20 Aralık 2016

"Çevirdiğim bütün yazarlar hümanist"

t24.com.tr, 20 Aralık 2016
CANSU CANSEVEN 




Bu yılki Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'ne değer görülen Ahmet Arpad'la çeviri tecrübelerini, Türkiye'deki yayıncılığı ve babasıyla çeviri özelindeki ilişkilerini konuştuk...

1968 yılından bu yana Almanya'da yaşayan çevirmen Ahmet Arpad, orta ve lise öğrenimini Alman ve Avusturya okullarında tamamladı. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde üniversite eğitimi aldığı esnada babası kıymetli çevirmen ve gazeteci Burhan Arpad'ın da desteğiyle kitap çevirileri yapmaya başladı. İlk kez Heinrich Böll'ün Palyaço romanının çevirisiyle edebiyat dünyasına giren Arpad, bugüne kadar Hermann Hesse'den Anna Seghers'e, Pablo Neruda'dan Thomas Bernhard'a, Harry Mulisch'ten Robert Musil'e kadar eserlerinde 'hümanizmin' öne çıktığı pek çok yazarın eserlerini Almancadan Türkçeye çevirdi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından geçtiğimiz yıl verilmeye başlanan Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'nün bu yılki sahibi Ahmet Arpad oldu. Anna Seghers'in Everest Yayınları'ndan çıkan Transit romanının çevirisiyle bu ödüle değer görülen Arpad'la Türkiye'ye gelir gelmez yaptığımız telefon görüşmesinde çeviri tecrübelerini, Türkiye'deki yayın piyasasını, babasıyla çeviri özelindeki ilişkilerini, çeviri uğraşının zorluklarını konuştuk.

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü, ilk ödülünüz değil. 2012 yılında Almanya Federal Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Enstitüsü, Robert Bosch Vakfı ve S. Fischer Vakfı tarafından ortaklaşa verilen Tarabya Çeviri Ödülü'ne de layık görülmüştünüz. Hem Talât Sait Halman Çeviri Ödülü özelinde hem de genel olarak “çevirmen ödülleri” konusunda neler düşünüyorsunuz?

Öncelikle çok teşekkür ediyorum. Bunlar ikisi birbirinden farklı ödüller tabii. Tarabya Ödülü bundan dört sene önce benim genel çeviri çalışmalarıma verilen ödüldü. Hem Alman hem Türk hükümeti bu ödüle katkıda bulundu. Talât Sait Halman Çeviri Ödülü de tek bir çeviriye verilen bir ödül. Halman Bey'i ben uzaktan da olsa tanırdım. Çok değer verdiğim bir kişiydi. Her iki ödülü de çok değerli buluyorum, bilhassa Türkiye'de çevirmenlere ödül verilmesini çok önemli bir konu olarak görüyorum. Çok değerli çevirmenler var piyasada, inşallah bu sayede çevirmenler daha fazla ödüllendirilmiş olur. Çevirmenler onlarca yıl zorluk içinde çalışmış kimseler ama benim son kırk senelik gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki yayıncılar bu konuya ağırlık vermiyorlar, çevirmenlerin üzerinde durmuyorlar. Hiçbir zaman çevirmenlerin bu çalışmaları değerlendirilmedi. Avrupa'daki değer burada gösterilmedi, belki bu ödülle birlikte ileriye doğru güzel bir geçiş olur. Umuyorum bu iyi bir girişim olur, kalıcı olur. Çevirmenlere ve çeviriye değer verilmesini çok önemsiyorum.

Bu sayede çevirmenin biraz olsun görünür olması da sağlanıyor, öyle değil mi?

Bir kere çevirmen en az yazar kadar değerli bir kişi. Bir köprü durumundadır. Çevirmen olmadığı zaman hiçbir kültür, diğer bir kültürü tanıyamaz. İngiliz, Alman ya da Fransız kültürünü Türkiye'deki okura tanıtan, ona bütün kapıları açan çevirmendir. Ben hatta bir zamanlar Orhan Pamuk'a Nobel Edebiyat Ödülü verildiğinde çevirmenine de ödül verilmesi gerektiğini söylemiştim.

Anna Seghers'in Transit romanının çevirisiyle bu ödüle değer görüldünüz. Adını bilmediğimiz bir anlatıcının gözünden, intihar etmiş bir yazarın hikâyesi üzerinden mültecilik, sürgün, kaçış gibi güncel konulara da değinen bu romandan bahseder misiniz?

