yerleşim Frankfurt'un Zeilsheim mahallesinde yaşamaya başlayan 4 bin mülteci Yahudi. Onlar çoğunlukla eğitimsiz, cepleri boş, geleceği şansa kalmış, savaşın ve sürgünün her türlü dehşetini yaşamış insanlar. Bavullarını açmazlar, çünkü Almanya'yı terk edip başka ülkelere gideceklerdir!

29 Mart 1945'de Frankfurt'a el koyan Amerikan güçleri, Theresienstadt toplama kampından geri dönen haham Leopold Neuhaus'u yeni bir Yahudi cemaati kurmakla görevlendirir. Savaşın ardından Polonya'daki kıyımdan kurtulmuşlar zamanla cemaatin çoğunluğunu oluşturur. Bu insanlar o yıllarda karneyle dağıtılan gıda malzemelerinin karaborsa ticaretini yaparak ayakta kalmaya çalışır. Doğu Avrupalı Yahudiler 1950'li yıllardan başlayarak cemaate ağırlıklarını koyar. Yeni Almanya'nın o günlerde yaşadığı ekonomik mucizeden onlar da paylarını alır. Emlak dünyasının krallarından Michael Baum'un: "Yahudilersiz bugünkü Frankfurt olmazdı!” sözleri pek yalan değil! O yılların başarılı Yahudi iş adamlarıdır kenti ve ekonomisini ayakta tutan. 1956'da Macaristan ayaklanmasından, 1968'de Prag İlkbaharı'ndan kaçan Yahudilerin de çoğu Frankfurt'a yerleşir. Hitler öncesinde olduğu gibi bugün de kentin kültürüne, ekonomisine, toplumuna vurdukları damga görülmez değil. Daha 20. yüzyılın başlarında kurdukları araştırma enstitülerinin yanısıra fabrikalara, eğitime, sağlığa, sanata, bilime, ticarete, yayıncılığa yaptıkları yatırımlarla kenti doruğa çıkarmış olan Yahudilerin Frankfurt'un bugün de Avrupa'da sözü geçen bir büyükkent olmasındaki rolleri gözardı edilemez.

Onur dolu bir yaşam düşü

Resmi verilere göre, doğusuyla birleşen Batı Almanya, Sovyetler Birliği'nin yıkılmasının ardından 1991 ile 2004 arasında toplam 219.604 Yahudi göçmene kapılarını açmış. Bu veriler Almanya'daki Yahudi cemaatinin 1989'den sonra üçe katlanmış olduğunu da belgeliyor! Ülkeye yerleşen 'doğulu' Yahudiler cemaate yeni kimlik ve yeni benlik getirmiştir! Günümüzde çoğulcu bir yaşamları var. Aşırı dindarlar, tutucular ve ılımlılar Yahudi cemaatini oluşturuyor. 8 Mayıs 1945'de nasyonal sosyalizmden kurtulmuş Yeni Almanya'da Nazi ideallerinden arınmış, onur dolu adil bir yaşam sürdüreceklerini düşleyen Yahudi toplumu son yıllarda eski günlerin geri dönmeye başladığını seziyor. Federal İçişleri Bakanlığı'nın geçen mayısta yaptığı açıklamaya göre 2019 yılında antisemit saldırılar %13'lük bir artışla iki bini geçmiş.

Avrupa Merkez Bankası, Almanya'nın en büyük havaalanı, Almanya'nın en büyük bankalarının merkezleri ve dünyanın en büyük Kitap Fuarı Frankfurt'ta. Main nehrinin kıyısında, kültürle para bir arada hüküm sürüyor. Eski ve yeni Yahudi müzeleri II. Dünya Savaşı'nın bitiminden 76 yıl sonra sergiledikleri yapıtlar ve belgelerle bu büyük Avrupa kentinin ve Almanya'nın yaşamını yüzlerce yıl etkilemiş olan Yahudi toplumunu ve yazgısını yeni nesillere tanıtmayı amaçlıyor.

22 Şubat 2021

Bir diktatörün gerçekleşmeyen düşü...

TOPLUM Gazetesi, Almanya, 02.02.2021


30 Ocak 1933 insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı.
*
Geçenlerde kitaplığımda Hermann Hesse'yi ararken Adolf Hitler'i buldum! Hesse'nin mektuplaşmalarının hemen yanında gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun yıllarca önce merak edip almış, fakat sonra nedense pek okumadan rafa kaldırmış olduğum "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı....” adlı kitabı duruyordu. 1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!” Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!”

Almanlaştırma planları

Bu sözlerin altında kafasındaki geleceğin programı yatmaktadır. Hitler ve partinin kilit noktalarına getirdiği yardakçıları geleceğin dünyasının kapsamlı planlarını savaştan önce yaparlar. 1939'da Polonya'ya girdiklerinde gelecekte nasıl bir Avrupa'nın özlemini çektikleri, çekmecelerde hazır bekleyen sayısız muhtıra, genelge, emir ve yasa tasarısında yazıyordu! Polonya topraklarını Germen ırkının insanlarına açmak için ilk aşamada altı yüz bin Yahudi kamplara atılacak, üç buçuk milyon Polonyalı daha doğuya sürülecekti. Almanya'dan yollanacak köylüler ve işçilerle Polonya'daki Alman azınlığın nüfusu dört milyona çıkarılacaktı. Nasyonal sosyalizmin ideologlarından Himmler'e göre sadece "boylu boslu, sağlam yapılı” Polonyalıların Almanlarla bir arada yaşamasına izin verilecekti. Sovyet Rusya ele geçirildiğinde 45 milyon insan daha topraklarından edilecekti. Sürülen Ruslar, Polonyalılar ve Ukranyalılar Ural Dağları ötesine yerleştirilecekti. Bu ülkelerde boşalacak topraklar on milyon Alman'a açılacaktı. Hitler'in düşüne göre otuz-kırk yıl içinde bütün Doğu Avrupa insanları asimile politikasıyla "Almanlaştırılmış” olacaktı. Planlarından bir başkası da "yabancı” kadınları kısırlaştırma ve çocuk doğumlarını azaltma yöntemleriydi... Hitler'in görevlendirdiği jinekolog Carl Clauberg önce hayvanlar üzerinde deneyler yapar; ancak kısa süre sonra bundan vazgeçer, Auschwitz Kampı'nda kalan iki yüze yakın Sinti-Roma ve Yahudi kadını denek olarak kullanmaya başlar. Deneyler başarısız olur, kadınlardan bir çoğu ölür. 1955 yılında Konrad Adenauer'in girişimiyle Sibirya kampından kurtarılan Dr. Carl Clauberg'e Kiel üniversite kliniğinde görev verilir!

Önce aydınlar...

Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız”, der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz.” İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış” ve "Alman kanı taşıyan” insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Almanya'daki kömür ve demir-çelik sanayisi üretimini durduracak, çalışanları doğuya aktarılacaktı. Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır.” Oralarda 100 milyon "saf kan” Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur.”

