5 Ocak 2025

Önce ağaçlar sonra insanlar ölür!

Cumhuriyet, 5 Ocak 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor.

Stuttgart'tan sabah erkenden yola çıktık. Hava biraz puslu. Yolculuk Freiburg'a. Az sonra Tübingen'i, biraz sonra da Rottweil'ı geride bırakıyoruz. Karaormanlar başlıyor. Yol yükseliyor, pus kalkıyor, hava açılıyor. Güneşli fakat serin bir gün bizi bekliyor. Güney Almanya'ya kış geldi. Yamaçlar kupkuru bir yazın ardından kahverengiye dönüşmüş, yükseklerde yer yer kar var. Semiz inekler, bembeyaz koyunlar çoktan ahırlarına dönmüş. Yol, vadilerde ve ovalarda yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Karaormanlar bir doğa olayı. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde rastlanmayacak büyüklükte ve güzellikte bir orman. “Şifalı” yeraltı sularıyla kocaman bir tatil ve kür yöresi.

Avrupa'nın en uzun nehri Tuna'nın çıktığı Donaueschingen uzaktan görünüyor. Bu ortaçağ kenti kuleleri, dar sokakları, tarihi yapıları ile bir molaya değer. Küçük bir lokantanın yemek listesinde o öğle değişik av etleri var. Karaca kızartmasını yeğliyoruz. Yanında tatlı kırmızı yaban mersiniyle doldurulmuş komposto armut ve yörenin ünlü hamur işi var. Ardından bir espresso, saray parkında asırlık ağaçların altında kısa bir gezinti... Ağır ağır akan derenin üzerinde tarihi köprüde durup soğuk sularda balık arıyoruz.

MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Az sonra Donaueschingen geride kalıyor. Şimdi Karaormanlar'ın göbeğindeyiz. Ağaçlar sıklaşıyor. Sağımız solumuz çamın çeşidi. Ötelerde, güneyde, Feldberg Dağı. 1500 metrelik doruğu karlar altında. Yörenin ünlü kayak merkezi. Çevresindeki göller her mevsimde turist çekiyor. Sağlıklı, temiz hava ve doğanın eşsiz güzelliği buranın insanının geçim kaynağı.

Madalyonun bir yüzü güzel. Mutlu edici. Ancak bir de tam karşıtı öteki yüzü var. Daha gerçekçi olanı. Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Hava kirliliği devam ediyor, asitli yağmur ve asit yüklü sis bulutları ormanlara iniyor, ağaçlar yavaş yavaş ölüyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. Ağaçlara zarar veren kükürtdioksidi, azot oksidi, yeraltı sularındaki nitratlar ve sebze meyvenin ekildiği topraklardaki çeşitli asitler kanser hastalığının da baş nedenlerinden biri. İnsanlar için öldürücü.

Kişi kafasında bu gibi kötümser düşüncelerle Karaormanlar'da gezinirken ister istemez anavatanı da aklına geliyor. Türkiye'nin endüstri girmiş büyük kentlerinde, hava ve çevre kirliliğinin hiçbir önlem alınmadan dev adımlarla ilerlediği güzel İstanbul'da, Marmara Denizi'nde, Akdeniz'in temiz kalabilmiş köşelerinden cennet Gökova'da, Yatağan çirkin örneğinde doğa elden çıkarılmış, insan çoktan unutulmuş.

13 MİLYON AĞACI KESENLER...

Üniversitesi ve büyük katedraliyle ünlü güzel Freiburg'a yaklaşırken düşünüyoruz:

Yeşilin hızla betonlaştığı, on binlerce ağacın kesildiği İstanbul'da yılda kaç ölümün nedeni hava kirliliği? Bunu ne soran var ne de araştıran. Hava kirliliğinden tek ölen ağaç mı?

Türkiye maden ocakları, taş ocakları, termik santrallar ve havalimanları uğruna on binlerce ağaç kesmeyi sürdürüyor. İstanbul'a yeni havalanı inşaatı öncesi ÇED raporuna: “2.5 milyon ağaç kesilecek” diye yazdılar fakat sonra inşaat sürecinde 13 milyon ağacın kesildiğini Kuzey Ormanları Savunması uydu görüntüleri aracılığıyla yaptığı analizle kanıtladı. 2012-2019 yılları arasında 13 milyon ağacın 8 milyonu havalimanına, 1.2 milyonu havalimanı inşaatı için açılan taş ocaklarına, 3.7 milyonu da havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu'na kurban edildi.

Parklara ucube gökdelenler!

Aydınlık Avrupa, 05.01.2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Yılbaşının ilk günü. Sabah geç kalktık. Her yer tatil. Münih'ten bizi ziyarete gelen dostlarımızla öğleye doğru güzel bir kahvaltı ettik, sonra da Viyana'dan her yıl doksan iki ülkeye canlı yayınlanan, elli milyon müzikseverin izlediği, ünlü orkestra şefi Riccardo Muti yönetimindeki Viyana Filarmoni Orkestrası'nın yılbaşı konserini dinledik. Viyana bu yıl vals kralı oğul Johann Strauss'un 200. doğum gününü kutlayacak.

İki buçuk saat boyunca valslarla, hızlı galop tempolu polkalarla coştuk, Güzel Mavi Tuna valsıyla köpüklü şarap yudumladık, baba Johann Strauss'un Radetzky Marşı'na alkışlarla katıldık. Ve iki buçuk saat süren canlı yayının ardından büyük kent parkında hava almaya çıktık. Kulağımızda Viyana müziği, keyfimiz yerinde, soğuk, fakat güneşli bir günde yeşillerin ortasındaki küçük göllerin çevresinde yürümek uzun gecenin ardından çok iyi geldi.

