12 Ekim 2025

Diktatörün gerçekleşmeyen düşü

Aydınlık Avrupa, 12 Ekim 2025

Ahmet Arpad

"Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!" Bu sözler gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı..." adlı kitabından. 1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatmış.
Diktatör Hitler'in bu söylediklerinin altında kafasındaki geleceğin programı yatıyordu. Hitler ve partinin kilit noktalarına yerleştirdiği yardakçıları geleceğin dünyasının kapsamlı planlarını savaştan önce yapmışlardı. 1939'da Polonya'ya girdiklerinde gelecekte nasıl bir Avrupa'nın özlemini çektikleri, çekmecelerde hazır bekleyen sayısız muhtıra, genelge, emir ve yasa tasarısında yazıyordu! Polonya topraklarını Germen ırkının insanlarına açmak için ilk aşamada altı yüz bin Yahudi kamplara atılacak, üç buçuk milyon Polonyalı doğuya sürülecekti. Almanya'dan yollanacak köylüler ve işçilerle Polonya'daki Alman azınlığın nüfusu dört milyona çıkarılacaktı.
Nasyonal sosyalizmin ideologlarından Himmler'e göre sadece "boylu boslu, sağlam yapılı" Polonyalıların Almanlarla bir arada yaşamasına izin verilecekti. Sovyet Rusya ele geçirildiğinde 45 milyon insan daha topraklarından edilecekti. Sürülen Ruslar, Polonyalılar ve Ukraynalılar Ural Dağları ötesine yerleştirilecekti. Bu ülkelerde boşalacak topraklar on milyon Alman'a açılacaktı. Hitler'in düşüne göre otuz-kırk yıl içinde bütün Doğu Avrupa insanları asimile politikasıyla "Almanlaştırılmış" olacaktı.

ÖNCE AYDINLAR KAMPLARA ATILDI
Hitler, kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başladı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atıldı, kitaplar yakıldı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye geldi! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasından sonra yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız" dedi. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." 
Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşmuştu: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur." Hitler'in beklentileri çok düşündürücüdür: Doğudaki yeni bölgelere İskandinav ülkeleri insanlarının da yerleşmesi sağlanacak, gelen insanlar yeni kurulacak kentlerde yaşayacak, eski kentler yavaş yavaş yok olacak, köylüler radyo haberlerine sadece sokaklara yerleştirilecek hoparlörler aracılığı ile ulaşacak, okullarda Almancaya ağırlık verilecek, diğer dersler geri plana atılacaktı. Özellikle taşrada insanların tek bir kiliseye değil değişik tarikatlara inanmasına izin verilerek inanç bütünlüğü engellenecekti...
Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann, işgal edilmiş Doğu Avrupa topraklarından sorumlu Bakan Alfred Rosenberg'e 23 Temmuz 1943 tarihli mektubunda şöyle der: "Slavlar sadece bizim için çalışacaktır. Bize gerekmedikleri anda ölebilirler. Aşı olma zorunluluğu ve sağlık hizmetleri onlar için gereksizdir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden sadece işimize yarayacak işbirlikçiler yararlanabilir."

'AYDIN SINIFINI GÖRDÜKÇE ÖFKELENİYORUM'
'Führer' ülkeyi 'teslim aldığı' 1933'ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı. "Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!" Hitler bu sözleri 10 Kasım 1938 akşamı Münih'teki karargâhına çağırdığı yaklaşık 400 gazetecinin karşısında söylemişti. Bu nedenle 1933 yılının Mart ayında başlattığı "halkı ve ülkeyi korumak" amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alma girişimini Haziran'da başarıyla sonuçlandırmıştı! Führer'e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktü, bu nedenle de onu geçici değil, sürekli kullanmalıydı! Amaca ulaşmak için yayın organları "eşitlenirken", daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti.
Bu girişimlerin ardından, 4 Ekim 1933'de yürürlüğe giren "yazı işleri müdürleri" yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazı işleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin kesinlikle "saf kan Alman" ve politik açıdan "çok güvenilir" elemanlar olması koşulu getirilmiş, parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirmişti. Yeni yasayla Ocak 1934'ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirmişti.

ELEŞTİREN GAZETECİLERİ ÜLKEDEN KOVDULAR
Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Neyin nasıl yazılacağına, Hitler'in hemen 1933'ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels'i geçirdiği 'propaganda bakanlığı' karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmemişti, daha doğrusu gelememişti. Çünkü tepki gösterenler işten atılmış, Almanya'dan kovulmuş ya da öldürülmüştü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürülmüştü. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranında kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi'nin geçmesine de göz yummuşlardı. Böylece Alman basını tam bağımlı yapılmıştı. Hitler'in 44. doğum günü olan 20 Nisan'da ünlü çizer Emil Stumpp'un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konulmuş, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarılmıştı. Çizer Stumpp'un da Almanya'da çalışması yasaklanmıştı.

YÖNETENLERİ KÜSTÜREN GAZETELER
1935'ten sonra da 'yönetenleri küstüren' veya 'basının şerefini lekeleyen' herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarılmıştı. Hitler'in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el konmuştu. Karşı çıkabilecekleri düşünülenler sahibi oldukları yayınevlerini başkalarına satmak zorunda bırakılmıştı.
Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler'in NSDAP partisi basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels'in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels: "Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam" diyordu. "Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka gerçekleştirecektir! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatıyoruz ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz..." Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, 'yönetenlerin korkulu düşü' olan medyayı kısa sürede kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı.

DEMOKRATİK GÜÇLER SUSTURULMUŞTU
Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36'sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82'si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler'in korkulu düşüydü. Nazi Almanya'sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933'te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı. İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı. Ancak bilindiği gibi Hitler düşünü geçici bir süre için gerçekleştirebilmişti. 
Sonunda bir diktatör daha gitmiş, giderken düşünü de beraberinde götürmüştü. Her diktatör gibi arkasında parçalanmış bir insanlık bırakmıştı...

28 Eylül 2025

Baden-Baden, köpüklü şampanya

Cumhuriyet, 28.09.2025 

Baden-Baden
Ahmet Arpad


Lichtenthaler ağaçlı yolu çiçekler içinde. Baden-Baden'in tarihi gezinti yolu kalabalık. Anne babalar, çocuklar, sevgililer, yaşlılar, soylu köpeklerini gezintiye çıkarmış varlıklı soylular... Sonbaharda yazı andıran şu günlerde insanlar nefes almak için kendilerini doğanın kucağına atmış. 1655'te burada hüküm süren Baden kontunun açtığı, iki yanını o günden bugüne tarihi meşelerin süslediği Lichtenthaler ağaçlı yolu üç buçuk kilometre uzunluğunda. Doğa gerçekten büyüleyici. Oos deresi ağaçların arasından şırıl şırıl akıyor. Kıyılarında güzelin güzeli villalar. Böyle bir doğada yürüyüp de huzura kavuşmamak mümkün değil! Küçük kentin beş yıldızlı otelleri, Burda Sanat Müzesi, Devlet Sanat Galerisi, tarihi konser ve opera salonu ağaçlı yolun iki yanında.

BURASI YAŞAMAYA DEĞER

Baden-Baden parası olan için yaşamaya değer şirin bir Karaorman kenti. Büyük bahçeler içindeki villalarında yaşayanların çoğu buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Paralarının fazlasını Baden-Baden'e yatırmış "money-maker"lar. Yemyeşil şirin kent 1858 yılında açılan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcalarıyla onların "buluşma yeri"... Baden-Baden'de 1748'den günümüze kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettirmiş. On yıl sonra hipodromun da işletmesini üstlenmiş. Efsane sinema sanatçısı Marlene Dietrich kumarhaneyi "dünyanın en iyisi" olarak tanımlamış bir zamanlar!

Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmışlar cüzdanı şişkin beyler. Üstleri altın, elmas, inci dolu hanımları bara kurulmuş sabırla onları bekliyor. BadenBaden kumarhanesine gelenlerin çoğu buranın devamlı müşterileri! Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da kaybetseler de kılları hiç kıpırdamıyor. Yüzlerindeki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezen "ikinci sınıf oyuncular"! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayan, ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar. Büyük oynuyorlar. Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi tarihi Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok!

