19 Mart 2023

Meraklı, gözüpek, hoşgürülü

Toplum Gazetesi, 19 Mart 2023

Ahmet ARPAD

Ünlü yazar Erich Maria Remaque'ın 1929 yılında yazmış olduğu baş yapıtı “Batı Cephesi'nde Yeni Bir Şey Yok”tan beyaz perdeye uyarlanan epik savaş karşıtı film, 12 Mart akşamı düzenlenen 95. Oscar Ödül Töreni'nde dört ödülle onurlandırıldı. 1956 yılında Burhan Arpad tarafından Türkçeye kazandırılan bu romanın 1930 yılındaki ilk beyaz perde uyarlaması da (Yapımcısı Alman Carl Laemmle) iki Oscar ödülü almıştı.

Cin Gibi Bir Delikanlı

Carl Laemmle (1867-1939) Laupheim'daki babaevini terk ettiğinde on yedi yaşındaydı. Ufak tefek, bakışları cin gibi delikanlı yürekliydi. Tek amacı okyanus ötesine gitmek, orada başarıya ulaşmaktı. Genç Carl doğup büyüdüğü kasabayı terk ederken tek başına değildi. 1884 yılında Hamburg'da “Neckar” göçmenler gemisine binerken arkadaşı Leopold Hirschgeld de onunla beraberdi. İki delikanlının ortak arkadaşları İsidor Nathan Landauer de bir yıl önce Amerika'ya ayak basmıştı. Laupheim'lı 'üçlüyü' bir yıl sonra Samuel Moritz Einstein takip etmişti. Dördü de yeni kıtadaki ilk yıllarını bulaşık yıkamakla, ayak işlerine koşmakla geçirmişlerdi!

Stuttgart'a bir saat uzaktaki Laupheim o yıllarda Hristiyanlarla Yahudilerin 1730'dan bu yana huzur içinde ortak yaşam sürdürdüğü bir kasabaydı. Yahudiler iş sektöründe ve politikadaki girişimleriyle Laupheim'ın toplum yaşamında hep önemli rol oynamıştı.

Endüstrileşmenin ilk adımlarının atıldığı 20. yüzyıl başında yeni dünyada şanslarını arayan yüz binlerden dördü olan Laupeim'lı, hırslı ve çalışkan delikanlılar ceplerinde beş kuruşsuz yerleştikleri Amerika'da değişik dallarda başarıya ulaşmasını başarmıştır.

Bir süre New York'ta her işi yapan Laemmle'nin ikinci durağı Şikago'dur. Ancak orada da çok kalmaz, Alman göçmenlerin çoğunlukta olduğu Oshkosh'a geçer ve bir tekstil fabrikasında iş bulur. Hırslı genç adam yenilikçi girişimleriyle birkaç yıl içinde fabrikanın müdürlüğüne yükselmeyi başarır. Carl Laemmle Amerika'da nasıl modern bir iş adamı olunacağını ve başarıda doruğa çıkabilmek için reklamın önemli olduğunu çabuk kavrar.

Aradan çok geçmeden de o güne dek kazandığı tüm servetini Şikago'da bir sinemaya yatırır, 1906'da bir film dağıtım şirketi kurar. 1908 yılına gelindiğinde bu şirket Amerika'nın en büyüğü olur. Carl Laemmle o yıllarda 50 sinema salonuna da sahiptir.

Ufak tefek, kurnaz, cin gibi Laemmle 1910'da kurduğu Independent Motion Picture'la film yapımcılığında en büyük adımı atar. 1912 yılında bazı küçük filmcileri de şirketine katar, böylece Universal Motion Picture Manufacturing Company (bugünkü Universal Studios) ortaya çıkar!

Meraklı, gözüpek, hoşgörülü


Carl Laemmle Amerikalıların 'bulaşıkçılıktan milyonerliğe' düşünü gerçekleştirmiştir. Dev Universal Studios'un kuruluşu aynı zamanda Hollywood'un da başlangıcıdır. 'Dracula', 'Phantom the opera', 'The Mummy', 'Frankenstein' ve 'Tom Amca'nın Kulübesi' klasikleri onun başarısıdır. 1930 yılında iki Oscar ödülü alan “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” filmi o günlerde Almanya'da güç kazanmakta olan Nazileri öfkelendirir. Remarque'ın romanı ateşlerde yanarken Laupheimlı (“Küstah Yahudi sinemacı”) Laemmle'nin filmi Almanya'da yasaklanır.

Meraklı, maceracı, araştırmacı, ileri görüşlü, hoşgörülü, güçten ve sorumluluk yüklenmekten kaçınmayan biri olması Almanyalı bu Yahudi'nin başarıya ulaşmasının baş nedenleriydi. Zenginliğini başkalarıyla paylaşmayı da severdi. Birinci Dünya Savaşı'nda fakirleşen Laupheim'ın insanlarına çok destek vermişti. 1930'lu yılların başında Almanya'da nasyonal sosyalistlerin güçlenmeye başlaması üzerine ülkedeki tanışlarının dikkatini onları bekleyen büyük tehlikeye çeker, 1933'den sonra da Laupheim'lı üç yüz Yahudi'nin Amerika'ya kaçmasını doğrudan destekler.

Gözüpek ve başarılı Carl Laemmle'nin yaşamı ilginç bir filme konu olabilir!

12 Mart 2023

Şans oyunlarına milyarlar akıyor

Cumhuriyet, 12 Mart 2023

Baden-Baden
Ahmet Arpad


Kimler gelmemiş Karaormanlar'ın bu şirin, şifalı suları ve tarihi kumarhanesi ile ünlü küçük kentine!

Rusların Baden-Baden sevgisi Çar Aleksander'ın 1793'te bu yöreli Luise ile evlenmesiyle başlamış ve aralıksız sürmüş. Yeşillerin ortasında köşkler, villalar satın almışlar. Almanlar şifalı banyolardan çıkmazken onlar kumarhaneden, lokantalardan, şaraphanelerden çıkmamışlar. Bugün de değişen pek bir şey yok. Hatta Gorbaçov'dan bu yana Rusların Baden-Baden “istilası” artmış. Yeni zenginler sadece Karlsbad ve Viyana'nın, St. Moritz ve Davos'un, Nice ve Cannes'ın villalarıyla otellerini kapatmamışlar. Baden-Baden'in yamaçlarını dolduran çoğu tarihi villa da son yıllarda giderek daha çok el değiştirmekte, Almanlardan Ruslara geçmekte. Birkaç yıl önce Gürcistan'da görevinden geri çekilmek zorunda bırakılan Şevardnadze bile doksanlı yılların başında BadenBaden'de bir villa alıvermiş kendine!

