23 Mayıs 2009

Türk Medyasının Türkçesi

Ahmet Arpad'ın 23.05.2009 tarihinde Essen Üniversitesi'ndeki
"Göçmenlerin Anadili Sorunu ve Çözüm Önerileri" sempozyumunda yaptığı konuşma

Ahmet Arpad
Siyasetçi-medya patronu ilişkisi 1980li yıllarda Turgut Özal ile başlamış ve sonra da güçlenerek varlığını sürdürmüştür. Yasalar, bir gazete ya da televizyon kanalı sahibinin bir başka gazete ya da televizyon kanalındaki mülkiyetini sınırlamışsa da günümüzde tekelciliğe karşı konulmuş olan bu yasaya kimse uymaz. Bugünkü Türkiye'de "kurallara ve yasalara uymama" davranışı en yaygın olarak siyasette ve medyada görülmektedir. 12 Eylül 1980 dönemi ile başlatılan, Turgut Özal ile temelleri sağlamlaştırılan ve onun "çocuklarınca" sürdürülen, tüm medyayı pençesine alan yozlaşma, siyaset, ticaret ve medya ortak ilişkisinden kaynaklanır. Son 5-6 yılda oldukça gelişen ve de güçlenen bir "siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat" ortak ilişkisini günümüzde bütün gücüyle yaşıyoruz. Bunun bence en önemli nedeni, genel bir yağma kültürünün hem siyasete hem de medyaya egemen olmasıdır. İşte bu tip bir medya da, yapısı nedeniyle  bir çok gazete ve televizyon kanalını içinde barındıran holdingleri aracılığı ile toplumun haber ve bilgi alma özgürlüğünü olumsuz etkiler, hatta yerine göre de kısıtlar. Siyaset-medya ilişkisi demokrasiye büyük zarar vermeyi geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmektedir. Böyle bir yapıda, patronun bir siyasal lidere yakınlığına ses çıkarmayan, daha doğrusu o politikacının görüşünü destekleyici makaleler kaleme alan köşe yazarının cebine, kalitesi ve yeteneği ne olursa olsun, ay be ay on binlerce dolar doldurulur.
Günümüz Türkiyesinde medya ve politika yozlaşması birbirine paralel ve hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu iki gücün yozlaşmasının, onların büyük etkisindeki topluma da sıçramaya başladığının belirtilerini çoktandır sezmemek mümkün değil. Bugün Türk medyasına egemen olan Türkçe yozlaşması yazılı basından çok televizyonlarda ve radyolarda görülmekte. Ekranlara çıkanlar, mikrofonu eline alanlar Türkçeyi, kurdukları cümle yapısıyla ve çoğu kelimeyi yanlış vurgulayarak bozmaktalar. Yabancı dilden gelen kelimeleri konuşmalarının arasına yerli yersiz yerleştiriyorlar. Aynı cümlenin içinde yeni Türkçe ve eski Türkçe kelimeleri bir arada kullanıyorlar. Buna yazılı basında da sıkça rastlanıyor. 
 
Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı. Çocuklar daha adlarını soyadlarını doğru dürüst yazmasını bilmiyor. Cep telefonları ve bilgisayarlar aracılığı ile birbirlerine imla hatası dolu mesajlar yazanlar, doğru bir cümle kurmasını beceremiyor. Bunun da en önemli nedenlerinden biri bence üniversite giriş sınavları. Test sınavına göre hazırlanan sınavlar bütün lise öğrenimini test çözen öğrenci modeline çeviriyor. 
Toplumca gittikçe kültürsüzleşiyoruz. Televizyon bağımlısı insanımız kendini daha çok ekran karşısında oturarak, dizi seyrederek, ya da boyalı basının makaleden çok reklam içeren gazetelerini okuyarak eğitiyor. Dizilerdeki bozuk Türkçeyi Türkçe sanıyor, ona özeniyor, gazete makalelerindeki, ya da son on yılda edebiyat dünyamızı fetheden modern edebiyatçıların romanlarındaki anlatım dilini modern Türkçe diye kabul ediyor. 
 