ALMANYA'NIN 'RUS KENTİ'

19. yüzyılın ünlü Rus yazarları Turgenev, Dostoyevski, Tolstoy, Andrejewitsch ve Gogol, Karaormanlar'ın şirin kentini sık sık ziyaret ederdi. Gündüzleri kaplıcalarda, akşamları kumarhanede bir araya gelirlerdi. Geçen yüzyılın sonunda, 1990'da Gorbaçov'un getirdiği değişimle, "yeniden yapılanma" ve "açıklık" reformlarıyla Ruslar BadenBaden'i yine anımsadı. Bu kez edebiyatçılar ve sanatçılar değil, Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucu hızla doruğa çıkan milyarderler kaplıcalar kentini neredeyse istila etti! Resmi verilere göre bugün şirin Baden-Baden'de Rus pasaportlu 1200, çift pasaportlu da 1000 Rus yaşıyor.

UNESCO'nun 2021 yılında "Avrupa'nın en büyük Spa köyü" listesine aldığı kent sadece tarihi kumarhanesi ve at yarışlarıyla ünlü değil. Baden-Baden'e kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler de uğramadan edemiyor. 1877'de kapılarını açan tarihi Friedrich banyosuyla 1985 yılında inşa edilen modern Caralla termalinin sularında yüzmeden Baden-Baden'den ayrılmak olmaz. Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu binlerce yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından fışkıran 800 bin litre su Friedrich banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Baden-Baden göz alıcı, çekici. O, köpüklü bir şampanya!

İçki, müzik, panayır - Münih'in Bira Şenliği

Cumhuriyet Pazar Eki, 28 Eylül 2025

Ahmet Arpad

1810 yılında Saksonya-Hildburghausen Prensesi Therese ile evlenmeye karar veren Bavyera Prensi Regent Ludwig değişik bir düğün arzu etmişti. Bunu düzenlemesini de Andreas Michael Dall' Armi'den istemişti. Bavyera Ulusal Muhafızları üyesi Dall' Armi düğünü farklı bir şekilde gerçekleştirdi, Görkemli bir at yarışını önerisini Bavyera Kralı I. Max Joseph'e sundu. Öneriden hemen etkilendi ve düğün 12 Ekim 1810'da gerçekleşti. ''Halk Şenliği" adını verdikleri kutlamalar Münih dışındaki büyük bir çayırda (bugünkü Theresienwiese) düzenlendi ve tam beş gün sürdü. Düğün eğlenceleri at yarışlarıyla sona erdi. Şenlik kısa sürede büyüdü ve tam bir panayıra dönüştü. Hitler yıllarında Yahudilere yasaklandı! İkinci Dünya Savaşı süresince de iptal edildi. Kadınlar geleneksel olarak "dirndl" denen, bluz, etek ve önlükten oluşan giysileri ile bira bayramına geliyor. Erkekler de kısa deri pantolon, geleneksel kareli gömlek ve deri yelek veya deri ceketi yeğliyor. Bu yıl 20 Eylül'de başlayan 'Oktoberfest' ile Münihliler 190. bira şenliklerini kutladılar.

Kişi başına 110 litre bira

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ona hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira, kızarmış yarım tavuklar. Litrelik kadehler havalarda. Münih bira bayramı panayır coşkusunda. İki haftada on milyonun üzerinde insan akın akın dolduruyor çadırları. Geçen yılki bira bayramında yedi milyon büyük kadeh bira satılmış! Almanya'da kişi başına ortalama 110 litre bira içiliyor. Münih şenliğinde çalışan kadın ve erkek garsonlar aynı anda 15 kadeh birayı masalara götürmesini başarıyor.

35 hektarlık Theresienwiese alanına yayılan Ekim Şenliği'ne bu yıl da 35 bira üreticisi çadırlarıyla katıldı. İçlerinde en büyüğü, her yıl olduğu gibi 10.100 kişilik Hofbräu çadırıydı. Onun hemen ardından 10 bin kişiyi alan Schottenhammel ile 9.300 kişilik Augustiner ve Hacker çadırları geldi! Bu çadırlarda "Kirchdorfer", "Südherz" ve "Schwarzfischer" gibi yaklaşık 20 kişilik ünlü orkestralar coşturucu Bavyera müziği yaptı. Ağırlıklı trompet, trombon, klarnet, saksafon, tuba ve kornodan oluşan orkestralar yöresel şarkılar söyleyen kadın şarkıcılara eşlik etti. Birayla keyiflenmiş insanlar da hep bir ağızdan onlara katıldı. Tahta fıçılarda olgunlaşan, içimi çok leziz Bavyera birasının litresi bu yıl ortalama 15 Avro oldu. Uzun şişlerde nar gibi kızartılmış tavukların yarısı porsiyon başına 17 ile 25 Avro'dan satıldı. Yaklaşık 600 gramlık kızartılmış domuz paçasını yemek isteyenin cebinden 26 Avro çıktı.

Kızlar oynak mı oynak

Dev çadır ayakta. Coşku sonsuz. Az ötemizdeki dört uzun masanın üzerinde küçük İsviçre flamaları var. Masalarda sadece erkekler oturuyor. Bağırıp çağırıyorlar, ne söylediklerini biraz sonra zor da olsa anlıyorum. "Biz St. Gallen'den geldik, iki otobüs, yüz kişiyiz", gençten biri. Hepsi kısa deri pantolonlu ve aralarında tek kadın yok! Orkestranın çaldığı Bavyera müziğinin eşliğindeki dansa, yüzlerce insanın hep bir ağızdan söylediği yöresel şarkılara eşlik etmeye çaba gösteriyorlar. 

O anda yan masadan sokulan yaşlıca bir kadın gençlerden birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Genç İsviçreli peşinde. Danslarına masada devam ediyorlar. Gencin arkadaşları kahkahalar atıyor. 

Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli. Dekolteleri bakışları çeken, rengârenk danteller ve çiçeklerle süslü beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp şarkılara katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, kalkıp dans ediyor. Oynak Bavyera müziği ve biranın verdiği keyifle genç yaşlı birbirine sarılıyor. 

İnsan nereye bakacağını şaşırıyor

Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi... Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor. Onlar nostalji. Panayırların olmazsa olmaz parçası salıncaklar uçuyor. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yükseklikten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenleri seyrediyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde uzun kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. 

Şenliğin yapıldığı alanın çıkışında, metroya uzanan yolun başında renkli giysiler içinde bir adam saksafon çalıyor. Geçmişten hüzünlü melodiler... Omzunda oturan, tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor. Adamın önündeki siyah melon şapkanın içi para dolu. 

"Halkım çok aldatıldı"

 Aydınlık Avrupa, 28 Eylül 2025

STUTTGART – Ahmet Arpad

Pablo Neruda 12 Temmuz 1904'de Şili'de doğdu. Yaşamını 23 Eylül 1973'de yine Şili'de noktaladı. Arkasında ABD olan Pinochet cuntasının dostu Salvador Allende'yi 11 Eylül 1973 günü öldürmesi Neruda'nın sonunun başlangıcı oldu. O sabah Allende'nin son konuşmasını radyodan dinledi. Eşi Matilde'ye sarılmıştı. Pinochet'in askerleri cumhurbaşkanlığı sarayına tanklarla hücum ediyordu. Neruda'nın evini de askerler çevirmişti. Telefonları kesilmiş, dostları kaçmıştı. Kaçamayanlar ise tutuklanmıştı.

"İnsan hayatında bazı şeyleri unutur", der Pablo Neruda. "Benim de unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur, ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilemeyen parçaları gibidir. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Bazı anılarım ise zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Ben belki kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Anılarım hayaletlerle dolu bir galeridir, hayatım bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır... Bir şair hayatıdır."

"Halkı çok aldatıldı"

Pablo Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur", der. Neruda kendini, mesleğini yıllar yılı, bıkıp usanmaz bir sevgiyle yapan el sanatkârına benzetir. "Biz şairler milletlerimize ve onların mutluluk savaşına sımsıkı bağlıyızdır. Mutlu olmak hakkımız!" Dostlarından İlya Ehrenburg bir yazısında ondan şöyle söz etmiştir: "Pablo tanıdığım az sayıda mutlu insandan biridir."