PARASI OLANLAR İÇİN

Karaormanlar'ın bu şirin kenti, parası olanlar için yaşamaya değer bir yöre. Büyük bahçeler içinde villalar, yamaçlarda çamlar altında tarihi evler. Sahipleri buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Ortasından Oos Irmağı'nın geçtiği, tarihi ağaçlı kocaman parkların kente yayıldığı Baden-Baden moneymaker'ların buluşma yeri. 1858 yılında açılmış olan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcaları ile... Zengini, orta hallisi, fakiri, akşamları büyük parkın yanı başındaki kumarhanenin kırmızı salonlarını dolduruyor. Baden-Baden'de 1748'den bu yana kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de bugünkü kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettiriyor. On yıl sonra hipodromun işletmesini de üstleniyor.

Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi sabaha kadar açık Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok. Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmış insanlar, cüzdanı şişkin efendilerle, üzeri mücevherden geçilmeyen hanımlar kurulmuş koltuklara. Çoğu buranın müdavimi. Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da kaybetseler de kılları kıpırdamıyor. Buz gibi suratlarındaki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezenler “ikinci sınıf oyuncular”! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayanlar. Genelde ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar, Rus yeni zenginleri. Büyük oynuyorlar. Geçen yıl Baden-Baden'de 300 bin insan kumar oynamış. Bunlardan 70 bini yabancı pasaportlu. Milyarlar yatırılıyor Almanya'da şans oyunlarına.

BAĞIMLILIK YARATIYOR

İnsanlar fakirleştikçe kumar oynayanların sayısı artıyor. Son verilere göre 180 bin insan kumar bağımlısı, 70 bin de poker hastası. Almanlar kumar oyunlarına her yıl 46 milyar Avro yatırıyor. Loto, toto, kazı-kazan, milli piyango, at yarışları, rulet masaları, bakara... Genci yaşlısı, zengini fakiri bu bağımlılıktan vazgeçemiyor. Almanya'da 80 kumarhane kapılarını açıyor onlara her akşam. İnternette çevrimiçi kumarhaneler de var. Yıllık kazançları 200 milyon Avro...

Perestroyka'dan sonra BadenBaden'e yerleşen Rusların sayısı bir ara iki binin üzerine çıkmıştı. Putin'in Ukrayna saldırısının ardından şirin kentten ayrılanlar oldu, Rus turistlerinin de ayağı kesildi. Baden-Baden'de bu olumsuz gelişmelerden en çok etkilenen lüks oteller, lüks butikler, lüks lokantalar ve tarihi kumarhane oldu.

mail@ahmet-arpad.de

Operetler Viyanalı'nın yaşam sevinci

Toplum Gazetesi, Almanya, 12 Mart 2023

Ahmet Arpad

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkmıştı. İmparatorluk yok olup gitmişti. Viyana'nın dar sokakları artık karanlık, evleri yıkık kırıktı. Ceplerindeki paranın değer yitirdiği insanlar karınlarını zor doyursa da birkaç lambanın aydınlattığı buz gibi salonlarda oynanan opera ve operetlere akın etmekten vazgeçmiyordu.
Viyanalı aradan daha bir yıl geçmeden ayağa kalkmasını başarmıştı. Viyanalı ünlü yazar Stefan Zweig ilerde anılarında o günlerden şöyle söz etmişti: "Özgürlüklerini arayan insanlarımızın sanata olan olağanüstü bağımlılığı ve tutkusu Viyana'yı bir kez daha kurtarmıştı... Özgürlüğün olmadığı yerde kültür ve sanat gelişemez."

Bir Mucize Daha

Orkestralar ve sanatçılar başarının doruğuna erişmişti. Ve sonra bir mucize daha gerçekleşmişti. Dört, beş yıl içinde her şey yine eskisi gibiydi. Yıkık binalar yepyeni ayakta, bahçeler, parklar rengârenkti. Viyana birden canlanmış, kent eskisinden daha güzel olmuş, her alanda etkinlikler hızla artmıştı. Avusturya aynı alınyazısını 2. Dünya Savaşı'nın da ardından yaşamıştı.

Özellikle 12 Mart 1945 günü bine yakın Amerikan ve İngiliz uçağının bir buçuk saatlik aralıksız bombardımanı sonucu Viyana yerle bir olmuştu. Hemen hemen hiçbir şey ayakta kalmamıştı. Ancak 1950'li yıllarda başlatılan ve inatla sürdürülen yeniden inşaat ve restorasyon çalışmaları sonucu günümüz Viyanası bugün Paris ve Roma'yı çoktan geride bıraktı.

"Art Nouveau'nun dünya şampiyonu" kabul edilen Tuna kentinin sokakları, caddeleri, alanları, bulvarları bu sanat akımının değerli yapılarıyla dolu. Saraycıklar, zengin villaları, opera, tiyatrolar, kiliseler, müzeler, kahvehaneler, çeşmeler, tren istasyonları, oteller ve resmi binalarda Art Nouveau dekoratif süslemeler doruk noktasında.

En Büyük Kayıp

Viyana'ya gelip de ünlü operanın, Burg Tiyatrosu'nun veya Volksoper'in kapısından içeri adım atmamak büyük bir kayıp. Viyana son yıllarda birkaç kez izlediğim "Im Weissen Rössl" opereti de kaçırılmaması gereken eserlerden biri. İki bin şansona, ellinin üzerinde sahne eserine, sayısız film müziğine, romanlara, şiirlere ve makalelere imza atmış olan üstün yetenekli Ralph Benatzky'nin bu yapıtı hem bir operet, hem bir müzikal, hem de bir revü. 1898'den bu yana kapılarını yılın 300 akşamında açan Volksoper'in sanatçıları tıka basa dolu salonu coşturuyor. İzleyiciler sahneden sıçrayan kıvılcımla kısa sürede sanatçılarla bütünleşiyor.