Bugün büyük kentlerde nüfusun çoğunluğunu kırdan kente göç etmiş, gecekondu mahallerini kurmuş insanlar oluşturuyor. Bu insanlar büyük kentte büyümüş, oranın yaşamından başkasını tanımayan çocuklarına örnek olamıyor, onları büyütüp eğitemiyor. İşte "siyaset-ticaret-tarikat" hamurunda yoğrulmuş medya ideolojisi, kültürü ve diliyle bu insanlarımızı etkiliyor.
 
"Cebimi nasıl doldururum" düşüncesiyle hareket eden "öncü medya"nın tarafsız olması mümkün değidir. Az önce sözünü ettiğim "beşli"nin (siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat) Türk toplumu üzerinde oluşturduğu ortaklık ürkütücü bir aşamada! Onların çıkar ortaklığı bir medya tekeline neden olup, zamanla topluma her istedigini kabullendirebilir. Görüşlerinden diline kadar, bu yelpaze geniştir. Ve bir gün gelecek ki, medya bağımlısı insanlarımız şimdi kullandıkları "Türkçe olmayan Türkçe"ye alıştıkları gibi, tüm yozlaşmayı da olağan bulacaklardır. 
 
"Popüler kültür" denilen canavar, üç beş holdingin elinde tüm toplumu pençesine alıp, eğip bükerken onu holding çıkarlarına uygun olarak yoğuruyor. Gazeteleri, dergileri, radyoları ve televizyonları aracılığıyla bilinçaltımıza işleniyor. Gazetelerde, dergilerde köşe kapmış kimi kimseler bildikleri ya da bilmedikleri konularda gerekli gereksiz ahkam kesiyor. Farklılıklar ortadan kalkıyor, toplum yanlış bilgilendiriliyor. Biz buna "kültürün küresel yozlaşmasıdır” da diyebiliriz. Yönlendirilme, yanlış bilgilendirilme, birörnekleştirilme ve bütün bunların sonucunda  oluşan kültürel bir yozlaşma.
 
Medyanın haber ve bilgi vermesinin ötesinde dünyayı yorumlamak ve aktarmak gibi bir görevi de vardır. Günümüz medyası bütün dünyada gücünü kullanırken, kendi sermaye gruplarının çıkarlarını ön planda tutar, toplumu kimi zaman politikacılarla yaptığı ortaklıklara doğru yönlendirir. Gerçek görevleri, doğru haber ve bilgi aktarmak olan gazete ve televizyonlar halkın önünde gün be gün sınav verdiklerini kimi zaman unutmaktalar. Medya görevini ciddiye almalı, bunu kendi çıkarlarına uygun değil de, toplumun çıkarlarına uygun yerine getirmelidir. Gazete okurken insan kimi zaman: "Köşe yazarı, entelektüel altyapısının eksikliğini kapatmak için mi Türkçe'yi bilinçli bozuyor?” diye sormadan edemiyor. Yoksa, böyle yazarsak okunuyor, böyle yazarsak para kazanabiliyoruz diye mi kafalarından geçiriyorlar?
 
Günlük yaşamda kavramların yıpratıldığına, içlerinin boşaltıldığına tanık oluyoruz. Tabii 'yazar' da bundan nasibini almıyor değil. Hiçbir şey üretmeyenin 'sanatçı' sayıldığı bir ülkede, her yazı yazan da 'yazar' sayılıyor. Bu çok ünlü 'yazı yazan'ların Türkçe yanlışları da 'değişik anlatım' diye sunuluyor; bilgisizlikleri hoş gösteriliyor. Çoğu köşe yazarı ve gazete haber muhabiri yazılarında sık sık yeğlediği Arapça ve Farsça sözcükleri yanlış yazdığı yetmiyormuş gibi, cümle içinde de gereksiz yerlerde kullanıyor. Kimi eski sözcükleri eskiye özenir gibi yeğliyor. Tabii bunu, yeni Türkçesini bilmediğinden de yapabilir!
 