Hitler'in beklentileri çok düşündürücüdür: Doğudaki yeni bölgelere İskandinav ülkeleri insanlarının da yerleşmesi sağlanacak, gelen insanlar yeni kurulacak kentlerde yaşayacak, eski kentler yavaş yavaş yok olacak, köylüler radyo haberlerine sadece sokaklara yerleştirilecek hoparlörler aracılığı ile ulaşacak, okullarda Almancaya ağırlık verilecek, diğer dersler geri plana atılacak. Doğum kontrolü ve çocuk aldırmak desteklenerek yerli halkın uzun aşamada tamamen silinmesi sağlanacak. Özellikle taşrada insanların tek bir kiliseye değil değişik tarikatlara inanmasına izin verilerek inanç bütünlüğü engellenecek... Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann, işgal edilmiş Doğu Avrupa topraklarından sorumlu Bakan Alfred Rosenberg'e 23 Temmuz 1943 tarihli mektubunda şöyle der: "Slavlar sadece bizim için çalışacaktır. Bize gerekmedikleri anda ölebilirler. Aşı olma zorunluluğu ve sağlık hizmetleri onlar için gereksizdir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden sadece işimize yarayacak işbirlikçiler yararlanabilir.”

1930'lu yıllarda Avrupa'da Hitler, Stalin, Mussolini ve Franco insanlığı inanılmaz bir felakete sürüklerken Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar bir toplum yaratıyordu!

Stefan Zweig ve Salzburg

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 22 Şubat 2021

AHMET ARPAD

23 Şubat 1942'de bu dünyaya veda etmiş olan değerli yazar Stefan Zweig bir Viyanalı'ydı. Ölümünün ardından 79 yıl geçti. Günümüzde Türkiye'de de çok sevilerek okunan değerli yazar ününün doruğuna, 38 yaşında yerleştiği Salzburg'da ulaştı.


19. yüzyılın ünlü gezgini Alexander von Humboldt'a göre, Napoli ve İstanbul'un yanı sıra, Salzburg dünyanın en güzel üç kentinden biridir. Ortaçağ'la günümüz bağdaşır Salzach ırmağı kıyısındaki bu kentte. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanır.

Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akar Salzach. Akşamın loşluğunda renk değiştirir küf yeşili kubbeler, kıpkırmızı kiremitli sivri damlar. Irmağın kıyısındaki dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş sıralarda oturup, karşınızdaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalarsınız. Sonra tarihi yapılar arasındaki daracık Ortaçağ sokakları önce karanlığa bürünür, sonra ışıl ışıl aydınlanır fenerlerle. Düşle gerçek karışımı bir kenttir Salzburg. Ve görüntüsüyle günün her saatinde sizi büyüleyen Salzburg, dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değildir.

En Güzel Eserlerini Salzburg'da yazmıştı

Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüzbinler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Açılışı 1920'den bu yana büyük katedralin önünde sahnelenen 'Jedermann' oyunu ile oluyor. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

Salzburg aynı zamanda, Avusturya'nın en ünlü yazarı Stefan Zweig' ın 15 yıl yaşadığı kenttir de. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar Zweig'ın en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Salzburg'da geçirdiği yıllardır Zweig'ı edebiyatta doruğa tırmandıran.

En güzel eserlerini, kente ve Salzach'a yukardan bakan o iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazmıştır. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmiştir. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss' la bu evde saatler, günler geçirmiştir...

"Berchtesgaden Dağı'nda Oturan Bir Adam..."

'Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!' diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri Dünün Dünyası'nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. 'Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik...'

1934'te Gestapo'nun villayı basıp silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmekten başka çıkar yol bulamaz. İngiltere'ye yerleşir, ancak kendini burada da rahat hissetmez. Ayrı yaşadığı eşi Friderike villayı 1937'de Viktor Gollhofer adındaki zengin bir kumaş tüccarına satmak zorunda kalır. Gollhofer, 1950'li yıllarda yaptığı bir Salzburg ziyaretinde villayı görmek isteyen, Türkiye'nin ilk Zweig çevirmeni babam Burhan Arpad'ı değil eve almak, ona bahçeyi bile göstermez. Oldukça kaba davranır.

Zweig üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Gert Kerschbaumer ile yıllar önce Salzburg'da villaya bir gezinti yapmıştık. Dik yokuşu çıkarken ilginç şeyler anlatmıştı. Gollhofer ailesi Zweig'lara olan son taksit borcunu mahkeme kararı ile Nazi yönetimine ödemişti. Zweig vârislerinin bugün Avusturya devletinden hâlâ alacağı varmış! Friderike Zweig anılarında Gollhofer'lerden 'Nazi bir aile' diye söz eder...

Zweig güncelliğini hiç yitirmedi

Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara sokar. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştır. 1940'ta İngiliz vatandaşı olur ve o yıl Brezilya'ya yerleşmeye karar verir, ancak Petropolis'te de mutluluğa erişemez, aradan iki yıl geçmeden intihar eder.

'Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...' diye oldukça üst perdeden yazar o günlerde Salzburg Eyalet Gazetesi. Salzburg'daki villanın Zweig'dan sonraki sahipleri ise, kapının önüne değil bir heykel dikilmesine, dış duvara plaket takılmasına bile izin vermediler. 2015 yılında bahçe duvarının önüne ünlü sanatçı Gunter Deming'in (http://www.stolpersteine.eu/en/) hazırladığı, pirinçten küçük plakalar kondu. Üzerlerinde, bu villada yaşamış olan dört insanın kaçmak zorunda kaldığı yazıyor. Stefan Zweig uzmanlarından, "Uçan Salzburglu" ve "Stefan Zweig – Friderike Zweig Mektuplaşmaları" kitaplarının yazarı Gert Kerschbaumer'in anlattığına göre koskocaman bahçenin tarihi ağaçları arasındaki villada yaşayan Gollhofer'lerin yaşlı oğlu da babası gibi 'ters adamın biri'. Villaya yaptığımız bir yürüyüşte karşısındaki Kapuziner manastırının kapısını çalmıştık. Bize kapıyı açan al yanaklı, şişman, güler yüzlü rahibi büyük terastan inanılmaz güzellikteki Salzburg manzarasını doya doya seyretmemize izin vermişti. Manastırın önünde bir Zweig bir büstü var. Ünlü yazar düşünceli düşünceli karşıdaki villasına bakıyor.

Stefan Zweig güncelliğini hiç yitirmedi.

10 Şubat 2021

Hep zayıfların yanında olmak!

Ahmet ARPAD, Toplum Gazetesi, 10 Şubat 2021

O burjuva karşıtıydı, küçük insanları severdi. Geçen yüzyıl Alman epik tiyatrosunun en önemli ismi kabul edilen Bertolt Brecht 10 Şubat 1898'de Augsburg'da doğmuştu.

"Bir zenginle bir fakir karşılıklı durmuş birbirlerine bakıyorlar. Fakirin yüzü solgun. Konuşuyor: ‚Ben fakir olmasaydım sen zengin olamazdın...' " Bertolt Brecht, 1934

*

Geçen yüzyıl Alman epik tiyatrosunun en önemli ismi kabul edilen, yarattıkları ölümünden 65 yıl sonra da severek okunan Bertolt Brecht 48 tiyatro eseri, 2300 şiir ve 200 öyküyle peşinde, uzun yıllar yitirilmeyecek izler bırakmıştır. Zamanın ruhuna karşı eserleriyle küçük insanı her dönemde, her ülkede hep kendine bağlamasını bilmiştir.