Şili halkının onlarca yıl çektiği eziyet ve baskı onun birçok şiirine konu olmuştur. Özellikle ülkenin verimli güherçile vadilerinde, kömür ocaklarında ve bakır madenlerinde en acımasız işlere katlanan insanlar Neruda'nın okurları idi. "Halkım çok aldatıldı," diye yazar Nobel ödüllü şair anılarında. "O nedenle ben vatanıma ellerim, kulaklarım ve ayaklarımla dokunmadan yaşayamam." Halkının çok sevdiği, bağrına bastığı bu edebiyat insanı ülkesinin en uzak köşelerine kadar gitmiş, on binlerin, yüz binlerin karşısında, ağlayan madenciler önünde şiirlerini okumuştur. "Şiirlerimi milletimin insanlarına kucak kucak dağıttım", der Neruda. 

Bir tren makinistinin oğlu Pablo Neruda yaşamının uzun yıllarını Birmanya, Çin, Siyam, Japonya ve Hindistan'da ülkesinin diplomatı olarak geçirdi. İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçileri destekledi. Neruda, Şili edebiyatında "Mundovosismo" (yeni evrencilik) akımının öncüsüdür. Ülkesine döndükten sonra yıllarca milletvekilliği yaptı. 1971'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Öğrenci liderliğinden Şili'nin başkanlığına

Başkan Salvador Allende çok yönlü bir aydındı. İşçi sınıfının disiplini ve dayanıklılığı da toplumda hayranlık uyandırıyor, övgüyle karşılanıyordu. Ülkenin bakır madenlerinin millileştirilmesinden ötürü patlak veren çekişme Şili'nin yeni bağımsızlığı yolunda atılmış dev bir adımdı. Halk hükümeti, bakır madenlerinin yurt çıkarına geri alınmasını sağlayarak Şili'nin bağımsızlığını hiçbir kaçamağa yer bırakmayacak şekilde damgalamıştı. Burjuva bir ailenin oğluydu, liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaíso'da tıp eğitimi görmüştü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükselmişti.

11 Eylül 1973'de arkasına CIA'nın desteğini alan General Pinochet önderliğindeki Şili Silahlı Kuvvetleri Allende yönetimine el koyar. 1990 yılına dek hüküm süren cunta yönetimi yıllarında 27 bin sol görüşlü tutuklanır. Resmi verilere göre 2095 insan ölüme mahkûm edilir veya hapiste ölür, 1102 Şili'li kaybolur, 250 bin insan yurdunu terk eder.

"Büyük yol arkadaşım Allende, Şili'nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi", diye yazar Pablo Neruda 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' Türkçesi: Ahmet Arpad) adlı anılar kitabında. "Şili askerlerinin makineli tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi. Şili bir kez daha ihanete uğradı. Öldürülmesinin nedenini üç gün gizlediler. O ölümsüz ölünün peşinden sadece dul eşinin yürümesine izin verdiler..." Neruda'nın anıları kimi zaman ısırıcı, kimi zaman şiir doludur... Bir haber verme, bir hesaplaşma, lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum."

Allende'nin ölümüyle çok sarsılmıştı

Neruda üç yıldır rahatsızdı. Doktorlar kansere yakalandığını sadece eşine açıklamıştı. Allende'nin ölüm haberinden birkaç gün sonra ağırlaşan şair hastaneye kaldırıldı. Cunta ihtilali ve Allende'nin ölümü Neruda'yı çok sarsmıştı. 23 Eylül 1973 gecesi uykusunun içinde ölüme kayıverdi... Cenazesinin peşinden, çoğu işçi, on binler yürüdü. Gerilmiş yüzlerde öfke ve acı okunuyordu. İnsanlar: "Pablo Neruda yaşıyor!" diye haykırıyordu.

Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur" der. Ünlü şair, gerçekçi olmayan şairin günün birinde öleceğine inanır. Fakat yalnız gerçekçi olanın da çok yaşamayacağını belirtir. Kendini eylemci şair olarak görür. "Günümüz şairi din adamı gibidir, ışığın yerini göstermek zorundadır", diyen Neruda sanatla her anlamda yaratıcılığa inanır. "Bende var olanı verdim. Şiirlerimi arenaya fırlattım. Şiirlerimle birlikte yavaş yavaş kan döktüm. Can çekişmelerin acısını çektim. Eşsizliği övdüm. Yaşamak ve doğrulamak istediklerimle arada sırada yanlış anlaşıldım, fakat bu can sıkıntısına bile değmez. Şiir her zaman barışın bir parçası olmuştur. Şair barıştan doğar. Şiiri hiç kimse öldüremez. O, kedi gibi yedi canlıdır..." 

14 Eylül 2025

Katedralde düğün var

Aydınlık Avrupa, 14.09.2025

MÜNİH – Ahmet Arpad

Münih tren istasyonundan bindiğimiz 8 numaralı metro bizi 50 dakikada Bavyera'nın güzel göllerinden Ammer'in kıyılarına getirmişti. Herrsching'te inip iskeleye doğru yürüyoruz. Az sonra Breitbrunn'dan gelen şirin göl gemisi iskeleye yanaşıyor. Biniyoruz. Yarım saatlik güzel bir yolculuğun ardından karşı kıyıdaki Diessen'e yanaşıyoruz...

Önünden geçtiğimiz bir evin pencerelerinden Carl Orff müziği dışarı taşıyor. Bir an için merakla durup insanın ruhunu dolduran melodiye kulak kabartıyoruz. Sonra yine ağır ağır tepeye doğru yolumuza devam ediyoruz. Uzun yokuşun sonunda Meryemana Katedrali tüm görkemiyle karşımızda göğe yükseliyor. Kocaman kapıyı açıp içeri adım atıyoruz. Burada da müzik.

Orgdan Mozart melodileri duyuluyor, kubbelerde Mozart'tan bir arya yankılanıyor. Katedralde düğün var. Az sonra org susuyor, soprano aryasını bitiriyor. Beyazlar içindeki yaşlı papaz duasına başlıyor. Düğün erkânı ayağa kalkıp hep bir ağızdan ona eşlik ediyor. Melekler, tanrılar, çıplak kadınlar uçuşuyor, şaha kalkmış atlar yükseliyor gökyüzünün sonsuzluğuna. Yüksek pencerelerden giren güneş ışınları barok ve rokoko dev yapıyı aydınlatıyor, kubbelerdeki, duvarlardaki melekleri, çıplak kadınları, aşağıdaki insanlara tepeden bakan İsa'yı...

Az sonra yine Carl Orff Müzesi'nin önünden geçerek göle doğru iniyoruz. Carmina Burana'nın yaratıcısı daha 17 yaşında bir opera ve pek çok şarkı bestelemişti. Çocukluğunda sık sık geldiği şirin Ammer gölü kıyısındaki Diessen'e 1955 yılında yerleşir. Evinin pencerelerinden gölün karşı kıyısında, Andechs yamaçlarındaki dev manastır görünüyor. Bu arada rüzgâr çıkmış. Göl dalgalı. Yelkenliler, motorlar, gezi gemileri yine de gidip geliyor, martılar uçuşuyor. Kazlar, ördekler ise kıyıya çıkmış, ağaç altlarına sığınmış.

"Mavi Atlılar" 

Yolumuz güneye, Alp eteklerine doğru uzanıyor. Berrak havada dorukları hafif beyaz dağlar ne kadar da yakın. Tarihi evleri ve sokakları ile ünlü Weilheim'da bir yemek molası verip Staffel gölü kıyısındaki Murnau'ya ulaşıyoruz. Dışavurumcu sanatçılar Wassily Kandinsky ve Gabriele Münter 1908'de Murnau'da bir ev satın alıp doğasına hayran oldukları yöreye yerleşmişlerdi. Münter Evi'nde günümüzde sanatçının yapıtları sürekli sergileniyor.

Marianne von Werefkin, Aleksey Javlenski, Franz Marc, August Macke kısa süre sonra Kandinsky ile Münter'e katılır. 1911'de burada "Mavi Atlılar" grubunun temeli atılır. Aynı yapının üst katında, yine yıllarını burada geçirmiş, Macar-Avusturyalı yazar Ödön von Horváth sürekli bir sergiyle anılıyor. 1924'ten, Hitler Almanyası'ndan kaçtığı 1935 yılına kadar yaşadığı Murnau'da değerli eserler verir. Ünlü romanı "Allahsız Gençlik" (Türkçesi: Burhan Arpad) 1938'de Nazilerce yasaklanır. 