Alman insanının doğaya, yeşile olan sevgisi sonsuzdur. Ülkenin her eyaletinde düzenlenen "bahçecilik sergileri"yle kentlere, kasabalara yeni parklar, daha çok yeşil alanlar kazandırılıyor. Stuttgart'ın merkezinde yürüyüşler yapılan 10 km uzunluğundaki bu park da son 40 yılda uygulanan çeşitli projelerle gerçekleştirildi. Mimarlar, plancılar, doğaseverler, uzman bahçıvanlarla yerel politikacılar bir araya geldi mi ve hepsi de iyi niyetli oldu mu, mükemmel ve kalıcı bir şey çıkıyor ortaya.

Geçmişte kalan düş

Doğup büyüdüğüm, gençlik yıllarımı geçirdiğim 'dev kent'te ise çocukların koşuşturup oyunlar oynadığı, annelerin bebek arabalarıyla gezindiği, tarihi ağaçların altında oturan yaşlıların sohbet ettiği, sevgililerin el ele dolaştığı tek bir büyük park gösteremem! Bu benim için sadece arşivlerdeki eski fotoğraflarda yaşanan, artık geçmişte kalmış, insana hüzünle iç çektirten hiç gerçekleşmeyecek bir düş!

Türk insanı doğayı, yeşili sever, köyünde kaldığı sürece! Aynı insan büyük kente geldi mi, yeşil sevgisi kısa sürede 'beton sevgisi'ne dönüşüverir. 1950'li yıllarda bir 'başbakan'ın başlattığı "yeşilin yerine asfalt ve beton misyonu"nu taşradan gelen, kendini „ben bu kente aşığım“ diye tanımlayan halefleri hep sürdürdü. Neredeyse yan yana dikilen "ucube" gökdelenlerin, açılan yolların, altgeçitlerin, tünellerin, kavşakların sonu bir türlü gelmiyor. 1994 yılında dev kentte sadece 4 gökdelen vardı. 'Tower' furyasını son 25 yıldır ülkeyi yönetenler başlattı! Depremi bekleyen bu güzel kentte bugün yüksekliği 100 metrenin üzerinde olan bina sayısı 300'ü geçmiş! İnanılmaz!

Parklara oteller, gökdelenler

Dünya kentlerinin yeşil alan performanslarını araştıran World Cities Culture'ın verilerine göre İstanbul'da kişi başına %2.2 oranında bir yeşil alan (6 metrekare) düşüyor, ancak sağlıklı bir yaşam için bunun en az 10 metrekare olması gerekiyor! Avrupa'nın büyük kentlerinde her insan 20 ile 45 metrekare arasında değişen yeşil alandan tek başına yararlanıyor. Örneğin Viyana'da kişi başına düşen yeşil alan 25 metrekare! Kahramanlar Alanı'yla Burg Tiyatrosu


arasındaki Volksgarten'de dinlenirken, belediye parkındaki güzel Johann Restaurant'ın terasına oturup tarihi salondan gelen kulağa hoş piyano müziğini dinlerken hep doğduğum kenti gözümün önüne getirir, parklarını, Belediye Gazinosu'nu, onun deniz manzaralı bahçe lokantasını düşünmeden edemem! 1940-1970 yılları arasında büyük salonunda düzenlenen konserler, balolar, müzikli akşam yemekleri ve varyeteleriyle kentin sanat ve eğlence yaşamında önemli bir rolü olmuş bu nefis yapıyı günün birinde yıkıp yerine gökdelen bir otel kondurmuşları!

Daha önce de büyük park alanının ortasına bir Amerikan şirketinin dev oteline 1950'li yılların başbakanı izin vermişti. Bir zamanlar kentliler gezinsin diye Lütfi Kırdar'ın yaptırttığı ve 1943'de açılan 30 hektar büyüklüğündeki 2 no.lu gezi-park alanında bugün tümü de lüksün lüksü tam altı büyük otel yükseliyor!

18 milyonluk kentin kültürsever insanları 13 yıl boyunca kültür merkezsiz bırakılırken yeşil bir tepeye çabucak altı minareli, deniz manzaralı dev bir cami oturttular. Nedense kentsel yerleşimin dışına 100 milyon dolara yapılan camide aynı anda 63 bin kişi bir arada namaz kılabiliyormuş! Bayramlarda bile boş kalan camiin kubbesi, mimarı Hacı Mehmet Güner'in belirttiğine göre, “Ecdadın yaptığından da geniş”! Doğal sit alanın ortasındaki Türkiye'nin bu en büyük camisinin minareleri Mimar Sinan'ın güzelin güzeli, ustalık eseri Selimiye camisinin minarelerinden tam 36 metre daha yüksek! Onlar 107 metrelik 'gökdelenler'! Karşı kıyıdaki dizi dizi 'gökdelen kardeşleri'ne bakıyor!

Araç trafiğinde boğulan insanlar

AVM'ler, camiler, otoyollar... Yeşil alanlar hızla azalırken betondan ucubeler aynı hızla arttı. Çocukluğumuzun, gençliğimizin deniz manzaralı yamaçlarını korular kaplardı, erguvanlar açardı. Şimdi ise o yamaçların çoğunu bir takım zengin siteleri silme örtüyor! 1910'lu yıllarda bu anakentte sadece üç yıl belediye başkanlığı görevinde bulunan Cemil Topuzlu, insanlarına bir tiyatro ve konservatuvar kazandırmaktan öteye, anayolları ağaçlandırmış, saray bahçesini halka açmış, çeşitli semtlere de parklar yapmıştı. Onun "halefleri" ise tam tersini gerçekleştirdi!

Ağaçların kent hava kirliliğinin yüzde 50'sini temizlediğini, araç trafiğinde boğulan anakentte belediye başkanlığı yapmış olanlar acaba bilmiyor muydu? ABD John Hopkins Üniversitesi'nde bilim adamları hava kirliliğinin meydana getirdiği mikro zerreciklerin büyük kentlerde ölüm oranının artmasına neden olduğunu çok yıllar önce saptamıştı. Her gün dev anakentin yollarını aşındıran 4,5 milyon aracın oluşturduğu kuyruklar dev bir ahtapotun öldürücü kolları gibi. Hava kirliliğinin insan yaşamını kısalttığını bugün artık ilkokul çocuğu da biliyor.