Avrupa'daki Türk medyasına gelince. Bence zoraki yapılanmış bir medya bu. Büyük medya patronları yıllar önce buradaki insanımıza yatırım yapan bir anlayıştan değil, "kazanalım” düşüncesinden yola çıkmışlar. Kanımca Avrupa'daki Türk medyası ne kadar satarsa satsın, ne kadar kanal açarsa açsın, pek ağırlığı olmayan bir azınlık medyası olarak kalmaya mahkum. Kimi Alman politkacının deyişiyle "Getto”laşan kuşaklara hizmet ediyor! Ancak bu medyanın onlarca yıldır Alman medyasının göçmenleri ilgilendiren, onların sorunlarına eğilen konuları ele almaması nedeniyle mevcut olan bir açığı kapattığı da kesindir. Özellikle ülkedeki Türk toplumunu ilgilendiren güncel politikayı ve Almanya'daki siyasi tartışmaları kendi anadilinde yansıttığından insanımız için kaçınılmazdır. Buradaki gazeteler okura bilgi verirken anlaşılır, sade ve doğru bir dil kullanmak zorundadır. Ne yazık ki buna pek dikkat edilmiyor. Bence nedenlerinden biri, anlaşılır ve sade dilde yazmanın sanıldığı kadar kolay olmadığıdır.
 
Almanya'da büyüyen insanlarımız için Türkçe´nin artık ikinci bir dil olduğunu kabul etmek zorundayız. Son dönemde bu ülkede Almanca'yı iyi bilen ve konuşan bir Türk nesli oluştu diyebiliriz. Ancak onların Türkçe okuma ve yazmadaki sıkıntılarını görmezlikten gelmemeli. Almanya'da bugün 5-6 yaşında olan Türkler 20 yıl sonra nasıl bir Türkçe konuşacak, bunu şimdiden bilemeyiz. Ancak günümüz medyasının Türkçesi ile büyüyecek bu neslin ilerde, şu gün kirlenmeye başladı dediğimiz Türkçeyi bile konuşamayacağına emin olabilirsiniz. 
 
Başta Hessen Eyalet Başbakanı Roland Koch olmak üzere birçok Alman politikacının Türklerin kendi anadillerindeki yayınları izlemesini "endişe verici" buldukları bilinen bir gerçek. Fakat Türkçe'nin Almanya için bir zenginlik olduğunu kavramış politikacılar da yok değil. Türkçe yaşarsa, Türkçe medya da yaşayacaktır. Türkçe'nin yaşamasına katkıda bulunmak buradaki medyanın da yararınadır, çünkü bundan ekonomik çıkarları vardır. Türkçe basının bu ülkedeki varlığını sürdürme direnci sadece ekonomik çıkarlarıyla bağlantılı olmamalıdır. Basınımız, Türkçe'yi kullananların yararlarını da düşünmek, onları desteklemek zorundadır. Türkçe'nin iletişim dili olarak gelecek kuşaklarda da yaşaması bu ülkedeki medyamızın büyük sorumluluğu altındadır.
 
Sadece merkezi İstanbul'da olanlar değil, son yıllarda Almanya'da kurulan ve ayakta kalmayı başaran çok sayıda basın-yayın organı da oldukça renkli bir çeşitlilik içinde. Onlar Türkçe okuyan 2 milyonu aşkın bir toplumu bilgilendirme iddiasını taşıyor. Burada yayınlanan gazetelerimiz baskılarına Avrupa'ya özel sayfalar eklediler, daha çok insanımızı ilgilendiren haberlere yer açtılar. Örneğin ağırlıklı olarak Avrupa'daki siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif gelişmeleri ele alan "Avrupa" haberleri "Avrupa" sayfalarını doldurmaya başladı. Şunu da unutmayalım, Türklerin % 55'inin sadece Türkçe gazete okumakla yetindiği tahmin ediliyor. 
 