Bertolt Brecht'in şu sözü ilginçtir: "Başkalarını aydınlatmak dünyanın en eski 'meslekleri'nden biridir. Mesleğim beni avucunun içine aldı!”1920'li yıllarda: "Büyük ve ünlü şiirler kanımca insanlık için birer belgedir”, diyen Brecht bu görüşüyle, şiire ne kadar çok değer verdiğini, onun etkisini ne kadar çok önemsediğini belirtmek istemiştir. Tiyatro yazarlığı ve rejisörlüğün yanısıra şairliye ve şiire de ağırlık vermesinin nedeni budur. Brecht'in şiirleri onun anlık duygularını veya L'art-pour-l'art şairlerinin duygularını yansıtmaz. O sokağı anlatır, mahalle meyhanelerinde konuşulanları ve kabare konularını şiirlerine alır. Kimi edebiyat tarihçileri Brecht'in François Villon, Arthur Rimbaud ve Frank Wedekind'den etkilendiğine inanır. O şiirlerini edebiyat çevrelerinin okuma akşamlarında sunmasını sevmezdi. Brecht gitarı eşliğinde şiirlerini, koşuklarını ve şarkılarını küçük kent lokanta ve meyhanelerinde küçük insanlara sunmasını yeğlerdi. O burjuva karşıtıydı.

"Hep zayıfların yanında yer aldım”

İlerde o günlerden şöyle söz etmiştir: "Ben varlıklı bir ailede büyüdüm. Çocukluğum boyunca çevremde hep hizmetçiler vardı. Okula giderken bir yakalık takmak zorundaydım. Öğretmenlerimden emirler almaya alıştırılmıştım. Ancak büyüyüp biraz özgürleşince içinde yaşadığım sınıf hoşuma gitmemeye başlamıştı. Ne emirler işitmek istiyordum, ne de başkalarının bana hizmet etmesini. İşte o günden sonra sınıfımı terkettim ve hep zayıfların yanında yer aldım...”

İnsanlığın 20. yüzyılda yaşadığı iki dünya savaşı Bertolt Brecht'in yaşamını çok etkilemiştir. Bunu sadece tiyatro eserlerinde değil, şiirlerinde de görmek mümkündür. Sorunlar içindeki topluma seslenirken çok inandığı akılcılığı elden bırakmaz. Nazi Almanyası'nda Hitler ve çevresinin Almanya'yı ele geçirmeye başladığını sezen tiyotro adamı 1933 yılında ülkesini terk eder.

O günlerde Berlin'de büyük tiyatro adamı Max Reinhardt'ın yanında oyun yazarı olarak ünlenmeye başlamıştı. Almanya'yı terk etmesinin ardından yıllarını Avusturya, Fransa, İsviçre, Danimarka, İsveç ve Finlandiya'da geçirir. Savaş yıllarında, 1941'de Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşmeye karar verir. 1947'ye kadar bu ülkede kalan Bertolt Brecht en önemli yapıtlarını 'sürgün'de gerçekleştirir. Savaş bitiminde İsviçre üzerinden 1948'de tekrar Almanya'ya döner. İki yıl sonra da tiyatro oyuncusu ve yöneticisi eşi Helene Weigel'le Berlin'de ünlü "Berliner Ensemble”yi kurar. Bu yıllarda Bertolt Brecht dünyaca ününe kavuşur.

"Arkamdan yazın, Brecht rahatsız edici biriydi!”

Zeki, eklileyici, yerine göre de tartışmaktan kaçınmayan biri olduğunu anekdotlarından oluşan "Gerçeği Söylemenin Tehlikesi” kitabında görüyoruz. Brecht'in tiyatro, bilim, basın, otomobiller, aristokrat komünistler üzerine gülümseten ve düşündüren görüşleri anekdotlarında yaşanıyor.

Brecht'ten öğretici, eğlendirici kısa öykücükler anlamlarını ve önemlerini hiçbir zaman yitirmeyecek yapıtlar. Büyük nasyonalist parti Almanya'da otoriteyi ele geçirdikten kısa süre sonra Bay B.'nin üzerlerine gazyağı dökülen kitapları alanlarda yakıldı.

Bay B. az önce bavullarını toplayıp yurtdışına kaçmıştı. Eşiyle Avusturya başkentine geldiğinde ahlak filozofu Karl K. şöyle konuşmuştu: "Fareler batmakta olan gemiye bindi.”

20. yüzyıl Alman tiyatrosunun en önemli ve etkileyici tiyatro adamı ve lirik şairinin daha okul yıllarında yazılı çalışmalarında Goethe'den alıntılar yaptığı bilinir. Öğretmenlerinin bütün Goethe sözlerini tanımadığına inandığı için de kimi çalışmasında kendi görüşlerini kullanırdı. Gerçekten de öğretmenleri bunu fark etmez, öğrenci Bertolt'un Goethe'den alıntı yaptığına inanırdı.

Bir toplantıda tartışılıyordu: Son yıllarda filme ve tiyatroya olan ilgi sürekli artmaktaydı. Bu görevin altından kalkabilecek yetenekte yeterli rejisör var mıydı? Bunlar kimler olabilirdi? Bay B. bir an düşündükten sonra şöyle konuştu: "Dünyada bunu başarabilecek iki rejisör vardır. Bunlardan biri Chaplin'dir.”

14 Ağustos 1956'da Doğu Berlin'de gözlerini bu dünyaya kapattığında 58 yaşındaydı. Ölümünden kısa süre önce yanına çağırdığı papaz ve yazar Karl Kleinschmidt'e şunları söyler: "Arkamdan yazın, Brecht rahatsız edici biriydi! Bu, ölümümden sonra da değişmeyecek!” Sosyalist-devrimci tiyatro adamı haklı çıktı.

27 Ocak 2021

"Eski pislikler örtmekle yok edilemez..."

TOPLUM Gazetesi, 27 Ocak 2021

AHMET ARPAD

Erich Maria Remarque'ın 1929 yılında ilk kez basılan "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanı 20. yüzyılın Alman dilinde yazılmış en başarılı eserdir.

"Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanı bundan 92 yıl önce 29 Ocak 1929'da piyasaya çıktığında 20. yüzyılın Almanca yazılmış en başarılı yapıtı olacağını ne yazarı Erich Maria Remarque, ne de yayıncısı Berlinli Ullstein şirketler grubunun Propylaen Yayınevi düşünden geçirmişti. 1930 yılında Amerika'da beyazperdeye uyarlanan, elli dile çevrilen, toplam yirmi milyon baskı yapan bu roman geçen yüzyılın ilk ve en başarılı savaş karşıtı eseridir. "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” (Türkçeye çeviren: Burhan Arpad) ilk altı ayda yarım milyon satar. Piyasaya verilmesinden on iki ay sonra tirajı bir milyona ulaşır. Remarque bu yapıtıyla Birinci Dünya Savaşı'nın yaralarını on yıl sonra bile bir türlü saramamış Weimar Cumhuriyeti insanlarını yüreğinden vurmuştu. Okurları savaşla tramva geçirmiş, ruhsal dengesini yitirmiş, çökmüş bireylerdi. Remarque da onlardan biriydi. 19 yaşında cepheye sürülmüş, ağır yaralı olarak bir yılını askeri hastanelerin koğuşlarında geçirmişti. "Ben bu eserimle şikayet etmekten çok, savaşta bir neslin yitirilmiş olduğuna toplumun dikkatini çekmek istiyorum...” diyen Remarque'ın anlattıkları gerçektir, kendinin ve cephe arkadaşlarının yaşadıklarına dayanır. Carl Zuckmayer: "Bu roman Bilinmeyen Asker'e dikilmiş bir anıttır,” der. "Remarque'ın eseri yaşamlarını yitirmiş yüz binlerce genç askerin kalıtıdır... Onu milyonlar okuyacaktır.” 20. yüzyılın ilk yarısında toplumsal eleştiri içeren romanlarıyla ünlenen yazar Leonhard Frank'ın şu sözleri de önemlidir: "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok gibi bir eser ancak yüzyılda bir yazılır!” Erich Maria Remarque ünlü eseri üzerine şöyle demişti: "O çağının bir belgesidir... İzlenimlerimden ortaya çıkmış, tecrübelerimle biçimlenmiş kişisel bir sorumluluk belgesi...”