Akşama doğru ovaya sis iniyor. Gölün suları durgun, kıyılarında yüksek otlar, sazlıklar. Geniş çayırlar yamaçlarda yükseliyor, Alplerin eteğinde küçük köyler, çiftlikler, korular, az ötede başka göller. Bizim yolumuz Starnberg'e, göl kıyısındaki şirin Seeshaupt'a. Batmaya hazırlanan güneş otel odasının kocaman pencerelerinden içeri giriyor. Balkondaki rahat koltuklara kurulup aşağıdaki iskeleye yanaşan son gemiyi seyrediyoruz. Anılarda o gün yaşadıklarımız...

Harry'nin Kulübesi

Cumhuriyet, 14.09.2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Yaşamının 13 yılını evsiz barksız geçirmiş Harry Pfau. Birkaç yıldır başını sokacak bir odası var. Fakat çoğu sokaklarda, kimi zaman alkol bağımlısı geçen yıllarını hiç unutmamış, günümüzde yaşamları onun gibi geçenlere elinden geldiğince yardıma karar vermiş. Geçim zorluğu çekenler Stuttgart'ın St. Maria Kilisesi'nin yanında kurmasına izin verdikleri kulübede, marketlerde artık satılmayan ancak yine de yenilebilir gıda maddelerini bulabiliyor.

Fakirlik sınırındaki 250- 300 insan, Harry ve yaklaşık 50 gönüllünün ortak girişimi sonucunda topladığı gıda maddelerini almak için her gün ona uğruyor! Beş yıldan bu yana 1000 tondan fazla gıda kurtarılmış ve gereksinimi olanlara (açıklanan rakam yaklaşık 300 bin insan) ücretsiz dağıtılmış. Finansman tamamen özel şahıslar, kuruluşlar ve bölgesel işletmelerin bağışlarıyla sağlanıyor. Çöpten kurtarılan yiyecekler kilisenin yanı başındaki kulübeden haftanın altı günü insanlara dağıtılıyor.

SOSYAL BİR ORTAM

Bu projenin benzersiz yanı, Harry'nin Kulübesi'nin sosyal veya maddi durumu ne olursa olsun herkese açık olması. Orası sadece bir gıda dağıtım merkezi değil, aynı zamanda insanları da bir araya getiren "sosyal bir buluşma noktası". Ben sormadan o anlatıyor: "Uğrayan çok insan için gün boyu konuştukları tek insan benim. Çoğunun karnına buradan aldıklarından başka bir şey girmiyor." Yanında duran sandıktan bir elma alıyor. "Bak" diyor, "Birkaç ezik var. Manav satamıyor, bize veriyor." Son yıllarda ödüllendirildi 64 yaşındaki Harry. 2023 yılında "Yılın Stuttgartlısı" seçildi. Geçen yıl Almanya Gıda ve Tarım Bakanı Cem Özdemir onu ziyarete geldi. Bu yıl mayıs ayında da Baden-Württemberg eyalet başbakanının elinden "liyakat nişanı"nı aldı.

OKULA AÇ GİDEN ÇOCUKLAR

Günümüz Almanya'sında 83 milyonun yaklaşık yüzde 20'si fakir. Resmi açıklamalara göre, 300 bin fakir çocuğu her sabah evden kahvaltısız çıkıyor. En son verilere göre de 52 bin insan sürekli sokakta yatıp kalkıyor. Toplumların yaşadığı her krizde ilk elenenler dipsiz uçurumun kenarındakiler, en güçsüzler. Fakirleşen insan zamanla özgürlüğünü yitirebiliyor, kişiliğini de.

"Sofra", Harry'nin Kulübesi'ne on dakika uzakta. Bugün kapılarını açmasına daha bir saat var. Önündeki uzun kuyrukta çoğunlukla yaşlılarla sığınmacılar dikkati çekiyor. Ellerinde torbalar hem bekleşiyorlar hem de birbirleriyle çene çalıyorlar. Büyük marketler akşam kapanırken satamadıkları ve ertesi gün de satamayacakları için atılması gereken gıda malzemelerini "Sofra"lara hibe ediyor. Tazeliğini yitirmiş, görünümü pek çekici olmayan, bu nedenle de paralının almak istemediği sebze ve meyvelerin yanı sıra süt, tereyağı, ekmek, peynir ertesi sabah "Sofra"larda çok düşük fiyattan geçim güçlüğü çekenin elindeki torbaya giriyor. Sosyal yardım ve işsizlik parası alanlar, sosyal yardım dairesinin verdiği kartları göstererek "Sofra"lardan alışveriş yapma hakkına sahip. Oralarda satılan her şey marketteki fiyatının yaklaşık yüzde 80 altında. Bugün altı muz 30 cent, bir yeşil salata 10 cent, bir kilo ekmek 50 cent...

'1993'TE KURULDU'

"Sofra"ların şoförleri çevredeki anlaşmalı marketlerden kapanış saatinden sonra "atılacak" gıda malzemelerini alıp depoya getiriyor. O gün ne satılacağına sabah dükkân açıldığında karar veriliyor. Müşteri çoğunlukla umduğunu değil bulduğunu alıyor. İlk "Sofra" 1993'te Berlin'de kurulmuş. Stuttgart şubesini de 1995 yılında Leonhard Kilisesi başpapazı Martin Fritz açmış. Bugün Almanya'da 984 "Sofra" sayısız kuruluştan ve yardımseverlerden gelen bağışlarla ayakta durabiliyor. Çoğu emekli 1.7 milyon insan günbegün ucuz gıda alabilmek için "Sofra"ların önünde kuyrukta bekleşiyor. Resmi verilere göre "Sofra"lardan aldıklarıyla karınlarını doyuran yoksulların sayısı giderek artıyor.

11 Eylül 2025

Eduard Mörike ve Alman romantizmi

Cumhuriyet, KİTAP Eki, 11 Eylül 2025

Ahmet Arpad

Alman romantizminin önemli bir temsilcisi kabul edilen Eduard Mörike 8 Eylül 1804'de Stuttgart'ta doğmuştu. Yapıtları onun güçlü bir gözlemci olduğunun kanıtıdır. O kimi zaman içine kapanıktır, duygusaldır. Romantizmin öğelerini yaşama odaklayarak düşündürücü yapıtlar yaratmasını, okuru yazdıklarına çekmesini başarır.

***

Ülkemizde „Stuttgart Cücesi" ve „Mozart Prag Yolunda" kitaplarıyla tanınan Eduard Mörike 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında Almanya'da yaşanan sanat ve edebiyat akımı Alman romantizminin önemli bir temsilcisi kabul edilir. Stuttgart yakınlarındaki Württemberg Dükalığı Ludwigsburg'da doğan Mörike, bölge sağlık danışmanı olan babasının isteği üzerine uzun bir süre dini eğitim aldı, ardından Urach'ta kiliseye bağlı yatılı okulda eğitimini sürdürdü. Bu arada şair Wilhelm Waiblinger ile dostluk kurdu. O günlerde Waiblinger'in yakın tanışları arasında Friedrich Hölderlin de vardır. Klasik çağın ve romantizm akımının en önemli temsilcisi kabul edilen Hölderlin şiirlerinde klasik dönemin ölçü ve biçim özellikleri ile romantik dönemi kendine özgü bir görüşle birleştirmiştir. 

Mörike, Tübingen Üniversitesi'ndeki ilahiyat eğitimin ardından papaz oldu. Lutherci Protestan bir papaz olarak 1826 ile 1843 arasında Württemberg eyaletinin değişik kent ve kasabalarında görev yaptı. 1827 yılından başlayarak kendini edebiyat çalışmalarına da verdi. Ona göre şair olmak, tanrılarla insanlar arasında, rahiplerin yapabileceği bir aracılık göreviydi. Bu nedenle bir gazetede redaktör olarak da çalışmaya başladı. Ancak yedi yıl sonra din adamlığı görevine geri döndü. Cleversulzbach'a pastör olarak gitti. Huzursuz bir yaşam sürdüren Mörike o yıllarda değişik meslekler denedi. Bir süre Tübingen Üniversitesi'nde çalıştı. Sonra çeşitli küçük kentlerde pastör yardımcısı olarak görevlendirildi, ancak bu yaşamından hiç memnun değildi. Cleversulzbach'ta geçirdiği yıllarda kilisedeki görevin altında ezildiğini de fark etmişti. Kırk yaşındaydı. Rahipliğe son verdi. Bir yılda eline geçen 280 Gulden emekli maaşına Stuttgart Katharina Vakfı'nda kadınlara Shakespeare ile Goethe'den ve Yunan trajedisinden yaptığı okumalarla katkıda bulundu. Yaşamının son yıllarına kadar bu öğretmenlik görevini sürdüren Mörike 1873 yılında eşinden boşandı. Nürtingen'de, daha sonra da Stuttgart'ta, o dönemin toplumsal sorunlarından uzak sakin bir yaşam sürdü. Paul Heyse (1830 – 1914), Theodor Storm (1817 – 1888), Emanuel Geibel (1815 – 1884) ve Gottfried Keller (1819 – 1890) gibi edebiyatçı dostlarından uzaklaştı.

