16 Şubat 2014

Postacılık hiç de kolay değil...

Cumhuriyet, 16 Şubat 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Postacıyı her insan sever. Çoğumuz yolunu gözler, getireceği mektupları bekleriz. Postacı gelir, kapımızı çalar. Kar kış, yağmur çamur demez, evimizin yolunu bulur. Biz postacıyı severiz, kötü haber getirmediği sürece..! Almanya'da postacılar günbegün 64 milyon mektup ve 3,4 milyon paket dağıtıyor! Noel ve yılbaşı öncesi bu sayılar ikiye katlanıyor. Posta idaresi on bin elemanı geçici olarak işe almak zorunda kalıyor, dağıtımlar için de sekiz bin araç kiralıyor! Yıllardır bizim caddede görev yapan postacı Rudolf, ellisini geçmesine karşın her sabah ağır yükünü sırtlıyor, hızlı adımlarla kapıdan kapıya, kutudan kutuya gidiyor. Ben Rudolf'u hiç yavaş yavaş yürürken görmedim. Acelesine karşın arada sırada kısa bir çene çaldığımız oluyor. Geçenlerde yeni yılını kutlarken: "Herr Arpad, hızlı yürümesem bu iş bitmez," diye konuştu. Öfkeli değildi. Gülümsedi: "Hem bu mesleğin benim için spordan farkı yok." Haklı. Bütün gününü bürosunda bilgisayarın başında geçiren onlarca milyon insan gibi Rudolf'un sağlıklı kalmak için bir ton para verip, fitness salonuna gitmesine veya orman yollarında koşu yapmasına hiç gerek yok. Çünkü o hiç oturmuyor, hep koşuşturuyor.

Biz postacıyı severiz, köpekler ise sevmez. Daha ayak sesini duyar duymaz başlarlar havlamaya. Her gün aynı saatte gelen bu adamı kollar, bahçe kapısında durup yaklaşmasını beklerler. Zavallının işi zordur. Köpeklerin çoğu iyi sözden, okşanmaktan anlamaz. Suratına havlar, her gün uğrayan adamı yaklaştırmak istemez. Ne de olsa evin ve bahçenin korunması onun sorumluluğu altındadır! Koyu giyimli, omzunda kocaman çanta, hızlı hızlı yürüyen bu adam köpek için bir "düşman" sayılır. Bir kaç yıl önce okumuştum, Almanya'da her yıl üç bine yakın postacı ev köpekleri tarafından ısırılıyormuş. "Ben kuduz ve tetanoz aşısı," oldum diyor Rudolf. "Hem sizin burada az köpek var; onlar da beni yakından tanıyor, karşılaştığımızda konuşuyoruz, çoğu ile aram iyidir." Tehlikeli köpeklerin yaşadığı mahallelerde görev yapan postacılar sprey ve kuru mama taşıyor ceplerinde. Almanya'nın kimi kentinde posta idareleri elemanlarına listeler dağıtıyor, hangi sokakta, hangi evde köpek var, önceden bilsinler diye! Burada bazı ilginç rakkamlara bir göz atmadan olmayacak. 80 milyon insanın yaşadığı Almanya'da 31 milyon ev hayvanı var. Bunlar kediler, köpekler, balıklar, kuşlar, fareler, yılanlar... En çok sevilen ev hayvanı 8 milyonla kediler! Köpekler 6 milyonla ikinci sırada. Almanlar ne mi harcıyor onların bakımına? Sevgili kedileri için her yıl 7 milyar, köpekleri için de 5 milyar avroyu ceplerinden çıkarmaktan kaçınmıyorlar! Postacıların taşıdığı 3,4 milyon paketin çoğu İnternet üzerinden alış veriş yapanların siparişleri.  Geçenlerde açıklanan verilere göre 2013 yılında bu branşın cirosu 48 milyar Avro olmuş! Yine açıklamalara inanmak gerekirse – inanması pek kolay değil – Almanya'da geçen yıl 750 milyon ürün internet üzerinden sipariş edilmiş! Sadece Noel öncesi 108 milyon İnternet ürünü paketle eve gelmiş... Bu branşın  en büyüğü, dev Amerikan kuruluşu Amazon tüm dünyada 100 bin insana iş veriyor, 2012 cirosu 67 milyar dolar!

Postacımız Rudolf bana veda ediyor ve hızlı adımlarla uzaklaşıyor... Arkasından bakıyorum; ilginç kişiliği olan bir Alman. Hiç öfkelenmiyor, yaşamı olduğu gibi kabulleniyor!

www.ahmet-arpad.de

2 Şubat 2014

Muhalefetsiz yönetilen bir ülke

Cumhuriyet, 2 Şubat 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD

Üç ay boyunca sık sık buluştular. Görüştüler, uzun uzun konuştular birbirleriyle ve sonunda evlenmeye karar verdiler. Fakat imzaları atmadan önce yakınlarına da bir sordular. "Siz ne diyorsunuz," dediler, "bu evliliğe?" Erkek tarafı önce mırın kırın etti, fakat sonunda "peki," demek zorunda kaldı. Ne de olsa damat bey çok niyetliydi. Şimdi imzalar atıldı ve Angela ile Sigmar derin bir nefes aldı. Daha önce sorun çıkmazsa dört yıl sürecek evlilikleri!

Şaka bir yana. Sosyal Demokrat solcu Sigmar Gabriel isteseydi, Hıristiyan Demokrat sağcı Angela Merkel yerine ülküsüne daha yakın diğer iki partiyle birleşip, Almanya'yı yönetebilrdi. Nedense bunu yeğlemedi, Yeşiller'le Sol Parti'yi muhalefete itti. Şu anda en güçlü AB ülkesi Almanya'da meclis koltuklarının yüzde seksenine sahip bir iktidar var! Demokratik toplumlarda rastlanmayan, kafalarda kimi sorular oluşturan bir gelişme. Hemen hemen muhalefetsiz bir meclis ülkeyi nasıl yönetir, insanlarına ne getirir? Bundan Alman demokrasisi zarar görmez mi? İşte bütün bunlar merak konusu... "Bu evlilik 4 yıl sürmez," diyenler yok değil. Eğer boşanırlarsa tek olanak erken seçim. "Ancak erken seçime gidilmesi Sosyal Demokratlar'ın sonu olur," diye sesini yüksetenleri de ciddiye almak gerek. Görüşmeler öncesinde: "Bırakın Merkel azınlık hükümeti kursun," düşüncesine yakın olanlar da vardı. Çünkü azınlık hükümeti kurulsaydı mecliste muhalefet 319, Merkel 311 koltuğa sahip olurdu. Aradaki fark sadece 8 koltuk! Ancak bütün bunlar gerçekleşmedi, iki güç bir araya gelip, daha da güçlendi, azınlığı altına alıp, iyice ezdi. 22 eylül seçimlerinde on yedi milyon seçmenin sandığa gitmediği Almanya'da demokrasi bakalım neler yaşayacak, göreceğiz!