Tamamen Avrupa'da hazırlanan ve büyük bölümü bedava dağıtılan çok sayıda haftalık, aylık gazete-dergi de Türkçe medyayı zenginleştiriyor. Merkezi Türkiye'de olan televizyon ve radyo yayınları yoğun olarak izleniyor. Araştırmalara göre her üç Türk evinden ikisinde Türkçe televizyonları izlemek için uydu anten var. Türklerle ve Türkiye ile bilgileri göçten 45 yıl sonra hâlâ Türk medyasından alıyorsak, bunun nedenini Alman medyasının ilgisizliğine ve de yetersizliğine bağlamak gerekir. Türk toplumunun bu ülkeye uyumu Almanya'daki Türk medyasının görevi´dir diye düşünmek de kimi gerçekleri kabullenmemek anlamına gelir. 
 
Günlük yaşamımızda ayak üstü okunan gazete ve dergiler türemeye başladı. Belki endüstri toplumu olmanın getirdiği birşey bu. Türkçe medyanın çeşitliliği memnuniyet verici olabilir, fakat bunu içerik açısından da söylemek ne yazık ki mümkün değil. Araştırmacı gazetecilik, ciddi habercilik Türkiye'de olduğu gibi burada da pek önemsenmezken, magazin gazeteciliği ilerliyor. Bu tip gazetecilik de, daha çok sansasyona ağırlık verdiği için kendine uygun, kolay anlaşılır, basit bir dil kullanıyor. 
 
Türkçe'yle çalışarak, üreterek yaşamlarını kazanan gazetecilerin, zengin bir geleneği devam ettirenler olarak mesleki sorumluluklarının farkında olmaları kaçınılmazdır. Son olarak şuna da dikkati çekmek istiyorum: Almanya'daki Türk medyasının günümüzde, her iki dili aynı mükemmelikte kullanabilen eleman bulması da gözardı edilemeyecek bir sorundur.

17 Mayıs 2009

Havyarlı, ıstakozlu, şampanyalı kriz...

Cumhuriyet Dergi 17.05.2009
BERLİN
AHMET ARPAD

Daha içeri adımınızı atar atmaz gözleriniz kamaşıyor. Sanki Topkapı Sarayı'nın hazine dairesine girdiniz. Bulgari, Tiffany, Heuer, Chopard... İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Vitrinler kolye, küpe, yüzük, kol saati dolu. Pahalı mı pahalı. Altın, platin, gümüş. Pırıl pırıl, ışıl ışıl camekânlar. Birkaç müşteri göze çarpıyor. Pek Alman'a benzemiyorlar. Kadınlar alışveriş yapıyor, adamlar sohbet ediyor. Paralı Doğu Avrupalılar olmalı. Bin beş yüz değişik parfümün satıldığı şık Beauty Department'e hiç uğrayan yok. Bir kat yukarıda Gucci, Dior, Chanel. Burada da müşteriden çok personel var. Güzel kızlar elleri önlerinde gülümseyip bekleşiyorlar. Her taraf şık, ışıl ışıl, modern, bakımlı. Satılanlar güzel ve çekici. Gereksinimi olmasa bile bir şeyler almak istiyor insan. Tabii cebinde parası varsa!

Günlerden çarşamba, öğle üzeri. Avrupa'nın en büyük satış merkezlerinden Berlin KaDeWe'nin bütün katları bomboş, in cin top oynuyor. Bundan iki yıl önce yüzüncü yaşına basan 60 bin metre satış alanına sahip mağazada 380 bin çeşit eşya satışa sunuluyor. Sabahtan akşamın geç saatlerine iki bin personel müşteri bekliyor. Katları birbirine altmış dört yürüyen merdiven ile yirmi altı asansör bağlıyor. Kısa süre öncesine kadar gün be gün elli bin insanın ziyaret ettiği söylenen KaDeWe geçmişini mumla arıyor. Şu sıralar sahiplerinin elden çıkarmaya uğraştığı, Batı Avrupa'nın bu dev mağazasını dünya savaşları bile sarsamamıştı. Hitler daha 1933 yılında Yahudi aile Tietz'i satışa zorlayıp, KaDeWe'ye el koymuş, başına da Aryan birini getirmişti! On yıl sonra bir Amerikan savaş uçağının üzerine düşmesiyle harap olan mağaza 10 Temmuz 1950'de yeniden açıldığında tam 180 bin Berlinli coşkuyla kapılarına saldırmıştı. KaDeWe aynı hücumu, onlarca yıllık düşleri sonunda gerçekleşen Doğu Berlinlilerin Kasım 1989'da duvarın batı tarafına geçmesiyle yaşamıştı.

