3 Ocak 2021

Biz postacıyı severiz

CUMHURİYET, 03 Ocak 2021

Postacıyı her insan sever. Çoğumuz yolunu gözler, getireceği mektupları bekleriz. Postacı gelir, kapımızı çalar. Kar kış, yağmur çamur demez, evimizin yolunu bulur. Biz postacıyı severiz, kötü haber getirmediği sürece..!


Almanya'da postacılar günbegün 64 milyon mektup ve 3.4 milyon paket dağıtıyor. Noel ve yılbaşı öncesi bu sayılar ikiye katlanıyor. Posta idaresi yılın son dört haftasında on bin elemanı geçici olarak işe almak zorunda kalıyor, dağıtımlar için de sekiz bin araç kiralıyor. Yıllardır bizim caddede görev yapan postacı Rudolf, 2020 yıl sonu itibarıyla emekliye ayrılma kararı almıştı. 62 yaşında, erken emekli olacak.

Yıllarca her sabah ağır yükünü sırtlamış, hızlı adımlarla kapıdan kapıya, kutudan kutuya gitmişti. Son yıllarda ona sarı bir posta el arabası verdiklerinde biraz olsun rahatlamıştı. Ben Rudolf'u hiç yavaş yavaş yürürken görmemiştim. Acelesine karşın arada sırada kısa bir çene çaldığımız oluyordu. Geçenlerde emekliliğinin yaklaştığını söylerken "Herr Arpad, hızlı yürümesem bu iş bitmez" diye konuştu. Ben onu hiç öfkeli görmedim. Çoğu kez gülümseyip: "Bu mesleğin benim için spordan farkı yok" derdi. Haklıydı. Bütün gününü bürosunda bilgisayarın başında geçiren onlarca milyon insan gibi Rudolf'un sağlıklı kalmak için bir ton para verip fitness salonuna gitmesine veya orman yollarında koşu yapmasına hiç gerek yoktu. Çünkü o mesleğinde hiç oturmadı, hep koşuşturdu. Emekliye ayrıldıktan sonra da yıllardır üyesi olduğu doğa yürüyüşçüleri derneğinin etkinliklere katılacak, dağ, tepe, bayır demeden yürüyecek de yürüyecek!

Köpek listesi dağıtılıyor
Biz postacıyı severiz, köpekler ise sevmez. Daha ayak sesini duyar duymaz başlarlar havlamaya. Her gün aynı saatte gelen bu adamı kollar, bahçe kapısında durup yaklaşmasını beklerler. Zavallının işi zordur. Köpeklerin çoğu iyi sözden, okşanmaktan anlamaz. Her gün uğrayan adamı evine yaklaştırmak istemez. Ne de olsa evin ve bahçenin korunması onların sorumluluğundadır! Koyu giyimli, omzunda kocaman çanta, hızlı hızlı yürüyen bu adam köpek için bir "düşman" sayılır. Birkaç yıl önce okumuştum, Almanya'da her yıl üç bine yakın postacı ev köpekleri tarafından ısırılıyormuş. "Ben kuduz ve tetanoz aşısı", oldum diyor Rudolf. "Hem sizin burada az köpek var; onlar da beni yakından tanıyor, karşılaştığımızda konuşuyoruz, çoğu ile aram iyidir." Tehlikeli köpeklerin yaşadığı mahallelerde görev yapan postacılar sprey ve kuru mama taşıyor ceplerinde.

Almanya'nın kimi kentinde posta idareleri elemanlarına listeler dağıtıyor, hangi sokakta, hangi evde köpek var, önceden bilsinler diye! Burada bazı ilginç rakamlara bir göz atmadan olmayacak. 80 milyon insanın yaşadığı Almanya'da 31 milyon ev hayvanı var. Bunlar kediler, köpekler, balıklar, kuşlar, fareler, yılanlar... En çok sevilen ev hayvanı 8 milyonla kediler. Köpekler 6 milyonla ikinci sırada...

İnternet üzerinden sipariş
Postacıların taşıdığı 3.4 milyon paketin çoğu internet üzerinden alışveriş yapanların siparişleri. Geçenlerde açıklanan verilere göre, 2019 yılında 51 milyon Alman internet üzerinden 74 milyar Avro'luk alış veriş yapmış. Yine açıklamalara inanmak gerekirse, Almanya'da 750 milyon ürün internet üzerinden sipariş edilmiş! 2019'da sadece Noel öncesi haftalarda 120 milyon internet ürünü paketle eve gelmiş. Bu branşın en büyüğü, dev Amerikan kuruluşu Amazon Almanya'da 13 bin insana iş veriyor.

Postacımız Rudolf veda ediyor, hızlı adımlarla uzaklaşıyor... Arkasından bakıyorum; ilginç kişiliği olan bir Alman. Hiç öfkelenmiyor, yaşamı olduğu gibi kabulleniyor. Yakında Rudolf yok, bakalım yerine nasıl birisi gelecek? Rudolf o gün bizden sonra yan eve de uğradı. Daha zili çalmadan içerden bir havlama...

2 Ocak 2021

Kadına şiddet toplumun utancı

Toplum Gazetesi, 2 Ocak 2021

Ahmet Arpad

Türkiye 2020 yılını geride bırakmaya hazırlanırken bir günde işlenen dört kadın cinayetiyle sarsıldı. Cumhuriyet Gazetesi bu cinayetleri birinci sayfadan haber yaptı. 31 Aralık'ta sevgili Mustafa Balbay ile duayen yazar Emre Kongar köşelerini bu büyük soruna ayırdılar.