'Dev kent' İstanbul çoktandır alarm veriyor. Büyüdükçe, betonlaştıkça kuruyan tarihi ağaçların, küçülen parkların yerinde gökdelenler peş peşe fışkırıyor! Çevresi ormanlara kaplı, Karaormanlar'ın kuzeyine, Neckar ırmağının kıyısına kurulmuş altı yüz bin nüfuslu Stuttgart'a gelince... Kentin merkezinde bol ağaçlı 120 hektarlık bir alan bundan 600 yıl önce park olmuş! Yönetenler çıkarcı değil iyi niyetli olunca güzel her şey mümkün.

29 Aralık 2024

Palmiyeler Altında Yüzenler

Aydınlık Avrupa, 29 Aralık 2024

STUTTGART - AHMET ARPAD

Broşürlerde ve gazete ilanlarındaki sloganlar çekici: "Berlin neşeyle köpür köpür... Mutlu yaşam vahası... Şehvet bahçesi... Eski Roma hamamı...“ Yapıları tapınak, saray, cennetten bir köşe, Amazon ormanları görünümünde. Adları "Badylon" ve "Caprina", "Aquadrom" ve "Aquarena", "Pinea" ve "Caracalla"...

Korona nedeniyle çoğu haftalarca, aylarca kapalı kalmış olan alışılagelmiş yüzme havuzlarının pek tadı kalmadı. Artık gittikçe daha çok Alman, yüzüp dinlenip eğleneceği, kısacası gününü gün edebileceği, lüks sayılan havuzlara gitmeye başladı. Şelaleler, köpüre köpüre alan dereler, dalgalı denizler... Projektörlerle alttan üstten renkli ışıklar, sualtı ve su üstü hoparlörlerinden dinlendirici melodiler, palmiyeler, rengarenk papağanların çığlıkları, atlama kuleleri, bir uçtan bir uca uzanan Tarzan ipleri...

Yorgunluk gidermek isteyenlere sauna bahçeleri, buharlı mağaralar, Türk hamamları, güneşlenme terasları ve jimnastik köşeleri... Bütün gün boyunca karnı acıkanlara servis veren lokantalar, kafeteryalar, barlar... Canı sıkılanlar için oyun salonları, TV köşeleri. Bu yüzme havuzlarının en önemli çekiciliği yapı stilleri. Debdebenin, gösteriş ve aşırılığın yanı sıra pahalı mermerle kaplı, bembeyaz sütunlu, yüzenlere çoğu kez Roma hamamlarını anımsatan yüzme havuzları insanları sabahın altısından akşamın geç saatlerine dek sıcak sulara çekiyor.

"Eski Romalılar Gibi Yıkanın"

Stuttgart, Budapeşte'den sonra en çok kaplıcaya sahip Avrupa kenti. Az ötesindeki Baden-Baden, Bad Liebenzell, Bad Dürkheim, Freudenstadt, Aalen ve Filderstadt gibi küçük kaplıca kentlerinde son yirmi yıldır açılan yüzme havuzları olağanüstü inşa edilmiş yapılar. Örneğin, profesör mimar Wienand'ın Aalen kentinin tepelerinden birine oturttuğu "Limes Thermen" tamamen bir Roma tapınağı. Mimarların "Neo-Klasik" dediği türden. Renkli broşürdeki "Eski Romalılar gibi yıkanın" sözleri, bundan 1800 yıl önce Aalen yöresinde yaşamış olan Romalıları anımsatıyor.

Ne de olsa eski Roma'da hamamlar günlük yaşamın vazgeçilmez bir bütünüydü. İnsanların bir araya geldiği kent alanlarından daha önemliydi. Hamamlar bir eğlenti ve sohbet merkeziydi. Politikacılar ve tüccarlar oralarda buluşup iş bitirirdi. Günümüz iş adamları da modern banyoların sauna ve Amerikan barlarında buluşuyor, rahat rahat, gözden uzak iş konuşmaları yapıyor.

Karaormanlar'ın Şirin Kenti

Unesco'nun 2021 yılında 'Great Spa Towns of Europe' listesine aldığı Baden-Baden kumarhanesinin, büyük parklar ortasındaki villalarda oturan içine kapanık zenginlerinin, tarihi ağaçlarla dolu parklarının, ünlü at yarışlarının ve vitrinleri pahalı maldan geçilmeyen şık dükkânlarının yanı sıra şifalı sularıyla da tanınıyor. Karaormanların bu şirin kentine kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler uğramadan edemiyor. Baden-Baden'de dünyanın belki de en güzel kaplıcası var. Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu yaklaşık iki bin yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından yerin üzerine fışkıran 800 bin litre su Friedrich Banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Afrodit Çıplak Çıplak

1877 yapımı Friedrich Banyosu. İsa'dan sonra 213 yılında Roma İmparatoru Caracalla'nın Baden-Baden'in sıcak sularında yüzdüğünü anımsayan kent belediyesi 1985'de yıllarda Caracalla Banyoları'nı da açmıştı. Mavi ve beyaz mermerler zemini baştan aşağı kaplıyor. Kocaman kubbe zarif ince sütunlar üzerinde yükseliyor. Yusyuvarlak yapının her yanı cam. Yüzerek çıkılan dış havuza kayalardan sıcak şelaleler köpüre köpüre düşüyor. Datça yakınlarındaki tarihi Knidos liman kentinin tanrıçası Afrodit yüzenleri çıplak çıplak seyrediyor...

15 Aralık 2024

Bir tatlı huzur..!

AYDINLIK, 15 Aralık 2024

Cenevre – Ahmet Arpad

İsviçre'nin Fransızca konuşulan güneybatı bölgesinde en güzel köşe Cenevre Gölü ve çevresi. Lozan yakınlarından başlayan kıyı yolu Vevey ve Montrö üzerinden geçip Villeneuve'e kadar uzanıyor. Oradan ötesi İtalya ve Fransa toprakları...