Berlin'i ziyaret eden her turistin uğradığı söylenen KaDeWe'nin bugün sadece üst iki katı dolu. Rusya'nın, İran'ın havyarları, Fransa'nın şampanyaları, adını bilmediğiniz ülkelerin şarapları, uzakların narenciyeleri, Pasifik adalarının egzotik yiyecekleri otuz şarküterinin vitrinlerini dolduruyor. Kat kat, dizi dizi peynirler, dev jambonlar, yer mantarları, dört yüzün üzerinde ekmek ve sandviç çeşidi... Parisli Lenôtre'nin vitrinlerinde, sabahın altısında uçakla gelmiş, olağanüstü görünümde ve lezzette pastalar, ağızda eriyen inanılmaz çeşitte fondanlar. Bu kat hiçbir krizden etkilenmeyen insanlarla dolu. Cepleri paralı, giyimleri şık mı şık hanımlarla beyler ayaküstü bir şeyler atıştırıyor, şampanya yudumluyor. Istakozlar, istiridyeler, havyarlar, füme balıklar onları bekliyor. Biz ise en üst kattaki self-service lokantayı yeğliyoruz. Burasını daha çok turistler doldurmuş. Aşçıların gözünüzün önünde hazırladığı değişik yemekler çekici. Adam başı en az 30 Avro'ya karnınızı doyurduğunuza değiyor. Berlin ayağınızın altında.
 
Az sonra Unter den Linden Bulvarı'ndaki Café Einstein'da masalar dolu. Salzburglu edebiyatçı tanışla Viyana kahvesi yudumlayıp, Sacher Torte yerken o akşam başlayacak Stefan Zweig sempozyumundan söz ediyoruz. Parlamento az ötede. Sorduğumuz garson kız, Başbakan Merkel'in bugün Café Einstein'a uğramadığını söylüyor...
 
www.ahmet-arpad.de

1 Mayıs 2009

Türk Medyasının Türkçesi

Mayıs 2009
Ahmet ARPAD
Duisburg/Essen Üniversitesi'nde konuşma


Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı.

Siyasetçi-medya patronu ilişkisi 1980li yıllarda Turgut Özal ile başlamış ve sonra da güçlenerek varlığını sürdürmüştür. Yasalar, bir gazete ya da televizyon kanalı sahibinin bir başka gazete ya da televizyon kanalındaki mülkiyetini sınırlamışsa da günümüzde tekelciliğe karşı konulmuş olan bu yasaya kimse uymaz. Bugünkü Türkiye’de "kurallara ve yasalara uymama" davranışı en yaygın olarak siyasette ve medyada görülmektedir. 12 Eylül 1980 dönemi ile başlatılan, Turgut Özal ile temelleri sağlamlaştırılan ve onun "çocuklarınca" sürdürülen, tüm medyayı pençesine alan yozlaşma, siyaset, ticaret ve medya ortak ilişkisinden kaynaklanır. Son 5-6 yılda oldukça gelişen ve de güçlenen bir "siyaset-ticaret-medya-bü-rokrasi-tarikat" ortak ilişkisini günümüzde bütün gücüyle yaşıyoruz. Bunun bence en önemli nedeni, genel bir yağma kültürünün hem siyasete hem de medyaya egemen olmasıdır.

İşte bu tip bir medya da, yapısı nedeniyle bir çok gazete ve televizyon kanalını içinde barındıran holdingleri aracılığı ile toplumun haber ve bilgi alma özgürlüğünü olumsuz etkiler, hatta yerine göre de kısıtlar. Siyaset-medya ilişkisi demokrasiye büyük zarar vermeyi geçmişte olduğu gibi günümüzde de sürdürmektedir. Böyle bir yapıda, patronun bir siyasal lidere yakınlığına ses çıkarmayan, daha doğrusu o politikacının görüşünü destekleyici makaleler kaleme alan köşe yazarının cebine, kalitesi ve yeteneği ne olursa olsun, ay be ay on binlerce dolar doldurulur.