Değişik bir anlatımı var romanın, beni ilk çeken o oldu. Yazarın daha önceki Karar ve Güven adlı romanlarını da çevirmiştim, Transit'i bana çevirmem için teklif ettiklerinde severek kabul ettim. Günümüzdeki mültecilerin sorunlarını işliyor, bunu da değişik bir üslupla yaptığından, bir de yazarın bazı yerlerde birebir kendi yaşadıklarını anlattığını da bildiğim için benim ilgimi çekti. Yazar, kendisi de bir zamanlar mülteci olarak Meksika'ya kaçmıştı.

Peki, biçemsel olarak, dil açısından size cazip gelen, hoşunuza giden ya da sizi uğraştıran noktaları oldu mu yazarın?

Bu romanda dediğim gibi yazarın değişik bir anlatımı vardı. Bir de yazar kendi yaşadıklarını anlattığı için konuyu içinden biliyor. Sorunları yaşamış biri ve bu kitap da zaten yazar kaçtıktan üç dört yıl sonra yayımlanıyor. Hatta ilk önce Meksika'da yazdığı için önce İspanyolca çevirisi çıkıyor kitabın, savaştan sonra da Almancası. Yazarın diğer kitapları Karar ve Güven ise savaştan sonraki Almanya'yı anlatan romanlardır.

Heinrich Böll'den Thomas Bernhard'a, Stefan Zweig'tan Hermann Hesse'ye, Pablo Neruda'ya kadar pek çok önemli yazarın eserlerini Türkçeye kazandırdınız. Bu eserler arasında öykü, roman ve tiyatro gibi farklı edebî türler de bulunuyor. Çeviri süreçlerinizi düşündüğünüzde türler arasında bir ayrım yapabilir misiniz?

Ben çok yönlü çeviri yaptım. İsmini saydığınız yazarların her biri birbirinden çok farklıdır fakat bunların çok önemli bir ortak yanı var. Çevirdiğim bütün yazarlar hümanist yani insancıl yazarlar. İnsan seven yazarlar bunlar. Gerek Zweig'ta gerek Seghers'te bunu görmek mümkün. Hepsi halkın, çoğunluğun amaçlarını ve hedeflerini anlatıyorlar. Hepsi de savaş karşıtı, sosyal görüşlü, toplumcu yazarlar. Bu yüzden bir metni çevirmeye karar verirken buna çok önem veriyorum.

En çok da Zweig çevirmeni olarak anılıyorsunuz. Babanız, kıymetli gazeteci ve çevirmen Burhan Arpad'la birlikte yaptığınız çeviriler olmuş muydu?

Babamla ortak çevirilerim yok, sadece bazı kitaplar ortak çevirdiğimiz öyküleri içeriyor. Özellikle Zweig'ın bazı öykü kitaplarında ikimizin de imzası var.

Peki, babanızla çevirilerle ilgili ne tür sohbetleriniz olurdu?

Ben üniversitede Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne gittiğim zaman bana bu öneriyi getiren babam olmuştur. Avusturya Lisesi'ni bitirdikten sonra bana böyle bir öneriyle gelmişti, çeviri yapmamı söylemişti. Yaptığım ilk çeviri de Heinrich Böll'ün Palyaço'suydu. Ben zaten bu çeviriyle piyasaya girdim.

Size yol gösterir miydi çevirilerde?

Beni hep manen desteklemiştir, hiçbir zaman yaptığım çevirileri okuyup da “Şunu şöyle yap” dememiştir. Beni o konuda serbest bırakmıştır. Metni çevirmeden önce ya da çevirdikten sonra üzerinde konuşurduk fakat hiçbir zaman benim yaptığım çevirime karışmamıştır. Yani anlatımımla, metinle ilgili bir şey söylemezdi. Beni dolayısıyla öneren, piyasaya sokan babam olmuştur.

Çok zorlandığınız ya da şu an imkân verseler yeniden çeviririm dediğiniz bir çeviriniz var mı?