Ülkedeki yabancıların, özellikle Türklerin CDU ile SPD koalisyonundan beklentileri de gerçekleşmedi. Çifte vatandaşlık düşü yine suya düştü! 2000 yılında çıkarılan bir yasa ile 1990 yılından sonra ülkede doğan bütün yabancı çocukları çifte vatandaş olmuştu, 23 yaşına geldiklerinde pasaportlarından birini geri vermek koşuluyla! Ancak 2013 yılına girildiğinde bazı uzmanlar: "Anayasamız vatandaşın elinden Alman pasaportunu almaya engel çıkarır," diye açıklamalar yapmağa başlamıştı. Devlet bu yıl 23 yaşına basan ve çifte pasaportlu yaşamakta ısrar eden gençleri Alman vatandaşlığından çıkarmaya kalkıştı mı, açılabilecek davalarda zor duruma düşebilirdi. İşte şimdi bunu kavrayan CDU/SPD koalisyon hükümeti 1990'dan sonra doğan bu çocukların çifte vatandaşlığının devamına karar verdi. Merkel & Gabriel hükümetinin yasa değişikliğini sadece yabancı gençlerin çıkarı için yaptığını düşünmek doğru olmaz. Yeni yönetim kendini de düşündü. Bu konuda görüşlerini sorduğum, uzmanlık alanı yabancı vatandaşların yasal hakları olan, uluslararası ünlü profesör Kay Hailbronner Cumhuriyet'e şu açıklamayı yaptı: "Ortaya çıkabilecek sorunlar yasa değişikliğinde mutlaka önemli bir rol oynadı. Devlet şimdi o sorunlardan  kurtulacak. Ancak Türkiye çifte pasaportlu Türk gençlerini askere çağıracak mı, bu kişiler her iki ülkede de oy kullanabilecek mi? Bu gibi ayrıntıların da bir açıklığa kavuşması gerekiyor." Görüşlerini sorduklarımdan bir başkası da Sigmar Gabriel'in yardımcılarından, yeni hükümette  Göç ve Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirilen Aydan Özoğuz. Hamburg doğumlu Özoğuz gazetemize yaptığı açıklamada: "Haklısınız, bu yasa değişlikliğinden her iki taraf da yararlanacak," diye konuştu. "SPD, çifte vatandaşlık hakkına herkesin sahip olması için savaşım vermeye devam edecektir." Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı Bilkay Öney'in de Cumhuriyet'e açıklaması şöyle oldu: "Opsiyon modeli gerek hukuken, gerekse uygulama açısından çok tartışma yaratacak bir yöntemdi. Bu nedenle şimdi kaldırılması çok doğru olacak." Bilkay Öney, göreve geldiği 2011 yılından günümüze hep çifte pasaporttan yana olduğunu da yineledi. Görüştüğüm bir başkası da 2009-2013 arasında Yeşiller'den milletvekilliği yapmış olan avukat Memet Kılıç: "Yasa çıkmasaydı örnek davalar açılacaktı," dedi. "Çok haklısınız bu değişikliğin devlete de yararı var."

Seçim sonrasında yeni hükümetten çifte vatandaşlık bekleyen Türklerin düş kırıklığı büyük oldu! Gerek seçim öncesinde, gerekse seçim sonrasında kılları kıpırdamayan tüm Türk kuruluşları ve medyası şimdi "darbe yedik, aldatıldık, haksızlık, adaletsizlik," diye bağırmaya başladı. Almanya'daki Türk toplumunda birinci nesil dedeyle nine Türk pasaportlu, oğullarıyla kızları Alman-Türk pasaportlu, 1990'dan önce doğan ilk torun Türk, 1990'dan sonra ikinci torun ise Alman-Türk pasaportlu... Böyle aileler hiç de az değil.  

www.ahmet-arpad.de

5 Ocak 2014

Güç bağımlı yapan bir uyuşturucudur

Cumhuriyet, 5 Ocak 2014
STUTTGART
AHMET ARPAD


Baden-Württemberg Eyaleti'nin bir başbakanı vardı, adı Günther Oettinger olan. Çevresini dinlemeyip, aklına esene tek başına karar veren, "ben yaptım oldu"yu seven bu başbakan 2010 yılında, seçimlerden önce görevini bırakmak zorunda kalmıştı. Hitler'in yargıçlarından Filbinger'i ulu orta övmesi de hatalarından en büyüğü olmuştu. Yerine geçen Stefan Mappus ise ondan daha da geçimsiz biri çıkmıştı. Dev enerji kuruluşu EnBW'yi değerinin çok üzerinde bir ödemeyle (4,7 milyar Avro) devletleştirmesi ve bunu yaparken meclisin onayını almayıp, kendi başına karar vermesi Mappus'u da kısa sürede çevresine yabancılaştırmıştı. Bu alış verişe aracılık eden danışmanı ve eski sınıf arkadaşı Dirk Notheis'ın satıştan 1 milyon Avro komisyon kazandığı da kısa sürede ortaya çıkmıştı. 30 Eylül 2010 günü Stuttgart'ın göbeğinde onlarca tarihi ağacın lüks yapılar uğruna kesilmesine karşı çıkan insanlara gaz ve su sıkan, dört yüzünü yaralayan polislere verilen emrin Mappus'tan gelmiş olabileceği iddiaları kısa süre önce ortaya çıkan bazı gizli mailerle kanıtlanacağa benziyor. Sadece on ayda iktidar gücünü yitiren bu eski başbakanın yaptıklarını aydınlatmak isteyen bir meclis araştırma komisyonu geçenlerde yeniden göreve getirildi.

Güçlü, erdemli biri midir Aristo'nun dediği gibi, yoksa Makyavel'in iddia ettiği gibi güçlü sadece bir çıkarcı mıdır? Özellikle politikada doruğa ulaşan ve gücünü erdemini yitirmeden yıllar boyu koruyan bir politikacaya dünya tarihinde pek rastlayamayız. Geride bırakmış olduğumuz 20. yüzyıla baktığımızda toplumların sayısız diktatör veya diktatör kopyası yarattığını görürüz. Hitler, Stalin, Mussolini, Mao, Franko, Videla, Pinochet, Kaddafi, Saddam Hüseyin, Beşar Esad gibi halkın kendilerine verdiği gücü halkına karşı kullanan bu acımasız güçlüler yüz milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur! Firavunlar, kayzerler, derebeyleri, diktatörler dün de vardı, bugün de var. Kendilerini doruğa çıkarmış olanları hiç önemsemeyen, gerçeklerin dışında, bambaşka bir dünyada yaşayan bu kişiler, ister politikacı, isterse kabile reisi, ister tarikat kurucusu, ister mafya patronu, isterse holding sahibi olsunlar, ülküleri ve çıkarları uğruna her şeyi göze almışlardır. Güçlerini sadece kendi çıkarlarına kullanır, kısa sürede yakın çevresinden uzaklaşır, her türlü öneriye kulaklarını tıkarlar. Onlar bambaşka bir dünyada yaşayan, bambaşka insanlardır! Hatalarını görmezler, sorun onlar değil, sorun başkalarıdır. Düşmemek için doruğa çılgınlar gibi sarılırlar. Devrildiklerinde yanmış topraklar bırakırlar arkalarında.