Göl ve çevresi Akdeniz kıyılarını anımsatan iklimiyle Avrupa'nın varlıklılarını hep mıknatıs gibi çekmiş. Tarihi yapıları, dar sokakları, şık butikleri, gösterişli villaları, dünyaca ünlü otellerinin yanı sıra dorukları karlı dağlar, üzüm bağlarıyla kaplı yamaçlar ve tarihi köylerden oluşan olağanüstü bir doğa! Montrö'de göl kıyısında durup kentin arkasında yükselen 2 bin metrelik Rochers-de-Naye'ya bakarken sadece yamaçlara serpiştirilmiş villaları görmüyorsunuz, üzüm bağları arasındaki çayırlarda nergislerin de açmaya başladığını seziyorsunuz. Montrö'nün bağlarında Unesco'nun 2007'de listesine aldığı Lavaux şaraplarının üzümleri yetişiyor.

Montrö'nün doğusundaki doğa koruma alanı Grangettes'de 250 kuş türü yaşıyor. Villeneuve'den Montrö'ye uzanan yolda en önemli yapı 12. yüzyıldan kalma Chillon Şatosu. Gölden çıkan bir kayanın üzerine inşa edilmiş şatoya uzaktan baktığınızda sularda yüzüyormuş sanıyorsunuz. Bugün sayısız sanat etkinliğine ev sahipliği yapan Montrö'nün Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri var Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni 1936'da tarihi otel Fairmont Le Montreux Palace'da imzalamıştı.

Az ötedeki Vevey, İsviçreli ve yabancı varlıklıların yeğlediği belki de en güzel küçük kent. Göl kıyısından tepelere doğru yavaş yavaş yükselen yeşil yamaçlar villalarla dolu. Tarihi kent merkezinin dar sokaklarında şirin yapılar yanyana. Gezinirken butikler, dükkânlar, kafeler, lokantalar sizi çekiyor. Vevey görkemli, fakat burada milyarderlerin yaşadığını fark etmiyorsunuz. Göl kıyısındaki Grand Hotel du Lac'ın kapısında limuzinler dizi dizi, şirin lokanta Ze Fork ağzına kadar müşteri dolu.

CHARLİE CHAPLİN

17 Eylül 1952 tarihinde, son filmi "Sahne Işıkları"nın galasına katılmak için birkaç günlüğüne Londra'ya giden Charlie Chaplin'e dönüşte ABD makamları yaşamını geçirdiği topraklara girmesine izin vermez. Gerekçeleri, ünlü sanatçının son yıllarda ülkenin huzurunu kaçırıcı girişimlerde bulunmuş olmasıdır. Kendini hep bir dünya vatandaşı kabul etmiş olan Chaplin eleştiriciydi, liberaldi, II. Dünya Savaşı yıllarında savaş karşıtı olmuştu. Amerika'da daha 1930'lu, 1940'lı yıllarda yönetenleri hafif alaylı sorgulayanlara bile kolayca "Marksist ve Komünist" damgası vuruluyordu. Onun gibi dünyaca ünlü bir sanatçıdan "rejime ve ABD anayasasına sadık" olması bekleniyordu! Bu nedenle FBI, İngiliz vatandaşı Charlie Chaplin'in oturma iznini iptal ederek yaşamının en önemli dönemini geçirmiş olduğu Amerika Birleşik Devletleri'ne girmesini engeller.

Ünlü sanatçı 1953'de tarafsız ülke İsviçre'ye yerleşmeye karar verir ve yeni yaşamı için de Cenevre gölü kıyısındaki Corsier-sur-Vevey'i seçer. 14 hektar büyüklüğündeki parkın içinde yükselen 1839 yapımı iki katlı villa Manoir du Ban'i satın alır. İlerki yıllarda bu olağanüstü konutunda onu kimler ziyaret etmez! Winston Churchil, Marlon Brando, Bob Dylan, Peter Ustinov, Gandi, Çan Kay-Şek, Hanns Eisler, Bertolt Brecht, Albert Einstein, Sophia Loren, Petula Clark misafiri olur. Chaplin ailesinin tarihi villası ve 2016 yılında yanında açılan Chaplins World günümüzde inanılmaz güzellikte bir müze, 1350 metrekare büyüklüğünde bir "film stüdyosu". Burada Altına Hücum'un, Modern Zamanlar'ın, Sirk'in içindesiniz, Yumurcak, Serseri, Büyük Diktatör hemen yanıbaşınızda.

LOZAN ANTLAŞMASI VE MODERN TÜRKİYE

Az ötedeki Lozan da Montrö gibi bir yamaca kurulmuş. Kentin eski evleri ve dar sokakları, şirin lokanta ve kafeleri göl kıyısında değil, yukarda! Bir füniküler kıyıyı kent merkezine bağlıyor. Lozan'da görülecek yerler arasında en ilginci, her yıl 400 bin ziyaretçiyi çeken 13. yüzyıldan kalma gotik yapı, görkemli katedral. 1915'den bu yana Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin merkezi de Lozan'da. On binin üzerinde giysi, madalya, belgenin vitrinlerini süslediği, geniş bir parkın ortasındaki Olimpiyatlar Müzesi'ni her yıl 250 bin insan ziyaret ediyor. Lozan'ın Cumhuriyet tarihimizdeki yeri çok önemli. 24 Temmuz 1923'de Palais de Rumine'de imzalanan Lozan Antlaşması modern Türkiye'nin temelini oluşturuyor.

Yörenin en şık ve ünlü otellerinden Beau-Rivage Palace'dan manzara eşsiz. Cenevre Gölü ayaklarınızın altında. Şirin göl gemisi "La Suisse" iskeleye yanaşıyor. Yolcular iniyor. Yeşiller, çiçekler arasında gezinirken hiç acele eden yok, gürültü yok. Her yerde bir tatlı huzur! 1910 yapımı yandan çarklı "La Suisse" bu arada hızla uzaklaşmış, burnunu karşı kıyıya vermiş, Cenevre'ye gidiyor. Geniş kaldırımlarında Ortadoğulu zenginlerin gezindiği Rue de Rhone ve Rue du Marche'nin gösterişli mağazalarında az insanın alabileceği şık giysilerin, saatlerin, takıların satıldığı lüks kente...