Balbay şöyle yazdı:„Art arda gelen kadın cinayetleri gündemin birinci sırasına oturdu. Bir günde dört kadın cinayeti! Bu, kadın kırımıdır! Bu, iç savaştır! Bu, toplumsal cinnettir! Bu, terördür! İnsan tanım bulmakta zorlanıyor."

Emre Kongar soruna şöyle yaklaştı: „Kadın hakları ve özgürlüğü sorunu bir insanlık, bir uygarlık sorunudur: Türkiye, uygarlaşmaya, demokratikleşmeye, laik ve sosyal hukuk devleti olmaya, kalkınmaya, gelişmeye, bu sorunu çözmeden devam edemez!"

Kadına şiddet Almanya da son yıllarda gittikçe hızlanarak yaşanan bir toplum sorunu. Münih Ludwig Maximilian Üniversitesi'nin 2020'nin son aylarında açıkladığı araştırmaya göre, bu sorun korona salgını nedeniyle insanların evlerine kapanması sonucu son sekiz ayda daha da büyüdü. Aile içi şiddetten sadece kadınlar zarar görmüyor, bu şiddete tanıklık eden çocuklar da doğrudan olumsuz etkileniyor. Suçluluk ve utanma duyguları yük olarak doğrudan omuzlarına biniyor, günbegün şiddeti yaşayan kimi çocuk öldürülme duygusuyla yaşıyor, içine kapanıyor, daha çocuk yaşta çevresine güvenmeyi unutuyor, duygusuzlaşıyor, saldırganlaşıyor.

KADINA ŞİDDET TOPLUMUN UTANCI

Federal Aile Bakanlığı'nın verilerine göre 2018 yılında 34 bin kadın sığınma evlerine kaçmış. Bunlardan yüzde altmışı çocuklarını da yanına almış. Almanya'da 6 bin kapasiteli 400 sığınma evi var. Bunu, aile içi şiddetin giderek arttığı Türkiye ile karşılaştırdığımızda, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'nın verilerine göre, ülkemizde 3 bin 500 kapasiteli 145 kadın sığınma evi olduğunu görüyoruz!

Aile içi şiddet sonucu Almanya'da 2019 yılında 245 kadın yaşamını yitirmiş. Federal Kriminal Dairesi'nin de verileri ürkütücü ve düşündürücü: Aile içi şiddetin mağduru 140 bin kadının 6 bini Türk. Resmi verilere göre, kadına şiddet uygulayan 117 bin erkek tutuklanmış, 7 bini Türk. 2019 yılında yapılan "Almanya'da Kadının Yaşamı, Güvenliği ve Sağlığı" konulu bir anketle, Türkiye'den gelin gelen kadınların yüzde 49'unun aile içi şiddet yaşadığı açıklanmıştı. Kadına şiddet çoğunlukla insanlarımızın getto yaşamı sürdürdüğü Berlin, Köln, Mannheim, Hamburg gibi büyük kentlerde görülüyor.

Bunun temel nedenleri işsizlik, yoksullaşma ve uyum çabalarının başarısız kalmış olması! Stuttgart Belediyesi'ne bağlı "FrauenFanal" adlı kuruluş, aile içinde sorunlar yaşayan, evden kaçan kadınlara rehberlik yapıyor, onları bilgilendiriyor, avukatları hukuki danışmanlık hizmeti veriyor. Sadece onlar değil, aile içinde fiziksel ve ruhsal şiddeti yaşayan çocukları da bu kuruluştan destek alıyor. Kadına yönelik şiddet sadece onun yaşam hakkını tehdit etmiyor, aile birliğini de ağır yaralıyor, topluma ciddi anlamda zararlar veriyor.

Dünya kadınları 1921'den bu yana 8 Mart'ta "Kadınlar Günü"nü kutluyor, yeni girdiğimiz 2021 yılının 8 Mart‘ında kadınların 100. yılını bakalım dünya nasıl kutlayacak? Eminim yine kimi sözler verilecek, verilen sözler yine lafta kalacak, çünkü her zamanki gibi yine rafa kaldırılacak.

21 Aralık 2020

Özgür düşüncenin kaynağı

Toplum Gazetesi, 21 Aralık 2020 

Ahmet ARPAD

Avrupalı kahvenin ne olduğunu bizden öğrendi! Avrupalı, Türklerin getirip Viyana'nın kapısına bıraktığı kahveyi bir süre sonra güzel kahvehanelerde, daha doğrusu kıraathanelerde, içmeye başladı. Gelenler bir yandan pastalarını yediler, kahvelerini yudumladılar, bir yandan da gazete, dergi ve kitaplarını okudular, politikadan, günlük yaşamdan ve edebiyattan söz ettiler.Bu yüzyıllar boyu böyle sürdü gitti. Eski monarşinin merkezleri Budapeşte, Prag ve Viyana'da kıraathaneler hep yaşadı, hep ayakta kaldı. Keyfine düşkün insanlar, yazarlar, sanatçılar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, piyano müziği eşliğinde akşamüstü çaylarını burada aldılar. Yüksek tavanlı geniş salonların rahat koltuklarına kurulup iş görüşmeleri yaptılar, kitap okudular, mektup yazdılar. Yan salonlarda bilardo oynadılar.