Yok diyebilirim. Hepsini isteyerek çevirdiğim için bir zorlanma olmadı bende. Dediğim gibi seçtiğim yazarların ortak yönleri olduğu için severek yaptım hep. Fakat şu var, geçen sene çevirdiğim ve 2017'de çıkacak bir kitap var. Ahmet Cemal'in Niteliksiz Adam olarak çevirdiği bir romanı olan Avusturyalı yazar Robert Musil'in günlüklerini çevirdim. O kitapta zorlandım. Yazarın çok değişik bir anlatımı var, Ahmet Cemal de çevirirken çok zorlanmıştı, biliyorum. Almanlar için de Musil kolay okunan bir yazar değildir. Günlük olmasına rağmen bu çeviride zorlandığımı söyleyebilirim.

Zamanında Türkiye'den Almanya'ya göç etmiş pek çok insanın olduğunu, Almanya'da Türkiyeli pek çok insanın yaşadığını düşündüğümüzde, Almancadan Türkçeye çeviri yapabilecek çevirmen bulmanın kolay olacağına dair bir algı var toplumda. Fakat yayınevleri bu konuda hâlâ sorun yaşıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Almanya'da yaşayan Türklerin kolay çeviri yapmalarını beklemek pek mümkün değil çünkü Almanya'da büyüyen, yetişen nesil her iki dili de yarı yarıya konuşuyor diyebiliriz. Hatta büyük bir çoğunluğu Almancayı Türkçeden daha iyi konuşur. O yüzden Almanya'da büyüyen, Almancayı iyi bilen birinin Türkçeye çeviri yapmasını biraz zor görüyorum.

Aslında bu durum çevirinin, dil bilmenin de ötesinde bir yetkinlik gerektirdiğini de göstermez mi?

Elbette, bir kültür lazım öncelikle. Yazarı bilmek gerekiyor, o kişinin edebiyata yakın olması lazım. Çevirmenin ayrıca bir anlatımının olması lazım, kendisine ait bir sesi olması lazım.

Peki, siz uzun yıllardır Almanya'da yaşıyorsunuz. Bunun çevirilerinize katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Ben Almanya'da yaşayarak Almanca edebiyatı Türkçeye kazandırmış olmayı kendi açımdan çok olumlu buluyorum. Alman kültürünü orada yaşayarak daha çok tanıyorum, bir de bende babadan gelen bir birikim var sanıyorum, çevirirken kolay anlıyorum yazarın söylemek istediklerini. Açık söyleyeyim, eğer Türkiye'de yaşasaydım bu kadar kolay çeviremezdim. Almanya'da Almancayı günlük hayatta kullanıyorum, gazete okumaktan televizyon seyretmeye kadar. Orada benim bir Türk çevrem de var, Türkçemi de kullanıyorum. Aynı zamanda otuz yıldır Cumhuriyet'e yazı da yazıyorum. Bunun verdiği bir altyapı var.

Sanıyorum çevirdiğiniz tek çocuk kitabı Johannes Mario Simmel'in Karlı Dağlarda Tatil'i. İş çocuk kitaplarına gelince dikkat etmeniz gereken hususlarda değişiklik oluyor mu?

Evet, tek çocuk kitabı çevirim bu oldu. O zaman ben Simmel'in başka kitaplarını da çevirmiştim. Altın Kitaplar'dan rahmetli Turan Bozkurt benden bu kitabı da çevirmemi rica etti, ben de yaptım. Ama aslında çocuk kitaplarına yakınlık duymuyorum.

Çevirmenlerin ötelendiğinden, kitap tanıtımlarında adının bahsedilmemesinden yakınır dururuz ancak sizin de bir söyleşinizde bahsettiğiniz gibi bu durum ünlü çevirmenler söz konusu olduğunda böyle seyretmiyor. Neden 'az tanınır' çevirmenler ikincil konumda kalıyor peki?

Bu durum hâlâ maalesef bazı küçük yayınevleri tarafından uygulanıyor. Kitabın ön ya da arka kapağında çevirmenin adını yazmayan yayınevleri var ne yazık ki. Kitap tanıtımlarında da çevirmenden bahsedilmemesi üzücü. İyi bir şey değil bu. Doğan Hızlan da ara sıra bu konuya değiniyor.

Çevirilerinize yaklaşımınızı da merak ediyorum. Sadece yazarın metnini Türkçeye aktaran bir görünmez çevirmen olmayı mı yoksa çevirdiği metnin kendi başına bir metin olduğunu kabul ederek kendi sesinizi de hissettirmeyi mi uygun görüyorsunuz?