1 Aralık 2024

Denizler silah çöplüğü

Cumhuriyet, 1 Aralık 2024

Stuttgart – Ahmet Arpad

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü!

Geçen ay bir gazetede okumuştum, Kuzey Denizi'yle Baltık Denizi'nin dibinde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra atılmış 1.6 milyon ton cephane yatıyormuş. Konuyu biraz araştırırken kadın yönetmen Frido Essen'in "Denizde Bombalar" adlı belgesel filmine rastladım. Essen, denizlerde her an patlamaya hazır bombalarla kimyasal silahların yattığını anlatıyor. Almanya'nın bu denizlere tam 1500 kilometre kıyısı var. Sadece geçen yıl 20 milyon insan, dibi dev bir silah deposunu andıran suların kıyılarında tatil yapmış. Altlarında bombalar, top mermileri, mayınlar ve torpidolar...

SİLAHLARIN ZEHRİ

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü! Silahların çoğu Kiel, Lübeck ve Rostock önlerinde denizin dibinde. Uzmanların açıklamalarına göre bu silahlar bir yük trenine doldurulmak istense 2 bin 300 kilometre uzunluğunda bir tren gerekirmiş!

Yaklaşık 80 yıldır orada çürüyen İkinci Dünya Savaşı'nın silahlarından yayılan sayısız zararlı madde sulara karışıyor. Kiel Üniversitesi uzmanları, son yıllarda yangın bombalarıyla değişik cephanelerdeki fosforu, TNT ve arseniği pisi balıklarında ve midyelerde tespit ettiler. Silahların zehri deniz ürünleri aracılığı ile insanlara bulaşıyor. Yetkili makamlar sorumluluğu onlarca yıldır birbirlerine atıyor. Ne de olsa "Dörtlerin" denizin dibine yığdığı Hitler'in bombalarını çıkarıp imha etmek milyarlarca Avro'ya mal olacak.

Kısa süre önce telefonlaştığım Dresdenli bir tanışım, "Uzmanlar en çok Rostock kıyılarını araştırıyor, sonra da buldukları bombaları çıkarıyorlar" dedi. "Tatile gittiğimiz o kumsallarda gezinirken dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü yangın bombalarından kopan ve kıyıya vuran fosfor parçaları kehribarı andırıyor, yanılıp da eline alanın derisi kaslara kadar yanıyor!" Alman Federal Meclisi bütçe encümeni bir süre önce Kuzey ve Baltık denizlerinin altında yatan bombalarla kimyasal silahların çok iyi araştırılması için 100 milyon Avro'yu onayladı.

PATLAMAMIŞ BOMBALAR

İngiliz ve Amerikan uçakları savaşın son yıllarında Almanya'nın üzerine yüz binlerce bomba yağdırmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın bombaları sadece suların altında değil, Alman topraklarının altında da sayısız patlamamış uçak bombasının yattığı bilinen bir gerçek. Nerede oldukları belirsiz, arada bir rastlantı sonucu ortaya çıkıyorlar. Alman kentlerindeki inşaatlarda da patlamamış bombalar bulunuyor. Hemen imha ekibi çağrılıyor, çukurun bir kilometreye yakın çevresindeki tüm yerleşimler boşaltılıyor. Evlerde, okullarda, hastanelerde, işyerlerinde tek insan kalmıyor! Trenler, uçaklar duruyor. Binlerce insan 3-4 saatliğine başka yere "göç ediyor"!

Resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında müttefikler yaklaşık 1 milyon 900 bin ton bombayı Almanya'nın üzerine atmış. Yetkili makamlar bunlardan yüzde 10'unun hâlâ patlamadan toprağın altında yattığını açıklıyor.

Salzburg'da bir kış akşamı

Aydınlık Avrupa, 01.12.2024

SALZBURG düşle gerçek karışımı bir kent, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyülüyor. Ünlü yazar Stefan Zweig (28 Kasım 1881 – 22 Şubat 1942) Salzach kıyısında en verimli ve en mutlu yıllarını geçirmişti.

Irmağa uzanan loş ve dar sokakların Arnavut kaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, loden paltolarına bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kenti Salzburg'da akşam oluyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları ışıl ışıl, vitrinler rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar insan dolu. Bu şirin Salzach kentini hiç boş göremezsiniz. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen küf yeşili kubbelerde, kıpkırmızı kiremitli sivri damların gün batışının son kızılı. Şirin kent renk değiştiriyor. Dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş banklarda oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyor. Birden karanlık iniyor tarihi kente, yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor alanlarda, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, Salzach kıyılarında...

Düşle gerçek karışımı, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyüleyen Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Bu yıl tam 172 etkinliğe ev sahipliği yaptı. Büyük katedralin önünde sahnelenen "Jedermann" oyunu ile açılıyor festival. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

ZWEİG SALZBURG YILLARINDA DORUĞA TIRMANMIŞTI

Stefan Zweig'ın 17 yıl yaşadığı kenttir de Salzburg. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar
onun en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Orada doruğa tırmanmıştı. En güzel eserlerini, kente ve ırmağa yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villasında yazmıştı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmişti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss'la villasında saatler, günler geçirmişti...

"Sanatla mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden'in üzerinden yükselen tepede oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

YAZAR OLARAK ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim", diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli! Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Avrupalı Zweig bir Avusturyalı idi. O, modern dünya vatandaşıydı. Politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünürdü. İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Meydanı" romanının (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugün de hep güncel. Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, pastanelerden ışık sızıyor. Tarihi binaların altındaki dar pasajların birbirine bağladığı sokaklar ıssız. Dükkânlar çoktan kapanmış, Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Otel Sacher'in terasından karşı tepeler, ışıklar içinde orta çağ kalesi Hohensalzburg...