Güç göz kamaştırır. Ülküsü ve çıkarı uğruna onu mutlaka ele geçirmek isteyen kişi duygusuz, ruhsuz, sert ve hilekâr olmak zorundadır. Sonsuz güç çılgınlığı çok sınırsızdır! Peşine taktığı insanları koyun gibi güdeceklerini sananlar yaşamlarının en büyük hatasını işler. Doruktaki bu insanlar günün birinde tepetaklak devrildiklerinde, boş bir çuvar örneği bir kenara atıldıklarında aşırı gururlarının kurbanı olduklarını kavrayamazlar. Tatlı bir zehir olan güç onlara tüm duygularını yitirtmiştir. Güç bağımlı yapan bir uyuşturucudur da. Bir kez alışan onun sadece güzel yanlarını görür, gerçeklerden, sorunlardan çok uzakta başka bir dünyada yaşamaya başlar, kendini mutlu hisseder. Uyuşturucu bağımlısının kendini düştüğü bataktan kurtarması çok zordur.

www.ahmet-arpad.de

28 Aralık 2013

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Arpad'ı andı

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi çevirmen-yazar Burhan Arpad, "Meslekte İz Bırakanlar" toplantılarının 6'ıncısında TGC Burhan Felek Konferans Salonu'nda anıldı
 
İSTANBUL – Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin düzenlediği "Meslekte İz Bırakanlar" toplantıları devam ediyor. TGC üyelerinden, gazeteci-çevirmen-yazar Burhan Arpad, "Meslekte İz Bırakanlar" toplantılarının altıncısında anıldı.

İstanbul tutkunuydu

Toplantının açılış konuşmasını TGC Başkanı Turgay Olcayto yaptı. Başkan Olcayto, "Çevirmen, gazeteci- yazar, İstanbul tutkunu Burhan Arpad'ı anmaktan mutluluk duyuyoruz. Kendisiyle tanışmıştım. Bana çok sevdiğim 'Tütün' isimli kitabını imzalamıştı. O kitabı kütüphanemin 'en başucu kitapları' olarak ayırdığım yerde tutuyorum" diye konuştu.

Örnek bir gazeteciydi

Toplantıya konuşmacı olarak katılan TGC Önceki Başkanı, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Erinç, Bizim Gazete yazarı-şair, eleştirmen Eray Canberk, gazeteci-yazar Adnan Özyalçıner, Burhan Arpad'ı çeşitli yönleriyle anlattı. Gazeteci-yazar Adnan Özyalçıner, şunları söyledi:  "Burhan Arpad, benim tanıdığım bir ağabeyiydi. Babıali'ne geldiğimde tanıdım Burhan Arpad'ı… Çok çalışkan, örnek bir gazeteciydi. Burhan Arpad gazetecilik yaşamında, öyküleriyle romanında ve bütün öteki yazılarında ortaya koyduğu politik, siyasal görüşlerini, geleceğe olan güvenini özyaşamında da sürdürmüştür. Sendikal mücadele içinde meslektaşları Hasan Yılmaer, Erol Dallı ile birlikte "Batıda Toplu Sözleşme ve Basın Sendikaları" adlı bir kitap hazırlamıştır."

Edebiyata önemli katkı

Gazeteci Özyalçınar,  Arpad'ın edebiyata katkılarını ise şu sözlerle anlattı: "Burhan Arpad'ı yoğun gazetecilik çalışmalarının yanı sıra asıl edebiyatımıza öykü, roman, gezi yazıları, tiyatro eleştirileri, anı, bir de Alman edebiyatı ile Avusturya edebiyatından aktardığı çeviri kitaplarıyla yaptığı katkıları anmalıyız.  Burhan Arpad, bütünüyle gerçekçi bir yazardır. Yazdığı her yazıda toplumsal ilişkilerle çelişkiler bütün çıplaklığıyla yer almıştır. Özellikle romanıyla öykülerinde bu tutum baskın bir özellik gösterir. Öykücü olarak Burhan Arpad, 1940 kuşağının toplumcu gerçekçi yazarları arasında yer alır. Dönemin savaş karşıtı şairleriyle yazarlarından biri de odur. Zaten bu tavır 1940 kuşağının temel görüşüdür. Arpad, kendi romanıyla öykülerinde toplumcu gerçekçi tavrını sürdürmekle kalmamış Alman edebiyatından yaptığı Erich Maria Remarque ile Anna Seghers'in romanlarının çevirileriyle toplumcu gerçekçi görüşü destekleyerek edebiyatımıza da toplumcu gerçekçi anlayışa da önemli bir katkıda bulunmuştur."

Kent insanı Burhan Arpad

"Burhan Arpad bir kent insanıydı" diyen gazeteci Özyalçıner, sözlerini şöyle sürdürdü: "Bir İstanbulsever, bir İstanbul yurttaşıydı. Bu bakımdan Burhan Arpad'ı bir İstanbul yazarı saymak gerekir. İlk öykü kitabı 1940'da yayınlanan "Şehir 9 Tablo" dur. Adından anlaşılacağı gibi kentin içinden dokuz öykü dokuz ayrı görünüm, dokuz sıradan insanın/insanların yaşamları yer alırken kentin bütünü betimlenir, bir anlamda resmedilir. Bu tür bir anlatımla onun, tiyatro sahnelerini andıran tablolar biçiminde olayı ortaya koyması hemen bütün öyküleri için geçerlidir.  Toplumcu gerçekçi içerikli, yenilikçi bir biçimi olan öykülerinin yer aldığı bu ilk kitabını dönemdaşı şair Hulusi Dosdoğru ile birlikte romancı Halit Ziya Uşaklıgil'e gönderir. Usta yazar Halit Ziya'dan aldıkları mektup, bu genç yazarları yüreklendiricidir. 19. ölüm yılında andığımız Burhan Arpad'ın örnek bir insan, örnek bir gazeteci, örnek bir yazar-edebiyatçı olarak etkisini sürdürdüğüne/sürdüreceğine inanıyorum/inanıyoruz. Genç gazeteci, yazar, edebiyatçıların da bu inancımızı paylaşacaklarına güveniyoruz."

Tiyatroya kaynak eser

TGC Önceki Başkanı Orhan Erinç, şunları söyledi: "Burhan Bey ile Cumhuriyet Gazetesi'nde aşağı yukarı 10 yıl kadar çalıştım.  Yaşıtlarının ve bizden kıdemlilerin söylediğine göre; çok içten, ince yürekli, saygılı ve atılgan  bir kişiliği vardı. Burhan Bey, ben doğduğum yıl gazeteciliğe başlamış. '10 parmağında 10 marifet var' diye tanımlanan ustalarımızdan biriydi. Sadece gazetecilikle yetinmedi, özellikle Almanca'dan çevirileri, edebiyata kazandırdı. En önemli özelliklerinden biri Dârülbedayi şimdiki adıyla İstanbul Şehir Tiyatrolarının kuruluşundan itibaren görev alan yöneticileri, sahne alan sanatçıları;  anılarıyla kaleme alarak tiyatro tarihimiz açısından çok önemli bir kaynağı da bırakmış olmasıdır. Sanatçıların, orta oyuncuların Anadolu turnelerinde yaşadıklarını yazdığı kitaplarla belgelemiş, bu gün de şehir tiyatroları hakkında araştırma yapmak isteyen gençlere çok önemli bir kaynak yaratmıştır. Burhan Bey, sadece tiyatro ile değil; sinemayla da çok yakından ilgiliydi. Aynı zamanda sinema eleştirmeni idi. Bir dönemin Türk rejisörlerin de sıraya girip ödül aldığı Berlin Film Festivali'nde 1961 – 1964'te jüri üyeliği yapan ve kendini dünyaya da kabul ettiren bir ustamız olduğunu söyleyebilirim. Burhan Arpad, bir İstanbul tutkunuydu. Cumhuriyet Gazetesi'nde salı günleri ikinci sayfada  'Hesaplaşma' başlığı altında İstanbul'un eksikliklerini, yozlaşmakta oluşunu, mimar yolsuzluklarını anlatan, çözüm öneren yazılar yazardı. Öykücülük alanında çok başarılıydı. Burhan Bey, bizim de yetişme bahtiyarlığına eriştiğimiz, kimi davranışlarını, yaklaşımını özellikle 'gazeteciliğin kötüye kullanılmaması' konusunda örnek aldığımız ustalarımızdan biriydi."