"Ressam Nolten"

İki bölümden oluşan "Ressam Nolten" Eduard Mörike'nin 1832'de yayınlanan romantik bir yapıtıdır. Şiirlerin yanı sıra uzun öykü ve romanlar da yazan Mörike'nin yayınlanan tek romanı "Ressam Nolten" bir sanatçının yaşamını konu etmektedir. Bu yapıt Goethe'nin "Wilhelm Meister" romanının bir uzantısı gibidir. Mörike "Ressam Nolten"le ilk psikolojik romanların birini yaratmıştır. Yazar bu yapıtında duygusal bölümlerin yanı sıra şiirlere, mektuplara, günlük tutanaklara, monologlara da yer vermiştir. 1832'de yayınlandığında Mörike bu yapıtı için "iki bölümden oluşan uzun bir öykü" demişti. Yirmi yıla yakın onu yeni baştan kaleme almayı denemiş, bunu başarmak için de çok emek vermişti. Yazar, 1853'ten ölümüne kadar değişik bir anlatımla ikinci bir versiyon üzerinde çalışmıştı. Her iki versiyon da ressam Theobald Nolten ve nişanlısı Agnes'in kaçınılmaz bir komplo ağına dolanan trajik aşk öyküsünü anlatır. Mörike ölüm yatağında da yakınlarına "Ressam Nolten"den söz edip durmuştu. "Ressam Nolten"in yeni derlemesi ölümünden iki yıl sonra 1877 yılında yayınlanmıştı. 

"Stuttgart Cücesi", en önemli yapıtı

Eduard Mörike'nin "Stuttgart Cücesi" (1853) adlı uzun öyküsü yazarın en önemli yapıtı kabul edilir. Öykü, bir cüce olan Zwerg Nase'nin yaşamını anlatır. 'Zwerg Nase', Alman folklorunda yaygın olan bir karakterdir. Öykü, bir cücenin hayatındaki dönüşümü ve maceralarını konu alır. Cücenin fiziksel olarak çirkin ve kaba bir görünümü vardır. Günün birinde bir cadının büyüsüyle güzelleşir ve bir prensesle evlenir. Yapıt, dönüşüm, güzellik, iyilik ve kötülük gibi temaları işlerken, aynı zamanda Alman folklorunun ve masallarının izlerini de taşır. Mörike'nin anlatımı, öykünün büyüleyici atmosferini ve karakterlerin canlılığını okuyucuya aktarır. Bu uzun öyküde okur Alman masallarını tadını hissediyor.

Seppe adında bir kunduracı yaptığı işten ve patronundan pek memnun değildir. Bu nedenle oradan ayrılmak ve kendine başka bir yerde iş bulmak istemektedir. Ancak Seppe çok kararsızdır. Çalıştığı yerden ve çalışma arkadaşlarından kesinlikle ayrılacağı gün geldiğinde karşısında bir cüce görür. Cüce kendisine yardım edeceğini söyler. Ona bir çörek verir, fakat Seppe ne kadar yerse yesin çörek hemen kendini yeniden tamamlar. Çöreği, bir kerede aralıksız yediğinde bitiverir. Cüce ona iki çift ayakkabı da verir. Onlardan bir çiftini istediği yere bırakmasını, diğerini de giymesini söyler. Bu ayakkabıların ona uğur getireceğini sözlerine ekler. Seppe'nin macerası böyle başlar. Mörike'nin masalsı klasik uzun öyküsü, sanatsal anlatım yapısıyla ve bölgesel lehçelerin kullanımıyla etkileyicidir. Kunduracı çırağı Sepp'i konu alan ana öykü iç içe geçmiş değişik öykülerden oluşur. İçlerinde en ünlüsü, Eduard Mörike'nin kahramanı efsanevi bir figür olan, Blaubeuren yakınlarındaki Blautopf'ta yaşayan denizkızı 'Güzel Lau' üzerine yazılmış mizahi öyküdür. 

"Mozart Prag Yolunda"

Yayınlandığı yıllarda ilgi toplayan "Ressam Nolten"den daha başarılı bulunan "Mozart Prag Yolunda" (1856) adlı yapıtını Wolfgang Amadeus Mozart'ın yüzüncü doğum günü nedeniyle kaleme almıştır. Mörike bu uzun öyküde, 1787 yılında 'Don Juan' adlı yapıtının galasına katılmak üzere Viyana'dan eşiyle Prag'a giden Mozart'ın Kont von Schinzberg'in şatosunda verdiği molayı anlatır. Mozart, kontun ailesinin yeğeni Eugenie'nin nişanını kutladığı şatoya davet edilmiştir. Kutlama, Mozart'ın büyük piyanonun başına oturup operasından bir bölüm çalmasıyla doruk noktasına ulaşır. Davetliler coşku içindedir. Sadece Eugenie yaklaşan ölümünün kaçınılmazlığını hisseder. "Mozart Prag Yolculuğunda" çocukça bir yaşam sevinciyle büyük bir ağırbaşlılık, sevinç ile üzüntü aynı anda yaşanır. Mörike'nin Mozart'ın olağanüstü kişiliğini göstermek amacıyla öykünün bazı bölümlerinde melankoliye kaçtığı görülür. Şiirlerinin çoğu bestelenen Mörike'nin bir sanatçının bir diğerine armağanı diyebileceğimiz bu yapıtı aynı zamanda bir yaşamöyküsü tadındadır. 

Goldmann Yayınevi'nde 1957 yılında çıkan baskısına bir giriş yazısı kaleme almış olan Gerhard Hermann yapıt üzerine şu görüşü öne sürüyor: "Mozart Prag Yolunda'yı Alman edebiyatının uzun öykülerinden en başarıları arasında kabul etmeliyiz. Neşeyle yakın ölüm arasında dolaşan duygu Mozart'ın kişiliğini birçok büyük biyografiden daha iyi yansıtmakta. Mörike'nin buradaki ustalığı, gerçekçiliği. Anlatımına küçük bir mizah duygusu da katarak, Mozart'ın yaratıcılığını okuyucuya başarıyla aktarabiliyor." 1939 yılında Avusturyalı opera sanatçısı ve rejisör Leopold Hainisch tarafından Mozart'ın ünlü yapıtı "Eine kleine Nachtmusik" ("Küçük Bir Gece Müziği") adıyla sinemaya uyarlanan bu kitap sanatçının dünyası ile sıradan insanların dünyasının farklılığına da değinen bir klasik yapıttır. 

Mörike yakın dostu şair Friedrich Theodor Vischer'le sık sık mektuplaşırdı. İki dost birbirlerine şiirler yollardı. Vischer 1839 yılında Mörike'nin şiirleri üzerine ayrıntılı bir inceleme kaleme almıştı. Dostu şairin bu incelemesi Mörike'nin çalışmalarına eğilen bir bakış açısıdır. Vischer'e göre Mörike'nin şiirlerindeki anlatım "olağanüstü ve insancıl"dır. Mörike yarattıklarıyla romantizm ile realizm arasında bir köprü kurmasını başaran bir şairdir.

Yapıtları Mörike'nin güçlü bir gözlemci olduğunun da kanıtıdır. O kimi zaman içine kapanıktır, duygusaldır. Kişisel deneyimlerine, özlemlerine, günlük yaşamın getirdiklerine yapıtlarında yer verir. Kendine özgü anlatımıyla yarattıklarında yer yer derin bir hüzün sezilir. O romantizmin öğelerini yaşama odaklayarak hem düşündürücü yapıtlar yarattı hem de okuru yazdıklarına çekti.