Tabii çevirmen sınırsız özgür çalışamaz, yazara bağlı kalmak zorundadır. Fakat metne ya da yazara ya da yazarın Almancasına yüzde yüz bağlı kalmak da hatalı bir yaklaşım olur. Çevirmenin kendine göre bir özgürlüğü olması lazım, Ahmet Cemal ve Sezer Duru da bunun üzerinde çok duruyor. Bu önemlidir, yazara yüzde yüz bağlı kalırsak o çeviri okunmaz. Mümkün olduğu kadar az da olsa bir özgürlük gerekiyor.

Zaten bir çevirmenin çeviride kendi sesini saklaması mümkün müdür?

Örneğin yaklaşık 15 çevirim var Stefan Zweig'dan. Bu yazarı bu çevirilerden okuyan okur, kapağın üzerinde yazarın adı yazmasa bile onun kitabı olduğunu anlamalı.

Bunu hep konuşuyoruz ama uzun yıllar konuşmaya devam edeceğiz sanırım. Edebiyat çevirisi yaparak geçim sağlamak mümkün değil, değil mi? Neden böyle peki?

Mümkün değil tabii. Türkiye'deki ödemeler eskisine göre daha iyi de olsa da Avrupa'daki gibi değil. Fakat tabii şu var, Türkiye'deki kitap fiyatlarıyla Almanya'daki fiyatlar arasında bariz fark var. Türkiye'de daha ucuza satılıyor kitaplar. Tiraj da önemli tabii, Almanya'da dört beş bin basılırken Türkiye'de bin iki bin baskı yapılıyor ancak. Yine de oran olarak çevirmen ücretlerinin Türkiye'de çok düşük olduğunu söyleyebilirim.

Editörlerinizle nasıl çalıştığınızı merak ediyorum. Çevirinize yapılan müdahaleleri size danışırlar mı? Ya da siz onlarla paslaşır mısınız?

Evet, çevirimi okuduktan sonra bana mutlaka gönderirler. Zaten hemen hemen bütün yayınevleri bunu yapıyor. Baskıya girmeden önce son durumunu bana gönderiyorlar, soru işaretli yerlerin üzerinden birlikte geçiyoruz.

Belki burada önceki sorularımdan biriyle bağlantılı olarak şunu söylemek uygun olacaktır. Adı daha çok duyulmuş çevirmenlerin çevirileri için editörlerin genelde böyle bir yol izlediğini gözlemliyorum. Yoksa her çevirmene metnin son hâlini göndermiyorlar ya da editörle çevirmen illa paslaşmıyor, bu da bir sorun aslında.

Tabii bu çevirmenle yayınevi arasındaki anlaşmaya göre değişir. Birbirlerini ne kadar tanıdıkları önemli. Ben bu nedenle genelde aynı yayınevleriyle çalışmaya önem veriyorum. '70'li-'80'li yıllarda Altın Kitaplar'la daha yoğun çalışırdım, şu anda ağırlık Everest'te, kısmen Can Yayınları, Ayrıntı Yayınları da var. Tekin Yayınevi'yle ve Koridor Yayınları'yla anlaşmalarımız var.

Çevirmen olmak isteyen, edebiyat çevirisi yapmak isteyen gençlere öneride bulunmanızı istesem, neler söylersiniz?

Hem Almancayı ya da İngilizceyi hangi dil olacaksa hem de Türkçeyi çok iyi bilmeleri lazım. Sadece dil bilmek, çevirmek değildir. Edebî bir eser çevirmek için genel kültürü olması lazım, çevirdiği dilin kültürünü, ülkesini tanıması lazım. O bakımdan kendimi şanslı görüyorum. Thomas Bernhard'ın tiyatro oyunu Kahramanlar Alanı'nı (Heldenplatz) çevirmeden önce oyun çevirisi yapmamıştım ama yazarı tanıyordum, oyunlarını biliyordum. Bana bu öneri ilk Erdal Bey'den (Öz) gelince ben önce durdum. Kahramanlar Alanı Viyana'da bu tekliften altı ay önce sahneye konmuştu. Dünya prömiyerini yapmıştı. Erdal Bey bu kitabın üzerinde durunca ben kalktım, oyunu izlemek için Viyana'ya gittim. Kitabı okumuştum ama yine de içime sinmiyordu. Tiyatro salonunda üçüncü ya da dördüncü sırada oturdum, oyuncular sahnede konuşurken ben diyalogları ezbere biliyordum. Oyunu izledikten sonra Viyana'dan hemen Erdal Bey'e telefon açtım ve çeviriyi yapacağımı söyledim. Ben hem Erdal Bey'e hem Thomas Bernhard'a değer veriyordum, oyunu sahneye koyan rejisör de daha önce benim yaşadığım Stuttgart Devlet Tiyatrosu'nun rejisörüydü, onu da tanıyordum. Ayrıca oyun şahaneydi, başka ülkelerden ödüller de kazandılar. Çok da eleştirel bir oyundu bu arada, sahnelenirken tiyatro salonunun kapısında protesto gösterileri yapılmıştı. Şunu demek istiyorum, bu örnekteki gibi yazarla ve metinle böyle bir yakınlaşma, düşünüş olmazsa hiç çeviri yapmayın daha iyi. Yaparsınız birkaç çeviri, sonrasında kimse bakmaz, üzülürsünüz. İyi Almanca bilmek ya da iyi İngilizce bilmek, iyi çevirmen olmak için yeterli değildir.