Ancak 1933'de Almanya'da yönetime el koyan Naziler halkın bu gibi aydınlatıcı romanları okumasına karşıydı. 10 Mayıs 1933 günü Berlin Üniversitesi önündeki alanda ateşe atılan binlerce kitap arasında Remarque'in, 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok' ve 'Dönüş Yolu' romanları da vardı. Remarque Alman vatandaşlığında çıkarıldı. 1933'lerin kahverengi gömlekli iktidarı onu ve romanlarını kendilerine engel görmeye başlamıştı. Çünkü genç yaşta ünlenen yazar, yüzyıllardır Cermen efsaneleri ve masalımsı yiğitlik örnekleriyle yetiştirilmiş sıradan Alman halkına savaşın yersizliğini, kötülüklerini herkesin anlayacağı apaçık gerçekler olarak haykırıyordu. Eserlerine edebiyatçılar ve büyük tenkitçiler dudak bükseler de, insanlar Remarque'i okuyor ve savaşın ne olduğunu, savaştan kimlerin yararlandığını anlamaya başlıyordu.

Remaque ülkesini terk etti ve otuz yıla yakın bir süre de Almanya'ya dönmedi. İtalyan İsviçresi'nin Laggo Maggiore kıyısındaki Porto Ronco'da 1929 yılında satın almış olduğu villasına yerleşti. Üçüncü romanı, 'Hayat Kıvılcımı” 1938'de Hollanda'da basıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Amerika'ya yerleşti ve Avrupa'ya tekrar barış gelene kadar da orada kaldı. 1947'de Birleşik Amerika Devletleri yurttaşı oldu. 1941'de İsveç'te yayımlanan dördüncü romanı 'İnsanları Seveceksin' savaş nedeniyle Almanya'dan ayrılmak zorunda kalan on binlerce insanın yazgısını anlatır, onların yürekler acısı durumlarını yepyeni bir Remarque anlatımı ve roman tekniği ile ele alır.

"Eski pislikler örtmekle yok edilmez..."

Erich Maria Remarque 1939'da Birleşik Amerika'ya yerleştikten sonra yarattıklarıyla "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”u aşmasını başarmıştır. Hemingway'in etkisinde kalarak, roman yazarlığı tekniğini geliştirmiştir. Ancak o edebiyat tarihçileri ve büyük okur yığınları için her zaman "Batı Cephesi...”nin yazarı olarak kalmıştır. İlginçtir, Alman edebiyat çevreleri Remarque'ın romanlarına çoğu kez mesafeli durmuş, hatta onları küçümsemiştir. Onu büyük bir Alman edebiyatçısı olarak övenler daha çok yabancı edebiyat eleştirmenleridir. Ünlü yazarın: "Ülkemiz yazarları eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli süreklilikten yoksunlar” sözleri üzerinde durulması gereken bir görüştür. "Onlar okurların, basının ya da iş başındakilerin hoşuna gitmemekten, sevilmemekten korkuyorlar. Bundan yanlış bir tutum olamaz..." görüşünü ileri süren ünlü yazar ilerde savaş sonrası Almanyası'ndan şöyle söz etmiştir: "Kaygılıyım. Eski Nazi ruhuna şurada burada tek tük de olsa rastlanıyor. Uyanık olmak, dikkatle izlemek gerekiyor..."  Remarque'a göre genç neslin de ana babalarının bir zamanlar ne suçlar işlediğini çok iyi öğrenmesi gerekir. "Bugün ülkede iktisat, politika ve hukuk alanlarında önemli yerlerde eski Nazilerin görev almasına da aklım ermiyor, beni rahatsız ediyor. Eski pislikler örtmekle yok edilmez..."

Remarque'ın amacı küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığını kavramasıdır. O savaşa karşı sadece kalemiyle savaştı, militarizmi hep eleştirdi, çıkarları adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanları boğazlamasını bütün yürekliliğle yerdi. Remarque'a göre insanlar arasında gerçek banş, savaşların her çeşidinin kötülenmesi. savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir. Remarque sorumluluğunu bilen bir yazar olarak bu görevini hep yerine getirdi. Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarları arasında onun hâlâ ayrı bir yeri vardır...

Savaşın dehşetini, beraberinde getirdiği yıkımı, insanoğlunu birbirine nasıl yabancılaştırdığını birinci ağızdan, çarpıcı bir şekilde dile getiren Remarque, savaşla ilgili bildiğimizi sandığımız gerçekleri sorgulamamızı sağlarken, edebiyatın ne kadar güçlü ve ölümsüz bir kaynak olabileceğini de bir kez daha kanıtlar.

Remarque, çağdaş Alman edebiyatının en çok övülen ve en çok hırpalanan yazarıdır. Romanları hem pek çok okunmuş, hem de sık sık yasaklanmıştır. 1933-1945 arasında Almanya ve İtalya'da, 1949-1953 arasında Sovyetler Birliği'nde ve tüm sosyalist ülkelerde. Remarque, günümüz Alman romanı üzerine görüşünü açıklarken: 'Alman yazarları eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli yüreklilikten yoksunlar' demiştir. ”Bundan yanlış bir tutum olamaz...”

Milliyetçilik yutturmacası Alman faşizmi!

Remarque çok sevilmesini gereken bir yazardır! Savaşa karşı sadece kalemiyle ömrü boyunca savaştığı, militarizmin her biçimini eleştirdiği, şu ya da bu çıkarcılar adına kimi politikacıların sinsi planlarla insanların insanları boğazlamasını bütün yürekliliğiyle yerdiği için. Çünkü insanlar arasında gerçekten barış, savaşların her çeşidinin kötülenmesi, savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir. Remarque, sorumluluğunu bilen namuslu bir yazar olarak bunu kırk yılı aşkın bir süre yaptı. Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarları arasında Erich Maria Remarque'ın ayrı bir yeri vardır. Yazar romanlarında savaşı gerçek yüzüyle anlatır. Yalın, süslemesiz bir anlatımla. Okul sıralarından koparılıp cepheye, korkunç ölümlere itilmiş gencecik insanlar, ilk anların sersemliğinden kısa sürede kurtulunca, acı gerçekleri görürler. Yurt sevgisi, milliyetçilik sözlerinin abartmasıyla kısa sürede toparlanırlar, nasıl da aldatılmış olduklarını kavrarlar. Cepheden canını kurtarmış genç askerlerin savaş sonrası durumları daha da acıdır.

1970 yılının Eylül ayında İsviçre'de bir hastanede öldüğünde yetmiş iki yaşındaydı. Arkasında on bir roman, bir tiyatro oyunu ve 20. yüzyıl Alman edebiyatında hiçbir yazarın ulaşamadığı büyük bir ün bırakarak... Eserleriyle kanlı savaşlardan geçinen çirkin politikacılara seslenir, militaristlerin gerçek yüzünü ve barışın kutsallığını insanlar kavrasın, barış dolu bir dünya gerçekleşsin ister. Milliyetçilik yutturmacasıyla maskelenmiş Alman faşizminin içyüzünü Erich Maria Remarque romanlarında bütün çirkinliği ile gözler önüne serer. Savaş sonrası eleştirmenlerinin "Barış Savaşçısı” dediği ünlü yazar tüm eserlerinde militarizmi yerer...

24 Ocak 2021

'Red Kit'i severek okuyorum'

Cumhuriyet, 24 Ocak 2021

STUTTGART – Ahmet Arpad

Rahmetli Turgut Özal'la tek ortak noktamız, ikimizin de 'Red Kit' hayranı olması... 2 Ekim 1981 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi birinci sayfadan bildiriyor: "Turgut Özal 'Red Kit'i severek okuyorum' diyor". O günlerin Başbakan Yardımcısı Özal katıldığı Washington' Dünya Bankası – IMF toplantısında ünlü "Euromoney" dergisinin: "Okumaya zaman buluyor musunuz?" sorusuna şöyle yanıt vermiş: "Eskiden zaman bulurdum, şimdi severek tek okuduğum Red Kit'tir."

Kitaplığımdaki ilk Red Kit, 4. cildin 1974 Almanya baskısı. 'Gölgesinden hızlı silah çeken yalnız kovboy'un 99. sayısı geçen ay piyasaya çıktı. "Pamuk Tarlasında Meşaleler”. Konusu yine çok ilginç: Hayranı bir dul kadın Güney Louisiana'da Red Kit'e uçsuz bucaksız pamuk tarlalarını bağışlyor. Beklemediği bir anda böylesine dev bir arazinin sahibi olan şirin kovboy kısa süre sonra sorunlarla karşılaşıyor. Çevresindeki büyük arazi sahipleri çalışanlarını terörize etmeye başlıyor. Red Kit'in tek amacı ise ona kalan büyük mirası yörede yaşayan, bir zamanların kölesi, siyah çiftçiler arasında bölüştürmek. Yörenin güçlülerine karşı verdiği savaşta beklemediği insanlardan destek alıyor. Bunlar, düşmanları Dalton kardeşler!.Vahşi batının kahramanı Red Kit Louisiana'nın bataklık arazilerinde başlattığı zorlu savaşta Missisippi yöresinin ilk siyahi mareşalı olan, çok iyi silah kullanan Bass Reeves'i de yanına almayı başarıyor. Red Kit'in son sayısı 'Pamuk Tarlasında Meşaleler'de sevimli kahramanımız yine Amerika tarihindeki gerçek ve heyecan verici bir olayın içinde at koşturuyor!

Vahşi Batı'nın en yalnız kovboyu

Red Kit (Özgün adı: Lucky Luke), Belçikalı karikatürist Morris (1923-2001) tarafından çizilen dünyaca ünlü bir çizgi roman. .. Vahşi Batı'nın en yalnız kovboyu Red Kit ona sadık beyaz atı Düldül (Jolly Jumper) ve sevimli hapishane köpeği Rin Tin Tin (Rantanplan) ile beraber suçluların amansız düşmanıdır. Vahşi Batı'nın en zeki atı olarak tanımlanan Düldül yeteneklidir, ip cambazlığı yapar, satranç oynar, arada sırada güldüren yorumları vardır. Rin Tin Tin 1960'dan bu yana görevdedir, yaşama olumlu bakar, az akıllıdır, çok iyimserdir, mutludur. Hep söylenenin tersini yapar, Düldül'le arası pek iyi değildir, dostla düşmanı, övgüyle azarı birbirine karıştırır, gitmesi gereken yönün tersine iz sürer.

1946'dan günümüze gölgesinden hızlı silah çeken Red Kit'in karşıtları değişik Kızılderili kavimleri, ayaklanan süvariler, birbirlerine düşman gruplar, boş arazileri ele geçirmiş kavgacı göçmen grupları, hep öfkeli Mississippi kaptanlarıyla aptal ve küstah banka soyguncusu Dalton Kardeşler! Red Kit serüvenlerinin çoğunu Teksas'ta yaşar, fakat doğrunun ve dürüstlüğün peşinde başka yörelere de gider, hatta Meksika veya Kanada'ya da uzanması gerekir. Red Kit her serüvenin sonunda, yaşamından memnun, sadık atı Düldül'ün üzerinde, dudaklarında ünlü şarkısı "I'm a poor lonesome cowboy and a long way from home" batmakta olan güneşe doğru ilerler...

Dalton Kardeşler Joe, William, Jack ve Averel birçok macerada karşımıza çıkar. Kalamiti Jane, Billy Kid, yargıç Roy Bean, Jesse James, Akbaba, posta arabası sürücüsü Hank da diğer unutulmaz karakterlerdir. Morris'in ölümünün ardından Red Kit'in serüvenlerini 2001'den sonra da Fransız karikatürist Achdé üstlendi. Türk okuru Red Kit'i ilk kez 1956 yılında Turhan Selçuk'un çıkarttığı Dolmuş adlı mizah dergisinden tanımıştı. Acaba Turgut Özal'dan sonra gelen üst düzey poltikacılarımız hiç Red Kit okudu mu? Ben hep okuyorum. 1974'den bu yana çıkanların tümü kitaplığımdaki kalın ciltlerde. Goethe, Kafka, Zweig, Hesse, Böll ile yanyana duruyorlar.

mail@ahmet-arpad.de

21 Ocak 2021

Yahudi mezarlıklarında tarih

Toplum Gazetesi/Frankfurt, 21 Ocak 2021

AHMET ARPAD

Gösterişsiz bir mezar taşı. Üzerinde yazanlar okunamıyor. İbranice. Az ötede taşları süslü olanlar var. Çiçeklerle, yapraklarla, değişik motiflerle bezenmişler. Dreyfuss ve Levi... Bir alt sıradakilerde süslemeler artıyor. Yazıların sağında solunda dua eden eller; kabartma kartallar... Bir başkasında Levi kabilesinin insanlarının yeğlediği ibrik motifi. Mezar taşları gittikçe büyüyor. Rothschild ve Landauer... Süsler artıyor. Taşlardan birini nedense sünnet bıçakları süslüyor. Bu mezarlığa ilk gömü 1802 yılında yapılmış, son gömü de 1943'te. Stuttgart'ın güneyinde, Konstanz Gölü'ne uzanan yol üzerinde eski bir yerleşim merkezi olan Buttenhausen'de 18. yüzyıldan başlayarak Hıristiyanlarla Yahudiler, Hitler denen o diktatör Führer gelip de toplumun üzerine çöreklenene kadar barış içinde, ortak bir yaşam sürdürmüş.

Şirin ovanın iki yamacına kurulu mahallelerinde yaşayıp durmuşlar. Bir yamaçta kilise, diğer yamaçta sinagog. Yahudiler ticaretle uğraşırken, Almanlar toprağı işlemişler. Sonra yirminci yüzyılın ülkeye getirdiği sanayileşme Yahudi gençlerini yavaş yavaş büyük kentlere göçe zorlamış. Köy yaşlılara kalmış.Buttenhausen Mezarlığı'na 1943 yılından sonra hiç kimse gömülmemiş. Oralı Yahudilerin ölümleri başka topraklarda olmuş!

