13 Şubat 2006

'Çok sev sen Ayşe'ni!..'

Cumhuriyet 13.02.2006

Otuz operet ve yüzlerce şarkı besteleyen Muhlis Sabahattin'in bugün 59. ölüm yıldönümü
Ve... ''Arkamda izler bırakmadan göçüp gitmek istemiyorum'' diyen Muhlis Sabahattin, gittikçe unutuldu; sahnelerden, orkestralardan, filmlerden, plaklardan silindi. Otuz operetine, yüzlerce şarkısına karşın... Muammer ile Hazım'ın okuduğu kıvrak Karadeniz şarkısı: ''Aldatursa karum beni, ben ona bir iş ederum''u bile unutulduktan sonra!
 
BURHAN ARPAD *
 
Spiker: '' Muhlis Sabahattin 'in eserlerinden şarkılar dinleyeceksiniz'' dedi ve yaşlı bir erkek sesi duyuldu:
 
''Üç yıl beni sevdanın ipek saçları sardı
Hummalı başım göğsün üstünde yanardı''
 
''Harbi Umumî'' İstanbul'unda, her yerde bu şarkı vardı. Yalılarda, köşklerde, konaklarda, kafesli ve cumbalı evlerde mırıldanarak, içten içe, yüksek sesle, kalın kalın, yanık yanık, incecik seslerle, titreyen seslerle hep bu şarkı duyulurdu. Anlamını kavramadığım bu şarkıyı ben de söylemiştim: Bir Boğaz köyünde, eski bir köşkün bahçesinde... Altı yaşımda.
 
Radyoyu kapadım. Bir tuhaf olmuştum. Muhlis Sabahattin unutulmuş, eski bir şarkı olmuştu. Unutulmak istemezdi.
 
İkinci Dünya Savaşı'nın başlarındaydı. İstiklal Caddesi'nde şimdi hiçbiri kalmamış olan kıraathanelerden ''Ege'' de, karşılıklı oturmaktaydık. Gümbürtülü sesiyle, anlatmış, anlattıkça coşmuş, heyecanlanmış, monoklunu birçok defa düzeltmişti.
 
'Dünyada izler bırakmak istiyorum!'
 
Sultan Aziz 'in başmabeyincisi Hurşit Bey'in son erkek çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Hurşit Bey, şark musikisiyle ilgili, çeşitli aletler çalan bir kişiydi; konağında her gece saz âlemleri yapılırdı. Küçük Muhlis'in bu toplantıları gizlice izlediğini sezen yaşlı babanın şu sözlerini, yine ''Ege'' de dinlemiştim:
 
- Sinesâf, sana esefle bir şey söyleyeceğim. Öyle seziyorum ki, bu oğlan muzikacıdan başka bir şey olmayacak. Ömrüm vefa ederse, Muhlis'i 12 yaşında Moskova Konservatuvarı'na göndereceğim; konservatuvarı ikmal etsin ve ''Memâlik-i Osmâniye'' ye bir daha avdet etmemek üzere ''diyâr-ı firenk'' te muzikacı olarak kalsın!
 
''Dünyada izler bırakmak istiyorum!'' diyen Muhlis Sabahattin, 1947 Şubat'ının 13. günü al bayrağa sarılı olarak, İstiklal Caddesi'nde, Taksim'e doğru eller üstünde taşındı ve beyaz yaldızlı, kara boyalı otomobille son durağa götürüldü, bir çukura bırakıldı, üzeri bir toprak kümesiyle iyice örtüldü.
O gün İstanbul'da gökyüzü masmaviydi. Güneş ısıtıyordu. İstiklal Caddesi, baharı, güneşi, bulutsuz gökyüzünü özlemiş insanlarla doluydu. Fakat yüzler sevinçli değil, yaslıydı. Yaşlılar, orta yaşlılar, hatta gençler ağlıyordu. Caminin karşısındaki balkonda siyahlı bir kadın hıçkırıyordu. Turnelerden dönüşte nargilesini fokurdattığı Ege Kıraathanesi kapalıydı, şehir bandosu, ağır ağır, derinden derine çalıyordu:
 
''Gel sev sen okşa beni
Çok sev sen Ayşe'ni!..''
 
Muhlis Sabahattin'in sevdiği ''Ayşe'nin Duası'', son yolculuğunda yas marşı olmuştu.
Sürgünlerde başlayan, politika çekişmeleriyle sürüp giden, sonu gelmeyen Anadolu turnelerinde geçen yorucu, çetinlerin çetini, yıpratıcı bir ömür, Tepebaşı'nın ucuz bir otel odasında tükenivermişti. Elli yedisinde.
 
Ve... ''Arkamda izler bırakmadan göçüp gitmek istemiyorum'' diyen Muhlis Sabahattin, gittikçe unutuldu; sahnelerden, orkestralardan, filmlerden, plaklardan silindi. Otuz operetine, yüzlerce şarkısına karşın... Muammer ile Hazım 'ın okuduğu kıvrak Karadeniz şarkısı: ''Aldatursa karum beni, ben ona bir iş ederum'' u bile unutulduktan sonra!
 
Gösterişli vücut yapısı, gümbürtülü sesi, aşırı el ve kol hareketleri, ikide bir düşen monokluyla unutulmaması gereken bir kişiydi. Millet Tiyatrosu'nda 1922 yılında geçen bir olayda bulunanlar, onu kolay kolay unutamaz. Bugün gibi gözümün önünde:
 
Millet Tiyatrosu'nda gündüz oyunu ''yalnız hanımefendilere mahsus''tu. Tiyatro dolmuş, programda gösterilen saat çoktan geçmişti. Perde hâlâ açılmıyordu. Muhlis Sabahattin, piyanosunun önünden sahneye fırlamıştı; çok heyecanlıydı; ''Hanımefendilerden özür dileriz'' diye başlamış, olup bitenleri anlatmıştı:
 
''Anlaşmamız hilafına tiyatro idaresiyle bir ihtilaf zuhur etti. Verilen sözü tutmadılar. Bu vaziyet karşısında size Çâresâz 'ı tek başıma temsil edeceğim. Arzu edenler kalabilir!''
 
Salonda müthiş bir alkış yükseldi
 
Sinir içindeydi. İkide bir düşen monoklunu gözüne yerleştirmeye çalışıyordu. Salondan müthiş bir alkış yükseldi. Yüzü ışıdı, sevinçle piyanoya koştu ve Çâresâz 'ı çalmaya başladı. Üç perdelik opereti, baştan sona çaldı, çaldı, çaldı; çalmakla kalmıyor, bütün vücudu, yüzü, kollarıyla ''temsil'' ediyordu:

''Aman Çâresâz, gel etme naz, tahammülüm az,
Hiç sönmesin ateşin, beni daim sevesin.
......
Gün gece demeyüp ağlıyorum,
Ateşinle hep yanıyorum.''
......
 
1890'da doğdu.
1917'de ilk opereti Çâresâz 'ı besteledi.
1942'de son eseri Çingene Aşkı revüsünü yazdı.
1947'de şehir bandosu, ''Ayşe'nin Duası'' nı, son yolculuğun yas marşı diye çaldı.
1964'te, Zincirlikuyu'daki anıt özentisi süslü taş yığınları arasında adını saatler saati aradım, 1947 Şubatı'nın 13. günü parlak demeçler, yaslı yüzlerle arkada bıraktığımız toprak yığınını bile bulamadım.
Zincirlikuyu'daki anıt özentisi mermer yığınları buz gibi, çakıllı yollar ıslak ıslaktı.
 
* Bu yazı Burhan Arpad'ın 'Perde Arkası' (Doğan Kitap) kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder