11 Mayıs 2025

10 Mayıs 1933

Aydınlık Avrupa, 11 Mayıs 2025

Stuttgart - Ahmet ARPAD

10 Mayıs 1933. Berlin Opera Alanı'nda akşam oluyor. Tam orta yerde dev bir ateş. Alevler gecenin karanlığına yükseliyor. Çevresinde toplanmış insanlar keyifli. Yazar Erich Kästner de aralarında duruyor. Onun suratı asık.

Sayısız üniversite profesörü öğrencileriyle gelmiş Opera Alanı'na. Çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarında getirdikleri yığınla kitabı dev ateşe atıyorlar. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar da ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı da ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri yanlarında, olup biteni dikkatle izliyor.

Kästner 'Kitaplar Yakılır mı?' adlı denemesinde o geceyi şöyle anlatıyor: "Binlerce kitap dolu kamyon insanlar arasından geçip yaklaştı. Ateşin çevresindeki öğrenciler ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi öyle duruyordu. Kitapların verilen emirlerle ateşlerde yakılabileceğini şimdi öğreneceklerdi. Binlerce kitap yere döküldü, becerikli eller onları aldı, hızla alevlere savurdu..." O gece Alman dilini, kültür ve edebiyatını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçıların, düşünür ve sanatçıların yapıtları büyük ateşte yandı, kül oldu! Hitler Gençliği örgütü ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde yüz iki yakma eylemi düzenledi. Almanya'nın yirmi bir üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu.

Kitaplar Silahlardan Daha Güçlüdür

Baskı yönetimleri kitaptan hep korkar, çünkü kitap her türlü silahtan daha güçlüdür. Kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bireye baskı yapan, onu düşüncelerinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak kitap her şeye karşın toplumları etkinlemesini, insanlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanı da (Çeviren: Ahmet Arpad) ateşe atılan Alfred Döblin'in olayların ardından şu söyledikleri çok uyarıcı: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar." 1933 kitap yakmaları Hitler'in aydınları yok etme girişiminde attığı ilk adımdır. Daha 1824'de: "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. 1933'de kitapları yakan Naziler 9 Kasım 1938'de tüm ülkede Yahudi ibadet evlerini, sinangogları da yaktı. O gece 400 insan yangınlarda öldü veya öldürüldü. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş tam 12 yıl sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu. 10 Mayıs 1933 insanlık tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir…

Hitler 5 Mart 1933 seçimlerinde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri krallarıyla gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan "Führer"in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklanmıştı!

"Yahudi Ruhu Almanya'yı Tehdit Ediyor"

10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit ediyor", diye binlerce insana sesleniyordu. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar gibi uluyordu!

Naziler: "Alman düşün dünyasının çöpü", dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı kitapların yakılmasıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. 'Kahverengi Gömlekliler' tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Kültür Cinayetine Onay Veren Aydınlar

Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı.

Çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir," diye yazanlar oldu. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

Stuttgart'taki çalışmaları ağırlıklı 'insan hakları' olan "Die AnStifter" derneği her yıl bu haftada yaptığı değişik toplantı ve okumalarla bizlere 10 Mayıs 1933'de ve sonrasında Hitler diktatörünün Almanyası'nda neler olup bittiğini anımsatmaya çalışıyor!

27 Nisan 2025

Kendini herkesten üstün görürdü!

Cumhuriyet, 27 Nisan 2025

SALZBURG
AHMET ARPAD


Megaloman kime denir? Kendini herkesten üstün gören ve hep ön plana çıkmak isteyen kişiye! Bu insanın temelinde çok güçlü ve bastırılmış bir aşağılık kompleksi vardır. İnsanlık tarihinin gelmiş gelmiş en büyük megalomanlarından biri de Adolf Hitler'di. Savaş sonrası "Führer"in bu hastalığı üzerine kafa yoran sayısız psikiyatrist onun iki ruhlu bir insan olduğu üzerinde birleşir. Çift kişilikli oluşu onu yakın çevresi için zaman zaman anlaşılmaz yapardı. Davranışları çoğu kez esrarengizdi. Gözlerini boyadığı insanları peşine takmasını başaran bu megalomanın başlattığı savaş sadece altı yıl içinde 60 milyon insanın yaşamını yitirmesine neden olmuştur! On iki yıllık yönetimi sırasında hep daha büyüğün peşinden koşan Hitler'in düşlerinden biri de, yüz binleri ve kendinden sonrakileri etkileyecek dev mimarlık eserleri yaratmaktı! Hitler'in dev yapılarına günümüzde Berlin'de, Nürnberg'de, Münih'te, Regensburg'da hâlâ rastlanıyor.

"Halkın Başbakanı"

Geçen sonbahardaki Salzburg ziyaretimizin ardından yakın Berchtesgaden'de yaşayan eski tanış bir aileye uğramadan Stuttgart'a dönmek olmazdı. Havanın soğuk, fakat güneşli olmasından yararlanarak onlarla birlikte Obersalzberg tepesine çıkmıştık. Almanya-Avusturya sınırında, iki bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'den bu yana kötü bir ünü var. Ülkede yönetimi ele alan Hitler kısa süre içinde Obersalzberg'deki tüm yapıları ele geçirir. Mülkünü satmak istemeyenleri "toplama kamplarına gönderirim" tehdidi ile inatlarından vazgeçirtir. Kendine "halkın başbakanı" dedirten Hitler Almanya'yı ve savaşı çoğu kez, bu tepeye oturttuğu dev merkezden yönetmiş, ülkelerarası politikacılarla, diplomatlarla görüşmelerini burada yapmıştır. Obersalzberg malikanesinin altına açtırttığı beş kilometrelik gizli tünellerin bazılarını bugün ziyaret etmek mümkün. Amerikalılar 25 Nisan 1945'de sadece bu dev yapıyı bombalamadılar, Nazi subaylarıyla muhafızların konakladığı tüm binaları da yok ettiler. Birkaç gün sonra Hitler, 29 Nisan 1945'de Berlin'de saklandığı yeraltı sığınağında Eva Braun ile evlendi. Ertesi gün de, bundan tam 80 yıl önce, 30 Nisan 1945'de, siyanür içerek yeni evliler intihar etti. Hitler'in vasiyeti üzerine cesetleri yakıldı.

"Führer", bir efsane

Adolf Hitler'in kişilik kültü, Nazi Almanyası'nın öne çıkan bir özelliğiydi. 1930'lu yılların aralıksız Nazi propagandasına göre "Führer" her zaman haklıydı, ülkesinin ekonomik sorunlarını çözmedeki başarısı hep ön plana çıkarılıyordu. Alman toplumu Hitler'in kişiliği, görüşleri ve hedefleri arkasında birleştirmek için bir araç olarak kullanıldı. Nazilerin gözünde o bir mesihti. Almanya'yı kurtarabilecek tek kişi oydu! Birinci Dünya Savaşı sonrasında acılar çeken insanlara "Führer kültü" aşılandı. Führer efsanesi", Hitler'in birçok Nazi Partisi üyesine mistik görünmesini sağladı. O halktan biriydi. İnsanüstü niteliklere sahipti. O "geleceğin lideri"ydi. Destekçilerinin gözünde Hitler "Almanya'yı özgürleştirmek için Tanrı'nın aracıydı". Hitler'in karizmatik ve büyüleyici konuşma yeteneği halkının ilgisini çekmesinde büyük rol oynadı. "Tek Adam" kısa sürede milyonların umudu oldu. Halefi seçtiği Hermann Göring'in gözünde o "Almanya'yı kurtarmak için Tanrı tarafından yollanmıştı!" Hitler her zaman haklıydı. 1930'lu yıllarda "lider ilkesi", Nazi Almanya'sındaki siyasi otoritenin ana temeliydi. Ona göre "Führer"'in sözü tüm yazılı yasaların üzerindeydi. 1930'lu yılların başında çoğu Alman ekonomide iyileşme, güvenlik ve refah arıyordu. Hitler bunların hepsini sunuyor gibiydi. Kısa sürede yaratılan mite göre Hitler artık Almanya'yı kurtarmış olan karizmatik bir liderdi. O yıllarda İspanya Franco, İtalya Mussolini ve Almanya Hitler'le dibe çökerken Türkiye Atatürk'le diriliyordu!

"Kartal Yuvası"

Az ötede, uçurumun bağrına sipsivri saplanan bir kayanın üzerinde ilginç bir yapı var. Hitler'in çayevi! Diktatör büyük salonunda veya terasında Eva'sıyla keyif çatıp çayını yudumlar, ötelerdeki Salzburg'u ve ufuktaki karlı dorukları seyrederken kafasından yeni 'kötülükler' geçiriyordu. Burası Alpler'de bir 'kartal yuvası'. İnanılmaz bir manzara ayaklarınızın altında. Dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde Königsee'nin yemyeşil suları, üzerinde gemicikler, göle akan pırıl pırıl dereler. Stefan Zweig "Dünün Dünyası"nda (Çeviri: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını anlatırken şöyle eder: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

Çarpık yapılaşma ve deprem

Aydınlık Avrupa, 27 Nisan 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Marmara Denizi'nde meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem sonrası açıklama yapan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, "Deprem 13 saniye sürdü, 51 artçı sarsıntı kaydedildi. Can kaybı yok. 6 binin üzerinde ihbar geldi, büyük kısmı bilgi amaçlı" dedi. "Tebdbiri elden bırakmayalım." Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımda bu depremin beklenen İstanbul depremi olmadığını, ancak o depreme ilişkin enerji birikmesini tetiklediğini belirttiler.

Deprem milyonları etkileyebilir

İki binli yılların başlangıcında, Yalova depreminin ardından Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanmıştı. Aradan 25 yıl geçti, İstanbul depremi gittikçe yaklaştı, ayak sesleri hep duyuldu! 2021 yılında İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, TBMM Deprem Araştırma Komisyonu'na şu bilgiyi vermişti: "İstanbul'da olası bir depremde 200 bin binanın orta ve ağır hasar almasının bekleniyor, bu da 3 milyon insanı etkileyebilir…" 7.5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosuna göre 48 bin binanın ağır hasar almasının beklendiğini dile getiren Kahraman, içme suyu ve doğalgaz şebekelerinde de büyük hasarın kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı.

Ranta dayalı zenginleşme

Son 60-70 yılda kentçilik her yanı denizlerle çevrili 3 bin yıllık metropolda sağlıksız bir büyüme göstermiştir. İstanbul tüm deprem tehlikesine karşın sürekli bir kaçak yapı cenneti olmuştur. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örneklerini burada görmek mümkündür. Adnan Menderes'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.

"İstanbul'a hücum"

Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. 1950'li yıllarda başlatılan sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir kentçilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları kısa sürede ortadan silindi. Son yirmi-otuz yılın gecekonduları(!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, İstanbul'un sağına, soluna dikilen 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residencelar'dır... Kimler başrolde?

Gökdelenlerin modern kentçilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına İstanbulluları inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, 'dinibütün' belediyeciler, 'referansı İslam' politikacılar...

İnşaat sektörü ve 'yağma Hasan'ın böreği'

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı. Konuları sınırsızdı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan filan, fasa fiso..." Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü!

İstanbul'da 340 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem yaşandı. Yıllar arkada kaldıkça depremler arası süre kısaldı. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu?

Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı ve inandırıcı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? İnşaat Mühendileri Odası geçenlerde açıkladı: "İstanbul'daki yapıların yarıya yakınının yapı kullanma izni yok!" Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da altı ay önce: "İstanbul'da 5.9 milyon konutumuz var. Bunun 1,5 milyonu riskli, 300 bini acilen dönüşmesi gereken yapılar", dedi. İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek!

Büyük yıkım olur

Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği su götürmez bir gerçek. Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? Elli beş bin insanın ölümünün, birkaç yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke. Evler kalitesiz inşaat malzemelerinden yapılmış, ancak vatandaşlar hâlâ bu konutlarda yaşıyor. Ve depremi bekliyor, eli böğründe... Başta Almanya olmak üzere tüm endüstri ülkeleri Çernobil faciasının ardından nükleer güç santrallarını peşpeşe kapatıyor. Türkiye ise deprem bölgelerine nükleer güç santralları konduruyor! Yıllarca süren tüm karşı çıkmalar hiçbir işe yaramadı, Mersin-Akkuyu ve Sinop-İnceburun inşaatları sürüyor. Sinop'ta 650 bin ağaç kesildi. Üçüncü nükleer güç santralı da İstanbul'un kuzeybatısındaki deprem bölgesi İğneada'da yapılacak! 3155 hektarlık çok ender Longoz ormanları milli parkının yanıbaşına. Yörede 200'den fazla kuş türü yaşıyor!

Geçmişte: "Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? – Riski var mı, tabii var. Patlayabilir. Şimdi, riski var patlayabilir, diye biz tüpgaz kullanmayacak mıyız? – Bekârlık nükleer santraldan daha tehlikeli", diyen çok üstdüzey poltikacılarımız olmuştu!

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi deprem bölgesine, İstanbul'un su kaynaklarının ortasına, kuşların göç yoluna 13 milyon ağaç kesilerek dev bir havalimanı oturtuldu. Açılması düşlenen 45 kilometrelik "beton kanal" da deprem bölgesinin içinden geçiyor. Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor.

Tutuklu bulunan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu İstanbul'da gerçekleşen 6.2 büyüklüğünde deprem ve sonrasında meydana gelen artçı depremler sonrası sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. İmamoğlu "Kanal İstanbul ve benzeri ihanet projelerinden İstanbul'u uzak tutarak devletimiz ve milletimiz için beka problemi olan İstanbul Depremine ve sonuçlarına hızlıca hazırlanmalıyız" dedi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 17 Nisan 2021'de şöyle demişti: "İstanbul özelinde ciddi bir deprem hazırlığı içindeyiz."

13 Nisan 2025

Bulaşıkçılıktan patronluğa

Avrupa Aydınlık, 13 Nisan 2025

STUTTGART – AHMET ARPAD

Carl Laemmle 1884 yılında Laupheim'daki babaevini terk ettiğinde on yedi yaşındaydı. Ufak tefek, bakışları cin gibi delikanlı yürekliydi. Tek amacı okyanus ötesine gitmek, orada başarıya ulaşmaktı. Genç Carl doğup büyüdüğü kasabayı terk ederken tek başına değildi. Hamburg'da 1858 yapımı "Neckar" göçmenler gemisine binerken arkadaşı Leopold Hirschgeld de onunla beraberdi. İki delikanlının ortak arkadaşları İsidor Nathan Landauer de bir yıl önce Amerika'ya ayak basmıştı. Laupheim'lı 'üçlüyü' bir yıl sonra Samuel Moritz Einstein takip etmişti. Dördü de yeni kıtadaki ilk yıllarını lokantalarda bulaşık yıkamakla, ayak işlerine koşmakla geçirmişlerdi!

Beş kuruşsuz Amerika‘ya

Stuttgart'a bir saat uzaktaki Laupheim o yıllarda Hristiyanlarla Yahudilerin 1730'dan bu yana huzur içinde ortak yaşam sürdürdüğü bir kasabaydı. Yahudiler iş sektöründe ve politikadaki girişimleriyle Laupheim'ın toplum yaşamında hep önemli rol oynamıştı. Endüstrileşmenin ilk adımlarının atıldığı 20. yüzyıl başında yeni dünyada şanslarını arayan yüzbinlerden dördü olan Laupeim'lı, hırslı ve çalışkan delikanlılar ceplerinde beş kuruşsuz yerleştikleri Amerika'da değişik dallarda başarıya ulaşmasını başarmıştır.

Bir süre New York'ta her işi yapan Laemmle'nin ikinci durağı Şikago'dur. Ancak orada da çok kalmaz, Alman göçmenlerin çoğunlukta olduğu Oshkosh'a geçer ve bir tekstil fabrikasında iş bulur. Hırslı genç adam yenilikçi girişimleriyle birkaç yıl içinde fabrikanın müdürlüğüne yükselmeyi başarır. Carl Laemmle Amerika'da nasıl modern bir iş adamı olunacağını ve başarıda doruğa çıkabilmek için reklamın önemlini olduğunu çabuk kavrar. Aradan çok geçmeden de o güne dek kazandığı tüm servetini Şikago'da bir sinemaya yatırır, 1906'da bir film dağıtım şirketi kurar. 1908 yılına gelindiğinde bu şirket Amerika'nın en büyüğü olur. Carl Laemmle o yıllarda 50 sinema salonuna da sahiptir. Ufak tefek, kurnaz, cin gibi Laemmle 1910'da kurduğu Independent Motion Picture'la film yapımcılığında en büyük adımı atar. 1912 yılında bazı küçük filmcileri de şirketine katar, böylece Universal Motion Picture Manufacturing Company (bugünkü Universal Studios) ortaya çıkar!

Meraklı, gözüpek, hoşgörülü

Carl Laemmle Amerikalıların 'bulaşıkçılıktan milyonerliğe' düşünü gerçekleştirmiştir. Dev Universal Studios'un kuruluşu aynı zamanda Hollywood'un da başlangıcıdır. 'Dracula', 'Phantom the opera', 'The Mummy' ve 'Frankenstein' klasikleri onun başarısıdır. Laemmle sadece 'Tom Amcanın Kulübesi'ni yapmaz, yeni ünlenmeye başlayan savaş karşıtı Alman yazar Erich Maria Remaque'ın 1929 yılında yayınlanan ilk romanı 'Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok'u da (Türkçesi: Burhan Arpad) 1930 yılında beyazperdeye uyarlar. İki Oscar ödülü alan film o günlerde Almanya'da güç kazanmakta olan Nazileri öfkelendirir. Remarque'ın romanı ateşlerde yanarken Laupheim'lı ("Küstah Yahudi sinemacı") Laemmle'nin filmi Almanya'da yasaklanır.

Meraklı, maceracı, araştırmacı, ileri görüşlü, hoşgörülü, güçten ve sorumluluk yüklenmekten kaçınmayan biri olması Almanyalı bu Yahudi'nin başarıya ulaşmasının baş nedenleriydi. Zenginliğini başkalarıyla paylaşmayı da severdi. Birinci Dünya Savaşı'nda fakirleşen Laupheim'ın insanlarına çok destek vermişti. 1930'lı yılların başında Almanya'da nasyonal sosyalistlerin güçlenmeye başlaması üzerine ülkedeki tanışlarının dikkatini onları bekleyen büyük tehlikeye çeker, 1933'den sonra da Laupheim'lı üç yüz Yahudi'nin Amerika'ya kaçmasını doğrudan destekler.

Gözüpek ve başarılı Carl Laemmle'nin yaşamı ilginç bir filme konu olabilir!


6 Nisan 2025

Çöpümüz başımıza dert!

Cumhuriyet, 6 Nisan 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Linda Behringer, Stuttgart'ın Möhringen semtinde yaşıyor. Elektronik mühendisi, robotik alanında uzman. Kırkına yaklaşmış. Mesleği gereği birkaç yılını Dubai'de geçirmiş. Haftanın belirli günleri bir elinde ucu kerpeteni andıran uzun bir alet, diğer elinde bir torba semtin sokaklarında dolaşıyor. Ve çöp topluyor!

Kaldırım kenarlarında, duvar diplerinde, çalılar arasında kâğıtlar, plastik bardaklar, teneke bira kutuları, gazete kâğıtları ve sigara izmaritleri. "Tek bir sigara izmaritinin tamamen çözünebilmesi yaklaşık 10 yıl sürüyor" diye homurdanır gibi konuşuyor. Dubai'den döndükten sonra doğup büyümüş olduğu kentin kirliliği dikkatini çekmiş. "Eskiden böyle değildi" diyor.

YILLIK 300 MİLYON TON!

Geçen ay yapılan resmi açıklamaya göre Stuttgart kent belediyesi 2024 yılında sokak ve caddelerden yaklaşık 3 bin 700 ton çöp toplamış, boşalttıkları çöp kutularından ise sadece 1600 ton çöp çıkmış! İnanırım. Siz Stuttgart'ın merkezini büyük bir etkinliğin ardından görün! Kentin göbeğindeki Schloss alanı, çevresindeki parklar, cadde ve sokaklarla gezi yolları binlerce insanın katılmış olduğu açık hava etkinliklerinin sabahında çöp dolu! Eğlenmişler ancak yanlarında getirdikleri şişeleri, tabakları, kâğıtları, torbaları oturdukları yere öylece bırakıp gitmişler! Hele havai fişekli bir yılbaşı gecesinin ardından on binlerden geri kalan çöp, kentin göbeğinde tepecikler oluşturuyor. Ancak diğer günlerde de kentin kalabalık köşeleri, her yana dağılmış "kullan-at" karton ve plastik bardaklar, kâğıt mendiller, dondurma kapları, burger ve pizza kutularıyla dolu.

Federal Çevre Bakanlığı'nın açıklamalarına göre, 2023 yılında kişi başına düşen ev çöpü 433 kilo. Yine aynı bakanlığa göre Almanya'da saat başı 320 bin kâğıt bardak kullanılıyor. Bir yıl içinde 2.8 milyar! Otobüs, tramvay duraklarında sigara izmaritleri arasında yürüyorsunuz. Düzinelerle çöpçünün sabah erkenden temizlediği alan ve caddeler akşama doğru yine eski haline dönüyor. Her yıl 300 milyon ton plastik. Kent kirliliği Berlin veya Frankfurt gibi büyük kentlerde daha da çok. Sadece kaldırımlar, sokak ve caddeler değil, herkesin kullandığı parklar ve yeşil alanlar da bir "çöp kutusu". İnsanlar yalnız kâğıt mendil ve karton bardak atsa yine de iyi; eski mobilyaları, otomobil lastiklerini kaldırıma veya ormanlara bırakanlar artık parmakla gösterilmiyor! Büyük kentlerde belediyeler bu sorumsuzluğun altından kalkamıyor.

AKDENİZ'E ATILAN PLASTİK

Federal Almanya Çevre Bakanı Svenja Schulze'nin 2021 yılındaki şu açıklamasını anımsıyorum: "İnsanlık her yıl 300 milyon ton plastik üretiyor. Lego taşlarından yoğurt kabına, bahçe iskemlelerinden balıkçı ağlarına, bisiklet tekerleklerinden tuvalet kapaklarına, otomobil yedek parçalarından cep telefonlarına..." Ona göre toplam çöp, kamyonlara yüklense konvoy yeryüzünü üç kez dolanır.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı da birkaç yıl önce "Akdeniz Plastik Raporu"nda Akdeniz'e en çok plastik atığın Türkiye'den karıştığını açıklamıştı. Günde 144 ton ya da günde yaklaşık 6 kamyon plastik! Greenpeace Türkiye'nin derlediği verilere göre de Türkiye son beş yıldır Avrupa ülkelerinden plastik atık alan ülkeler arasında liderliği kimseye kaptırmıyor! Türkiye'yi plastik atık alan ülkelerin en üst sırasına taşıyan süreç, Ocak 2018'de Çin'in plastik atık ithalatını yasaklamasıyla başladı. Malezya, Tayland ve Vietnam gibi ülkeler de plastik atık ithalatına kısıtlamalar getirince, Türkiye'ye yönelen atık miktarı kontrolsüz şekilde arttı. Sadece 2023 yılında Avrupa Birliği ülkelerinden ve İngiltere'den 456.507 ton plastik atık Türkiye'ye gönderildi. Bu miktar günde 125 çöp kamyonu plastik atığa eşdeğer.

Linda Behringer'e sokak ve kaldırımlardaki çöpleri toplamaya daha ne kadar devam edeceği sorulduğunda: "Sanırım sonsuza dek" yanıtını veriyor. "Niçin yapıyorsun?" diye sorana da: "Öfkemden!" diyor. "Ben insanların ellerindeki çöpü yere atmalarına bir anlam veremiyorum. Kendimi iyi hissetmediğim günlerde çıkıp biraz dolaşınca, torbam yerin çöpüyle dolunca kendimi yeni doğmuş gibi hissediyorum, rahatlıyorum."

30 Mart 2025

Alpakalar ne güzel sırıtıyor

Aydınlık Avrupa, 30 Mart 2025

STUTTGART – AHMET ARPAD

Rodrigo 5 yaşında, irice, beyaz, bakışları kendinden emin. Hemen yanında duran Trujillo ondan bir yaş büyük. O biraz topluca, açık gri. Yanlarına sokulmaya pek cesaret edemiyormuş gibi birkaç metre öteden onları seyreden Antuco daha iki yaşına basmamış. Kısa boylu sayılır, çekingen bakışlı, açık kahverengi. Üçü de erkek, üçü de damızlık... Onlar alpaka!

Waldstetten, Ulm ile Stuttgart arasında yemyeşil bir vadide uzanıyor. Çevrede korular Neckar Irmağı'ndan yukarılara çıkıyor. Buralarda yükseklikleri 1000 metreye varan geniş ovalar uzanıyor. Kışın aylarca sürdüğü doğada küçük yerleşim merkezleri... Her kasabada bir kilise; sivri kuleleri kocaman. Sokaklar hep boş, insansız. Sanki her gün sokağa çıkma yasağı var! Göz alabildiğine uzanan ağaçsız büyük araziler buğday ekili. Yörenin sert rüzgârından enerji üreten dev pervaneler ürkütücü. Buranın insanı, karnını doyurmak için uzaktaki büyük kentlere gidiyor günbegün! Stuttgart ve Ulm yakınlarındaki endüstri kuruluşları, "taştan başka pek bir şeyin yetişmediği" Doğu Alp insanının ekmek kapısı.

Alpaka çiftliğinin sahibi Bay Kottmann : "Rodrigo ile Trujillo damızlık için en iyi yaştalar satılık", diyor. “Onlar satılık.” Bir ağacın gölgesine sığınmış, az uzaktan merakla bizi seyreden on alpaka rengârenk. Tüyleri pırıl pırıl. "Bize göre değil", diyoruz. "Büyük kentli insan nerede yetiştirsin bu hayvanları?" Hemen hemen bütün ömrünü dışarıda geçiren alpakalara biraz ağaçlık, çok güneş almayan geniş çayırlar gerekli. On alpakaya on bin metrekare arazi. Kottmann ailesinin Stuttgart'a bir saat kadar uzaktaki Waldstetten'de at ve alpaka çiftlikleri var. "Bu çiftliğin tarihçesi 16. yüzyıldan başlıyor" diye anlatıyor ince, uzun boylu adam. Yamacı tırmanıyoruz. Uzun tüylü, koskocaman Leonberger köpeği, kısa bacakları çarpık, küçücük Base köpeği ve bembeyaz dişi kedisi peşimizi bırakmıyor. Adam anlatıyor: "Alpaka yetiştirmeye yirmi yıl önce başladık. Şimdi bu çiftlikte yüzün üzerinde hayvan var."

Alpaka yünü çok değerli

Kottmann'lar alpakaları Güney Amerika çiftliklerinden alıp aracılık yapmadıkları için gurur duyuyor. "Böyle yaptınız mı o satıcıların emri altına giriyorsunuz. Fiyatlar onların insafına kalmış. Biz burada Peru tipi alpaka yetiştiriyoruz." Anlattığına göre devegiller sınıfından olan alpakalar, lamalarla akraba. Yaşama süreleri 20 yıl. And sıradağlarının yüksek ve soğuk bölgelerinde yaşayan bu sürü hayvanı, tam altı bin yıldır evcil. Alpakalardan elde edilen yün çok değerli. Alpakadan yapılan kadın ve erkek giysileri pahalı. "Şurada gördüğünüz hayvanlardan erkeklerinin fiyatı 6 ile 10 bin Avro arasında değişiyor", diye Bay Kottmann anlatmaya devam ediyor. Hanımlar daha ucuzmuş! Alpakalar, bakımı kolay, masrafsız hayvanlar. Dayanıklılar, pek hasta da olmuyorlar. Tüyleri tam yirmi iki ayrı renkte. Satın alıp ayda ortalama 100 Avro "pansiyon gideri" karşılığı Bay Kottmann'ın çiftliğine bırakabiliyorsunuz.

Rodrigo, Trujillo, Antuco ve haremleri meraklı bakışlarla bizi izlemeye devam ediyor. Daha çok soru soran bakışlar hanımlarda. Beyler ise biraz sırıtıyor, biraz da "Ne işiniz var burada" dermiş gibi bizleri süzüyor. En kibirlileri de Rodrigo gibi. Bakışları üst perdeden. Bay Kottmann'ın beyaz kedisi öteki yamaçta otlayan Arap atları arasında dolaşıyor. "Tarla faresi arıyor olmalı" diyor adam.

Az sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Stuttgart yönünde gaza basıyoruz. Karnımız aç. Saat ikiyi geçmiş. Lokantalar kapanmış. Bereket versin Welzheim'daki "Marathon" açık. Yunan lokantası. Girip kımyalı bamya ısmarlıyoruz. Çoktandır yemiyorduk. Lokantacı bize sormadan yanında birer de uzo getiriyor... Aramızda Türkçe konuştuğumuzu duymuş olmalı.

16 Mart 2025

"Wien, Wien nur du allein..."

Avrupa Aydınlık, 16 Mart 2025

Viyana - Ahmet ARPAD

Lirik tenor Fritz Wunderlich'in birbirinden güzel Viyana şarkıları hep belleklerde! Onlar güzel, duygusal... İnsan, gözleri kapalı onları dinlemeye doyamıyor!

The Economist'in 2024 yılı raporuna göre Viyana 173 kent arasında yine dünyanın en yaşanabilir kenti! Viyana‘nın her köşesi yeşil. Ünlü bulvarı "Ringstsrasse"yi akçaağaçlar, ıhlamurlar, çitlembikler, çınarlar ve at kestaneleri süslüyor. Viyana 1 Mayıs‘ta, belki de dünyanın en güzel bulvarı olan bu dev caddenin açılışının 160. yılını kutlayacak. 5,3 kilometre uzunluğundaki, 57 metre genişliğindeki, baştan sona 2500 ağaçla süslü Ringstrasse'de ve çevresindeki tarihi sokaklarda ağır ağır gezinmeden, faytonla keyifli bir tur atmadan Viyana'dan dönülmez.


Haydn, Mozart, Mahler, Strauss, Beethoven, Freud, Zweig, Roth, Grillparzer, Schnitzler, Klimt, Schiele, Schubert, Lang, Simmel gibi ünlülere ilham vermiş olan Viyana dünyanın en güzel kentleri arasında hep en ön sıralarda! Ucu bucu görünmeyen parklar, imparatorluk sarayı, tiyatro, üniversite, parlamento, müzeler, kiliseler ve kahvehaneler... Ve bundan tam 80 yıl önce, 12 Mart 1945'de İngiliz ve Amerikan savaş uçaklarının attığı bombalarla yerle bir olan, günümüzde ise Viyana'nın gururu Opera! Birbirinden güzel sayısız görkemli yapı tarihi bulvar Ringstrasse‘yi bir kolyenin incileri gibi süslüyor.
Düzinelerle barok, gotik, yeni gotik, yeni rönesans, art nouveau yapı bu dev bulvarı erişilmez yapıyor. Prenslerin, varlılıkların, ünlülerin, sözü geçenlerin saraycıkları da bu kolyeye serpiştirilmiş.

Göz kamaştıran yapılar

İmparator I. Franz Joseph, Osmanlı ordularının Viyana kuşatmaları sırasında önünde durmuş olduğu kent duvarlarına birkaç yüz metre ötedeki boş alanlara 1858'de büyük ve gösterişli bir bulvar açılması emrini vermiş. O günlerde bulvar boyunca sağlı sollu uzanan çoğu arazinin Viyana'nın burjuvazisinin varlıklı Yahudiler'ine satılmasıyla da Habsburg monarşisi inşaatın giderlerini karşılamış. 1865'de bitirilen bulvara, imparatorluğun başkentinde toplumun doruğunda yaşayan kömür ve tekstil patronları, çelik sanayicileri, bankerler ne kadar zengin olduklarını herkese göstermek amacıyla villalar, saraycıklar oturtmuşlar. On dokuzuncu yüzyıl Viyanası'nın günümüzde de göz kamaştıran bu yapıları Yunan tapınaklarını anımsatan sütunlar, heykeller, parmaklıkları altın kaplama balkonlar, fayanslar, kabartmalar süslüyor. Saraycıkların çoğu, o zaman için çok modern kabul edilen ısıtma düzenli, lüks banyolu ve tuvaletli inşa edilmiş. "Zenginlerin ışığı" elektrik yüzyılın sonunda bu lüks yapıları aydınlatmaya başlamış.

Dünün Viyanası‘nda akşama doğru etekleri yerlere kadar uzanan ipek giysili, kenarları geniş şapkalı şık hanımefendiler, üniformalı yakışıklı süvari subayları, ellerinde bastonları kırıtkan snoplar, uzun çizmeli, dar giysili hafif kadınlar bulvarın geniş kaldırımlarını doldurmuş. Sohbet toplantıları, oda konserleri, okuma akşamları saraycıkların salonlarında, gizli buluşmalar, iş görüşmeleri bulvarın kahvehanelerinde yapılmış.

Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları

Yıllar önce Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde çok kapsamlı bir 'Ringstrasse' sergisini izlemiştim. Salonlarında dolaşırken yeni şeyler öğrenmiştim. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Tempel sokağındaki sinagoğun temeli için Kudüs'teki Zeytin Dağı'ndan getirtilen taşların bazıları 1879'da ibadete açılan Votiv kilisesinin temelinde de kullanılmış. Çoğu Yahudiler'e ait saraycıklar bugün Unesco kültür mirası bulvarı süslemeye devam ediyor. Todesco, Goldschmidt, Springer, Epstein, Gomperz, Colloredo, Mansfeld, Dumba, Ephrussi, Biedermann, Helfert, Königswarter, Leitenberger, Wertheim, Württemberg bütün görkemleriyle Viyana'nın güzelliğini günümüzde de kanıtlayan, hepsi eşsiz sanat eseri yapılar.

Yahudi burjuvazisi olmasaydı, acaba Viyana bugün böyle güzel bir bulvara sahip olur muydu? Avusturya – Macar İmparatorluğu döneminde Bohemya, Moravya, Macaristan ve Galiçya'dan gelen Yahudiler'in zamanla sadece ekonomiyi değil, sanat ve kültür yaşamını da önemli derecede etkilediği Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları 20. yüzyılın başında atılmış. Belediye Başkanı Karl Lueger'in 1916'daki "Viyana'yı Büyük Kudüs yaptılar... Peygamberimizi öldürdüler... En son Yahudi yok olduğunda antisemitizm de sona erecektir..." sözleri bugün arşivlerde. Viyana'nın dünyaca ünlü bulvarının bir bölümünün adı, 1934 ile 2012 arasında Dr. Karl-Lueger Bulvarı'ydı!

Yıllar önce Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde izlemiş olduğum sergi Hitler'in Avusturya'ya el koymasıyla Viyana'nın kültürlü ve varlıklı insanlarının toplama kamplarına yollandığını, Nazi güruhunun villalarını yağma ettiğini de anımsatıyordu...


9 Mart 2025

Çakırkeyif insanlar coşkulu

Avrupa Aydınlık, 9 Mart 2025

Ahmet Arpad

Şaraphaneden sokağın taşlarına vuran ışıkta iki kara kedi oturuyor. Sanki içeri girmek için fırsat kolluyorlar. Hava soğuk. Birden kırbaç sesleri, eski evlerin duvarlarında yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyorlar. Şaraphanenin kapısı açılıyor, insanlar sokağa dökülüyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak.

Çakırkeyif insanlar, ellerinde şarap kupaları, coşkulu. Yaşlı bir kadın toprak sürahide daha çok şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Dar sokaklar karanlık. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tek tük ışık. Perdeler ardında insanlar uyanıyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önü de kalabalık. İçeriden müzik sesi duyuluyor, neşeli insanların şarkıları. Kırbaçlıların geldiğini görenler el sallıyor, bağrışıyor. İçeride ayakta duracak yer yok. İnsanların yüzleri boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Giysileri de renkli. Müzisyenler masalara çıkmış. Genci yaşlısı, insanlar hopluyor zıplıyor, şarap sürahileri elden ele dolaşıyor. Bunalan kendini dışarı atıyor.

Kentin tarihi sokaklarında yürümek güzel. Sabah oluyor. Ötelerden yine müzik sesleri. Gittikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli büyük bir orkestra köşeyi dönüyor. Rengârenk giysili bu insanlar da coşku dolu. Az sonra güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayaklanacak! Stuttgart'ın bir saat güneyindeki Rottweil'in tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri...

Yolun iki yanı insan dolu, dizi dizi. Evlerin pencereleri de. Salkım saçak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize geliyor. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Sadece küçük çocuklar heyecanla sağa sola koşuşuyor. Birden çan sesleri tüm kenti dolduruyor. Güneş yükselmeye başlamış. Rottweil aydınlanıyor. Taş kulenin altındaki büyük kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetler, borazanlar ve davulların çaldığı Faşing marşı duyuluyor. Gergin bekleşen insanlar artık kendilerini tutamıyor. Hep bir ağızdan bağrışıyorlar, haykırıyorlar, zıplıyorlar... Kimileri yola fırlıyor, dans ediyor. Kemerin loşluğunda ortaçağ süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk giysileri ile müzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar...

MASKELERİN ARDINDA KİMLER GİZLİ?

Maskeli, renkli uzun giysili insanlar Kara Kapı'da görünüyor, hoplaya zıplaya. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler tahtadan oyma. Değişik. Giysileri gibi. Somurtkan, dişlerini gösterip sırıtan, ağızlarını kocaman açan korkutucu suratlar erkek maskeleri. Gülen, yumuşak hatlı olanlar kadın maskeleri. Afacan, yaramaz, kimi yılışık maskelerin ardında çocuklar... Giysiler gibi maskeler de çok eski, tarihi. Yenilerini yapan ustalar artık ender Karaormanlar'da. Çıngırak ve zil sesleri müziğe karışıyor. Ürkütücü maskeliler yürüyüşü bırakıp yol kenarında duran insanlara koşuyor, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtüklüyor, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp acayip kahkahalar atıyorlar. Sonra hoplayarak, zıplayarak, dans ederek yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor...

ERGUN'UN FAŞİNG MASKELERİ

Karaormanlar'da Faşing maskesi deyince akla öncelikle Schramberg, Rottweil ve Schonach gelir. İstanbul doğumlu Ergun annesi babasıyla Almanya'ya gelip Karaormanlar'ın şirin kasabası Schramberg'e yerleştiğinde beş yaşındaydı. İlk maskesini on beş yaşında yapmış. Üniversite öğreniminin ardından atıldığı makine mühendisliği mesleğinden kısa süre önce emekli oldu. Aradan geçen yıllarda yan uğraşısını hiç unutmamış. Yaşamını Stuttgart'ta sürdüren eski dost Ergun Can'ın elinden bugüne dek ıhlamur ağacından yaklaşık 60 maske çıkmış. Çoğu korkutucu cadılar! Maskelerinden bazıları günümüzde Stuttgart'ın Eyalet Müzesi'nde de sergileniyor. Bu da ‘uyumun‘ bir başka yanı!

SEVİNÇLE HÜZÜN BİR ARADA

Önümüzde duran, olup biteni sessizce seyreden yaşlı adamın yüzü kireç rengi. Yanındaki yaşlı eşi de hüzünlü gibi, neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Tek sevinen, ellerinden tuttukları küçük kız. Başını uzatıp geçenlere bakıyor. Bıraksalar fırlayıp maskelilerin arasına karışacak. Rottweil'in tarihi ana caddesinde duygular doruk noktasında. "Çılgınlık Günleri"nde kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak pek kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duyguları bir arada... Yörede yaşayan çoğu insan bütün bunların Hristiyanlık öncesinden, çok Tanrılı dönemlerden kalma örfler olduğuna inanıyor. Kentin tarihi Kara Kapısı'ndan geçip kendini dar sokaklara bırakan bambaşka bir insan oluveriyor! Sanki bütün vücudu bir an için titriyor. Eski Faşing marşları duyuluyor. Büyük bir orkestra görünüyor. Üzerlerinde Orta Çağ giysileri. Rottweil'da Faşing sokak eğlencesi. İnsanlar kışı kovalıyor, ilkyazı karşılıyor. Bu bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz bir sevinç...

Güney Almanya'da bir Faşing daha geride kaldı.

2 Mart 2025

Duvarlar renk cümbüşü

Cumhuriyet, 2 Mart 2025

STUTTGART – Ahmet Arpad

Stuttgart'ın görkemli Mercedes Benz Müzesi'ne, Mercedes Benz genel merkezine, Futbol Arenası'na, Neckarpark futbol sahalarına, iki konser salonuyla bir spor salonuna, panayırların, sirklerin kurulduğu büyük çayıra giden kavşağın altı koskocaman bir alan! Kent belediyesi burayı graffiti sanatçılarına teslim etmiş!

Günün hangi saati giderseniz gidin, orası ellerinde değişik spreyler duvardan duvara giden gençlerle dolu. Toplam uzunluğu 500 metreye yaklaşan değişik duvarlarda, üzerindeki dev kavşağı taşıyan kalın sütunlarda renk coşkulu çizimler... Alana "Hall Of Fame" adını vermişler!

TUTKU SINIRSIZ

Birileri buraya spreyi gönlü elverdiğince sıkmış! Çizimlerin tümü hareketli ve canlı. Kimileri vahşi, güldürücü, düşündürücü kimileri de karşılarında durup uzun uzun baksanız da içinden çıkamadığınız, ışıldayan motifler. Koskoca harfler, komik, küfürlü İngilizce sözler, kıvrılan bir dev yılanı andıran çizgiler, iç içe kadınlar, erkekler, hayvan figürleri, insanı gülümseten tuhaf yüzler... Hepsi de "wild style"! Uzun bir duvarda bir fil, mor renginde, ağzını açmış bağırıyor, başına pembe dev bir fare oturmuş, gülümsüyor! Hemen yanında bir heykel, alçıdan, bıyıkları kalın, iri yarı, güçlü bir orta çağ savaşçısı. Elinde sprey kutusu önünden her geçen onu gönlünce boyamış!

Çoğunlukla bu "sanata" yeni atılanların özellikle hafta sonlarında doldurduğu "yeraltı alanı"nı kent belediyesi graffitiçilere bırakmış. Stuttgart'ın belirli banliyö istasyonlarının duvarlarını, merdivenlerini de kullanmaları mümkün. Kimi caddede binaların duvarlarını kaplayan dev tablolar da dikkati çekiyor. Onlar sipariş üzerine yapılmış! Varlıklılar, şirketler, dernekler sahibi oldukları binaların ön veya yan cephelerini profesyonel graffiticilere açıyor! Belediyenin bazı otobüs ve tramvaylarında da onların eserlerini görmek mümkün! Artık bu "sanattan" geçinenler var. Graffiticileri doğum günlerine, okullara, ev partilerine çağırmak mümkün.

ÖĞRETMENLİĞİ BIRAKMIŞ

Bunlardan biri de 45 yaşındaki Stuttgartlı Christoph "JEROO" Ganter. Liseye gittiği yıllarda graffitiye merak salmış. Çoğu "art nouveau" tabloları andıran dev boyutlarda çizimleri günümüzde kentin değişik duvarlarını kaplıyor. Bir metro istasyonunun peronlara inen merdivenlerdeki dev panoya "Golden Future" adını vermiş. Kırmızı, iri balıklar, uğur böcekleri, domuz yavruları, filler, tavşanlar, yoncalar, kırmızı mantarlar karmakarışık, iç içe, oynak, şen, büyüleyici... 2013'te hazırladığı "Graffiti School" adlı kitabı bu arada beş dile çevrilmiş. 2019 sonunda mesleği olan lise öğretmenliğini bırakan Ganter: "Şimdi kendimi çok özgür hissediyorum" diyor. Bir zamanlar aklına geleni geceyarıları gizlice duvarlara çiziyordu polislerden kaçıyordu. Günümüzde ise o profesyonel çalışan bir "Street Art sanatçısı". Çağımızın en gizemlisi ve ünlüsü de kim olduğu pek bilinmeyen Banksy.

İlkçağ insanlarının mağaralara çizdiği duvar resimleri graffitinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. İleriki çağlarda antik Yunan'da, Efes'te, Pompei'de, Mısır'da benzerlerine rastlanıyor. Graffitinin yeniden doğuşu 1970'li yıllarda New York'ta özgür gençlerin kent duvarlarına, metrolara çizdikleriyle başlamış. Duvarlardaki renk coşkusu önüne geçilemeyen bir tutku.

23 Şubat 2025

Stefan Zweig, büyük humanist

Aydınlık Avrupa, 22/23 Şubat 2025

22 Şubat 2025 Stefan Zweig'ın ölümünün 83. yılı

AHMET ARPAD

AVUSTURYALI gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğdu. Viyana ve Berlin'de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yahudi asıllı babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Bir süre Berlin'de kaldı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika'ya geçti, o günler Avrupası'nın en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren'le tanıştı, ilerde onun yapıtlarını Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907'de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana'nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü'nü getirdi. Bütün yaşamını yazıya adadı.

POLİTİKACILARA KARŞI VERİLEN DÜŞÜN SAVAŞI

Zweig bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, bir yandan da yeni eserler yarattı. Toplu şiirlerini yayımladı, deneme kitapları ve nuvelleri basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1919 yılında eşi Friderike'yle Salzburg'a taşındı. Zweig'la evlenmek için ilk eşinden ayrılan Friderike evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu.

Stefan Zweig da bir yazar olarak özgürce yaşamasını sürdürdü, sık sık yolculuklara çıktı. Gittiği her yerden Friderike'ye mektuplar yolladı. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arası yılların olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, Romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görmekteydi. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edinmeye başladı. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktaydı. Ancak 1933'te Almanya'da diktatör Hitler'in işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. Aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. Tedirginlikleri giderek arttı. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu.

HİTLER'İN GÜÇLENMESİ STEFAN ZWEİG'I BUNALIMLARA SOKTU

Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası'nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. 1940'ta İngiliz vatandaşı oldu ve ikinci eşi Charlotte Altmann'la Brezilya'nın Petropolis kentine yerleşti. Ancak orada da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazdı: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..."

‘SAVAŞLARDAN NEFRET EDERİM'

O, Avrupa kültürüne ve hümanist bir dünya görüşüne inanırdı. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 1942 yılında 22 Şubat'ı 23 Şubat'a bağlayan gecede karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Türkiye'de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig'ın, Yıldızın Parladığı Anlar, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda eseri dilimize çevrildi. Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin (Türkçesi: Burhan Arpad, 1964, Milli Eğitim Bakanlığı yayını) son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Petropolis'te intihar eden Stefan Zweig'ın, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez."

"Dünün Dünyası"nda 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını: "Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

ZWEİG BİR UMUT YAZARIDIR

Stefan Zweig'ın yaşamına son vermesinin ardından: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazmıştı Hitler yandaşı Salzburg Eyalet Gazetesi. O, insancıl ve savaş karşıtıydı. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik - edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi yapıtında karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir.

Stefan Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür.

Birinci Dünya Savaşı'nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Franz Werfel'e yolladığı son mektupların birinde çok kötümserdi: "Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum." Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi.

REJİMİN DAYANILMAZ BASKILARI

"Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz…" diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemiştir! Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Stefan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Avusturya'nın bu en ünlü yazarının özgürlük dolu görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok geçerli! Ünlü "Berlin-Alexander Meydanı" (Çeviri: Ahmet Arpad) romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatörlüğü yıllarında söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti. 20. yüzyılın bu insancıl ve savaş karıştı edebiyatçısının büstü Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde biraz hüzünlü, biraz düşünceli karşıdaki villasına bakıyor...