Vodvil Gibi

Viyanalı için opera, operet ve müzik hâlâ günlük politika kadar önemli. Neşeli ve alaylı şarkılar, çok hareketli danslar, yanılgılar, taşlamalar, raslantılar ve ezgilerle dolu Viyana operetleri birer vodvil sayılır, öyle bir an gelir ki konu içinden çıkılmayacak kadar karışır. Fakat sonunda her şey yine yoluna girer, herkes sevdiğine kavuşur. "Im Weissn Rössl" de böyle bir operet.

İzleyiciler, neşe dolu güzel şarkı ve melodilere hafif mırıldanarak, oturdukları yerde iki yana sallanarak katılıyor. Yaşam sevincini sahneden salona taşıyan bu operette büyük bir orkestra hareketli caz melodilerine, tiz sesle söylenen dağ şarkılarına, kanunu andıran bir aletle çalınan romantik Alp ezgilerine dek bütün oyuna başarıyla eşlik ediyor.Göz kamaştıran pırıl pırıl giysileriyle dans eden oyuncular kimi sahnede sizi bir an için 1920'li yılların revülerine götürüyor. Vals ve fokstrot ağırlıklı danslar dinamik ve fantazi dolu.

İlk gecesini 1930 yılında Berlin Büyük Sahnesi'nde 700 oyuncu ve figüranla yaşayan "Im Weissn Rössl"ü kısa süre sonra Naziler "soysuz sanat" gerekçesiyle yasaklamıştı! Viyana'da her sahneye konuşunda kapalı gişe oynayan yapıtta müzisyenler, 2009 yılında bir rastlantı sonucu Belgrad'da bulunan Benatzky'nin orjinal orkestra uygulamasına sadık kalıyor. Viyanalı'nın yaşam sevincine en güzel operetlerde tanık oluyorsunuz.

Perde kapanırken müthiş bir alkış fırtınası kopuyor. İki buçuk saatin ardından salonu terk eden mutlu insanlar yakındaki birahane ve şaraphanelere koşuyor.

5 Mart 2023

Schiller'in Kafatası Nerede?

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 5 Mart 2023

Kocaman çınarların dalları karlar içinde. Hava soğuk mu soğuk. Dar yollar kar kaplı. Tarihi mezar taşları arasında gezinen birkaç yaşlı insan. Stuttgart'ın Fangelsbach mezarlığı bu sabah biraz ürpertici. Kilisenin yanından uzanan yolun sonunda bakımlı bir mezar. Onun da üzeri kar kaplı.

Büyükçe taşında yazdığına göre en son gömü 1911 yılında yapılmış. Goethe ile birlikte Alman edebiyatında klasik dönemin en önemli temsilcisi sayılan Friedrich Schiller'in (10 Kasım 1759 Stuttgart-Marbach – 9 Mayıs 1805 Weimar) oğlu Ludwig, torunu Friedrich ve onun eşi Mathilde 1857'den günümüze burada yatıyor. 2005 yılında mezarları açılmış, kemikleri çıkarılmış ve DNA analizinin ardından küçük bir törenle tekrar gömülmüştü.

1805 yılında Weimar'da ölen ve önce toplu bir mezara konan Schiller'in kemikleri anlatılanlara göre 1826 yılında prensler kabristanına taşınır. Fakat kısa süre sonra Weimar'da yatanın Schiller olmadığı iddiaları yükselmeye başlar. Ta ki 1959 yılında Gerassimov adlı bir Rus doktor kabristandaki kafatasıyla kemiklerin Schiller'e ait olduğuna karar verene kadar.

Ancak ünlü yazarın 200. ölüm yılında Alman televizyonu MDR aracılığı ile yeni ve çok kapsamlı bir araştırma başlatmıştı. İşte bu girişimler kapsamında Freiburg Üniversitesi Stuttgart'taki aile mezarında yatan oğlu ile torununun kemiklerini incelemiş ve Weimar'daki kafatasının Alman edebiyatının bu ünlü yazarına ait olmadığı kesinlikle saptamıştı.

2009 yılında Stuttgart-Marbach doğumlu Schiller'in 250. doğum yıldönümü törenleri nedeniyle konuşan Antropolog Ursula Wittwer: "On dokuzuncu yüzyılda ünlü kişilerin kafatasları meslektaşlarımın çok ilgisini çekerdi," demişti. Schiller'in kafatasının da o yıllarda çalınmış olduğu tahmin ediliyor! Kimi söylentilere göre 1826 yılında kafatasını Goethe'nin yazı masasında görmüş olanlar da var!

Goethe İle Yakın Dostluk

Aydınlanma çağının en önemli bu düşünürünün idealizmi, bireyin ruhuna ve özgürlüğüne öncelik tanır. Heyecanlıdır, ateşlidir, amaçlarına ulaşmak için hep isteklidir. Okul yıllarından başlayarak kendini hep baskı altında hisseder, dük Karl Eugen döneminde yaşam onun için dayanılmaz olunca 1782'de Stuttgart'ı terk eder ve Weimar'a yerleşir. Goethe ile yakın dostluğu işte o yıllarda başlar. “Wilhelm Meister“ romanını yazması için onu zorlar. Goethe de Schiller'i "Wallenstein" eserini yazması için yüreklendirir, hatta Weimar'da sahneye konduğunda oyunun rejisörlüğünü yapar. Schiller "Haydutlar"ın ilk baskısını kendi cebinden öder, borç parayla da bir edebiyat dergisi çıkarır. Ölümüne yakın son sözleri: "Artık her şeyi daha sade, daha berrak görüyorum..." olur. Schiller'in ardından "Varlığımın yarısını yitirdim", diyen Goethe için sahip olduğu en değerli hazine, aralarındaki yazışmalardır. Bir süre sonra bütün mektupları yayınlatır.

Schiller Milli Kütüphanesi'nin arşivlerindeki Alman edebiyatının Goethe'den Kafka'ya on binlerce belgesine 2000'li yıllarda yenileri de eklendi. Fischer Yayınevi'nin ardından Suhrkamp ve İnsel Yayınevleri de çok değerli arşivlerini kütüphaneye verdiler. Hofmannstahl, Rilke, Kafka, Zweig, Frisch, Enzesberger, Walser gibi 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının yıldızlarının elinden geçen müsveddeler ve mektuplar şimdi Marbach'da herkese açık.