Budapeşte'de Gerbaud, Café Centrale, Café Müvész, Book Café, Café New York, Viyana'da Café Mozart, Dehmel, Café Landtmann, Schwarzenberg, Central ne ise, Prag'da da Arco, Louvre, Slavia odur. Moldau kenti Prag'a yaptığınız bir gezintide komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan kıraathanelerin düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu hissedersiniz. Arco'nun melankolik loşluğunda hâlâ 1910'lu, 1920'li yılları yaşarsınız. Gözleriniz Franz Kafka'yı, Max Brod'u, Egon Kisch'i, Franz Werfel'i arar. Yüzlerce yıl filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali vakti yerinde hanımların uğradığı Viyana kahvehanelerinin sürekli müşterileri arasında Arthur Schnitzler, Stefan Zweig, Franz Werfel, Peter Altenberg de vardı.

Özgür düşüncenin kaynağı

Eski İstanbul'da Tanzimat döneminde açılan kıraathaneler (okuma yerleri) yüzyıla yakın bir süre kent aydınları için kaçınılmaz bir buluşma yeriydi. Edebiyatçılar, düşünürler, gazeteciler, yayıncılar ve onlara yakın olmak isteyen gençler günün belli saatlerini Beyoğlu'nun, Tepebaşı'nın ve Babıâli'nin kıraathanelerinde geçirirdi. Tepebaşı'na damgasını vuran Kanun-u Esasi Kıraathanesi ile özellikle 1930'lu, 1940'lı yıllarda İstanbul'un tüm yazar ve kitapçılarının her gün bir araya geldiği, Ankara Caddesi'ndeki Meserret Kıraathanesi geçen yüzyılın sonlarına kadar ayakta kalmayı başarmışlardı. Buralarda buluşan aydın kişiler, gazeteciler, yayıncılar, günlük gazeteleri ve edebiyat dergilerini okur, birbirleriyle sohbet eder, tartışır, düşünce değiş tokuşu yaparlardı. Çağdaş bilginin üretildiği, düşüncenin geliştiği, düşünürün yetiştiği kıraathanelerin sosyokültürel işlevi kaçınılmazdı. Şimdi hiçbiri kalmadı. Anadolu'nun İstanbul'u 'işgal etmeye başladığı' ellili yıllardan sonra, insanların iskambil oynayıp vakit öldürdüğü, bağıra çağıra futbol maçı seyrettiği küçük mahalle kahvelerinin sayısı artarken kıraathane kültürü giderek yok edildi! Onlar aydınlar için özgür düşüncenin kaynağı idi!

Kahvehaneler ve kültür

Viyana kahvehane geleneğinin dünyanın başka hiçbir ülkesinde eşi benzeri yoktur. Hofburg'un milletvekilleri, Opera'nın, Burg Tiyatrosu'nun dünyaca ünlü sanatçıları randevularını yakındaki kahvehanede verir. Buralarda bir araya gelen insanlar arasında fark gözetilmez. Tek başına biri, düşüncelere dalmış, önündeki acı kahvesini yavaş yavaş yudumlarken, diğeri dostlarıyla sohbet eder, tartışır, bir başkası oturur bir şeyler yazar, yine bir başkası karşısındakiyle iskambil oynar veya bir köşede duran sayısız günlük gazeteyi karıştırır. Akşama doğru gelenler piyanistin çaldığı Viyana melodilerini içine çeker.

Stefan Zweig için Viyana'daki gençliğinde saatlerce oturduğu, dostları ile söyleştiği bu mekanlar bir 'okul' olmuştu. „O günlerde gazeteler bizler için pahalıydı, herkes alıp okuyamıyordu", der Zweig. "Polisten çekinen gençler de vardı." Hitler'in 1938'de Avusturya'ya girmesiyle kahvehane kültürü ve edebiyatı geçici olarak sona ermişti. Savaşın ardından tekrar canlandı, çünkü Viyanalı böyle istiyordu! Kısa süre önce Viyana'da güzel bir girişimin altına imza atıldı. Kent merkezinde Korona nedenyle çalışmayan tarihi kahvehanelerden üçü, Café Museum (1899), Café Frauenhuber (1824) ve The Legends, okulları kapalı olduğu için evde oturan öğrencilere rahat ders çalışabilmeleri için kapılarını açtılar. "Bir zamanlar okuldan kaçan öğrenci kapağı kahvehaneye atmaz mıydı?" diyor Café Frauenhuber'in sahibi Wolfgang Binder.

16 Aralık 2020

Büyüklerin düşler dünyası...

Toplum Gazetesi, 16 Aralık 2020

Bir yılan örneği kıvrılıyor uzun tren. Vagonları kıpkırmızı. Şatoların ve üzüm bağlarının arasından süzülüyor, dağların içindeki tünellere girip çıkıyor, nehir kıyılarından geçiyor, köprüleri aşıyor. Romantik tarihi kentler geride kalıyor. Son istasyona varıyor. Duruyor. Hiç kimse inmiyor. Çünkü bu trenin yolcuları cansız! Plastikten onlar. Burası bambaşka bir dünya, içinden minyatür trenlerin geçtiği büyüklerin "düşler dünyası"...

Evler, saraylar, şatolar, kiliseler, hayvan sürüleri, otomobiller, kamyonlar, tramvaylar, ellerinde bavulları istasyonlarda bekleşen yolcular... Karlı yamaçlara tırmanan teleferikler, doruklardan aşağı süzülen kayakçılar... Aralarından geçen yolcu trenleri, yük trenleri, her ülkeden upuzun trenler. Buharlısı, elektriklisi, dizeli sayısız lokomotif, boy boy, renk renk yüzlerce vagon, bin metrenin üzerinde ray ve düzinelerle tren dizisi...

İçeriye sırayla alıyorlar. Salonun dolu olmaması gerekiyor, maskeli ziyaretçiler arasında mesafe var. Gezinenler orta yaşın üzerinde babalarla küçük oğulları. İçerde hemen hemen hiç kadın yok. Almanların oyuncak trenlere merakı sonsuz. Hele şu Noel öncesi bu merak dorukta.

Evinin bir odasını trenlerine ayıramayan çatı arasına ya da bodruma el koyuyor. Küçük lokomotiflerin, uzun vagon dizilerinin, ormanların, dağlarla tepelerin oluşturduğu "düşler dünyası"nda yaşayanlar çocuklar değil yetişkinler, yaşını başını almış insanlar. Küçük memurundan banka müdürüne, lise öğretmeninden başhekime, mühendisten yargıca her meslekten insan minyatür trenlerle kendi dünyasını kuruyor. Çocukluğunda salonda halının üzerine kurduğu birkaç metre ray, bir lokomotif ve iki-üç vagonla o dünyaya bir giren büyüdükçe bu hevesi uğruna hiçbir giderden kaçınmıyor. Alman minyatür tren meraklıları her yıl milyonlarca Avro'yu bu uğurda çekinmeden harcıyor.

Babalarla Oğulların Oyuncağı


Avrupa'nın en büyük ve en eski oyuncak trenler yapımcısı Maerklin, Stuttgart'a yarım saat uzaktaki Göppingen'de. 1859'da kurulan, ilk yıllarda oyuncaklarla buharlı minyatür makineler yapan fabrikanın müzesini her ay on binler ziyaret ediyor. Haftalardır kapalıydı, sadece satış dükkânı açıktı. Noel öncesi kısa bir süre için müzeyi de belli sayıda meraklıya açtılar. Bundan 10 yıl kadar önce kriz geçiren son zamanda Maerklin kendini toparladı, yıllık cirosunu 110 milyon Avro'ya çıkardı. Piyasaya yeniden girerken iki yüze yakın yeni modelle tam bir sürpriz yapmıştı. Tüm lokomotiflerde artık en modern dijital teknik uygulanıyor.

Maerklin'in 1935'te sadece 300 adet imal etmiş olduğu ünlü İsviçre lokomotifi "Timsah" günümüzde açık arttırmalarda bir otomobil fiyatına alıcı buluyor. Yıllar önce Maerklin müzesinden bir gece yarısı çok değerli lokomotiflerle oyuncaklar çalınmıştı. Kuruluş 200 bin Avro ödül koyunca hırsızlar bir Doğu Avrupa ülkesinde yakayı ele vermiş, milyonlar değerindeki 'trenler' de yine müzeye geri dönmüştü.

Babalarla oğullarının 19. yüzyıldan bu yana severek birlikte oynadığı tek oyuncak minyatür trenler! Ve bu hep böyle kalacağa da benziyor. Küçüğü de, büyüğü de, tüm 'çocuklar' boş zamanlarını buharlı ve elektrikli lokomotiflerin çektiği trenlerin dünyasında geçiriyor...

29 Kasım 2020

Sevinçten ışıldayan gözler

Cumhuriyet, 29 Kasım 2020 

Çocukluğumuzun İstanbul'unda küçük panayırlar vardı, mahalle halkını eğlendirmek amacıyla kurulurdu. Çocukluğumuzda bayram yerleri vardı, genci yaşlısı açılmalarını özlemle beklerdi.

Kara tahta salıncakların yanı sıra atlıkarıncalar vardı. Anne babalarının ellerinden tuttuğu küçük çocuklar ilk kez geldikleri bayram yerinde biraz ürkek dolaşırdı. Gözlerini dönme dolaplardan, atlıkarıncılardan, uçan sandalyelerden ayıramazlardı. Pamuk helvacıların, kâğıthelvacıların, dondurmacıların, baloncuların, macuncuların önünden geçerken anne babalarının gözünün içine bakarlardı. Büyük semtlerde büyük alanlara kurulan lunaparklara sirkler de gelirdi. Çadırlarda tel cambazları ve trapezciler nefes kesen gösteriler yapardı.

'Düşsel oyuncak'
En çok anımsadığım, uzun yıllar yaz aylarını geçirdiğimiz Küçüksu'nun çayırındaki, haftalarca süren eğlencelerdi. Salıncakların, atlıkarıncaların yanı sıra çadır tiyatroları da tarihi ağaçların altına kurulurdu. Güldürüler, kukla ve gölge oyunları dört bir yandan gelen insanları keyiflendirirdi. Küçüksu'da sadece yüzmeyi öğrenmedim, sütlü mısırın tadına, bisiklete binmenin zevkine de orada vardım.

Almanya Cumhurbaşkanı Walter Steinmeier, konutunun büyük bahçesinde düzenlediği geleneksel dev yaz etkinliğine o yıl günlük yaşamın değişik alanlarında gönüllü görev yapmış, topluma yararlı olmuş 4 bin vatandaşı davet ediyor. İki gün süren açık hava partisine geçen yıl Ahlen'li Fredebeul ailesi de çağırılmıştı. Davet edilmelerinin nedeni, sahip oldukları 1919'da Thüringen'de Friedrich Heyn tarafından yapılmış sevimli ve şirin atlıkarıncalarıydı. Bellevue Sarayı'nın parkına kurdukları bu "düşsel oyuncak" on dört tahta hayvandan oluşuyor. Fredebeul'lar onu 2000 yılında mesleğine son vermeye hazırlanan Dinkelsbühl'lü bir panayır göstericisinde keşfetmiş. Almanya'da bir başka benzeri olmayan atlıkarınca şu hayvanlardan oluşuyor: Leopar, dağkeçisi, horoz, domuz, zebra... Bu hayvanları değiştirmek, yerlerine tilki, karaca, inek veya köpek de takmak mümkün.

Kısa süre önce bir kitapçıda karşıma çıkan 500 sayfalık, büyük boyut, 3.5 kiloluk dev bir kitabın konusu atlıkarıncaların tarihi! Ahlen'li Susanne Fredebeul bir çılgın, bu yapıta tam 28 yılını vermiş! Ümidini kesip her şeyi bir kenara bıraktığı anlar olmuş, ancak sonra kendini yine toparlamış, "misyonunu" sürdürmüş. İyi de yapmış! Kitap 800 tarihi atlıkarınca ve panayır oyuncaklarının fotoğraflarıyla ender planları da içeriyor. Değişik arşivlerden temin edilen patentler, sayısız belge, geçmiş yüzyıldan gazete makaleleriyle, okur çok kapsamlı bilgilendiriliyor. Onlarca yıldır sürdürdüğü çalışmaları ve yarattıklarıyla unutulmaya karşı bir savaş vermiş, vermeye de devam ediyor.

Tahta atların büyüsü
Susanne Fredebeul'un dev kitabında yazanlardan öğrendim, Avrupa'da ilk atlıkarınca bundan tam 400 yıl önce, 17 Mayıs 1620'de Osmanlı topraklarındaki Bulgaristan'ın Plovdiv kentinde kurulmuş. Almanya'da ilk atlıkarınca 1780 yılında Hanau'da dönmüş. Onlarca yıl insan gücüyle çalışan atlıkarıncalar, ilk kez 1863'te İngiltere'de buharlı makine gücüyle dönmeye başlamış. Fredebeul'la eşi, ömrünü Almanya ve komşu ülkelerde dikkatlerini çeken tarihi atlıkarıncaları toplayıp restore etmeye vermiş. "Onların çekiciliği beni büyülüyor", diyor. Fredebeul'ların tutkusu sınırsız. Tarihi atlıkarıncaları sadece cumhurbaşkanının yaz etkinliğine davet edilmiyor, Münih'teki dünyanın en büyük panayırı "Ekim Bira Festivali"ne de son on yıldır sürekli çağrılıyor. Koleksiyonlarındaki bazı asırlık tahta atlar büyük mağazaların vitrinlerine dekor oluyor, televizyon dizilerinde de "rol alıyor". Fredebeul çifti dev koleksiyonlarıyla "Alman kültür tarihi"ni koruyor.

Almanya'da atlıkarınca ve diğer panayır oyuncaklarının merkezi sayılan Thüringen eyaletindeki birçok yapımcıya ve yüzyıllar boyu yarattıklarına kitaplarında geniş yer veriliyor. Tahta atların büyüsü Susanne Fredebeul'un yaşam yolunu belirlemiş. "Onlara baktıkça çocukluk günlerimi anımsıyorum" diyor.

Almanya'da yaklaşık 5 bin panayırcı var. Bu yıla kadar işleri fena gitmiyordu, fakat son altı ayda her şey değişti. Yaşam savaşı veriyorlar. Çoğu, devlet desteği olmadan yaşanan krizi atlatamayacak. Küçük aile kuruluşları olan panayırcıların misyonu, insanlara neşe ve sevinç vermek. Aachen'li atlıkarıncalar sahibi Johannes Braun: "Bizi mutlu eden, çocukların sevinçten ışıldayan gözleri..." diyor.

25 Kasım 2020

'Bizler yarın da bir hiç olacağız'

Toplum Gazetesi, 25 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

Bir modern dünya vatandaşı... İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşünce savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın... Kültür aracılığıyla daha iyi bir dünya kurulacağına inanmış bir düşünür... Savaş karşıtı bir yazar... 28 Kasım Alman dili edebiyatının yazarlarından Stefan Zweig'ın doğumunun 139. yılı. O ününü hiç yitirmedi. Yapıtları günümüzde de tüm ülkelerde severek okunuyor

Toplumları birbirine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde… Kültürlerin birleştiği bir Avrupa... Hümanizm, güzel sanatlar, edebiyat, bir araya gelen sanatçılar, müzisyenler, edebiyatçılar... Avrupa insanlarını kültür aracılığı ile birleştiren, güçlendiren o insanlar... İşte Stefan Zweig'ın düşleri! İnsancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese, karşılık beklemeden. Gösterişi sevmezdi, insanları sevmek Stefan Zweig için yaşam koşuluydu...

O, Avrupalı bir Avusturyalı. Avrupalı bir modern dünya vatandaşı. İki dünya savaşı yaşamış, politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydın! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünür. Savaş karşıtıydı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Eserlerinde hep doğruya inanır, savaşlardan nefret eder Zweig. Lirik anlatımı ve yalın diliyle okuru kendine bağlar. Hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" (Türkçesi: Burhan Arpad) eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır."

ZWEİG ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti. Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri vardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemlidir: "Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez… Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır..."

1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle Almanya karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth o günlerde Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: "Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek…" Fakat o günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'dan kaçtı. Stefan Zweig'ın mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı yavaş yavaş sona ermeye başladı. Nazilerin onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir kararla Salzburg'u terk etti, İngiltere'ye yerleşti. Ancak burada da kendini rahat hissetmedi. Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı.

VATANSIZ KİŞİ STEFAN ZWEİG

Avrupa'daki gelişmeler onu yeni depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Elli yedi yaşında 'haymatlos' olması ona pek ağır gelir. "Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamaz," diyen Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a şöyle yazar: "Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar." Zweig bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyordu. O günlerde Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektupta da çok kötümserdir: "Evim nerede bilemiyorum… Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor..."

'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'

Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile anıları Dünün Dünyası'ydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: "'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması". Sevmiş olduğu dünyasının kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğini anlamıştı. "Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek…Bizler her yerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız". 1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Zweig'la ikinci eşi Lotte'yi Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Orada Avrupa'yı unutmak ister. Fakat oradan gelen korkunç haberlerle bunu başaramaz, huzura Brezilya'da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa'dadır. Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! 1941 Ekiminde ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektupta yakın gelecekte hiçbir yere gidemeyeceğini yazar. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder.

RUHSAL ÇÖKÜNTÜ VE SON

Stefan Zweig 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: "Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 23 Şubat 1942 tarihinde Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulur. Bir kaç gün sonra Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." satırları yer alır. Ölümünün üzerinden 78 yıl geçtikten sonra Salzburg'daki 'sevgili' evi hâlâ bir müze olamadı. Büyük çabalar sonucu ancak 2010 yılında bir Stefan Zweig Centre açılabildi. Yirmi yıl önce adı bir okula verilecekti, ancak o günlerde bakanlık "İntihar etmiş birinin adını bir okula veremeyiz" diye karşı çıkmıştı. 2014 yılına gelindiğinde Salzburg Pedagoji Akademisi'nin adı yazarın 133. doğum gününde yapılan bir törenle Stefan Zweig Akademisi olarak değiştirildi...

Stefan Zweig savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu. Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim" diyen "Yıldızın Parladığı Anlar"ın yazarı Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle bize her zamankinden daha çok gerekli.



18 Kasım 2020

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

Toplum Gazetesi, 18 Kasım 2020

Ahmet ARPAD

2000'li yılların başında Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanıyordu. Yine o günlerde Dünya Bankası, sunulacak kapsamlı bir deprem projesine 500 milyon dolar vermeye hazır olduğunu belirtiyordu.

Ancak ne o yıllarda bir proje hazırlandı, ne de Marmara depreminin ardından yirmi bir yıl sonra Dünya Bankası'na sunulacak bir proje var ortada.

Ranta dayalı zenginleşme

Her yanı denizlerle çevrili 2500 yıllık metropolün son altmış yetmiş kentçilik ve toplumbilim açısından sağlıksız bir büyüme gösterir. İstanbul bütün deprem tehlikesine karşın hâlâ bir kaçak yapı cenneti. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örnekleri burada görülür. Menderes 'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştı.

Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.

Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. Altmış küsur yıl önce başlatılan bu sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir şehircilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. Zamanla 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları ortadan silindi.

Son yirmi yılın gecekonduları (!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, holding ağalarının Büyükdere Caddesi'nin sağına, soluna diktiği 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residence'lar'... Gökdelenlerin modern kentcilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına biz İstanbullulara inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar...

Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... İstanbul hep çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacılarını, 'dinibütün' belediyecileri, 'referansı İslam' olan politikacıları gördü...

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan-filan, fasa fiso..."

Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü! İstanbul'da 325 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem olmuştur.

"Yağma Hasan'ın böreği"

Yıllar arkada kaldıkça da depremler arası süre kısalmıştır. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik, inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu? Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? Değil.

Çünkü kültür toplumlarında benzeri görülmeyen bir sömürü sonucu binlerce yıllık kültür kenti İstanbul'u yetmiş yılda yok edenler, bu gibi çalışmalara izin vermez! İnşaat Mühendileri Odası bir zamanlar açıklamıştı: "İstanbul'daki yapıların yüzde 90'ının yapı kullanma izni yok!" İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek! Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor!

Büyük yıkım olur

Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği her zaman için su götürmez bir gerçek.

Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? On binlerce insanın ölümünün, yüzlerce milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke.

İstanbullu depremi bekliyor, eli böğründe...

9 Kasım 2020

9 Kasım: Almanya'nın Alınyazısı

EK Dergi, 9 Kasım 2020 

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Ahmet Arpad


İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp, Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır.

"Kavgam"la aşılanan ülkü

Ancak suçun işlendiği Bavyera eyaletinin Adalet Bakanı Franz Gürtner, geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir.

Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır…" 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım'da 'yakma emrini' verir! O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır.

1930'lar, Almanya'da Hitler, Türkiye'de Atatürk

Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Toplam 190 sinagog yangınlarla yerle bir edilir. SS'ler aynı gece 26 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2020, Almanya'da kayserin ihtilalle tahtan indirilmesinin ve monarşinin sonunun 102. yılı, Hitler'in Münih'te darbe girişiminin 97. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 82. yılı… İki Almanya'yı bölen duvarın yıkılışının 31. yılı…

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu!

25 Ekim 2020

"Saygı duyun bize..!"

CUMHURİYET, 25 Ekim 2020

STUTTGART – AHMET ARPAD

Hitler 1939 yılında altına imzasını attığı bir kararla iyileşmesi mümkün olmayan, "daha çok azap çekmesinler" dediği, sakat ve özürlü her yaşta insanın ortadan kaldırılması emrini verdi. 1940 yılında Güney Almanya'daki hastanelerle özürlü bakım evlerinden toplanan bedensel ve zihinsel özürlüler gecenin karanlığında kara otobüslerle getirildikleri Grafeneck tepesindeki tarihi sarayda kısa bir muayenenin ardından, tıpkı Yahudilere yapıldığı gibi, "duşa gidiyorsunuz" kandırmacasıyla gaz odalarını boyladı. Stuttgart'ın güneyindeki Grafeneck'te bir yıl içinde 10 bin 654, daha sonraki yıllarda da tüm Almanya'da 70 bin özürlü ölüme yollandı. Hitler'in doktorları "yaşamaları gereksiz" dedikleri bu insanlara iğne yaptılar, Luminal denen ilacı içirdiler, aç bıraktılar, gaz odalarında karbondioksit verdiler. "Bir özürlü yatağında yatarken, savaş yaralısı yatak bulamıyor!" sözleri Hitler'indir.

Nazilerin ve Afrika diktatörlerinin doktoru
"Führer"in doktorları savaş yıllarda tüm Almanya'da ve istila ettikleri ülkelerde de toplam 200 bin özürlünün yaşamına son verdi. Bu kıyımda büyük bir rol oynayan ve 1940'da Grafeneck yöneticisi olan doktor Horst Schumann kuzey Almanya'da da benzeri görevlere yollandı, savaşın son yıllarında doğu cephesindeki kamplarda, özellikle Auschwitz'de çalıştı. "Aşağı ırktan" tutuklular kısırlaştırılrı, ağır işlere koşuldu, "verimsiz" olanlar da doğrudan gaz odalarına yollandı. Savaşın ardından Nazi doktorun Schumann'ın başına hiçbir şey gelmedi! 1951'de arandığını duyunca Almanya'dan kaçtı, gemilerde doktorluk yaptı, Japonya'da yıllar geçirdi, oradan kapağı Afrika'ya attı, diktatörlerin özel doktoru oldu! 1959 yılında "Hristiyanlık ve Dünya" adlı gazetede çıkan bir makalenin ardından dikkati çekti. Yaşadığı Gana onu ancak 1965'de Almanya'ya iade etti. 1970 hakkında açılan dava 18 ay sonra, "suçlu ağır hastadır, bu nedenle mahkeme huzuruna çıkabilecek durumda değildir" gerekçesiyle düştü. Schumann'ın ağır hastalığı yüksek tansiyonuydu! 1972'de serbest kalan Schumann 1983 yılındaki ölümüne kadar Frankfurt'ta özgün bir yaşam sürdürdü! Olay Almanya'da hep bir "hukuk skandalı" olarak kabul edilmiştir. Horst Schumann geçmişte yaşananları ölümünden az süre önce itiraf etti: "Bize gelen emirlere uyarak özürlülerin yaşamlarına son verdik!" Grafeneck tepesindeki sarayda bugün de özürlüler var. 1947'den günümüze gerçekten tedavisi yapılıyor onların. "Ölüm barakaları" çoktan yerle bir edilmiş.

Özürlüler gözümüzü açmak istiyor
Aralarında Bahattin, Seyyah ve Haydar'ın da olduğu çoğu orta yaşlı kadın-erkek 12 özürlünün değişik rolleri üstlendiği bir oyun Grafeneck'te tam 80 yıl önce yaşanmış, bir insanlık utancı olan özürlü kıyımını anlatıyor. Reutlingen'deki "Die Tonne" tiyatrosunun Enrico Urbanek yönetimindeki yürekli bu projesi (https://spuren-nach-grafeneck.de) bir ‘sokak tiyatrosu'. Kent belediyesinin önündeki alanda izliyoruz. "Burada Kalacaksınız" adlı oyunla günümüz insanlarının gözünü açmak istiyorlar. Özürlüler tiyatrosu bu oyunu, 1940'da Baden-Württemberg Eyaleti'nde ailelerinden koparılıp "kara otobüslerle" ölüme götürülen 10 465 özürlünün yaşamış olduğu 25 kasabanın alanlarında sergiliyor!

Oyununun senaryosu Grafeneck ve Achern arşivlerindeki belgelere dayanarak yazılmış. Bir yıl boyunca tiyatro uzmanlarından oyun, konuşma ve dans eğitimi alan özürlüler Reutlingen yöresindeki bakım evlerinden seçilmiş. Düşündürücü, hareketli, çağrışımlar ve değişimlerle dolu "Burada Kalacaksınız"da özürlü oyuncuları sürekli başka başka rollerde izliyorsunuz. Bahattin daha çok hareketli, danslı, tekerlekli sandalyede oturan Seyyah da yüksek sesle, atılgan konuşmayı gerektiren sahnelerde ön planda. Kimi bölümleri gizemlerle dolu bir Brecht yapıtını anımsatan oyunda müziğe de yer verilmiş. Özürlü olmayanların çaldığı gitar, keman ve flüte özürlüler yer yer koro olarak eşlik ediyor. Birlikte şarkı söylüyorlar, tek tek haykırıyorlar: "Zincirler! Korku! Hüzün! Duygusuzluklar! At gözlüklüler!"

Doğuştan özürlü bu insanlar tepeden tırnağa kıpkırmızı tulumların içinde iki saat boyunca aralıksız sahnede kalıyor, haykırıyor, coşku ve hüzün dolu şarkılar söylüyor, dans ediyor, gezici demir kafesler içinde bir yerden bir yere gidiyor. Özürlüler rollerini ciddiye alıyor. Onlar biz özürlü olmayanları bilgilendiriyor, uyarıyor, düşündürüyor ve hüzünlendiriyor. Almanya'nın karanlık geçmişinde yaşananlara çok yönlü bakan, insan yok edici düzeni, tüm yalanların üstünü örten Nazi propagandasını çok canlı, heyecan ve duygu yüklü anlatan "Burada Kalacaksınız"ın sonunda özürlüler haykırıyor: "Saygı duyun bize!"

mail@ahmet-arpad.de

11 Ekim 2020

Dondurmanın büyüsü

CUMHURİYET, 11 Ekim 2020

STUTTGART - AHMET ARPAD

 Bir yaz daha geçti... Can sıkıcı, ürkütücü, huzursuz. Çoğu insan tatil yapamadı, yapmaktan çekindi, yakıcı sıcaklarda evine kapandı. Keyifsiz bir yaz geçirdi. Her zamanki gibi Akdeniz kıyılarına gidemeyen, gitmekten çekinen milyonlar tatil haftalarını balkonlarında, bahçelerinde, orman yollarında, açık yüzme havuzlarında, göl kıyılarında geçirmeye çalıştı. Cebinde bol parası olan varlıklı özgür altına bir karavan çekip aklının estiği yöne direksiyon salladı! Kısa süre önce açıklanan verilere göre Almanya'da son altı ayda 70 bin yeni karavan satılmış. Geçen yılla kıyaslandığında yüzde altmışlık bir artış! Bahçesi, balkonu, karavanı olmayan az varlıklı, çok çocuklu aile ise son yılların en sıcak yazında evine kapandı. Varsa az ötedeki parkta gezindi, çocuğunu oyun bahçesine, dondurmacıya götürdü...

1901 yılından bu yana dondurmacı
Stuttgart'ın merkezindeki Bertazzoni kentin tanınmış dondurmacılarından. Vitrinde elliye yakın çeşit dondurma var. Böğürtlenli, vişneli, muzlu, ağaç çilekli, mürver çiçekli, limonlu, kavrulmuş bademli, raventli, yaban mersinli. Rengârenk, dev bir tabloyu andırıyor. Karşısında sabırla duranlar sanki müze ziyaretçileri! Dondurmacılık koronadan etkilenmeyen ender mesleklerden. Kuyruk uzun, maskeli bekleşenler mesafeli durmak zorunda. Dükkânın önündeki geniş kaldırım masalarla dolu, yer bulmak güç! Giulio Bertazzoni için dondurmacılık baba değil dede mesleği. Bertazzoni sülalesinde bu meslek çok çok gerilere gidiyor. 1898 yılında çalışmak için İtalyan'dan Stuttgart'a gelen dedesinin babası kendine doğru dürüst bir iş bulamayınca dondurmacılıkta karar kılmış. İyi de yapmış! 1901'de Stuttgart'ın banliyösü Esslingen'de açtığı dükkânla insanlara İtalyan dondurması nedir tanıtmış. Şimdi yetmişine merdiven dayamış torununun oğlu, eşinin de desteği ile bu güzel geleneği başarıyla sürdürüyor. Esslingen'deki ilk dükkân hâlâ duruyor, Giulio, yüzünde maskesi, çoğu gün Stuttgart'ta koşturuyor.

İnsanlık tarihinde ilk dondurmayı yiyenlerin Çinliler olduğu söyleniyor. Eski Yunan'da şair Keos (M.Ö. 400) dondurmadan söz ediyor. Büyük İskender ve Hippokrates de dondurma hayranıymış! Hint kralı Ashoka (M.Ö. 200) dondurmasını sadece Himalaya dağlarından getirttiği karla yaptırtırmış. Günümüzde en çok dondurma yiyen toplum Finler! Adam başına yılda 15 litre, onları İsveç ve Danimarka takip ediyor. Üçüncü Almanya adam başına yılda 8 litre ile İtalya'nın az önünde!

Sık gittiğim Münih'te üniversiteye yakın "Çılgın Dondurmacı"nın dondurmaları gerçekten çılgın. Güzel Bavyera kentinde dört şubesi olan bu dondurmacıda kavrulmuş bademli, çörek otlu, zencefilli, Cuba Libre'li, Camembert, Kaşar ve krema peynirli dondurmalar var. Münihliler ünlü Augustin birasını da dondurma yapımında kullanıyorlar.

"Dondurmacılık bir bilimdir"
Almanya'da yaklaşık 6 bin dondurmacı var. İnsanların en çok sevdiği dondurma, keskin vanilya aroması ve bitter çikolata parçacıklarıyla stracciatella. Onu çikolatalı, kaymaklı, çilekli, limonlu dondurmalar izliyor. Stuttgart'lı Giulio Bertazzoni atalarının mesleğine geç girmiş. O daha önce sivil pilotmuş! Değişik havayollarında onlarca yıl pilotluk yapmış, dünyanın her köşesine uçmuş. Ünlü Alman Başbakanı Helmut Kohl'ü de sağ salim ülkesine götürmüş. Giulio gülümsüyor: "Dondurmacılık bir bilimdir", diyor. Vitrinde dizili dondurmaların tümünde meyve oranının yüzde 60 ile yüzde 70 arasında değiştiğini söylüyor. Hiçbirinde kesinlikle katkı maddesi yok. "Biz İtalyanlar hâlâ dondurmanın en lezizini yapıyoruz, çünkü biz yaratıcı olmasını biliriz", diye övünürken göğsünün kabardığı belli oluyor. "Ben çoktan emekliyim, ancak çalışmaya devam edeceğim. Bu dükkân evimiz, mesleğimiz yaşam mutluluğumuz. Biz müşterilerimize çok şey borçluyuz!"

İnsanlar ellerinde dondurmalar yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çocuklar mutlu, anne babalar mutlu, dedelerle nineler de.

mail@ahmet-arpad.de