Eduard Mörike, Anakreon ve Theokritos gibi antik şairlerden yaptığı çok başarılı çeviriler ve duygusal mektuplar aracılığı ile de edebiyat dünyasındaki ününü pekiştirmiştir. Yazarın yaşamı boyunca kaleme almış olduğu öyküleri, şiirleri ve 305 mektubu günümüzde Stuttgart'taki Klett Cotta Yayınevi tarafından 20 ciltte bir araya getirilmiştir.

Eduard Mörike bundan 150 yıl önce, 4 Haziran 1875'te Stuttgart'ta yaşamını yitirdi.  

30 Ağustos 2025

"Yeşil ile bezenmiş bir çevreden özgür düşünce doğar"

Aydınlık Avrupa, 30.08.2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Tarım ve Orman Bakanlığına bağlı Orman Genel Müdürlüğü (OGM) Ağustos ortalarında 2025 yılı içinde 5 binden fazla yangınla mücadele edildiğini açıkladı. OGM'nin açıklaması şöyle: "27 uçak, 105 helikopter, 5 binden fazla kara aracı, 25 bin personel, 132 bin gönüllü yangınların afete dönüşmesini engellemek için savaş halindeyiz..." Orman Genel Müdürlüğü'nün (OGM) paylaştığı verilere göre Ocak–Temmuz döneminde 4.426 orman yangınında yaklaşık 49.769 hektar ormanlık alan yandı. 

"Yeşil ile bezenmiş bir çevreden özgür düşünce doğar" sözlerini Başbakan Erdoğan 2013'de söylemişti. Çok doğru! O günlerde Orman ve Su İşleri Bakanlığının, Gazi Üniversitesi Gölbaşı Yerleşkesi'nde yapılan "5 Milyon Üniversite Öğrencisi İçin 5 Milyon Fidan Dikimi" törenine katılan törende konuşan ve Ziya Paşa'nın, "Eşek ölür, kalır semeri, insan ölür, kalır eseri" sözünü hatırlatan Erdoğan: "Bu eserlerle övüneceğiz, lafla değil" demişti. "İddia ediyorum, en az 100 yıllık tarihi süreç içinde en talihli genç nesil işte bugünün genç neslidir... Biz sadece bugünü değil, yarınları, sadece kendimizi değil çocuklarımızı, torunlarımızı da düşünüyoruz. Ağaç dikme konusunda, çevre hassasiyeti konusunda kimse bizi eleştiremez. Biz ağaç dikme konusunda, çevrecilik konusunda Cumhuriyet tarihinin en büyük projesini yürüttük. Bu topraklara, bu ülkenin şimdiye kadar gördüğü en fazla fidanı biz diktik. Şu ana kadar 3 milyar fidan dikildi. 2008-2012 yılları arasında, Cumhuriyet tarihimizin en büyük ağaçlandırma ve erozyon kontrolü seferberliğini hayata geçirdik. Şimdi de 5 milyon öğrenciye 5 milyon fidan dikiyoruz." 

"Kimse bizimle çevrecilikte yarışamaz"

Modern kentler inşa ederken insanların doğal yaşamdan kopmamasına, ağaçtan ve yeşilden ayrılmamasına özen gösterdiklerini söyleyen Başbakan Erdoğan şöyle devam etmişti: "Ağaç dikme konusunda, çevre hassasiyeti konusunda kimse bizi eleştiremez, kimse bizimle çevrecilikte yarışamaz. Bütün rakamlar ortada."

Aynı günlerde AKP'li İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanlığı da Web sitesinde başka bir gerçeğe dikkati çekmişti: "Kirli hava tabakası canlı hayatı olumsuz yönde etkilemektedir. İstanbul nüfusunun hızlı artışı ve kalitesiz yakıt kullanımı nedeniyle 1985 yılından sonra hava kirliliği yaşanır olmaya başlanmıştır. 1990'lı yıllardan sonra da tehdit edici boyutlara ulaşmıştır..." İstanbul gazeteleri de bu ölümcül tehlikeyi konu yapmış: "İstanbul'da yaşamak ömrü 4 yıl kısaltıyor" diye başlık atmışlardı! Yeşile zarar veren karbondioksit, azot monoksit, yeraltı sularına karışan nitratlar ve tarlalardaki çeşitli asitler kanser hastalığının baş nedenlerinden biri. 

Ağacın olmadığı yerde insan yaşayamaz

Ağaçlar insanın neden olduğu hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizliyor. Uzmanların açıklamalarına göre bir hektar ladin ormanı yılda 32 ton, bir hektar kayın ormanı yılda 68 ton, bir hektar çam ormanı da 30-40 ton karbondioksit yüklü havayı emiyor. Sadece bir kayın ağacı saatte 1,5 kilogram oksijen üretiyor. Ağaç yaşlandıkça insanlara yararı artıyor. Örneğin 100 yaşındaki, 35 metre boyundaki bir kayın yılda 2,5 ton karbondioksit filtre edebiliyor. Bu nedenle endüstri ülkelerinin büyük kentlerinde yeşil alanlar çok önemli. 600 bin nüfuslu Stuttgart'ın merkezinin yüzde yirmisi yeşil alanla kaplı. Avrupa'nın en büyük parklarına sahip Viyana'da kişi başına 25 metrekare yeşil alan düşerken, her gün 4 milyon aracın yollarını aşındırdığı dev kent İstanbul'da bu alan bir metrekarenin altında. Sağlıklı bir yaşam için ise kişi başına en az on metrekare gerekiyor! 

30 Eylül 2010 günü Stuttgart'ta kent merkezindeki 25 tarihi ağacın kesilmesini engellemek isteyen kadınlı erkekli, genç, yaşlı binlerce kişiye gaz ve tazyikli su sıkan, onları sert coplarla döven polis, altısı ağır olmak üzere dört yüz kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Bu olay beş ay sonraki seçimlerde eyalet başbakanının başını yemiş, açılan ve uzun süren davalar sonucu emniyet müdürüyle beş polis de değişik cezalara çarptırılmıştı! 

Yeşil örtü hızla yitiriliyor

Dostlarla güney Karaorman'da yürüyüşteyiz. Az sonra Donaueschingen geride kalıyor. Ağaçlar sıklaşıyor. Sağımız solumuz çamın çeşidi. Ötelerde, güneyde, Feldberg Dağı. Doruğu 1500 metre. Yamaçları yörenin ünlü kayak merkezi. Çevresindeki göller her mevsim turist çekiyor. Sağlıklı, temiz hava ve doğanın eşsiz güzelliği bura insanının geçim kaynağı. Madalyonun bir yüzü güzel. Mutlu edici. Ancak bir de tam karşıtı öteki yüzü var. Daha gerçekçi olanı. Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Hava kirliliği devam ediyor, asitli yağmur ve asit yüklü sis bulutları ormanlara iniyor, ağaçlar yavaş yavaş ölüyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. 

İnsan, kafasında bu gibi kötümser düşüncelerle Karaormanlar'da gezinirken ister istemez anavatanını düşünmeden edemiyor. Türkiye'nin endüstri girmiş büyük kentleri, hava ve çevre kirliliğinin hiçbir önlem alınmadan dev adımlarla ilerlediği güzel İstanbul, Marmara Denizi, Akdeniz'in temiz kalabilmiş köşelerinden cennet Gökova, Yatağan Termik Santralı çirkin örneği gözlerinin önüne geliyor. Oralarda doğa elden çıkarılmış, insan çoktan unutulmuş!

13 milyon ağacı kesenler...

Üniversitesi ve büyük katedraliyle ünlü güzel Freiburg'a yaklaşırken aklımız hâlâ anavatanda! Düşünmeyi sürdürüyoruz: Yeşilin hızla betonlaştığı, on binlerce ağacın kesildiği İstanbul'da acaba yılda kaç ölümün nedeni hava kirliliği? Bunu ne soran var ne de araştıran. Hava kirliliğinden tek ölen ağaç mı? Türkiye'de maden ocakları, taş ocakları, termik santrallar ve havalimanları uğruna on binlerce ağaç kesmeyi sürdürdüler. İstanbul'a yeni havalanı inşaatı öncesi ÇED raporuna: "2.5 milyon ağaç kesilecek" diye yazdılar, fakat sonra inşaat sürecinde 13 milyon ağacın kesildiğini Kuzey Ormanları Savunması uydu görüntüleri aracılığıyla yaptığı analizle kanıtlamıştı. 2012-2019 yılları arasında 13 milyon ağacın 8 milyonu havalimanına, 1.2 milyonu havalimanı inşaatı için açılan taş ocaklarına, 3.7 milyonu da havalimanına gidiş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu'na kurban edilmişti.