Savaşın ardından yöreye yerleşen Walter Otto, Buttenhausen ve insanlarının geçmişini kendine görev edinir. O olmasaydı günümüzde yörenin iki yüz yıllık Yahudi tarihi çoktan unutulur giderdi. Boş zamanlarında inatla araştırır, yıllarını bu göreve harcar. Büyük bir emek sonucu, bir zamanlar burada yaşamış insanların nerelere göç etmiş olduğunu bulur, okyanus ötesindeki çocuklarına, torunlarına ve onların çocuklarına ulaşır. Sonra kendini mezarlığın restorasyonuna verir. Devlet desteğinin yanı sıra bağışlarla 399 taş elden geçer. Heidelberg Üniversitesi'yle Stuttgart'taki politik eğitim merkezini de arkasına alarak Buttenhausen Yahudilerinin yaşamını anlatan küçük bir müze oluşturur. Politik eğitim merkezinden bölüm şefi, eski tanış Sibylle Thelen'in anlattığına göre Baden-Württemberg eyaletinde Naziler öncesinde 30 bin Yahudi yaşarken, günümüzde, savaşın bitiminden 75 yıl geçmesine karşın, sayıları ancak 10 bin civarında.

Eyalet hükümeti Yahudi cemaati ile imzaladığı bir sözleşmeyle toplam 143 tarihi mezarlığın bakımını üstlenmiş! Tarihi kayın ağaçlarının gölgesinde uzanan Buttenhausen Mezarlığı'nı geride bırakıp yamaçları karla kaplı Lauter Ovası'nda güneye doğru ilerliyoruz. Tarihi manastırıyla ünlü Zwiefalten'e dek Lauter Çayı bize eşlik ediyor. Buradan gaza basan isterse bir saatte güneye, Konstanz Gölü kıyısındaki şirin Lindau'ya varır, isterse yeşil tepeleri, yamaçları aşarak kuzeye, Stuttgart'a döner.

Çamurdan Golem yaratan haham

Almanya'nın komşu ülkelerinde de ilginç Yahudi mezarlıkları var. Bunlardan biri de Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı. Franz Kafka burada yatıyor. Az ötede eski, yeni sinagoglar ve altı yüz yıllık bir Yahudi mezarlığı daha. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Moldau Nehri'nin çamurundan bir golem yarattığı iddia edilen haham Löw de burada yatıyor. Yarattıktan sonra çıldırdığı için yine yok etmek zorunda kaldığı golemin parçalarının eski-yeni sinagogun temellerine karıştırılmış olduğu anlatılıyor.

Avrupa'nın en büyük mezarlığı Viyana'daki 240 bin metrekare alana yayılan Merkez Mezarlığı'dır. Burada sayısız ünlünün yattığı 330 bin mezarın olduğu söyleniyor. Bir köşesi de 1871-1942 arası gömü yapılan Yahudi Mezarlığı. Tarihi ağaçlar, sarmaşıkların sarıp sarmaladığı, bir çoğu yan yatmış, yaşlı mı, üzerlerindeki yazılar zor okunan mezar taşları ve aralarında gezinen, size ürkek ürkek bakan, bakışlarıyla 'senin burada ne işin var' diye soran karacalar... Viyana'nın ünlü Yahudileri burada gömülü. Son 20 yılda önemli bir restore geçiren mezarlar arasında Arthur Schnitzler ailesinin ve Stefan Zweig'ın annesiyle babası ve başka aile fertlerinin gömülü olduğu mezarlar da var. Osmanlı'da yaşayan Yahudiler iki imparatorluk arasında imzalanan bir anlaşmayla 1736'dan sonra Viyana'ya yerleşmişti. Yahudi mezarlığının arka bölümü onlara ayrılmış.

Yüz on altı bin mezarın bulunduğu Berlin Weissensee Mezarlığı da Avrupa'nın büyük mezarlıklarından. Buraya 1880'den günümüze sadece Yahudiler gömülüyor. Dev ağaçlar altındaki yollarda ilerlerken insan kendini değişik bir dünyada hissediyor. Mezarlar çok değerli mermer taşlarından veya granitten yapılmış, döküm parmaklıklar gümüş ve altın renginde. Kimi parmaklığın ardında altın boyalı yüksek şamdanlar görülüyor. Mermerlerdeki sevecen yazıtlar orada yatanları saygıyla anıyor. Taşlara itinayla işlenmiş defne ve yeşil sarmaşık motifleri de o kişiyi onurlandırıyor, ona duyulan dostluk duygularını simgeliyor. Soykırımdan önce Berlin'de 170 bin Yahudi yaşarken, Üçüncü Rayh'ın sonu geldiğinde sayıları bin beş yüze düşmüş! Tüm Almanya'da çoğu hâlâ restoreyi bekleyen yaklaşık 1700 Yahudi Mezarlığı var.

15 Ocak 2021

Ku Klux Klan gizli örgütü

TOPLUM Gazetesi, 15 Ocak 2021

AHMET ARPAD

ABD tarihinin "kara lekesi", insanlık tarihinin gördüğü en gaddar nefret gruplarından biri kabul edilen Ku Klux Klan (KKK) bir sosyal kulüp olarak 1866 yılında Tennessee'de kuruldu. Sembolü yanan haç olan ırkçı, yabancı düşmanı, antisemitik bu örgüt 20. yüzyılda Avrupa'ya da sıçradı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın ardından güçlenen Ku Klux Klan European White Knights of the Burning Cross'un çatısı altında günümüzde Almanya, İsviçre, Avusturya, İsveç, Fransa, İngiltere ve İtalya'da etkin.

Resmi olmayan açıklamalara göre ABD'de yaklaşık 10 bin insan Ku Klux Klan'a üye, yurtdışı bağlantıları çoğunlukla değişik ülkelerdeki sağcı kuruluşlarla. Örgütün Avrupa'daki 'şubeler'i Almanya konumlu European White Knights of the Burning Cross'a bağlı. Çoğunlukla Facebook üzerinden yandaşlarına ulaşan, örgütün reklamını yapan Ku Klux Klan üyeleri Cermen anavatanlarına, Nazi dönemindeki Alman ordusuna övgüler, günümüz düzenine nefret yağdırıyorlar. Avrupa Ku Klux Klan örgütleri kendilerini nasyonal sosyalist ülküye yakın görüyor. Hitler resimleriyle "Gamalı Haç"lar internet sayfalarından hiç eksik olmuyor. 2000'li yılların başında Almanya'da sekizi Türk olmak üzere 10 yabancıyı öldüren ve yıllarca ortaya çıkarılamayan (!) NSU Neo-Nazi örgütü tarafından Stuttgart yakınlarındaki Heilbronn'da öldürülen kadın polis Michèle Kiesewetter'in iki meslekdaşının yöredeki Ku Klux Klan'a üye olduğu ve 'gece törenleri'ne katıldığı soruşturmalar sırasında ortaya çıkarıldı.