Arpad'ın eserlerine yeniden kavuşacağız"

Önceki Başkan Erinç, Arpad'ın eserlerine okuyucuların tekrar kavuşacağının müjdesini ise şöyle verdi: "Burhan Arpad'ın oğlu Ahmet Arpad, Almanya'da yaşıyor ve Burhan Bey'in kitaplarının yeni baskılarının yapılması konusunda çalışıyor" dedi.

Hakkında yazılanlar

TGC önceki Başkanı Orhan Erinç, konuşmasında Burhan Arpad için söylenenleri de şöyle aktardı:

Çelik Gülersoy: "Burhan Arpad eski haksız ve içten dıştan çürümüş devlet çatısının çöktüğünü, yeni ve onurlu bir devletin kurulmasını yaşamış bir tanık, bir sosyalisttir. Çok partili dönemde çıkar ortaklıklarında birbirleriyle çok iyi anlaşanlardan uzaklaşmasını bildi…Çok partili dönemde çıkar ortaklıklarında birbirleriyle çok iyi anlaşanlardan uzaklaşmasını bildi.. Arsa spekülatörleri-politikacılar-lumpen proletarya üçlüsünün kente ve insanımıza verdiği onulmaz zarar netlikle gördü, çekincesiz açıkça yazdı."


Mücap Ofluoğlu: "Burhan Arpad, kendi kendini yetiştirmiş gerçek bir aydındır. 1936 yılında Vakit Gazetesi'nde başlayan basın emekçiliğinde, tiyatro yazılarında ve eleştirilerinde, toplumcu ve gerçekçi öykülerinde hep doğru bildiği yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısıdır…"


Tahir Alansu: "Burhan Arpad, konularını yaşamöyküsel türde ele alarak edebiyatımızda başkalarının pek beceremediği bir işi başarmıştır."
 

Melih Cevdet Anday: "Burhan Arpad'ı öykülerinde kesin yargıdan, büyük sözlerden kaçınması yazdıklarının daha keyifle okunmasını sağlıyor…"
 

Uğur Mumcu: "Öykü, çeviri ve yazıları ile elli yıldır Babıâli yokuşunu durmadan tırmanır Burhan Arpad…"
 

Yüksel Pazarkaya: "Burhan Arpad, 20. yüzyılda ülkemizde en güzel izi bırakmış aydın ve yazarlarımızdan biri olarak edebiyatımızda ve edebiyat tarihinde yerini alacaktır.

Almanca öğrenme tutkusu

Eray Canberk,  Arpad ile ilgili şunları anlattı: "İşe adliye muhabiri olarak başladı. Adliye muhabirliği, insanları olduğu gibi, her yönüyle tanımasına yol açar. Burhan Arpad, bundan çok yararlanmıştır. 'Adliye muhabiri olmasaydım bu kadar şeyi göremeyecektim' demiştir. Bir de benim dikkatimi en çok çeken konu Arpad'ın Almanca öğrenme tutkusu. Hikayelerinde görünen emek, işçi sınıfı, sigara fabrikasında çalışmasından kaynaklanıyor. Burhan Arpad, genç yaşta babasını vefat edince hayatını kazanmak için sigara fabrikasında muhasebe yardımcısı olarak işe başlamış. Bu arada Almanca bir film görüyor ve o filmde Almancayı çok beğeniyor. Öğrenmeye karar veriyor. Öğlen paydoslarında yürüyerek Tünele gidiyor, Almanca öğretmeninden ders alıyor,  iş başı düdükleri çalmadan da fabrikadan içeri girmiş oluyor. Buna karşılık da aldığı ücreti, Almanca öğretmenine veriyor."

Biyografi dersi verilmeli

Canberk, biyografinin de önemine dikkat çekerek liselerde edebiyatın dışında biyografi dersinin verilmesinin gençlere çok önemli katkılar sağlayacağını anlattı. Yazar Canberk, "Bir yazarı anlamanın en güzel yolu elbette yazarın eserlerini okumaktır. Benim yıllardan beri üzerinde durduğum bir konu var. Liselere biyografi dersi konulmalı. Çocuklara edebiyat dışında biyografi okutulmalı. Eğer tarih, özellikle yakın tarihi öğretmek istiyorsak bu çok önemli. Bunun en güzel örneği Burhan Arpad'ın kitaplarıdır. Arpad, Türk okurunun bilmediği, tanımadığı yazarları bize çevirerek kazandırmıştır" dedi.

Münevver Çakırtaş

Bizim Gazete, 28.12.2013
Cumhuriyet, 28.12.2013

22 Aralık 2013

'Özgür düşünce kuş gibidir..!'

Cumhuriyet 22.12.2013
SALZBURG
AHMET ARPAD


Noel öncesi Salzburg ışıl ışıl, rengârenk. Dar sokaklar, alanlar ve tarihi yapıların altındaki geçitler insan dolu. Stefan Zweig üzerine çalışmaları ve kitaplarıyla ünlenmiş Gert Kerschbaumer ve değerli bir arşivi barındıran Salzburg Stefan Zweig Centre'in müdürü Dr. Klemens Renoldner'le Café Tomaselli'ye gidiyoruz. Salzach kıyısındaki şirin kent, Noel'e bir kaç hafta kala en canlı, en hareketli günlerini yaşıyor. Eski tanış Kerschbaumer son yıllarda "Uçan Salzburglu" ve "Stefan Zweig-Friderike Zweig Mektuplaşmaları, 1912-1942" eserleriyle adını duyurdu. Özellikle uzun bir uğraşı sonucu yayınladığı kalın "Mektuplaşmalar" kitabı titiz bir özverinin ürünü. Zweig  doğumun 132. yılında Salzburg'da Stefan Zweig Centre'in düzenlediği çeşitli etkinliklerle anıldı. Bu etkinliklerin birinde, Salzburg Devlet Tiyatrosu yönetim kurulu üyesi ve rejisör Peter Arp, yazarın ünlü eseri "Yıldızın Parladığı Anlar" (Almancadan çeviren: Burhan Arpad) kitabından 'Güney Kutbu İçin Mücadele' minyatürünü okudu. Ünlü yazarın doğum günü olan 28 kasımda sayısız davetli Salzburg kütüphanesinin salonunu doldurmuştu. Bundan 72 yıl önce aynı gün Zweig yaşamındaki en son doğum gününü sığınmış olduğu Brezilya'da, Petropolis'te kutlar. Yanında kendisine çok yakın bir kaç tanışı vardır. 60 yaşına bastığı o gün çok kötümserdir, çünkü geleceğe olan ümidini artık yitirmiştir. Ertesi sabah, 29 Kasım 1941 tarihinde, ilk eşi Friderike'ye yolladığı mektup: "Üzücü gün çok şükür geride kaldı," sözleriyle başlar.

Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. 'İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim' diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanının yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugüne dek hep güncel kaldı. 2013'de kitapları ölümünün ardından 70 yıl geçtiği için bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de artık telifsiz yayınlanabiliyor. Bundan yararlanan irili ufaklı bir çok yayıncı bu yıl peşpeşe Stefan Zweig bastı. Şu sıralar vitrinlerde aynı eserin bir kaç değişik baskısını yanyana görmek mümkün. Hatta öyle ki 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının bu en ünlü yazarının dev eserlerinin yazıldığı dil Almanca'dan değil Fransızca çevirisinden çevrilmiş baskılarını (bunu okura açıklamaya hiç gerek görmeden) alelacele piyasaya sürmeye cesaret eden, bir çevirmenin kitaba verdiği özgün adı aynı kitabın başka bir çevirmene ısmarladıkları çevirisinde hiç çekinmeden kullanan ünlü, ünsüz yayıncılar bile var!

Café Tomaselli'den içeri giriyoruz. Salzburg'un bu ünlü kahvehanesi her zamanki gibi dolu. Şöyle bir sağa sola bakınıyoruz. Tek boş masa, hemen solda, pencere yanındaki küçük masa. Yanımızdan geçen yaşlıca garson gülümseyerek: "İyi akşamlar, Beyler," diyor. Peşinden yürüyoruz. Adam boş masanın üzerindeki "rezerve edilmiştir" kartını kaldırıyor. Oturuyoruz. "Salzburg hep dolu bir kent," diye konuşuyor Kerschbaumer. "İnsanın kaçacağı geliyor; bir Festival haftalarında, bir de şu Noel öncesinde..!" Mırıldanıyorum: "Zweig da Festival süresince Salzburg'dan hep kaçardı." Masadaki iki Salzburglu gülümsüyor.

www.ahmet-arpad.de

2 Aralık 2013

"Dönüşüm" ve Prag'da Kafka izleri

Prag'a gelip de kahvelerine, daha doğrusu kıraathanelerine uğramamak olmaz. Komünizmden kurtulduktan sonra yeniden açılan bu mekânların düşünce ve edebiyat dünyasını ne kadar etkilemiş olduğunu bugün de hissediyorsunuz. Kent merkezinden geniş Narodni Caddesi'nde yürüyüp, Moldau kıyısına doğru uzanırken mutlaka Café Louvre'a bir uğramalı. 1902'de kapılarını açan, özellikle iki savaş arasında üst sınıf Praglıların, filozofların, akademisyenlerin, ünlü sanatçıların ve hali-vakti yerinde hanımların da uğradığı Café Louvre günümüzde geçmişi anımsatıyor. Brod-Kafka ikilisinin de sık sık düzenlenen edebiyat toplantılarına katıldığı Louvre 1992'den bu yana yine eski şıklığına dönmüş.

Prag'da, Franz Kafka'nın doğmuş olduğu bu kentte başı boş gezinirken kolayca onlarca yıl geriye dönüp, anılara dalabilirsiniz. Bu güzel Moldau kentinin sokaklarında Kafka'nın Milena'ya olan aşkının peşinden gider ya da var olmanın dayanılmaz hafifliğini tadabilirsiniz.
Prag kocaman, art nouveau, süslü, yüz yıllık yapılarıyla insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Gezinen nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Büyük alanda sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller müşteri bekliyor. Az ötede Paris Caddesi… Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Hepsi son yıllarda elden geçmiş, bakımlı yapılar. Altlarındaki şık mağazalar Paris'i aratmıyor. Çoğunun sahibinin Amerikalı Yahudi olduğunu söyleniyor. Demirperdenin kalkmasının ardından otuz bine yakın Yahudi Prag'a dönmüş. Hitler'den kaçanların torunları...

Sonra sokaklar daralıyor. Artık Franz Kafka'nın dünyasındasınız. Güney Bohemya'dan gelip, Prag'a yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz yaşamını Yahudilerin gettosu Josefov'da geçirir. Praglı yazarlar Jarovlas Hasek ve Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Fakat Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, Prag'ın başka semtlerinde de yaşar. Bu arada birkaç yılını Prag kalesinin gölgesinde uzanan Simyacılar Sokağı 22 numarada geçirir. Ancak küçük ve dar evdeki yaşama çok fazla dayanamayıp, yine taşınır. Yeni evi Moldau'ya yakındır. Fakat o da dardır, havasız ve rutubetlidir. Kafka'nın hastalığı ilerler; Prag'ı uzun süre için terk eder. 1924 yılında Viyana yakınlarındaki Kierling'de öldüğünde 41 yaşındadır. Prag'ın Zelivskeho mahallesindeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor. Moldau kıyısında şimdi güzel bir müzesi var...

Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Heykeltraş Jaroslav Rona onu yaratırken "Bir Savaşın Tasviri" öyküsünden esinlenmiş. Üç buçuk metre yüksekliğindeki kara heykel içi boş, kafasız bir giysi. Omuzlarında bir insan oturuyor. Heykelin dibinde, ayaklarının  önünde çiçekleri çoktan solmuş küçük bir çelenk. Az ötede eski-yeni sinagog, iki saatli tarihi belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. Şu sıra on iki bin taş sayılıyor dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında.

Yaşamında çoğu kez dışlanmış olan Franz Kafka uzun öykü diyebileceğimiz "Dönüşüm"de sanki bazı yaşam birikimlerini kaleme almış. Sürekli iç sorunları olan, kendini bir yerde ailesi için ‘kurban' eden Gregor Samsa'yı yaşamı boyunca hiç kimse anlamamıştır, ne annesiyle babası, ne de kızkardeşi. Onlar Gregor'un çalışmakla yaşamını garanti altına aldığına inanırken, oğulları çalışarak getirdiği parayla evdekilere güzel ve mutlu yaşam sağladığı, daha doğrusu kendini onlar için ‘kurban' ettiği inancındadır. Çok şeye katlanan Gregor eleştirisel, karşı çıkan biri değildir; o zırhı kalın, içi yumuşak bir böcek gibidir. Ailesine olan çocukca bağlılığı böceğe dönüştükten sonra da kalır. Bir böcek olarak evinde geçirdiği dönemde de ailesinin ona yaptıklarına karşı çıkamaz.

Burada çok ilginç, daha doğrusu anlaşılmaz olan, kısa süre sonra Gregor dahil bütün ailenin dönüşümü çok olağanmış gibi kabullenmesidir. Uykusundan böcek olarak uyanan Gregor yaşadığı dönüşüme karşın hemen giyinip, işe gitmeye niyetlidir. Onun yaşam sorunu kişiliğidir; aşırı alçakgönüllüdür ve kendine özgüveni yoktur. Gregor bir gün olsun kendini ailesinin kıskacından kurtaramamış, annesiyle babasının mutluluğundan sorumlu olduğuna hep inanmıştır. Geçmişine sırtını dönüp, gönlünce yaşamasını hiç bilmemiştir. Ailesinin eve para getiren oğulları olmadan da yaşayıp, geçinebileceklerini, yıllarca acımasızca sömürülmüş olduğunu Gregor ancak dönüşümünden sonra fark etmiştir. Bir sabah uyandığında aniden böceğe dönüşmüş olmasını bir yerde her şeyden kaçma, hatta bir baş kaldırma olarak kabul etmek gerekir. O artık dayanılmaz, tek düze bir yaşamdan, her şeye boyun eğen bir birey olmaktan ve içine kıstırıldığı sistemin çarkları arasından kurtulmak istemektedir. Ancak aile içindeki yabancılaşmanın böceğe dönüşmesinin ardından da sürdüğünü fark eder. Bu 'yeni' yaşamı da bir çözüm, bir kurtuluş değildir. Ailesi onu yine dışlamaktadır, çünkü başkalaşmış olan oğulları artık işlerine yaramıyordur. Böcek yaşamında da yalnız kaldığının farkına varan Gregor kendisiyle ve dünyasıyla barış içinde, her şeye razı yaşama veda eder...

Franz Kafka'nın,  Aralık 2013'de Remzi Kitabevi'nde  çıkan "Dönüşüm" adlı eserine Ahmet Arpad'ın yazdığı önsöz

1 Aralık 2013

Hitler yandaşı bir yargıç

Cumhuriyet, 1 Aralık 2013
STUTTGART
AHMET ARPAD


Susanne Filbinger babasının 2007 yılında ölümünün ardından tavanarasında bir sandık içinde 60 defter bulur. Bu defterler merhumun yaşamı boyunca ailesinden saklamış olduğu günlükleridir. Kardeşleri engellemek istese de Susanne Filbinger'in kitaplaştırdığı  bu günlükler bir kaç ay önce piyasaya çıktı. Baba Hans Filbinger 1913 Freiburg doğumludur. Lisenin ardından 1933'de hukuk öğrenimine başlar. Aynı yıl Nasyonal Sosyalist  Üniversite Öğrencileri Birliği'ne üye olur.  Kısa sürede  "Hıristiyan olmayanlara ve  Alman toplumuna yabancı güçlere karşı çıkmalıyız" gibi görüşlerle çevresinde ünlenir. 1934'de Hitler'in "Yıldırım Kıtaları"na (SA) katılır. Genç Hans Filbinger hırslıdır. 1937'de Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) üyesi olur. Savaş sürecinde  Nazi Almanyası'nda askeri yargıç olarak görev yapar. Çoğunlukla deniz kuvvetlerinde suç işleyenler (!) onun karşısına çıkarılır. Filbinger savaşın son aylarında bile idam kararları talep bir Nazi savcısıdır.  Yeni kurulan Almanya'da hiç kimse Filbinger'in kılına bile dokunamaz. O avukat olarak yaşamını  sürdürür, Hıristiyan Demokrat Parti'ye (CDU) girer, kısa süre sonra Freiburg belediye meclisine seçilir, parti içinde hızla yükselir. 1960'da eyalet meclisinde milletvekilidir. Kurt G. Kiesinger kabinesinde içişleri ve milli eğitim bakanlıkları yapar. 1966'dan 1979'a kadar Baden-Württemberg Eyaleti başbakanı Hans Filbinger'dir! Nazi Almanyası'ndaki geçmişi, Hitler döneminde yandaş bir savcı ve yargıç olması sağcı görüşlü ve tutucu çevresinde hiç kimseyi rahatsız etmemektedir. Hatta 1974 ve 1977 yıllarında Almanya'ya yeni bir cumhurbaşkanı aranırken Hans Filbinger'in adı hep adaylar arasında geçer. Ancak aynı süreçte ünlü tiyatro yazarı Ralf Hochhut  Filbinger'in „bir Hitler savcısı" olduğunu belgeleriyle ortaya koyar. Ünlü rejisör Thomas Bernhard'ın o aylarda yazdığı "Emeklilkten Önce" adlı oyununu ünlü rejisör Claus Peymann Stuttgart'ta sahneler. Kısa sürede büyüyen tartışmaya eski savcı önce: „O zaman doğru olan şimdi yanlış olamaz" görüşleriyle karşı çıkmaya uğraşır.  Hochhut aleyhine açtığı davayı kaybeder. Hatta bu dava sürecinde eski Nazi yargıcının dört idam kararının altında imzası olduğu ortaya çıkar ve Hitler yandaşı Filbinger Baden-Württemberg  Eyalet Başkanlığ'ından istifa etmek zorunda kalır. Ancak o görüşlerinden vazgeçmeye hiç niyetli değildir; kısa süre sonra aşırı sağcı, tutucu Weikersheim Araştırmalar Merkezi'ni kurup başına geçer.  2007 yılında Filbinger'in cenaze töreninde yaptığı konuşmada: "O Nazilerin bir kurbanıydı, o nasyonal sosyalist değildi, kendini  baskı rejiminin zincirlerinden kurtaramamıştı” sözleriyle Hitler yandaşı eski yargıcı koruyan eyalet başbakanı Oettinger bir skandala imza atar. O günlerde CDU sekreteri olan ve: "Eyalet başbakanımızın Filbinger üzerine söyledikleri çok doğru,” diyen Thomas Strobl şu sıralar Merkel'in beş yardımcısından biri! Oettinger ise skandal konuşmasının ardından görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. 2009'dan bu yana Merkel'in yolladığı Brüksel'de AB Enerji Komiseri olarak görev yapıyor!

Savaşın ardından Hans Filbinger örneği bir  çok eski savcı ve yargıcın yeni kurulan Almanya'da yine görevlere getirildiği bilinen bir gerçek. Özellikle 1960'lı yıllara kadar Federal Almanya Adalet bakanlığı bünyesinde çalışanların üçte ikisinin Nazi geçmişi olduğu sonraki yıllarda ortaya çıkmıştı. Bunun nedenini ülkenin ilk başbakanı Konrad Adenauer  şöyle açıklamıştı: "Temiz suyun olmadığı yerde kirli su dökülemez!" Nazi geçmişli yargıç ve savcıların çoğunluğu Hitler'in 1933'de başa geçer geçmez kurdurttuğu Özel Yetkili Mahkemeler'de Filbinger gibi uzun yıllar görev yapmış hukukçulardı! Savaş başladığında Almanya'nın hemen hemen her kentinde böyle bir mahkeme vardı.  Özel yetkili mahkemelerde görevlendirilen yandaş yargıçlar en ufak suçlara bile yıllarca cezalar verebiliyor,  insanları toplama kamplarına atabiliyor, hatta ölüme yollayabiliyordu. Hitler hoşuna gitmeyen karar veren yargıçları nasyonal sosyalist olmamakla suçluyor, açık açık kendi eliyle görevden almakla tehdit ediyordu! "Nazi Almanyası'nda hukuk” konusuyla ilgilenen tarihçilere göre Özel Yetkili Mahkemeler kurulmasının ana nedeni Hitler karşıtlarını kısa sürede elemine etmekti...

www.ahmet-arpad.de

3 Kasım 2013

Hermann Hesse ve Münih

CUMHURİYET, 3 Kasım 2013
STUTTGART
AHMET ARPAD

Yaşamında çok yol yürümüş. Yüz yaşına bir kaç adım kalmış. Karaormanlar kasabası şirin Calw'a tepeden bakan, pencerelerinden yeşil yamaçların göründüğü iki katlı villasının salonunda oturmuş çaylarımızı içerken konumuz her ziyaretimde olduğu gibi yine akrabası Hermann Hesse. Calw doğumlu Hesse'nin annesi, yaşlı mı yaşlı kadının dedesi Friedrich Gundert'in kız kardeşi oluyor! Datça dinlencesinden döner dönmez Stuttgart'ın yarım saat ötesindeki Bad Liebenzell kaplıcalarının şifalı ılık sularına bıraktım kendimi. Tabii buralara gelince, tüm ömrünü yakındaki Calw'de geçirmiş olan yaşlı tanışa uğramadan, bir çayını içmeden, havadan sudan sohbet etmeden, sonsuz Hesse anılarını dinlemeden olmuyor. Bu kez konumuz döndü dolaştı genç Hesse'nin Münih maceralarına geldi. Daha doğrusu sözü açan ben oldum. Bundan birkaç ay önce bir Münih ziyareti sırasında Edebiyat Evi'ndeki "Hermann Hesse ve Münih" adlı sergiyi izlemiştim. Genç Hesse yüzyılın başında yerleşmiş olduğu Konstanz gölü kıyılarından sık sık Münih'e kaçarmış! O günlerde doğmuş olan çok yaşlı tanışın aklında ilerki yıllarda annesinden dinlemiş olduğu bazı şeyler kalmış. Kendinden dokuz yaş büyük eşi Mia ile oturduğu Gaienhofen'deki bahçeli villayı aklına estiğinde terk edip, kimi zaman sadece bir kaç günlüğüne, kimi zaman ise bir kaç haftalığına Münih'e kaçar, bu ilginç kentte bohem yaşamın kucağına atarmış kendini. 1904-1913 yılları arasında edebiyatçılar çevresinde geçirdiği hoşsohbet Münih "gün ve geceleri" Hermann Hesse'nin yaşamında önemli izler bırakmıştır. "Burada hoppa bir yaşam var... Ben Münih'i çağlaya çağlaya yaşıyorum," diyen genç yazar kısa sürede Ludwig Thoma'nın çevresine girer. Thomas Mann'la Münih'te tanışırlar. Az sonra Almanya'nın en önemli mizah dergisi "Simplicissimus"un kadrosuna alınır.  Aradan birkaç yıl geçmeden de Thoma'yla birlikte liberal solcu "Maerz" adlı haftalık dergiyi çıkarmaya başlar. Hesse: "Ben Münih'le içli dışlı bir yaşam sürmüştüm," der 1918 yılında kaleme aldığı gençlik anılarında. "Konstanz gölünün yanlızlığına sırtımı dönmek istediğimde Münih benim için kaçabileceğim tek kentti. Dostlarla meyhanelerde geçirdiğim uzun akşamların, canayakın hanımların ötesinde edebiyatçılar ve sanatçılar çevresi beni gittikçe daha sık Münih'e çekmeye başlamıştı." Çevresindeki tanışlar genç edebiyatçıya özlediği değeri verirler. Münih yaşamı onun politize olmaya başladığı yıllardır.

"Yirmi yedi yaşındaki genç Hessenin kendinden dokuz yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedenleri vardı," diye çok yaşlı tanış anlatıyor. "Bu nedenlerden en önemlisi, o yıllarda çok sevdiği annesini yitirmiş olmasıydı. Kendini yalnız hissediyordu." Aralarındaki büyük yaş farkına karşın Mia ile ortak yanları çoktu. Her ikisi de müziği seviyor, büyük kent yerine doğanın ortasında bir yaşamı yeğliyordu. Tolstoy en sevdikleri yazardı. Ancak Hesse 1912'de yaptığı uzun Hindistan yolculuğundan  değişmiş bir insan olarak döner. Münih'e artık eski kadar sık kaçmaz. Bir yıl sonra da eşi Mia ile Konstanz gölü kıyılarını terk eder. Bu arada birbirlerine yabancı olmaya başlayan çift Bern'e yerleşir.

Odanın yüksek pencerelerinden görünen Karaormanların yamaçlarına batmaya hazırlanan güneşin güçsüz ışınları düşüyor. Ekim gelmiş doğaya. Meşeler, kayınlar sararmaya hazırlanıyor. Çok yaşlı kadına veda etmenin zamanı. Hava kararmadan Stuttgart'a dönmeli. Az sonra kocaman holde el sıkışırken, duvarlardaki Hesse küçük tablolarına her ziyaretimde yaptığım gibi bir göz atmadan edemiyorum. Yaşamının son 43 yılını geçirdiği, kadının genç kızlığında sık sık ziyaret ettiği Montaglona'daki villanın pencerelerinden görünen İtalyan İsviçresi doğası... Hesse annesiyle ona hediye etmiş. "Kusura bakmayın, bu kez size piyano çalamadım," diyor. Sesinde bir özür var. "Az sonra dostlarım uğrayacak, her perşembe birlikte oda müziği yapıyoruz." Pazartesi  akşamları da Calw müzik okulunda başka bir orkestranın provasına katılıp, keman çalıyor. Anımsıyorum, 2012'de Hesse'nin ölümünün 50. yılı anma töreninde Calw kilisesindeki konserde piyanonun başına geçmişti..!

www.ahmet-arpad.de

13 Ekim 2013

Yahudi mezarlığında tarih

Cumhuriyet 13.10.2013
STUTTGART
AHMET ARPAD 

        Gösterişsiz bir mezar taşı. Üzerinde yazanlar okunamıyor. İbranice. Az ötede taşları süslü olanlar var. Çiçeklerle, yapraklarla, değişik motiflerle bezenmişler. Dreyfuss ve Levi... Bir alt sıradakilerde süslemeler artıyor. Yazıların sağında solunda dua eden eller; kabartma kartallar. Oettinger ve Bernheim... Bir başkasında, elimizdeki kâğıtta yazdığında göre Levi kabilesinin insanlarının yeğlediği ibrik motifi. Mezar taşları gittikçe büyüyor. Rothschild ve Landauer... Süsler artıyor. Taşlardan birini nedense sünnet bıçakları süslüyor. Bu mezarlığa ilk gömü 1802 yılında yapılmış, son gömü de 1943'te. Stuttgart'ın güneyinde, Konstanz Gölü'ne uzanan yol üzerinde eski bir yerleşim merkezi olan Buttenhausen'de 18. yüzyıldan başlayarak Hıristiyanlarla Yahudiler, Hitler denen o diktatör gelip de toplumun üzerine çöreklenene kadar barış içinde, ortak bir yaşam sürdürmüş. Şirin ovanın iki yamacına kurulu mahallelerinde yaşayıp durmuşlar. Bir yamaçta kilise, diğer yamaçta sinagog. Aynı bina içinde iki sınıf. Biri Yahudilerin, diğeri Almanların. Biri ticaretle uğraşırken, diğeri tarlaya toprağa vermiş kendini. Sonra yirminci yüzyılın ülkeye getirdiği sanayileşme Yahudi gençlerini yavaş yavaş büyük kentlere göçe zorlamış. Köy yaşlılara kalmış. Buttenhausen Mezarlığı'na 1943 yılından sonra hiç kimse gömülmemiş. Oralı Yahudilerin ölümleri başka topraklarda olmuş!

        Savaştan sonra yöreye yerleşen Walter Otto, Buttenhausen ve insanlarının geçmişini kendine görev edinir. O olmasaydı günümüzde yörenin iki yüz yıllık Yahudi tarihi çoktan unutulur giderdi. Boş zamanlarında inatla araştırır, yıllarını bu göreve harcar. Büyük bir emek sonucu, bir zamanlar burada yaşamış insanların nerelere göç etmiş olduğunu bulur, okyanus ötesindeki çocuklarına, torunlarına ve onların çocuklarına ulaşır. Sonra kendini mezarlığın restorasyonuna verir. Devlet desteğinin yanı sıra bağışlarla 399 taş elden geçer. Heidelberg Üniversitesi'yle Stuttgart'taki politik eğitim merkezini de arkasına alarak Buttenhausen Yahudilerinin yaşamını anlatan küçük bir müze oluşturur.

       Stuttgart politik eğitim merkezinden bölüm şefi, eski tanış Sibylle Thelen'in anlattığına göre Baden-Württemberg eyaletinde Naziler öncesinde 30 bin Yahudi yaşarken, günümüzde, savaşın bitiminden neredeyse 70 yıl geçmesine karşın, sayıları ancak 10 bin civarında. Eyalet hükümeti 2010 yılında Yahudi cemaati ile imzaladığı bir sözleşmeyle toplam 143 tarihi mezarlığın bakımını üstlenmiş!

       Tarihi kayın ağaçlarının gölgesinde uzanan mezarlığı geride bırakıp yemyeşil Lauter Ovası'nda güneye doğru ilerliyoruz. Zwiefalten'e dek Lauter Çayı bize eşlik ediyor. Kıyısında güneşlenip, piknik yapanlar, hızla akan sularında serinleyenler, kanolarında günün keyfini çıkaranlar. Az sonra vardığımız şirin kasaba Zwiefalten'de önce manastırla görkemli barok kilisesini ziyaret ediyoruz. Ardından 16. yüzyılda rahiplerin kurmuş olduğu bira fabrikasının hemen altındaki kocaman lokantada yemeğe oturuyoruz. Burası da 1521'de açılmış, yönetimi aileden aileye, nesilden nesile geçmiş. 1935'ten bu yana da Baader'ler çalıştırıyor. Genç garson kız, az sonra büyük kupa Zwiefalten Manastırı birasını önümüze bırakıyor. Ardından gelen mantarlı karaca filetosunu bitirmek çok zor... Buradan gaza basan isterse bir saatte güneye, Konstanz Gölü kıyısındaki şirin Lindau'ya varır, isterse yeşil tepeleri, yamaçları aşarak kuzeye, Stuttgart'a döner.

www.ahmet-arpad.de

15 Eylül 2013

Kedinin oyuncağı insan!

Cumhuriyet 15.09.2013
STUTTGART
AHMET ARPAD

O gizem dolu bir yaratık. O dünyanın en çok sevilen evcil hayvanı. İnsana bağlı, fakat hiçbir zaman insanın emrine girmiyor. Kendini sevdiriyor, kendine bağlıyor. İnsan onun emrine giriyor. Kedi denen yaratık köpek gibi değil, isterse insansız da yaşayabilir. Dokuz canlı! Canı istedi mi, karnı acıktı mı sokuluyor, bacağınıza sürünüyor, kucağınıza çıkıyor, okuduğunuz gazetenin üzerine çörekleniyor, kendini okşatıyor. İşi bitince de çekip gidiyor; evin ya da bahçenin bir köşesinde, sizden uzak, ne kadar arasanız bulamayacağınız, aklınızın köşesinden geçmeyecek bir yerde keyif çatıp uyuyor. Yüksek sesle ne kadar çağırırsanız çağırın, umurunda bile değil, lütfedip gelmiyor. Ta ki karnı acıkana kadar. O zaman sallana sallana çıkıveriyor ortaya! Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

Gençten biri yere oturmuş, elindeki kumaştan bebeği havaya atıp duruyor. Yanındaki tekir bütün dikkatini bebeğe vermiş, yakalamak için ikide bir havaya sıçrıyor. Yakaladığı anda pençeleriyle kavrayıp altına alıyor. Az ötede iki küçük çocuklu kadın oturduğu sıraya kurulmuş siyahlı beyazlı bir kedinin karnını okşuyor. Çocukları ise ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi annelerini seyrediyor. Pencerenin yanındaki kırmızı mindere kurulmuş bir samur yanında duran kahve fincanına önce merakla bakıyor, sonra burun kıvırıp başını dışarıya çeviyor. En son Münih ziyaretimizde bir dostun önerisi üzerine ünlü Schwabing semtindeki Kediler Cafèsi’ne de (www.cafe-katzentempel.de) uğramıştık. Türk Caddesi 29 numaradaki kahvenin hemen hemen tüm müşterileri kediseverler! Masalar arasında dolaşan güleryüzlü gencin adı Thomas. Kediler Cafèsi’nin sahibi. Meslek yaşamına bankacı olarak atılmış olan kedisever Thomas, kız arkadaşıyla yaptığı bir Viyana gezisinde, Stephan Katedrali’nin az ötesinde, Ball Sokağı’ndaki, Japon bir ailenin çalıştırdığı Cafè Neko’yu ve oradaki kedileri görünce Münih’e döner dönmez mesleğini bırakmaya karar vermiş. Ailesi ona destek vermiş, bankadan kredi almış, fakat insanların kahve içip, pasta yediği bir salonda kedilerin dolaşmasına, kucaklarına çıkmasına belediye önce izin vermek istememiş. Thomas yılmamış, inat etmiş, belediyenin çıkardığı her engeli aşmış ve kısa süre önce “kedili kahvehane” düşünü gerçekleştirmiş. Şimdi bakımevinden aldığı altı kedi, Balou, Gizmo, Jack, Saphyra, Tobyn ve Ayla masaların arasında cakayla dolaşıyor, canları istedi mi bacaklarınıza sürüyor, okşamanıza izin veriyorlar... En gençleri ve en meraklıları Balou, çabucak yanınıza sokuluyor ve mırıldanmaya başlıyor. Bir otomobil kazasında arka ayaklarından birini yitirmiş olması Jack’ın hiç umurunda değil, keyfi yerinde, oyunu seviyor. Az sonra güzel Ayla yumuşak minderine kuruluyor, kendini okşatıyor; kardeşi Gizo ise içlerinde en küstahı ve en sokulganı, kendini grubun şefi gibi gördüğü hemen belli oluyor. Dördü de daha bir yaşında. Saphyra ve Tobyn diğerlerinden birkaç yaş büyük. Müşterilerin ilgisinden sıkılan, başını dinlemek isteyen kedi, Thomas’ın onlara ayırmış olduğu özel odaya çekiliyor!

Kediler Cafèsi’ne her türlü insan geliyor. Ne de olsa Schwabing kozmopolit bir semt. Bohem yaşamı yeğleyen sanatçılar, müzisyenler, akademisyenler, yüksek sosyete, üniversite öğrencileri, alternatif yaşamı seven tuhaf giyimli gençler, emekliler Schwabing’in insanları. Thomas’ın söylediğine göre hepsini burada görmek mümkün. Münih dışından gelenler de uğruyormuş. Kedisever olmaları onları Kediler Cafèsi’nde bir araya getiriyor! Biz otururken, ellerinde fotoğraf makineleri, birkaç Asyalı turist de şöyle bir girip çıktı. Kediler dünyanın her ülkesinde aynı. İster Beyaz Saray’da otursun, Londra’da başbakan konutunda keyif çıkarsın, isterse bir gecekonduda yaşasın... Kedi her yerde insanı parmağında oynatmasını beceriyor. Zengini de, karnını zor doyuran fakiri de. İnsanla kedi tam 6 bin yıldır bir arada yaşıyor. Evcilleşmesi ise 3500 yıl önce olmuş. Mısır firavunları Tutankamon ve Ramses döneminde kediye tapılmış, yurtdışına çıkarılması yasaklanmış. Ancak kaçak yollardan, özellikle Fenikeliler zamanında Avrupa’ya sokulmuş. Ortaçağda Avrupa’da farelerin büyük artış göstermesiyle kedilerin değeri çok artmış... “Kedi, anarşist bir aristokrattır” demiş Hamburglu yazar Axel Eggebrecht. Kedi bir eşsizlik, kedi gizem dolu mistik bir yaratık...

www.ahmet-arpad.de