24 Kasım 2024

'Onur, özgürlük, anavatan'

 Avrupa Aydınlık, 24 Kasım 2024

Stuttgart - Ahmet Arpad

Stuttgart'ın tutucu üniversite öğrenci dernekleri Untertürkheim semtinde yıllık toplantılarını yapıyor. Almanya'da üniversite öğrencilerinin 19. yüzyılın başlarında (Halle kentinde 1814'te) kurduğu ve ömür boyu üye kaldığı bu derneklerin sayısı binin üzerinde. Toplam 157 bin üyeleri var! Hemen hemen tümü de erkek. Bu derneklerin içinde yüz kırkı sadece tutucu değil, aşırı sağcı da... Onların üye sayısı 20 bin.

İşte Stuttgart'ta bir araya gelip üç gün boyunca geleceklerini tartışanlar da bu gibiler. Altı yüze yakın karşıt görüşlü genç üniversiteli toplantı salonunun önünde nümayiş yapıyor. İki grubun birbirine girmemesi için iki yüz kadar polis de motosikletleri, su sıkma araçları, atları ve köpekleriyle salonu koruma altına almış. Adolf Hitler'in 9 Kasım 1923 günü hükümeti devirmek amacıyla Münih'te düzenlediği başarısız darbede başrolü oynamış olan tutucu öğrenci derneklerinin içinde o yıllarda NSDAP sempatizanı çok üye vardı. Bunlardan ikisi, Hitler'e çok yakın üyelerden, ilerde SS komutanlığına getirilen Himmler (Apollo Münih) ile Treblinka ölüm kampının komutanı olan Eberl (Germania İnnsbruck) idi. Bu dernekler Nazi döneminde üye sayılarını kimi kentte ikiye katlamıştı. Günümüzde çoğu dernek, geçmişte de olduğu gibi yabancı üniversite öğrencilerini üye olarak aralarına almıyor. Çünkü onların kapıları sadece ‘saf kan' Alman gençlerine açık.

ÖĞRENCİ YURTLARI TUZAK

Gençleri kendi ideolojilerine çekmek için en güzel tuzak da kurdukları öğrenci yurtları. Bilindiği gibi her yıl öğretim yılının başında on binlerce yeni öğrenci kalacak bir yer arıyor. Onlar ya ailelerinin yanında kalmak ya özel odalar kiralamak ya da bu gibi derneklerin yurtlarına sığınmak zorunda. Tanışımız olan Hırvatistanlı bir aile kısa süre öncesine kadar böyle bir öğrenci yurdunda görev yapmıştı. Karı-koca binanın ve odaların temizliğinden, tüm alışverişe kadar çok şeyden sorumluydu.

Tanış anlatmıştı: "Buradaki ağabeyler acemi öğrenciye hemen kucak açıyor. Rahat bir yaşamı olsun, ortama alışsın diye çok çaba gösteriyor." Genç öğrenci iki sömestr sonra - tabii işlerine yarayan biri ise - aralarına alınırmış. Önemli olan bu kişinin saygı, namus ve şeref gibi idealleri kabullenmesi... İkinci yılın sonunda, dördüncü sömestrin ardından, işe yarayan (!) bu öğrenci kesin kabul görüyor. Çünkü o artık düzenin tüm kurallarını benimsemiştir, derneğin bir üyesidir. Ve bu üyeliği ömür boyudur! Stuttgart'ın yamaçlarındaki kimi tarihi, paha biçilmez değerde villayla, apartman bu derneklerin malı. Her yıl sadece üye aidatlarından 200 bin avro bir araya geliyor. Bu derneklerin, varlıklı yaşlı üyelerin parasal desteği olmadan ayakta duramayacağı da biliniyor.

Stuttgart - Untertürkeim'da toplantının yapıldığı salona değil girmek, yakınına bile sokulmak olanak dışı. Sıkı bir polis korumasında aşırı sağ görüşlü tutucu öğrenciler! Ara sokaklara toplanmış genç karşıtları ellerindeki bayrak ve afişleri sallıyor, bağırıp çağırıyor, müzik yapan bir grubun çaldığı müziğe ayak uyduruyorlar.

Tüm Almanya'da sloganları "Onur, özgürlük, anavatan" olan, ülkedeki yabancılardan pek hoşlanmadıkları bilinen aşırı sağcıların toplandığı Sängerhalle salonuna uzanan yolun başındaki tabelada "Türkenstrasse" yazıyor...

17 Kasım 2024

"Bunlar ölüme gidiyor!"

 Cumhuriyet, 17 Kasım 2024

STUTTGART - AHMET ARPD

Günlerden Cuma. Heidelberg'den dönüyoruz. Az önce yağmur başladı. Hava kararmak üzere. Stuttgart yönüne uzanan otoban dolu. Yanımda oturan yaşlı Rudi uzun yıllar Brezilya'da yaşadıktan sonra emekliliği geldiği için ülkesine döneli daha bir ay olmamış. Bugün havanın güzelliğinden yararlanıp Neckar akarsuyu kıyısından Heidelberg'e uzanmış, şirin kentin tarihi sokaklarını ve kalesini gezmiştik. Bütün gün gülen, çenesi hiç durmayan neşeli Rudi nedense Heidelberg'den yola çıkalı sus pustu.

Az sonra da dayanamadım, sordum: "Ne oldu, canını sıkan bir şey mi var?" Hemen yanıt vermedi. Suratına baktım. Başını salladı: "Şu otobanın haline baksana", dedi. "Bu havada deliler gibi araç süren şu insanlar seni rahatsız etmiyor mu?" Kapkara alçak bulutlar neredeyse başımıza değecek. Üç şeritli otobanda ayağını gazdan çeken yok. İşten çıkanlar, evlerine dönenler, hafta sonu tatiline gidenler kelle koltukta gaza basıyor. Yağmur kimsenin umurunda değil. Ben de farkında olmadan kendimi onlara uydurmuşum.