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) Örgütü'nün Almanya'nın değişik yörelerindeki Ku Klux Klan gruplarıyla bağlantı içinde oldukları da bu soruşturmalarda kanıtlandı.NSU terör örgütünün yargılandığı Münih davasında bilindiği gibi beklenen sonuç alınamadı. Örgütle ilişkili olduğu düşünülen kişilere konuşma yasağı getirildi, dosyaların bazıları hiç ortaya çıkmadı. Kalan dosyalar da 120 yıl gizli, herkese kapalı. Davanın ardından birçok önemli soruya yanıt alınamadı: Böhnhardt-Mundlos-Zschäpe üçlüsüne destek veren ağ ne kadar genişti? İstihbarat servisi neler biliyordu, neonazilerin entrikalarına karışmış mıydı? 2000-2006 arasında işlenen dokuz cinayet niçin engellenemedi? Alman gizli istihbarat teşkilatının bunda bir rolü oldu mu? Müdahil avukatı Mehmet Daimagüler: "Sonunda beş teröriste dava açıldı, fakat hepsi bu kadar", diyor. "Kurumsal ırkçılık sorununu araştırmadılar. Savcılık tam dört buçuk yıl süren bu dev davada müdahil avukatların araştırmalarının ve iddialarının üstünü sürekli kapattı. Bence bu siyasi bir sorun."

Sivri kukuletalılar örgütü

Daha 2018 yılına kadar Alman İçişler Bakanlığı ülkede Ku Klux Klan ideolojinde kurulmuş dört örgütten yola çıkıyordu. Bir ihbar üzerine Stuttgart yakınlarında tutuklanan "ünlü" bir sağcının smartphone'nunda inanılmaz bilgilere ulaşıldı. Hemen ardından Almanya'nın sekiz eyaletinde "National Socialist Knights of the Ku-Klux-Klan Germany"nin şubelerine aynı anda polis baskıları düzenlendi, yüzün üzerinde – tabancadan kılıça – değişik silaha el konuldu, yaşları 17 ile 60 arasında kırk kişi, tümü de erkek, geçiçi olarak tutuklandı.

Bu baskınların nedeni şiddet yanlısı, yabancı düşmanı örgüt üyelerinin Almanya'da eyleme geçeceğinden korkulmasıydı. Ku Klux Klan üyelerinin aralarında yaptıkları gizli törenler geceleri oluyor, katılımcılar kendilerini uzun beyaz cübbelere ve beyaz sivri kukuletalara gizliyorlar. Bütün gruplarda üyelerin mutlaka uyması gereken bazı kurallar var. Bunlardan biri, ağızlarından sır kaçırmamak için özel yaşamlarında az içki kullanacaklar. Diğeri de, hep cesur ve mücadeleye hazır olabilmek için düzenli ve sağlıklı bir yaşam sürdürecekler! Neonazi ideolojiye yakın olduğu bilinen Almanya Ku Klax Klan'ın websitesinde şu sözler dikkati çekiyor: "Almanya örgütümüz Kuzey-Cermen kültürü ile Ku Klux Klan'ın dünya görüşünü bir araya getirmekte olup günümüzün kültürüne ve insanlarımızın gereksinimlerine uyuşum göstermektedir."

Ku Klux Klan Cermen Şövalyeler Tarikatı'nın açıklamasına göre, örgüt Cermen kökenli Alman Hıristiyanları'nın toplum ve kültür değerlerini koruyor ve teşvik ediyor. "…Bu değerlerimizi teşvik etmekle atalarımızın mirasına saygı gösteriyor, onu hep canlı tutuyoruz.."

11 Ocak 2021

Hollywood'u kuran adam

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 11 Ocak 2021

AHMET ARPAD

Carl Laemmle 1884 yılında Laupheim'daki babaevini terk ettiğinde on yedi yaşındaydı. Ufak tefek, bakışları cin gibi delikanlı yürekliydi. Tek amacı okyanus ötesine gitmek, orada başarıya ulaşmaktı. Genç Carl, doğup büyüdüğü kasabayı terk ederken tek başına değildi. Arkadaşı Leopold Hirschgeld de Hamburg'da 1858 yapımı "Neckar" göçmenler gemisine binenler arasındaydı. İki delikanlının ortak arkadaşları İsidor Nathan Landauer de bir yıl önce Amerika'ya ayak basmıştı. Laupheimlı 'üçlüyü' bir yıl sonra Samuel Moritz Einstein takip etmişti. Dördü de yeni kıtadaki ilk yıllarını bulaşık yıkamakla, ayak işlerine koşmakla geçirmişlerdi!

Stuttgart'a bir saat uzaktaki Laupheim o yıllarda Hıristiyanlar'la Yahudiler'in 1730'dan bu yana huzur içinde ortak yaşam sürdürdüğü bir kasabaydı. Yahudiler iş sektöründe ve politikadaki girişimleriyle Laupheim'ın toplum yaşamında hep önemli rol oynamıştı. Endüstrileşmenin ilk adımlarının atıldığı 20. yüzyıl başında yeni dünyada şanslarını arayan yüzbinlerden dördü olan Laupheimlı hırslı ve çalışkan delikanlılar ceplerinde beş kuruşsuz yerleştikleri Amerika'da değişik dallarda başarıya ulaşmasını başarmıştır.

Hırslı, yenilikçi, girişimci
Bir süre New York'ta her işi yapan Laemmle'nin ikinci durağı Şikago'dur, ancak orada da çok kalmaz, Alman göçmenlerin çoğunlukta olduğu Oshkosh'a geçer ve bir tekstil fabrikasında iş bulur. Hırslı genç adam yenilikçi girişimleriyle birkaç yıl içinde fabrikanın müdürlüğüne yükselmeyi başarır. Carl Laemmle, Amerika'da nasıl modern bir iş adamı olunacağını ve başarıda doruğa çıkabilmek için reklamın önemli olduğunu çabuk kavrar. Aradan çok geçmeden de o güne dek kazandığı tüm servetini Şikago'da bir sinemaya yatırır, 1906'da bir film dağıtım şirketi kurar. 1908 yılına gelindiğinde bu şirket Amerika'nın en büyüğü olur. Carl Laemmle o yıllarda, 50 sinema salonuna da sahiptir.  Ufak tefek, kurnaz, cin gibi Laemmle 1910'da kurduğu Independent Motion Picture'la film yapımcılığında en büyük adımı atar. 1912 yılında bazı küçük filmcileri de şirketine katar ve böylece Universal Motion Picture Manufacturing Company (bugünkü Universal Studios) ortaya çıkar!

Meraklı, gözüpek, hoşgörülü
Carl Laemmle Amerikalılar'ın 'bulaşıkçılıktan milyonerliğe' düşünü gerçekleştirmiştir. Dev Universal Studios'un kuruluşu aynı zamanda Hollywood'un da başlangıcıdır. 'Dracula', 'Phantom the opera', 'The Mummy' ve 'Frankenstein' klasikleri onun başarısıdır. Laemmle sadece 'Tom Amcanın Kulübesi'ni yapmaz, yeni ünlenmeye başlayan savaş karşıtı Alman yazar Erich Maria Remaque'ın ilk romanı 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'u da (Türkçesi: Burhan Arpad) beyazperdeye uyarlar. 1930 yılında iki Oscar ödülü alan film o günlerde Almanya'da güç kazanmakta olan Nazileri öfkelendirir. Laupheimlı ("Küstah Yahudi sinemacı") Laemmle'nin ödüllü filmi, Almanya'da yasaklanır, Remarque'ın romanı ateşlerde yanar.

Meraklı, maceracı, araştırmacı, ileri görüşlü, hoşgörülü, güçten ve sorumluluk yüklenmekten kaçınmayan biri olması Almanyalı bu Yahudi'nin başarıya ulaşmasının baş nedenleriydi. Zenginliğini başkalarıyla paylaşmayı da severdi. Birinci Dünya Savaşı'nda fakirleşen Laupheim'ın insanlarına çok destek vermişti.