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu o günlerde sunduğu yazılı soru önergesinde, 3. Boğaz Köprüsü uğruna 2 milyon 700 bin ağacın kesilmesiyle doğanın ve insan sağlığının olumsuz etkileneceğinden, hava kirliliğinin toplu ölümlere neden olabileceğinden söz etmişti. Ancak İstanbul'a oksijen pompalayan ormanlara yine de kıyılmış, yeni bir Boğaz köprüsü uğruna milyonlarca ağaç yine de kesilmişti. Bu öyle bir kıyım olmuştu ki, şimdi uzaydan bile görünüyor! Tanrıkulu sormaya devam etmişti: "Ağaçların kesilmesi İstanbul'da hangi hastalıkların artmasına neden olacaktır? İstanbul'da yılda kaç kişi hava kirliliğinden yaşamını yitriyor?" O günlerin İstanbul Büyükşehir Belediyesi ise, dünyanın en büyük kentlerinden birine oksijen pompalayan ormanlarda üç milyona yakın ağacın kesilmesine nedense hiç ses çıkarmamıştı! 

Top tüfek kullanmadan insan öldürenler

Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) son yıllardaki açıklamaları tüyler ürpertici: "Avrupa'nın büyük kentlerinde yaşayan insanların yüzde doksanı ciğerlerine zehirli hava dolduruyor!" WHO'ya göre sadece Avrupa'da yarım milyon insanın erken ölümüne hava kirliliği neden oluyor. 'European Study of Cohorts for Air Pollution Effects'in (ESCAPE) bir araştırması da ciğer kanseriyle kalp yetmezliğinin ana nedeninin hava kirliliği olduğunu kanıtlıyor. Yeşil hızla betonlaşıyor! Göller çöl oluyor. Önce ağaçlar ölüyor, sonra da insanlar...

Avrupa Ekonomik Alanı'nın açıklamasına göre, 2022 yılında Almanya'da partikül madde (PM2.5) kaynaklı hava kirliliği nedeniyle toplam 69.865, dizel egzoz kirleticisi NO2 nedeniyle de 28.464 kişi yaşamını yitirdi. Buna karşılık, aynı süreçte ülke genelinde trafik kazalarında yaklaşık 2.800 kişi öldü. Hava kirliliğinden ölümlerin başlıca nedeni kalbin yeterli kan ve oksijen alamaması. Her yıl 7 Eylül'de kutlanan 'Mavi Gökyüzü Uluslararası Temiz Hava Günü'nde Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa'da havayı temizlemek için ortak çabaların yoğunlaştırılması çağrısında bulunuyor ve hava kirliliğiyle savaşırken daha güçlü ortaklıklara ve daha fazla yatırıma ivedi gerek olduğunu vurguluyor. Tehlike büyük. Nedeni de insan!

CHP Muğla Milletvekili Cumhur Uzun 8 Ağustos 2025 tarihinde, bundan 40 yıl önce üç üniteyle devreye giren Yatağan Termik Santralı'nı bölgeye verdiği yeni zararlar nedeniyle meclis gündemine taşıdı: "Son günlerde yoğun biçimde gözlemlenen hava kirliliği başta çocuklar, yaşlılar ve solunum rahatsızlığı bulunan vatandaşlar olmak üzere tüm bölge halkının sağlığını olumsuz etkiliyor." İnsanlar insanları öldürüyor! Top tüfek kullanmadan! Hava kirliliği, orman yangını, ağaç kıyımı, susuzluk... Tümünün de nedeni bizleriz! İnsanoğlu intihar ediyor, farkında değil! En son haberde geçen hafta Sinop'tan geldi. İktidara yakın iş adamı Mehmet Cengiz'in şirketi Eti Bakır Boyabat'taki ormanlık alana açacağı bakır ocağı uğruna 51 bin ağacı kesecek. 1263 futbol sahasına denk gelen arazi insan eliyle çölleşecek! Aynı günlerde Kırşehir'den de benzeri kötü haberler geldi. Koruma altındaki Kızılırmak havzası, Seyfe gölü ve kent ormanlarında altın aramak isteyen şirketler ön çalışmalara başladı. Yörede yaşayanların içme suyu kaynağı olan topraklara sondaj kuyuları açılacak, tarım ve hayvancılık ellerinden alınacak.

* * *

Ella Adoo-Kissi-Debrah 2010 yılında Londra'da astıma yakalandığında 6 yaşındaydı. 2013 yılında ölümünün ardından yasal yollara başvuran ailesi uzun bir hukuk savaşının ardından kızlarının dünyada 'hava kirliği nedeniyle ölen ilk insan' olduğunu resmen kabul ettirmeyi başarmıştı!

24 Ağustos 2025

Donald Trump ve yapay zekâ

Cumhuriyet, 24.08.25

Stuttgart – Ahmet Arpad

Kısa süre önce şu haber dikkatimi çekti: "Yapay zekâ uzmanlarının kaleme aldığı bir araştırmada dile getirilen AI2027 adlı senaryo, yapay zekânın 2027'de kontrolden çıkacağını ve 10 yıl içerisinde de insanlığın sonunu getireceğini iddia ediyor." Birkaç ay önce de başka bir haberi ilginç bulmuştum: "ABD Başkanı Donald Trump ülkesinin yapay zekâ altyapısını güçlendirmek amacıyla 500 milyar dolarlık yatırım yapılacağını duyurdu."

Bu güncel konuyla ilgilenen uzmanlar yapay zekânın insanlar arasındaki ilişkileri olumsuz değiştirip sosyal izolasyonu yaratabileceğini söylüyor. "Bu buluş toplumları bağımlı yapabilir, kişilerin sosyal yaşamlarını olumsuz etkileyebilir" diyorlar. Onlara göre bağımlılık insanların üretici olmasını engelleyebildiği için toplumsal bozulmaya neden olabilecek. Yapay zekânın yaratıcı süreçte düşünsel tembelliğe de yol açması sonucu toplumların sorunları artacak.

TOPLUMLAR İÇİN OLUMSUZ SONUÇLAR

Avrupa Parlamentosu 1 Mayıs 2025 tarihinde şu açıklamayı yapmıştı: "Yapay zekânın yetersiz kullanımı ciddi bir sorundur. O, AB'nin önemli programları uygulayamamasına, rekabet gücünü kaybetmesine ve ekonominin durgunluk yaşamasına yol açabilir. Toplumlar için olumsuz sonuçlara neden olabilir. Yapay zekânın aşırı ve gereksiz yerlerde kullanımı toplumda riskler de taşır."

Gelişmiş yapay zekâ sistemleri insan kontrolünden çıkma riski taşıyabiliyor. Yanlış programlandıklarında doğurdukları ciddi sonuçlarla toplumsal düzeni bozabileceklerinden korkuluyor. Çünkü sahte bilgi üretimiyle manipülasyona kapı açılabilecek. Özellikle deepfake (bir insanı yapay zekâ ile daha önce bulunmadığı bir video veya fotoğrafın içine dahil etme) teknolojisiyle oluşturulan sahte videolar toplumsal kaosa ve güvenin sarsılmasına neden olabilecek.

TRUMP, 'JEDİ ŞÖVALYESİ'

Donald Trump 2 Nisan 2025'te: "Bugün Kurtuluş Günü, ABD'nin altın çağı geliyor" sözleriyle dünyayı yine şaşırtmayı başardı ve bir yapay zekâ görseliyle dikkatleri üzerine çekti. Beyaz Saray'ın yayınladığı ve onu bir "Jedi şövalyesi" gibi gösteren fotoğrafın altında Trump'ı ABD'nin kurtarıcısı olduğu düşü yatıyor olabilir! Acaba "Kurtuluş Günü"nde söyledikleriyle dünyanın birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkesine savaş açmayı mı kafasından geçiyordu? Bir yapay zekâ fotoğrafı olan "Jedi şövalyesi"nin erken bunamanın tipik bir belirtisi olduğunu savunanlar da var!