26 Şubat 2023

Sevinç, Hüzün ve Özlem

Toplum Gazetesi Almanya, 26 Şubat 2023

Ahmet ARPAD

Bir şaraphaneden sokağın taşlarına vuran ışıkta iki kara kedi oturuyor. İçeri girmek için fırsat kolluyorlar. Hava soğuk. Birden kırbaç sesleri, eski evlerin duvarlarında yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyorlar. Şaraphaneden insanlar sokağa dökülüyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak. Şarap kadehleri elden ele dolaşıyor. Çakırkeyf insanlar coşkulu. Yaşlı bir kadın toprak sürahide daha çok şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Dar sokaklar karanlık. Bomboş. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tek tük ışık. Perdeler ardında insanlar uyanıyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önü de kalabalık.

İçeriden müzik sesi duyuluyor, neşeli insanların şarkıları. Kırbaçlıların geldiğini görenler el sallıyor, bağrışıyor. İçeride ayakta duracak yer yok. İnsanların yüzleri boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Giysileri de renkli. Müzisyenler masalara çıkmış. Genci yaşlısı insanlar hopluyor zıplıyor, şarap sürahileri elden ele dolaşıyor. Bunalan kendini dışarı atıyor.

Kentin ıssız sokaklarında yürümek güzel. Sabah olmak üzere. Ötelerden yine müzik sesleri. Gittikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli büyük bir orkestra köşeyi dönüyor. Rengârenk giysili bu insanlar da coşku dolu. Az sonra güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayaklanacak! Stuttgart‘ın bir saat güneyindeki Rottweil‘ın tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri...

Yolun iki yanı insan dolu, dizi dizi. Evlerin pencereleri de. Salkım saçak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize geliyor. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Sadece küçük çocuklar heyecanla sağa sola koşuşuyor. Birden çan sesleri tüm kenti dolduruyor. Güneş yükselmeye başlamış. Rottweil aydınlanıyor. Taş kulenin altındaki büyük kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetler, borazanlar ve davulların çaldığı Faşing marşı duyuluyor. Gergin bekleşen insanlar artık kendilerini tutamıyor. Hep birden bağrışıyorlar, haykırıyorlar, zıplıyorlar... Kimileri yola fırlıyor, dans ediyor. Kemerin loşluğunda ortaçağ süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk giysileri ile müzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar...

Maskelerin ardında kimler gizli?

Sonra da maskeli, renkli uzun giysili insanlar Kara Kapı'da görünüyor, hoplaya zıplaya. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler tahtadan oyma. Değişik. Giysiler gibi. Somurtkan, dişlerini gösterip sırıtan, ağızlarını kocaman açan korkutucu suratlar erkek maskeleri. Gülen, yumuşak hatlı olanlar kadın maskeleri. Afacan, yaramaz, kimi yılışık maskelerin ardında çocuklar...

Giysiler gibi maskeler de çok eski, tarihi. Yenilerini yapan ustalar artık ender Karaormanlar'da. Çıngırak ve zil sesleri müziğe karışıyor. Ürkütücü maskeliler yürüyüşü bırakıp yol kenarında duran insanlara koşuyor, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtüklüyor, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp acayip kahkahalar atıyorlar. Sonra hoplayarak, zıplayarak yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor...

Sevinçle hüzün bir arada

Önümüzde duran, olup biteni sessizce seyreden yaşlı adamın yüzü kireç rengi. Yanındaki yaşlı eşi de hüzünlü gibi, neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Tek sevinen, ellerinden tuttukları küçük kız. Başını uzatıp geçenlere bakıyor. Bıraksalar fırlayıp maskelilerin arasına karışacak. Rottweil‘ın tarihi ana caddesinde duygular doruk noktasında.

"Çılgınlık Günleri"nde kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak pek kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duyguları bir arada... Yörede yaşayan çoğu insan bütün bunların Hıristiyanlık öncesinden, çok Tanrılı dönemlerden kalma örfler olduğuna inanıyor. Kentin tarihi Kara Kapısı'ndan geçip kendini dar sokaklara bırakan bambaşka bir insan oluveriyor! Sanki bütün vücudu bir an için titriyor. Eski Faşing marşları duyuluyor. Büyük bir orkestra görünüyor. Üzerlerinde ortaçağ giysileri. Rottweil'da Faşing sokak eğlencesi. İnsanlar kışı kovalıyor, ilkyazı karşılıyor. Bu bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz bir sevinç...

Güney Almanya'da bir Faşing daha geride kaldı.

19 Şubat 2023

"Kimi kötülüğe engel olabilirsiniz"

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 19 Şubat 2023

Hitler Almanya'dan gelip anavatanı Avusturya'ya el koymasının hemen ardından 15 Mart 1938 günü Viyana'nın Kahramanlar Alanı'nda bağıra çağıra yaptığı konuşmada onu coşkuyla dinleyen yüz binlerin arasında 14 yaşında ürkek bir erkek çocuğu da vardı. Adı Johannes Mario Simmel idi…

Aradan tam elli yıl sonra yine Viyana. Ürkek çocuk çoktan ünlenmiş, yazar olmuş, tüm dünya tanıyor onu, yazdıkları otuz dile çevrilmiş 70 milyona yakın basmış. Romanlarının yanı sıra 1958'de yazmış olduğu "Okul Arkadaşı" adlı tiyatro oyunu Sydney'den Stockholm'a birçok büyük kentte sahnelenmesine, iki kez filme çekilmesine karşın Avusturya'da hiçbir tiyatro onu programına almaya cesaret edememiş. Ta ki sosyal demokrat Franz Vranitzky ülkenin başbakanı olana kadar! "Okul Arkadaşı" Nazilerle alay eden, onlarla işbirliği yapmış Avusturyalıları sert bir dille eleştiren bir tiyatro oyunu. Viyana'daki prömiyerine geldiğimizde haykıran dazlakların arasından geçip tiyatro binasına girebilmiştik. İki saat sonra perde kapanırken ülke başbakanı Simmel'i ayakta alkışlıyordu.

Yazdıklarıyla tüm yaşamı boyunca ırkçılıkla, faşizmle savaşmış olan ünlü yazar, söz Nazilerden açıldı mı her defasında hemen heyecanlanırdı. "Savaş bittiğinde biz gençler gelecekten çok ümitliydik", derdi. "Nazi vebasından kurtulduğumuz inancını taşıyorduk, ne de güzel planlarımız vardı!" Gazeteciliğe atılmıştı, görevi gereği ülkeden ülkeye gidiyor, savaş sonrasının insanlarını ve politikacılarını tanıyordu. En geç 1960'lı yıllara girildiğinde değişen pek bir şey olmadığını fark etmişti. Her şey eski hamam, eski tastı! "Hitler'i seçmiş olanlar 60 milyon insanın öldüğü savaşa karşın 'ben sadece görevimi yaptım' demekle sorumluluktan kurtulacağını sanıyordu… 1945 öncesinin yardakçıları yine aramızdaydı, onlar sadece giysilerini değiştirmişti…"

Johannes Mario Simmel ile 1973-2008 arası süren yakın dostluğumuz bir yazar-çevirmen tanışlığından öteye idi. Kimi yerde bir ağabey-kardeş, kimi yerde bir baba-oğul ilişkisiydi. Viyana, Münih, Stuttgart, Monte Carlo, Zug'daki buluşmalar, sohbetler, uzun telefon konuşmaları, yazışmalar havadan sudan değildi. İçerikleri politika, sanat, edebiyat olan heyecanlı düşünce alışverişlerini vefatından birkaç ay öncesine kadar sürdürmüştük. 12 Eylül ihtilalinin ardından Türkiye'de gazetecilerin ve solcu düşünürlerin hapislere atılması, düşünce ve basın özgürlüğünün kısıtlanması üzerine Simmel, yapıtlarının ülkemizde yayımlanmasına izin vermekten vazgeçmişti. Ve bu kararı ta 2007 yılına kadar sürmüştü. Türkiye o günden bugüne düşünce özgürlüğünde pek olumlu adımlar atmamış olmasına, Türkiye'deki iktidarı beğenmemesine karşın, "Eserlerinizi tanımayan yeni neslin aydınlatıcı düşüncelerinize çok gereksimi var!" sözleriyle onu 'inadı'ndan vazgeçirmeyi sonunda başarmıştım! Türkiye'de Simmel'ler yeniden basılmıştı…

Vefatından birkaç ay önceki son telefon sohbetlerinden birinde keyfi yerinde değildi. Her zamankinden daha karamsar konuşmuştu: "Yazar olarak bu dünyayı değiştiremezsiniz, fakat kimi kötülüğe engel olabilirsiniz. Günde 40 bin çocuğun öldüğü günümüz dünyasında insanların başarılı olduğu tek şey küresel kapitalizm!" Simmel'in savaş sonrası düşleri kısa sürede yıkılmış, ayaklar altında parçalanmıştı. Onlar koskoca bir kütleydi. "Ben yine de bu düşler kütlesini omuzlayıp dağa çıkardım. O ise her defasında yine aşağı yuvarlandı. Ve ben hep yeniden denedim".

Son yıllarda geriye dönüp baktıkça kendini Don Kişot'a benzettiği anların gittikçe arttığını söylerdi. Böyle bir insanı 35 yıl boyunca tanımış olduğum, en ünlü yapıtlarıı Türkçeye çevirdiğim için kendimi mutlu hissediyorum. Şu görüşü ne güzel: "Üzerinde yaşadığımız dünyada bir insan başka bir insanı mutlu yapabilseydi bütün dünya mutlu olurdu."

1 Ocak 2008'de yitirdiğimiz Johannes Mario Simmel yaşam görüşlerimi olumlu etkilemiştir.

12 Şubat 2023

Yaşam Görevi, İnsan Aydınlatmaktı...

Toplum Gazetesi/Almanya, 12 Şubat 2023

Ahmet Arpad

Bertolt Brecht 10 Şubat 1898 günü doğmuştu. Bundan tam 125 yıl önce! Geçen yüzyıl Alman epik tiyatrosunun en önemli ismi kabul edilen Brecht zamanın ruhuna karşı eserleriyle küçük insanı her dönemde, her ülkede hep kendine bağlamasını bilmiştir. Şu sözü ilginçtir: "Başkalarını aydınlatmak dünyanın en eski ‘meslekleri'nden biridir. O beni avucunun içine aldı!"

İnsanlığın 20. yüzyılda yaşadığı iki dünya savaşı Bertolt Brecht‘in yaşamını çok etkilemiştir. Bunu sadece tiyatro eserlerinde değil, şiirlerinde, mektuplarında, öykülerinde ve anekdotlarında da görmek mümkündür. Bertolt Brecht sorunlar içindeki topluma seslenirken çok inandığı akılcılığı hiç elden bırakmaz. Nazi Almanyası'nda Hitler ve çevresinin Almanya'yı ele geçirmeye başladığını sezen yazar 1933 yılında ülkesini terk eder. O yıla kadar Berlin'de büyük tiyatro adamı Max Reinhardt'ın yanında oyun yazarı olarak ünlenmeye başlamıştı. Almanya'yı terk etmesinin ardından yıllarını Avusturya, Fransa, İsviçre, Danimarka, İsveç ve Finlandiya'da geçirir. Savaş yıllarında, 1941'de Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşmeye karar verir. 1947'ye kadar bu ülkede kalan Bertolt Brecht en önemli yapıtlarını ‘sürgün'de gerçekleştirir. Savaş bitiminde İsviçre üzerinden 1948'de tekrar Almanya'ya döner. İki yıl sonra da tiyatro oyuncusu ve yöneticisi eşi Helene Weigel'le Berlin'de ünlü "Berliner Ensemble"yi kurar. Bu yıllarda Bertolt Brecht dünyaca ününe kavuşur.

"Hep Zayıfların Yanındayım"

1920'li yıllarda: "Büyük ve ünlü şiirler kanımca insanlık için birer belgedir", diyen Brecht bu görüşüyle şiire ne kadar çok değer verdiğini, onun etkisini ne kadar çok önemsediğini belirtmek istemiştir. Tiyatro yazarlığı ve rejisörlüğün yanı sıra şiire de ağırlık vermesinin nedeni budur. Brecht'in şiirleri onun anlık duygularını veya L'art-pour-l'art şairlerinin duygularını yansıtmaz. O sokağı anlatır, mahalle meyhanelerinde konuşulanları ve kabare konularını şiirlerine alır.

Kimi edebiyat tarihçisi Brecht'in François Villon, Arthur Rimbaud ve Frank Wedekind'den etkilendiğine inanır. O şiirlerini edebiyat çevrelerinin okuma akşamlarında sunmasını sevmezdi. Gitarı eşliğinde şiirlerini, koşuklarını ve şarkılarını küçük kent lokanta ve meyhanelerinde küçük insanlara sunmasını yeğlerdi. Brecht burjuva karşıtıydı.

İlerde o günlerden şöyle söz etmiştir: "Ben varlıklı bir ailede büyüdüm. Çocukluğum boyunca çevremde hep hizmetçiler vardı. Okula giderken bir yakalık takmak zorundaydım. Öğretmenlerimden emirler almaya alıştırılmıştım, ancak büyüyüp biraz özgürleşince içinde yaşadığım sınıf hoşuma gitmemeye başlamıştı. Ne emirler işitmek istiyordum ne de başkalarının bana hizmet etmesini. İşte o günden sonra sınıfımı terk ettim ve hep zayıfların yanında yer aldım..."

Brecht zeki, etkileyici, yerine göre de tartışmaktan kaçınmayan biriydi, yarattıkları ölümünden 67 yıl sonra da severek okunuyor. 48 tiyatro eseri, 2300 şiir ve 200 öyküyle peşinde, uzun yıllar yitirilmeyecek izler bırakmıştır. 20. yüzyıl Alman tiyatrosunun en önemli ve etkileyici tiyatro adamı ve lirik şairi Bertolt Brecht'in daha okul yıllarında yazılı çalışmalarında Goethe'den alıntılar yaptığı bilinir.

Şiirlerden bir seçkinin toplandığı "Açların Ekmeği"nin yazarı Brecht'in şu görüşü dikkat çekicidir: "Büyük ve ünlü şiirler kanımca insanlık için birer belgedir.", O bu sözleriyle şiire ne kadar çok değer verdiğini, onun etkisini ne kadar çok önemsediğini belirtmek istemiştir. Tiyatro yazarlığı ve rejisörlüğün yanı sıra şairliğe ve şiire de ağırlık vermesinin nedeni budur.

Brecht'in şiirleri onun anlık duygularını veya L'art-pour-l'art şairlerinin duygularını yansıtmaz. O sokağı anlatır, ara sokak meyhanelerinde konuşulanları ve kabare konularını şiirlerine alır. Kimi edebiyat tarihçilerine göre Brecht François Villon, Arthur Rimbaud ve Frank Wedekind'den etkilenmiştir. O şiirlerini kalburüstü edebiyat çevrelerinin düzenlediği akşamlarda okumayı sevmezdi. Brecht burjuva karşıtıydı, şiirlerini ve şarkılarını gitarı eşliğinde küçük kent lokantalarında ve meyhanelerinde küçük insanlara sunmasını yeğlerdi. Günümüzde şiirleri hâlâ okunuyor, yapıtları dünyanın değişik ülkelerinde sahneleniyor, üniversitelerde ders programında yer alıyor.

"Sen dünyayı değiştireceksin", der Brecht. O, sömürüsüz, dürüst bir dünya için savaş verirken elindeki tek silah sanattı! O, derin bir toplumsal kaygıya sahip bir öncünün bilinciyle yazdı şiirlerini ve diğer yapıtlarını. Şiirlerinde amaçladığı görüşünü en az sözcükle anlatmanın ustasıydı. Yerine göre tutarlı ve inatçı, inandığından kolay dönmeyen, kafasına koyduğunu gerçekleştiren başına buyruk bu insan 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vurmuştur.

Marx'ın Görüş ve Öğretileri

Bertolt Brecht 1920'li yılların sonundan başlayarak her geçen gün kendini daha çok Marx'ın görüş ve öğretilerinin içinde bulur. Almanya'da nasyonal sosyalistlerin ayak seslerinin gittikçe daha çok duyulmaya başlanması Brecht'i hızla Marx'ın öğretisine çeker. 27 Şubat 1933 Reichstag (Alman Parlamentosu) yangının hemen ertesi günü ülkesini terk eden Brecht yaşamının on beş yılını Danimarka, İsviçre, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde geçirir. Kitapları yakılır, Alman vatandaşlığından çıkarılır. Bu yıllar onun yaşamına ve kişiliğine değişikliler getirir. O günlerde yazdığı tüm şiirlerde, makalelerde ve mektuplarda güçlü, dirençli Brecht vardır. Yaşam görevi olan ‘aydınlatıcılığı' hiç elden bırakmaz!

Brecht Weimar Cumhuriyeti yıllarında sadece yapıtlarıyla ön planına çıkmamıştı, gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla da toplumun dikkatini gittikçe daha çok üzerine çekmeyi başarmıştı. Onların yanı sıra kısa öyküleri aynı dönemin Rilke, Döblin ve Musil gibi edebiyatçılarını aşan bir modernizme sahipti. 1930'lu yılların başlamasıyla başka düşünenlerin tutuklanmaya başladığı süreçte toplumu bölmeye başlamış olan materyalizme Brecht makale ve kısa öykülerinde kesinlikle karşı çıkar.

Savaş sonrasında yaşamını yeni kurulmuş olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde sürdürür, fakat ülkeyi yöneten Sosyalist Birlik Partisi'ne üye olmaz. Üst düzey yöneticiler de onu ilk yıllarda dışlar. Kurduğu "Berlin Tiyatro Topluluğu"nun sahnelediği oyunlar Doğu Almanya'da kimi eleştiriler alırken turneye gittiği yabancı ülkelerde başarıdan başarıya koşar!

Brecht'in yapıtlarındaki insanlar ‘dünya ruhu'nun kuklalarıdır! Faşizmle savaşta etkili olacak tek silah onun gözünde Marksizmdir! İnsanın değişken bir yapıya sahip oluşuna Brecht hayrandı. Kendisi de bu yapıda birisiydi. Böyle olmasaydı kısa yaşamında 48 tiyatro eserinin altına imzasını atabilir miydi?

Değişkenliği kadınlarla ilişkilerinde de görülür. Helene Weigel'le evliliğinin (1929 – 1956) yanı sıra Elisabeth Hauptmann, Ruth Berlau ve Margarete Steffin'le olan ilişkileri de ünlüdür! Brecht uyanık, hep tetikte olan birisiydi, yaşam dolu bir kişiliği vardı. Çalışırken çevresindekilerinden yapabileceklerinden fazlasını isterdi. Yerine göre tartışmaktan kaçınmazdı, ancak o karşısındakine sevecen olmasını da bilen bir insandı.

Brecht salt bir tiyatro adamı değildi, o estetik kuramcısı, ahlakçı ve bir savaşçıydı da. Kendisine eylem alanı seçtiği sanatı ve sanatın gücünü bir bütün olarak kavramış, kuramın yalnızca bir tiyatro kuramı olmadığını, tüm sanat dallarını kapsadığını göstermişti; sinema, opera, şiir, roman, öykü, inceleme gibi alanlardaki üretimi tiyatro ile birlikte sürdürmüştür.

14 Ağustos 1956'da Doğu Berlin'de gözlerini bu dünyaya kapattığında 58 yaşındaydı. Ölümünden kısa süre önce yanına çağırdığı papaz ve yazar Karl Kleinschmidt'e şunları söyler: "Arkamdan yazın, Brecht rahatsız edici biriydi! Bu, ölümümden sonra da değişmeyecek!" Sosyalist-devrimci tiyatro adamı haklı çıktı. Geçen yüzyıl Alman tiyatro ve şiirinin en önemli ismi kabul edilen, günümüzde de severek okunan Bertolt Brecht peşinde, uzun yıllar yitirilmeyecek izler bırakmıştır.

5 Şubat 2023

Gizemli sokaklarda gezintiler

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 5 Şubat 2023

Viyana'da akşamlarınızı operada, tiyatroda, operette, müzikalde geçirirsiniz. Sonra ara sokaklardaki şaraphanelerden birine uğrayıp güzel şarabınızı yudumlarsınız. Gündüzleri ise sonsuz parklarda, Osmanlı kuşatma yıllarından kalma daracık sokaklarda başıboş dolaşırsınız.

Keyfine ve rahatına düşkün Viyanalı saatlerini Demel, Gerstner, Sacher, Central, Landtmann, Mozart'ın salonlarında geçirir. Yazarlar, sanatçılar, aydınlar, işadamları sabah kahvaltılarını, öğle yemeklerini, akşamüstü çaylarını oralarda alır. Çoğu Avusturyalı yazarın romanına konu olan tarihi kahvehanelerin rahat koltuklarında iş görüşmeleri, sanat tartışmaları yapılır, kitap okunur, mektup yazılır. Arthur Schnitzler, Franz Werfel, Sigmund Freud günlerinin önemli bölümünü kahvelerde yaşamıştır. Orta Avrupa kültürünün yetiştirdiği edebiyatçıların en ünlülerinden Stefan Zweig da bir Viyana çocuğudur. Gençliğinde her gün saatler geçirdiği, dostları ile söyleştiği kent kahvehaneleri onun için de bir "okul" olmuştu.

Operası, tiyatrosu, operetleri, müzikalleri ile Viyana kültür soluyor. İnsanları günbegün kültür ile iç içe yaşıyor. Bu Tuna kentinin sokaklarını arşınlayan, mağazaların, yapıların, taşların, heykellerin, loş dar geçitlerin, parkların kültür soluduğunu seziyor. Günün geç saatlerinde Tuna kanalından operaya yapacağı gezinti onu bambaşka bir dünyaya götürüyor. Akşamın loşluğunda tarih ve gizem dolu dar sokakların taşlarında kendi ayak sesini duyuyor. Kapı içleri karanlık. Sokak lambalarının güçsüz ışığında yanından geçen tek-tük insanla irkiliyor. Kapatıyor gözlerini bir an için, dönüyor savaş sonrasının Viyana'sına...

"Üçüncü Adam"

... Ara sokaklar dar ve ıssız, kaldırımlar boş. Dükkân kepenkleri çoktan inmiş. Kadın bir baston sesiyle irkiliyor. Başını çevirip arkasına bakıyor. Yaşlı bir adam. Bir elinde köpeğinin tasması, öteki elinde bastonu. Kendisi gibi zor yürüyen şişman köpeği peşinde akşamın bu saatinde gezintiye çıkmış olmalı, diye düşünüyor. Katedrale açılan dar sokaklarda her şey nedense ürpertici. Kadın ellerini cebine sokup hızla yoluna devam ediyor. ‘En iyisi bir an önce eve dönmeli‘, diye düşünüyor... Opera’ya sapan köşede karaborsacılar, kaçakçılar, kalpazanlar duruyor. Palto yakaları kalkık, eller cepte, kasketler çarpık, ağızlarda sigara. Yağmur çiseliyor. Birden "Üçüncü Adam" hızla köşeyi dönüyor. Şapkasını yüzüne indirmiş. Koşar adım "Café Mozart"a giriyor. Canavar düdükleri. Polis otomobilleri çevreyi sarıyor. Baskın var...

... Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden sıcak bir ışık sızıyor. Masalarda konuşan, gülen, şarabını yudumlayan, gazetesini okuyan insanlar. Kaertner Caddesi'ne yaklaştıkça sokaklar renkleniyor. Binalar bakımlı, vitrinler pahalı. Buralar ıssız ve loş değil. Az ötede opera ışıl ışıl. Hotel Sacher'in kapısında dizi dizi siyah otomobiller. Loden paltolu beyler, kürk mantolu hanımefendiler yanınızdan hızlı hızlı geçiyor. Az ötede, operanın yan karşısında tarihi Hotel Bristol. Siz girin Hotel Sacher'den içeri, ısmarlayın kendinize ünlü çikolatalı pastadan bir porsiyon. Az ötedeki masaya çöreklenmiş dört erkeğin gürültüsünü önemseyip sakın keyfinizi kaçırmayın. Konuştukları dile bakılırsa Doğu Avrupalı işadamları olacaklar. Tabii Slovakya sınırının az ötesindeki Bratislava'da her türlü işi çevirip Perestroyka sonrası Viyana ormanlarındaki, Grinzing ve Kahlenberg'deki ucuza kapattıkları tarihi villalar, köşkler ve saraycıklarda yaşayan Rus zenginleri de olabilir...

29 Ocak 2023

'Yalnız değil birlikte'

Cumhuriyet, 29 Ocak 2023

Almanya'ya gelmişler yirmisinde, şimdi ulaşmışlar yetmişine, seksenine, kimi doksanına yaklaşmış...