Günümüz Türkiyesinde medya ve politika yozlaşması birbirine paralel ve hızlı adımlarla ilerlemektedir. Bu iki gücün yozlaşmasının, onların büyük etkisindeki topluma da sıçramaya başladığının belirtilerini çoktandır sezmemek mümkün değil. Bugün Türk medyasına egemen olan Türkçe yozlaşması yazılı basından çok televizyonlarda ve radyolarda görülmekte. Ekranlara çıkanlar, mikrofonu eline alanlar Türkçeyi, kurdukları cümle yapısıyla ve çoğu kelimeyi yanlış vurgulayarak bozmaktalar. Yabancı dilden gelen kelimeleri konuşmalarının arasına yerli yersiz yerleştiriyorlar. Aynı cümlenin içinde yeni Türkçe ve eski Türkçe kelimeleri bir arada kullanıyorlar. Buna yazılı basında da sıkça rastlanıyor.

Bir ülkenin yozlaşması toplumun bütün katlarında ve yaşamın tüm alanlarında başlar. Türkçenin bozulmasındaki en önemli etkenlerden biri de eğitimin kötüleşmesidir. Devlet okullarının verdiği eğitim çoktan düşüşe geçti, klasik liseler bir anlamda iflasın eşiğinde, imam hatip okulları ise tüm yurda yayıldı. Çocuklar daha adlarını soyadlarını doğru dürüst yazmasını bilmiyor. Cep telefonları ve bilgisayarlar aracılığı ile birbirlerine imla hatası dolu mesajlar yazanlar, doğru bir cümle kurmasını beceremiyor. Bunun da en önemli nedenlerinden biri bence üniversite giriş sınavları. Test sınavına göre hazırlanan sınavlar bütün lise öğrenimini test çözen öğrenci modeline çeviriyor

Toplumca gittikçe kültürsüzleşiyoruz. Televizyon bağımlısı insanımız kendini daha çok ekran karşısında oturarak, dizi seyrederek, ya da boyalı basının makaleden çok reklam içeren gazetelerini okuyarak eğitiyor. Dizilerdeki bozuk Türkçeyi Türkçe sanıyor, ona özeniyor, gazete makalelerindeki, ya da son on yılda edebiyat dünyamızı fetheden modern edebiyatçıların romanlarındaki anlatım dilini modern Türkçe diye kabul ediyor.

Bugün büyük kentlerde nüfusun çoğunluğunu kırdan kente göç etmiş, gecekondu mahallerini kurmuş insanlar oluşturuyor. Bu insanlar büyük kentte büyümüş, oranın yaşamından başkasını tanımayan çocuklarına örnek olamıyor, onları büyütüp eğitemiyor. İşte "siyaset-ticaret-tarikat" hamurunda yoğrulmuş medya ide- olojisi, kültürü ve diliyle bu insanlarımızı etkiliyor.
"Cebimi nasıl doldururum" düşüncesiyle hareket eden "öncü medya"nın tarafsız olması mümkün değildir. Az önce sözünü ettiğim "beşli"nin (siyaset-ticaret-medya-bürokrasi-tarikat) Türk toplumu üzerinde oluşturduğu ortaklık ürkütücü bir aşamada! Onların çıkar ortaklığı bir medya tekeline neden olup, zamanla topluma her istediğini kabullendirebilir. Görüşlerinden diline kadar, bu yelpaze geniştir. Ve bir gün gelecek ki, medya bağımlısı insanlarımız şimdi kullandıkları "Türkçe olmayan Türkçe"ye alıştıkları gibi, tüm yozlaşmayı da olağan bulacaklardır.