1930'lı yılların başında Almanya'da Nasyonal Sosyalistler'in güçlenmeye başlaması üzerine, ülkedeki tanışlarının dikkatini onları bekleyen büyük tehlikeye çeker. Carl Laemmle, Ocak 1933'de Naziler'in Almanya‘da yönetimi ele geçirmesinin ardından Laupheimlı üç yüz Yahudi'nin Amerika'ya kaçmasını doğrudan destekler.

7 Ocak 2021

Donald Trump, kabadayı başkan

Toplum Gazetesi, 7 Ocak 2021


6 Ocak 2021 günü Amerika Birleşik Devletleri‘nin başkenti Washington D.C.‘de Donald Trump'a destek gösterisi düzenleyen bir grup protestocu, polis barikatını aşarak Kongre binasına girdi. Bu, darbe girişimini anımsatan bir saldırıydı. Bu saldırıda dört kişi yaşamını yitirdi.

Amerika, her önüne gelenin istediği silahı kolayca alıp sokağa çıkabildiği bir ülkedir. 15 Aralık 1791 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'na konan bir ek maddeyle ülke vatandaşlarına silah bulundurma ve taşıma özgürlüğü tanınmıştı. Bu madde günümüzde hâlâ geçerli! Hiçbir Başkan ona dokunamıyor. Okyanus ötesi ülkede her 100 kişiden 88.8'inde silah var. 100 kişi 120 silaha sahip! 328 milyon nüfuslu ABD'de insanlar 393 milyon değişik silahı taşıyor. Dünyada sivillerin sahip olduğu silahların yüzde 42'si Amerikalıların elinde. Nisan 2019'da ABD'nin en büyük silah lobisi olan National Rifle Association of America (NRA) yıllık toplantısında ateşli bir konuşma yapan Donald Trump, katılımcılara bireysel silahlanma özgürlüğü için hep mücadele edeceği sözü vermişti. Başkan'a göre günümüzde vatandaşlarının bu özgürlüğü bir kuşatma altındaydı! Amerika Birleşik Devletleri'nde 2019 yılının ilk yedi ayında gerçekleşen 32 silahlı saldırıda üç yüzün üzerinde insan öldürüldü.

Oslo'daki Peace Research Institute'un uluslararası silah ticareti uzmanı Nicholas Marsh'ın araştırmasına dayanarak yaptığı açıklamaya göre, 2010 ile 2016 arasında Avrupalı silah şirketleri ABD silah pazarına yaptıkları satışlarını ikiye katlamış! Çok ölülü saldırılarda kullanılmış olan silahları Amerikalılara satan çoğunlukla Alman, İsviçre, Fransız, Avusturya ve İtalyan şirketleri! İsrail'li gazeteci Shir Hever'le Alman gazeteci Wolfgang Landgraeber'in ("Öldürerek Yaşamak" kitabının yazarı) Şubat 2019'da açıkladığına göre, İsrail de otuz yıldır dünya silah pazarında çok başarılı ve şu sıralar ilk ona girmeyi başarmış!

Gelişme korkutucu…

Bu yazıyı kaleme alırken aklıma geldi: Stuttgart'taki Baden-Württemberg Eyaleti İçişleri Bakanlığı'nın, New York'ta 14 Ağustos'ta yaşanan, yedi insanın öldüğü, ellinin üzerinde insanın da yaralandığı dehşet verici silahlı saldırıların ardından yaptığı bir açıklamaya göre, 2014 yılında eyalette, kendini ani bir saldırıya karşı korumak isteyen 40 bin insan ürkütücü silah ruhsatı için müracaat ederken, bu sayı 2019 yılının ilk altı ayında 85 bine çıkmış! Korkutucu bir gelişme. Artık Almanya'da da insanlar devletin onu koruyacağına inanmıyor gibi. Stuttgart'taki Eyalet Polis Sendikası Başkanı" Oliver Malchow, bunun çok tehlikeli olduğunu söylüyor. Son yıllarda tüm Almanya'da gittikçe daha çok aşırı sağcının da, küçük çapta silahlara ilgi duyduğu biliniyor. Solcu Parti milletvekillerinden Ulla Jepke aşırı sağcı, yabancı düşmanı Almanya için Alternatif Partisi'nin günümüzde insanlarda korku yaratmayı başardığı kanısında.Yeşiller Partisi iç güvenlik sözcüsü İrene Mihalic de benzeri görüşte: "Özel kişilerin gittikçe daha çok silahlanması güvenliği değil, uyuşmazlıkların kaba kuvvete dönüşmesi riskini arttırır."

Freiburglu öğretmen Jürgen Graesslin yıllar önce çevresine topladığı ‘savaş karşıtlarıyla yaşama geçirdiği "Silah ticaretini durdurun" kampanyası kapsamında Almanya'nın büyük silah yapımcısı Heckler & Koch'la savaşıyor. Stuttgart'ın güneyindeki Oberndorf kasabası ve çevresinin en büyük işvereni olan kuruluşun son yıllarda, Meksika'ya – bir bölümü izinsiz –toplam değeri 25 milyon Avro olan 10 bin adet G36 modeli tüfek ihraç ettiği ve bunlardan çoğunun ülkenin huzursuz bölgelerinde kullanıldığını Graesslein ortaya çıkarmıştı.
Eylül 2014'de Meksika mafyasının kaçırdığı 48 üniversite öğrencisi de, Heckler & Koch'un ‘kaçak' tüfekleriyle öldürülmüştü. Öğretmen Graesslin'in açtığı dava geçen şubat ayında sonuçlandı, Stuttgart Asliye Mahkemesi silah yapımcısına 3,7 milyon Avro para cezası verdi, ancak karar temyiz edildi, Federal Mahkeme bu kararı 11 Şubat'ta yeniden görüşecek.

6 Ocak'ta Washington'da Kongre binasına yapılan saldırı, dünyamızı yöneten üç büyük ülkeden biri olduğu bilinen ABD'deki gelişmelerin çok göz korkutucu olduğunu kanıtladı. Donald Trump'un son dört yılda ülkesini nasıl baskıcı, kabadayı havasında yönettiğini anımsarsak bu olaya şaşırmamak ve ülkede silah sevdalıların daha çok saldırgan Cumhuriyetçiler arasından çıkmasını da olağan (!) karşılamak gerekiyor.

3 Kasım seçimlerinin ardından düzenlenen Trump yanlısı nümayişlere yüzlerce silahlı grup katılmıştı. „Anti-Defamation League"den uzman Mark Pitcavage'ın açıklamalarına göre, bu saldırgan Neofaşist gruplara yüz bine yakın silahlı Trump hayranı üye! Bu gruplar sokaklara döküldüklerinde üzerlerinde korkutucu üniformalar taşıyorlar. Sanki savaşa gidiyorlar. Onların dünyası ‘saldırganlık' üzerine kurulmuş! Zor duruma düştüklerinde polise güvenmiyorlar, kendi kendilerini koruyorlar. Geçmişteki Amerikan hükümetlerine terörle mücadele danışmanılığı yapmış olan siyasal bilimci Seth G. Jones: "Modern Amerika tarihinde bir seçimin ardından ilk kez politik bir kaba güç yaşanıyor!" diyor.

İnsanlarına bireysel silahlanma özgürlüğünü açık açık tanımış olan Donald Trump'un toplumda temizlenmesi zor lekeler bırakmış olduğu önümüzdeki ay ve yıllarda kendini daha çok belli edecek gibi...