Ahmet Arpad / Almanya (Stuttgart)


Çoğunun tekdüze ve tek başına bir yaşamı olmuştu. Hafta içinde çalışıp hafta sonunda hemşerileri ile bir araya gelmişlerdi. Almanya'nın büyük kent tren istasyonları onların tek buluşma yeri olmuştu. Sürekli para biriktirmişlerdi. Memlekete kim bilir son 60 yılda kaç milyar Mark/Avro yollamışlardı? Başlarında kasket, ellerinde sigara, koltuklarının altında Türk boyalı basının gazeteleri, omuzları çökmüş, ayaklarını sürüye sürüye yürümüşlerdi! Bu ülkede bir ömür geçiren insanlarımız çoğu kez yalnız, içine kapanık kalmıştı. Almanlarla Türkler birbirine dokunmadan, yan yana, kabuğuna çekilmiş yaşamışlardı. Sonra işsizlik Almanya'yı kıskacına almıştı. Bundan en çok etkilenenlerin başında da düşük gelirli, mesleğinde kalifiye işçi olmayan Türkler gelmişti. Çoğu altmış yıl boyunca gettolaşmış Türk mahallelerinde yaşamıştı.

Günümüzde birçok yaşlı insanımızın eline geçen emekli maaşı buradaki yaşamına açıkça yetmediği için hiç olmazsa yılın altı ayını ucuz (!) Türkiye'de geçirmesinin baş nedeni de bu... Ancak Türkiye ile hiç bağlantısı kalmamış sayısız insanlarımız da var. Memleketindeki bütün ailesini bir zamanlar yanına almış olan bu emekliler artık hep Almanya'da kalmak zorunda! Onlara ilk yıllarda aileleri bakıyor. Önce eşleri, sonra da çocukları. Ancak bir yaştan sonra bu bakım zorlaşıyor. İşte o zaman her gün birkaç saat uğrayıp evde bakımlarını yapan kuruluşlara muhtaçlar! Bu hizmetin bir kısmını kişi kendi ödüyor, bir bölümünü de devletin sosyal hizmetler dairesi üstleniyor.

'BİRLİKTE HER ŞEY DAHA KOLAY'


Stuttgart'ta 2015 yılında kurulan, başkanlığını Ergun Can'ın yaptığı "Emin Eller" girişimi yaşı ve sağlığı gereği bakımı gereken yaşlı insanlarımıza kapılarını açıyor. Stuttgart Belediyesi'nin bir yan kuruluşunun desteğindeler. Tek kişilik odalar kişiye özel donatılmış, evde yaşayanlar gün boyu rahat kanepeli, televizyonlu büyük ortak alanda bir araya geliyor, mutfağı birlikte kullanıyor, yemeklerini bir arada alabiliyor, güzel havalarda da terasa veya bahçeye çıkıyorlar.

Ergun Can sohbetimizde şuna dikkatimi çekiyor: "Bakım konusu, belli bir yaştan sonra yakınına bakan ailesi ve akrabası için önemli bir sorun oluyor." Birinci nesil yaşlı Türkler Emin Eller'de büyük bir aile! Sevgi ve ilgi onlara günlük yaşamlarında eşlik ediyor. Ergun Can şöyle devam ediyor: "Biz, birlikte olduk mu her şeyin daha kolay ve daha güzel olduğuna, sorunların daha iyi aşılabileceğine inanıyoruz." Günün yirmi dört saati sağlık bakım hizmeti var. Geliri yetersiz kişiler belediyenin sosyal hizmetler dairesinden parasal destek alıyor. Stuttgart'ta 1999 yılında kurulmuş olan, geliştirdiği değişik projelerle Almanya'da yaşayan Türklerin topluma uyumuna destek veren Türk-Alman Forumu 2019 yılında "Emin Eller"in çalışmalarını Manfred Rommel Ödülü'yle onurlandırmıştı. Yaşlılığında vatanına uzak kalmış yaşlı insanlarımız Stuttgart "Emin Eller"de mutlu bir ortak yaşam sürdürüyor, çok uzaktaki vatanlarının havasını ciğerlerine çekiyor!

30 Ocak 1933

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 29 Ocak 2023

Ahmet ARPAD

30 Ocak 1933 insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı.

Geçenlerde kitaplığımda Hermann Hesse'yi ararken Adolf Hitler'i buldum! Hesse'nin mektuplaşmalarının hemen yanında gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun yıllarca önce merak edip almış, fakat sonra nedense pek okumadan rafa kaldırmış olduğum "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı...." adlı kitabı duruyordu.

1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatıyor. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!"

"Bohem Onbaşı"

O yıllarda ülkede tatsız bir hava hüküm sürüyordu. Dünya çapındaki ekonomik buhran toplumu sert bir şekilde vurmuş, milyonlarca insan işsiz kalmıştı. Hiç kimse zayıf hükümete güven duymuyordu. Bu koşullar yeni bir liderin ve partisinin yükselişinde önemli rol oynadı. O, değişimi sabırsızlıkla bekleyen, geniş bir kitleyi kendine çeken güçlü ve son derece iyi bir hatipti. İnancını kaybetmiş insanlara daha iyi bir yaşam, yeni bir ülke sözü veriyordu. Partisi öncelikle işsizlerle gençleri, alt ve orta sınıf insanlarını hedefliyordu. İktidara yükselişleri hızlı oldu. Ekonomik buhrandan önce pek tanınmayan parti son seçimde tüm diğer partileri geçti. Cumhurbaşkanı Hindenburg Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi lideri Adolf Hitler'i beğenmiyor, onu küçümsüyordu. Hindenburg'un gözünde Hitler "Bohem Onbaşı"ydı. Ancak NSDAP'nin güçlenmesi sonucu çevresinden gelen baskıyla 30 Ocak 1933'te Hitler'i şansölye, yani Alman hükümetinin başı olarak atamak zorunda kaldı. O yıllarda bir çok Alman ülkeyi kurtaracak kişinin bulunduğuna inanmaktaydı!

Önce Aydınlar...

Hitler kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başlamıştı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atılmış, kitaplar yakılmıştı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye gelmişti! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasının ardından yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız", der. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Almanya'daki kömür ve demir-çelik sanayisi üretimini durduracak, çalışanları doğuya aktarılacaktı.

Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşur: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur."

1930'lu yıllarda Avrupa'da Hitler, Stalin, Mussolini ve Franco insanlığı inanılmaz bir felakete sürüklerken Türkiye'de Mustafa Kemal Atatürk devrimleriyle çağdaş ve uygar bir toplum yaratıyordu!