Sağ şeritte peş peşe uzun araçlar, kamyonlar kervanı. Aralarına düşen bir daha kendini zor kurtarır. Bizim gibi orta şeritte gidenler saatte ortalama 130 km yapanlar. Sağdan soldan fışkıran kirli yağmur sularının arasından önümüzü görmeye çalıyorum. Solumdan geçenleri gözümün ucuyla şöyle bir seçiyorum. Mercedes'ler, BMW'ler, Porsche'ler... Sürücüleri otobanların Formula 1 sürücüleri! Yanılıp da şeritlerine geçmeye filan kalkışmayın. Yandınız. Bu "kahramanlar" otobana çıkar çıkmaz gaz pedalına sonuna kadar basar, saatte 200 kilometre hıza ulaşırlar. Uzunları yakar söndürür, arka tamponunuza yapışırlar.

Aşırı hıza hapis cezası

"Bunlar ölüme gidiyor", diye Rudi tıslar gibi konuştu. "Brezilya'da da otobanlar var, fakat saatte 100-120 kilometreden fazla hız yapanı göremezsin." Aynı anda az önümüzde sağdan giden uzun araç sinyal verip çabucak şerit değiştiriyor. Aramızdaki mesafe şimdi taş çatlasa 20 metre. Korna, reflektörler! Hollanda plakalı aracın şoförü benimle alay eder gibi havalı kornasına basıyor. Hafifçe frene basıp şerit değiştiriyorum. Yanından giderken bana bir korna daha. Az sonra yine orta şeritteyim. Arkamdaki kamyonun yanıp sönen uzun yol farları dikiz aynasında gözümü alıyor. Yavaşlıyorum. Sanki benden başka bütün sürücüler telaş içinde bir yere yetişmek derdinde. Karısı çocuk mu doğurmuş, evinde yangın mı çıkmış, randevusunu kaçırırsa kızı onu terk mi edecek? Belki de bu otobanda bir yarış düzenlenmiş, fakat benim haberim yok? İsviçre‘de aşırı hız yapanları artık hapis bekliyor, Danimarka'da otomobillerine el konuyor ve açık arttırmayla satılıyor!

Az sonra Heilbronn/ Würzburg sapağından Stuttgart yönüne uzanan dört şeritli otobana girdiğimizde yağmur sanki bıçakla kesilmiş gibi duruveriyor. Batmaya hazırlanan güneş alçak bulutların arasından kendini son bir kez gösteriyor. Bu otobanda trafik daha da yoğun. Frankfurt, Nürnberg ve Würzburg'dan gelip Güney Almanya'ya, İsviçre'ye gitmek isteyenler dört şeride yayılmış. Biraz sonra da uzun rampada birbirini sollayan kamyonlar ilk iki şeride el koyuyor.

"Ben daha fazla bu işkenceye dayanamayacağım", diye inler gibi konuşuyor Rudi. "Haydi seni Monrepos sarayındaki lokantaya akşam yemeğine davet ediyorum." Direksiyonu sağa kırıyorum. Ludwigsburg çıkışından kendimizi dışarı atıyoruz. Az sonra buzlu duble İskoç'larımızı yudumlarken keyfimiz yine yerine geliyor.


10 Kasım 2024

9 Kasım, Almanya'nın yazgısı

Aydınlık Avrupa, 10 Kasım 2024

Ahmet Arpad

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Adolf Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu. İtalya ve İspanya'da insanlar Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi.

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman Kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de General Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır!

YASALARI ÇİĞNEYEN BAKAN

Ancak suçun işlendiği Bavyera Eyaleti'nin Adalet Bakanı Franz Gürtner geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz da aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır..." 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım 1938'de 'yakma emrini' verir!

TÜRKİYE'DE ATATÜRK, ALMANYA'DA HİTLER

O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır. Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Almanya, Avusturya ve Sudetenland'da toplam 267 sinagog yangınlarla yerle bir olur. SS'ler aynı gece yaklaşık 30 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2024, Almanya'da Kayser'in ihtilalle tahttan inmesinin ve monarşinin sonunun 106. yılı, Hitler'in darbe girişiminin 101. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 86. yılı...

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu! İtalya ve İspanya diktatörler Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi...

3 Kasım 2024

"İkinci vatanım Türkiye"

Cumhuriyet, 03.11.2024

STUTTGART – AHMET ARPAD


Bu sözler değerli insan, Türk dostu Edzard Reuter'in. O'nu 27 Ekim günü yitirdik. 96 yaşındaydı. Dostluğumuz çok gerilere gidiyordu. 1997'ye. Stuttgarter Zeitung benden 'Almanlarla Türkler arasında uyum" üzerine bir makale istemişti.

Almanya'nın 1990'da Doğu Almanya ile birleşmesinin ardından iki toplum arasındaki ortak yaşam ve yabancıların uyumu zora girmişti. Almanya'nın 1990 yılında 62 milyon olan nüfusu iki ülkenin birleşmesiyle bir günde 80 milyona çıkıvermişti! İşte o günler topluma kimi güçlükler getirmişti. Bunlardan biri de otuz yıldır uyum içinde sürüp giden Alman-Türk ortak yaşamının karşısına engellerin çıkmasıydı. 7 Mayıs 1997'de Stuttgarter Zeitung'a yazdığım yarım sayfalık makalenin konusu uyum ve ona giden sağlam yollardı! Edzard Reuter'le o güne dek hiç görüşmemiştik. Yazımı okuduktan aramıştı. Bir akşam yemeğinde buluştuk. Eşi Helga'yla gelmişti. Bir yıl önce Berlin'de 'Helga ve Edzard Reuter Vakfı'nı kurmuşlardı. Vakıflarının hedefi değişik ırklardan, dinlerden ve kültürlerden gelen insanların barış içinde ortak bir yaşam sürdürmesiydi!