4 Mayıs "Star Wars" hayranları tarafından "Güç seninle olsun" sloganının İngilizcesi nedeniyle "Jedi Günü" olarak kutlanıyor. Beyaz Saray'ın X hesabından ülkede kutlanan "Yıldız Savaşları Günü" nedeniyle yapılan paylaşımda "Yıldız Savaşları" filmlerini anımsatan ve elinde kırmızı ışın kılıçlı başkahraman Trump posteri 36.1 milyon kez görüntülendi ve de "Star Wars" hayranlarını müthiş öfkelendirdi. Aynı "şövalyeyi" o günlerde piyasaya sürülen Trump tişörtlerinde de görmek mümkün!

ABD başkanı yapay zekâ tarafından oluşturulmuş videolardan birinde de "Gazze Kurtarıcısı" rolünde... 25 Şubat 2025 tarihli videoda Gazze turistik bir tatil kentine dönüşmüş, gökdelenlerin arasında lüks arabalar dolaşıyor. Sokak görüntülerinde Trump'ın altından heykelleri! Bu yapay zekâ videosunda Elon Musk da heykellerin arasında geziniyor. Mayıs başında da Papa Françesko'nun cenazesine katıldıktan bir hafta sonra, Beyaz Saray Truth Social platformunda Trump'ın papalık giysileri içinde çekilmiş bir yapay zekâ görüntüsünü paylaşmıştı. Üzerinde Katolik kilisesi liderlerinin giydiği beyaz cüppe, boynunda haçlı uzun bir altın zincir, başında da gösterişli bir başlık! Görüntüyü paylaşmadan bir gün önce gazetecilere şaka yollu, kendisinin papa olmak istediğini söylemişti. O günlerde bu davranışıyla birçok Katolik'in öfkesini üzerine çekmişti. New Jersey, Newark Başpiskoposu Joseph Tobin bunu bir "aşağılanma" olarak nitelendirmişti. İtalya'dan da sert eleştiriler gelmiş, eski İtalya Başbakanı Matteo Renzi, X'teki fotoğrafı utanç verici olarak nitelendirmişti.

ARKALARINDA KİMLER VAR?

Donald Trump'ın 20 Ocak 2025 tarihinde yeni ABD başkanı olarak yemin ettiği törende büyük teknoloji şirketlerinin sahiplerinden Jeff Bezos, Elon Musk ve Mark Zuckerberg en ön sırada oturuyordu. Törene katılan bu "dev liderlerle" Trump'ın aynı karede yer alması büyük yankı uyandırmıştı. Çünkü Meta, Amazon ve Tesla gibi devlerin yeni yönetimin sosyal medya, yapay zekâ ve kripto paralara yönelik düzenlemelerinden nasıl etkileneceği sorusu kafalarda oluşmuştu. Aynı günlerde Trump'ın kendi kripto para birimi $Trump'ı piyasaya sürmesi ne anlama geliyordu? Amazon'un da benzer yapay zekâ projeleri üzerinde çalıştığı biliniyor.

Trump, Bezos, Musk ve Zuckerberg... Arkalarında kimler var?

17 Ağustos 2025

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"

Aydınlık Avrupa, 17.08.2025

STUTTGART – AHMET ARPAD

Çoktandır bekliyordum, sonunda geçenlerde gerçekleşti. İki ev ötedeki komşum, yıllardır her Cumartesi lüks otomobilini garajından çıkarıp kaldırıma park ediyor ve bir saate yakın suyla, sabunla bir güzel yıkıyordu. Geçen hafta eve döndüğümde villasının önünde bir polis otomobilinin durduğunu gördüm. Yaşlı ve zengin komşu polislerle tartışıyordu. Kapıyı açıp bahçeye girdim, durdum ve kulak kabarttım. Genç memurlar komşuma yaptığının yasa dışı olduğunu söylüyordu. Çünkü hem yayalara engel oluyordu, hem de şampuanlı pis suları kanalizasyona akıtıyordu. Polisler para cezasından söz edince yaşlı komşu sesini yükseltti. Daha çok dinlemeyip içeri girdim. Kendini haklı görmekte inat ediyordu! Bakalım zengin komşu haftaya Cumartesi lüks otomobilini nerede yıkayacak?

Alman dilinde bir özdeyiş vardır: "Parası olan güçlüdür, güçlü olan haklıdır!" Bir süre önce benzeri başka bir olaya tanık olmuştum. Karşıdan karşıya geçmek üzere çizgili yaya geçidine doğru yürüyordum. Aynı anda spor giysili genç bir kız koşarak geçide geldi ve hiç durmadan caddeye atladı. Onu son anda fark eden küçük otomobil frene bastı. Hemen arkasındaki gösterişli SUV zar zor durdu, tamponlar neredeyse birbirine değdi. Zengin aracının (!) kapısı açıldı, iri yarı bir adam aşağı indi, hızla öndeki otomobile gitti ve el kol hareketleriyle bağırıp çağırdı. Söylediğine göre küçük aracın sahibi haksızdı! Bence ise haksız olan koşarak çizgili yaya geçidine atlayan kızla, dev aracını öndekine çok yakın süren SUV'inin şöförüydü. Küçük otomobilin penceresi açıldı, ufak tefek bir adam bir şeyler mırıldandı, iri yarı, şık giyimli SUV sahibi ise elleri belinde bir şeyler homurdandı. Sanki: "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diyordu. Çok öfkeli olduğu yüzünden okunuyordu. Birden arkasına döndü ve dev aracına bindiği gibi hızla olay yerinden uzaklaştı...

Güçlünün kendini hep haklı sanmasını, bir zamanlar gazetelere yansıyan ilginç bir başka olay da kanıtlamıştı. Stuttgart'ın güzel Schloss alanındaki her yanı camdan kübik bina Sanat Müzesi. En üst katında masaları hep dolu bir lokanta var. Gazetelerin yazdığına göre eyalet başbakanı bir akşam yanında misafirleriyle içeri giriyor. Rezervasyonu filan yok. En önde manzaralı bir masa istiyor. Lokanta dolu. Şef garson arkalarda masa vermek zorunda kalıyor. Başbakan bağırıp çağırarak lokantadan ayrılıyor.

Orta sınıf kayboluyor 

Alman toplumunda son yıllarda dikkati çeken bir gelişme yaşanıyor: Dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Almanya'da devletin kasasına giren vergiler rekor düzeydeyken fakirle zengin arasındaki makas gittikçe açılıyor. Orta sınıf kayboluyor, kendini seçkin sanan yeni zenginler çoğalıyor. Toplumsal sorunların sürekli arttığı, günlük yaşamın zorlaştığı ülkede gittikçe daha çok insan artık yalnız, fakir ve ümitsiz. Almanlar kendilerinin ve ülkenin geleceğinden korkmaya başladı. Milli gelirin %50'sine nüfusun %10'nun sahip olduğu bilinen bir acı gerçek! Resmi verilere göre Almanya'da 6 milyon çocuk ve genç fakir ailelerde yaşıyor. Bu sayı son on yılda ikiye katlanmış! Ekonomisi güçlü ülke "aile ve eğitim fakiri" listesinde birinci sırada.

Toplumsal gerçekleri kavramak istemeyenler

Darmstadt Üniversitesi'nden sosyoloji profesörü Michael Hartmann "Burnu Büyükler" adlı kitabında günümüz Almanyası'nda ekonomide, politikada ve üst düzey yönetimde yanlarına kimseyi sokturmayan yaklaşık 4 bin 'seçkin' olduğundan söz ediyor! "Bu kişiler bir yandan ülke toplum yaşamında etkili olurken, diğer yandan da insanlardan uzaklaşıyor, içlerine kapanıyor", diyor Prof. Hartmann. "Kendileri gibi olmayanlarla kesinlikle görüşmüyorlar." Onlar aldıkları kararların ve gerçekleştirdiklerinin kuruluşları, şirketleri ve partileri için doğru olduğuna yüzde yüz inanıyor. Kökenleri, yetişmeleri ve eğitimleri 'elit' olan bu insanlar toplumsal gerçekleri her zaman kavrayamıyor, kavramak istemiyor, çoğunluğun yaşamından gittikçe uzaklaşıyor! Kendi evrenlerinde yaşayan bu seçkinlere (!) günümüz Avrupası'nda sayıları hızla artan sağcı popülist partilerde de rastlanıyor...