"Popüler kültür" denilen canavar, üç beş holdingin elinde tüm toplumu pençesine alıp, eğip bükerken onu holding çıkarlarına uygun olarak yoğuruyor. Gazeteleri, dergileri, radyoları ve televizyonları aracılığıyla bilinçaltımıza işleniyor. Gazetelerde, dergilerde köşe kapmış kimi kimseler bildikleri ya da bilmedikleri konularda gerekli gereksiz ahkam kesiyor. Farklılıklar ortadan kalkıyor, toplum yanlış bilgilendiriliyor. Biz buna "kültürün küresel yozlaşmasıdır" da diyebiliriz. Yönlendirilme, yanlış bilgilendirilme, birörnekleştirilme ve bütün bunların sonucunda oluşan kültürel bir yozlaşma.
Medyanın haber ve bilgi vermesinin ötesinde dünyayı yorumlamak ve aktarmak gibi bir görevi de vardır. Günümüz medyası bütün dünyada gücünü kullanırken, kendi sermaye gruplarının çıkarlarını ön planda tutar, toplumu kimi zaman politikacılarla yaptığı ortaklıklara doğru yönlendirir. Gerçek görevleri, doğru haber ve bilgi aktarmak olan gazete ve televizyonlar halkın önünde gün be gün sınav verdiklerini kimi zaman unutmaktalar. Medya görevini ciddiye almalı, bunu kendi çıkarlarına uygun değil de, toplumun çıkarlarına uygun yerine getirmelidir. Gazete okurken insan kimi zaman: "Köşe yazarı, entelektüel altyapısının eksikliğini kapatmak için mi Türkçe’yi bilinçli bozuyor?" diye sormadan edemiyor. Yoksa, böyle yazarsak okunuyor, böyle yazarsak para kazanabiliyoruz diye mi kafalarından geçiriyorlar?

Günlük yaşamda kavramların yıpratıldığına, içlerinin boşaltıldığına tanık oluyoruz. Tabii "yazar" da bundan nasibini almıyor değil. Hiçbir şey üretmeyenin "sanat- çı" sayıldığı bir ülkede, her yazı yazan da "yazar" sayılıyor. Bu çok ünlü "yazı yazan"ların Türkçe yanlışları da 'değişik anlatım’ diye sunuluyor; bilgisizlikleri hoş gösteriliyor. Çoğu köşe yazarı ve gazete haber muhabiri yazılarında sık sık yeğlediği Arapça ve Farsça sözcükleri yanlış yazdığı yetmiyormuş gibi, cümle içinde de gereksiz yerlerde kullanıyor. Kimi eski sözcükleri eskiye özenir gibi yeğliyor. Tabii bunu, yeni Türkçesini bilmediğinden de yapabilir!

Avrupa’daki Türk medyasına gelince. Bence zoraki yapılanmış bir medya bu. Büyük medya patronları yıllar önce buradaki insanımıza yatırım yapan bir anlayıştan değil, "kazanalım" düşüncesinden yola çıkmışlar. Kanımca Avrupa’daki Türk medyası ne kadar satarsa satsın, ne kadar kanal açarsa açsın, pek ağırlığı olmayan bir azınlık medyası olarak kalmaya mahkum. Kimi Alman politikacının deyişiyle "getto"laşan kuşaklara hizmet ediyor! Ancak bu medyanın onlarca yıldır Alman medyasının göçmenleri ilgilendiren, onların sorunlarına eğilen konuları ele almaması nedeniyle mevcut olan bir açığı kapattığı da kesindir. Özellikle ülkedeki Türk toplumunu ilgilendiren güncel politikayı ve Almanya’daki siyasi tartışmaları kendi anadilinde yansıttığından insanımız için kaçınılmazdır. Buradaki gazeteler okura bilgi verirken anlaşılır, sade ve doğru bir dil kullanmak zorundadır. Ne yazık ki buna pek dikkat edilmiyor. Bence nedenlerinden biri, anlaşılır ve sade dilde yazmanın sanıldığı kadar kolay olmadığıdır.
 Almanya’da büyüyen insanlarımız için Türkçenin artık ikinci bir dil olduğunu kabul etmek zorundayız. Son dönemde bu ülkede Almanca’yı iyi bilen ve konuşan bir Türk nesli oluştu diyebiliriz. Ancak onların Türkçe okuma ve yazmadaki sıkıntılarını görmezlikten gelmemeli. Almanya’da bugün 5-6 yaşında olan Türkler 20 yıl sonra nasıl bir Türkçe konuşacak, bunu şimdiden bilemeyiz. Ancak günümüz medyasının Türkçesi ile büyüyecek bu neslin ilerde, şu gün kirlenmeye başladı dediğimiz Türkçeyi bile konuşamayacağına emin olabilirsiniz.