Türklerin topluma uyumu

Tabaklarda İskender Kebabı, kadehlerde Yakut vardı! Önden mezeyi de unutmamıştık. Sohbetimiz bir gün önce gazetede çıkan yazımın konusu ve üzerine eğildiğim sorunlardı. Keyifli geçen o akşam yemeğinin sonunda getirdiğim öneriye sıcak bakmıştı. Kuracağımız bir 'kültür köprüsü' aracılığı ile iki toplumu bir araya getirecektik! 1964 yılında işe başlamış olduğu Daimler-Benz'de doruğa çıkan ve 1987'den 1995'e kadar da dünya devinin CEO'su olarak görev yapan Edzard Reuter görüşmemizin hemen ardından kolları sıvamıştı. Sayısız ortak girişimlerimiz olumlu sonuçlar almış, kafamızdan geçenler bereketli topraklara düşmüş, tohum tutmuştu. "Stuttgart Türk-Alman Forumu" 1999 yılında kurulmuştu. https://www.dtf-stuttgart.de/artikel/hakk%C4%B1m%C4%B1zda

Kısa süre önce büyük bir törenle 25. yılını kutladık. Almanya'da benzeri yok! Forum kendini şöyle tanıtıyor: ''Hedefimiz Almanlarla Almanya'da yaşayan Türklerin kültürel çerçevede bir araya gelmelerini ve ortak çalışmaların oluşumunu desteklemektir. Geliştirdiği eğitim projeleri ve kültürel programlarıyla Forum, bu ülkeye özgün çabalarıyla yerleşmiş Türklerin topluma uyumuna destek vermektedir."

Özgürlük kaçınılmaz koşul

Baba Ernst Reuter 1934 yılında Hitler'den kaçıp Türkiye'ye sığınan 130 bilim ve kültür adamından biriydi. Onun ve ailesinin Türkiye ilgisi 1946'da vatanlarına dönmelerine karşın hep sürmüştü. Reuter o günlerde şöyle konuşmuştu: "Özgürlüğün, demokrasinin ve hoşgörünün insancıl bir toplum için ilk ve kaçınılmaz bir koşul olduğu, her zaman için böyle kalacağı gerçeğini de ödün vermeden kabullenmeliyiz." Bu bilinci oğlu Edzard'a da aşılamıştı. 1997 yılında tanışmamızın ardından bir başka sohbetimizde de şunları söylemişti: "Anadolu'nun yüzyıllara dayalı gelenekleri, deneyimleri ve kültürleri, barış içinde birlikte yaşayan bir halklar topluluğunun gelişmesine katkıda bulunabilirdi. Babamın, Atatürk ve ondan sonra göreve gelenlerin, Türkiye'yi, devletleri özgürlükçü demokrasinin temellerine dayanan uluslar topluluğu yoluna sokmak için g
österdiği şaşmaz kararlılıktan etkilendiğini çok iyi hatırlıyorum."

"Türkiye benim ikinci vatanım"

"Türkiye benim ikinci vatanım", diyen Edzard Reuter, en zor dönemlerde Türkiye'nin birçok Alman'a kucak açtığını söylüyordu. Türkiye ile Almanya arasında sıkı dostluk ilişkileri bulunduğunu ve bu ilişkilerin kararlı bir biçimde sürdürülmesi gerektiğinin de altını çiziyordu. "Yabancıya karşı açık olacaksın, onu itmeyeceksin, ona 'hoş geldin' diyeceksin. Ben bunu Türkiye yıllarımda öğrendim."

Hitler Almanya'sından kaçarak "modern çağın ilk beyin göçünü" yaratan ve Atatürk'ün davetiyle gelen bilim adamlarından biri olan babası Ernst Reuter'in de "İkinci Vatan" olarak adlandırdığı Atatürk Türkiye'si ona ve dostlarına çok olanak tanımıştı. Değerli bilim adamı ve politikacı Reuter ülkemizden ayrıldıktan sonra da kitap ve yazılarında Türkiye'den hep "memleketim, memleketimiz" diye söz etmişti. Oğul Edzard'da şöyle anlatıyordu: "Babamın o günlerde birçok Alman bilim adamı gibi Amerika Birleşik Devletleri yerine Türkiye'yi yeğlemiş olmasının önemli nedenlerinden biri, Atatürk Türkiye'sinde kendilerini iyi bir geleceğin beklemiş olacağına inanmalarıydı. Burada daha özgür çalışarak kendilerini daha iyi kanıtlayabileceklerine emindiler." Atatürk'ün modern bir Türkiye yaratma düşünün gerçekleşmesinde, Nazi Almanya'sından kaçıp Türkiye'ye gelen her bilim adam gibi Ernst Reuter'in de o yıllarda ülkemize çok büyük ve kalıcı katkısı olmuştu.

17 Haziran 1953, halk ayaklanması

Gazeteci Burhan Arpad 18 Haziran 1953 günü Salzburg Festivali'nden Berlin Festivali'ne gitmek için Münih'ten bindiği PAN AM uçağında Batı Berlin Başkanı Belediye Başkanı Ernst Reuter'le yanyana oturur. Bu bir rastlantıdır! Bir gün önce, 17 Haziran 1953'de, savaş sonrası kurulan yeni Almanya'nın tarihinde önemli iz bırakacak bir olay yaşanmıştır. Berlin'de bir milyonun üzerinde insanın katıldığı özgürlük ve demokrasi nümayişi kısa sürede bir ayaklanmaya dönüşmüş ve Sovyet tankları tarafından acımasızca bastırılmıştır. En az 50 insanın öldürüldüğü, 15 bin insanın tutuklandığı 17 Haziran günü Berlin'de olmayan Ernst Reuter ertesi gün uçaktan inerken arkasında Burhan Arpad durmaktadır. "Merdivenin ucunda yaklaşık 200 gazeteci bekliyordu", diye anlatmıştı ilerde. Ernst Reuter onu ertesi gün makamına davet eder. Bir gün sonra da Vatan Gazetesi tüm birinci sayfasını Arpad'ın röportajına ayırır. Oğlu Edzard'ı tanıdıktan sonra İstanbul Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi'nde bulduğum o sayfa bugün Berlin'deki Ernst Reuter Vakfı'nın arşivinde duruyor