Başta Hessen Eyalet Başbakanı Roland Koch olmak üzere birçok Alman politikacının Türklerin kendi anadillerindeki yayınları izlemesini "endişe verici" buldukları bilinen bir gerçek. Fakat Türkçe’nin Almanya için bir zenginlik olduğunu kavramış politikacılar da yok değil. Türkçe yaşarsa, Türkçe medya da yaşayacaktır. Türkçe’nin yaşamasına katkıda bulunmak buradaki medyanın da yararınadır, çünkü bundan ekonomik çıkarları vardır. Türkçe basının bu ülkedeki varlığını sürdürme direnci sadece ekonomik çıkarlarıyla bağlantılı olmamalıdır. Basınımız, Türkçe’yi kullananların yararlarını da düşünmek, onları desteklemek zorundadır. Türkçe’nin iletişim dili olarak gelecek kuşaklarda da yaşaması bu ülkedeki medyamızın büyük sorumluluğu altındadır.
Sadece merkezi İstanbul’da olanlar değil, son yıllarda Almanya’da kurulan ve ayakta kalmayı başaran çok sayıda basın-yayın organı da oldukça renkli bir çeşitlilik içinde. Onlar Türkçe okuyan 2 milyonu aşkın bir toplumu bilgilendirme iddiasını taşıyor. Burada yayınlanan gazetelerimiz baskılarına Avrupa’ya özel sayfalar eklediler, daha çok insanımızı ilgilendiren haberlere yer açtılar. Örneğin ağırlıklı olarak Avrupa’daki siyasal, sosyal, kültürel, sanatsal, sportif gelişmeleri ele alan "Avrupa" haberleri "Avrupa" sayfalarını doldurmaya başladı. Şunu da unutmayalım, Türklerin %55’inin sadece Türkçe gazete okumakla yetindiği tahmin ediliyor.

Tamamen Avrupa’da hazırlanan ve büyük bölümü bedava dağıtılan çok sayıda haftalık, aylık gazete-dergi de Türkçe medyayı zenginleştiriyor. Merkezi Türkiye’de olan televizyon ve radyo yayınları yoğun olarak izleniyor. Araştırmalara göre her üç Türk evinden ikisinde Türkçe televizyonları izlemek için uydu anten var. Türklerle ve Türkiye ile bilgileri göçten 45 yıl sonra hâlâ Türk medyasından alıyorsak, bunun nedenini Alman medyasının ilgisizliğine ve de yetersizliğine bağlamak gerekir. Türk toplumunun bu ülkeye uyumu "Almanya’daki Türk medyasının görevi"dir diye düşünmek de kimi gerçekleri kabullenmemek anlamına gelir.

Günlük yaşamımızda ayak üstü okunan gazete ve dergiler türemeye başladı. Belki endüstri toplumu olmanın getirdiği bir şey bu. Türkçe medyanın çeşitliliği memnuniyet verici olabilir, fakat bunu içerik açısından da söylemek ne yazık ki mümkün değil. Araştırmacı gazetecilik, ciddi habercilik Türkiye’de olduğu gibi burada da pek önemsenmezken, magazin gazeteciliği ilerliyor. Bu tip gazetecilik de, daha çok sansasyona ağırlık verdiği için kendine uygun, kolay anlaşılır, basit bir dil kullanıyor.
Türkçe’yle çalışarak, üreterek yaşamlarını kazanan gazetecilerin, zengin bir geleneği devam ettirenler olarak mesleki sorumluluklarının farkında olmaları kaçınıl- mazdır. Son olarak şuna da dikkati çekmek istiyorum: Almanya’daki Türk medyasının günümüzde, her iki dili aynı mükemmellikte kullanabilen eleman bulması da gözardı edilemeyecek bir sorundur.