1 Aralık 2016

'Savaşı önlemek istemiştim'

Toplum Gazetesi, Aralık 2016
AHMET ARPAD
 
Münih'in tarihi birahanesi Hofbräuhaus'un salonları öğle saatlerinde yine dolu. Az ötede küçük bir turist grubu oturmuş, önlerinde beyaz sosisler, bira kadehleri. Aralarında İngilizce konuşuyorlar. Rehberleri Münih'ten, biradan ve Hitler'den söz ediyor. Kulak kabartıyorum. "Münih, Nasyonal Sosyalistlerin merkezi, bu birahane de toplantı yerleriydi" diyor. Viyana'da başarılı olamayan Hitler 1913'te Münih'e yerleşir. Kısa süre sonra kendini aşırı sağcı grupların arasında bulur. Gönüllü olarak gittiği Birinci Dünya Savaşı'nın ardından yine Münih'e döner. Şubat 1920'de Hitler'in de üye olduğu Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi NSDAP kurulur. Sık sık Hofbräuhaus Birahanesi'nde bir araya gelirler. 8 Kasım 1923'te orada aldıkları bir kararın ardından darbe girişimini denerler, ancak başarılı olamazlar. Hitler ve yandaşları tutuklanır. Ülkenin güvenliğini tehlikeye soktukları için Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'ne çıkarılmaları gerekmektedir. Suçlarının cezası idamdır. Fakat Bavyera Adalet Bakanı Franz Gürtner, yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen baş yargıç Neithardt'ın kararı 5 yıl hapis olur. Ancak Hitler Landsberg cezaevindeki özel hücresinde sadece 9 ay yatar, "Kavgam"ı yazar ve çıkar çıkmaz da aşırı sağcı NSDAP'yi yeniden kurar. 27 Şubat 1925'teki kuruluş toplantısı yine Hofbräuhaus Birahanesi'nin salonlarında yapılır. Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti gerçekleştirdiği günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atmıştır! Birkaç ay içinde 27 bin kişi NSDAP'ye üye olur. Aradan geçen beş yılda parti büyük bir patlama yapar, 1930 yılında 400 bin Alman Hitler partisine üyedir. Ortam artık hazırdır. 1923'te darbeyle ele geçirmediği ülke yönetimine aradan on yıl sonra seçimle el koyar! Naziler, faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvururlar. Kısa zamanda hem yürütme, hem de yasama gücü Hitler'in eline geçer.

İşte o yıllarda Georg Elser ortaya çıkar. Özgürlük düşkünü gençten bir marangozdur. Nazilerin felaket getireceğine inanmıştır. 1938 güzünde üst düzey Nazilerin öldürülmesi gerektiğine karar verir. Hitler Münih birahanesinde 1923 darbesinin 15. yılını kutlarken davetliler arasına Elser de karışmasını becerir. Suikast girişimi kafasına iyice yerleşmiştir. İleri aylarda geceleri sık sık birahaneye saklanır, planlar çizer. Saatli bomba yapacaktır. Hitler'in 8 Kasım 1939 akşamı yine birahaneye geleceğini biliyordur. Konuşacağı kürsünün hemen yanındaki sütunun içine yerleştirdiği saatli bombaları saat 21.20'ye ayarlamıştır. Hitler, yardımcısı Rudolf Hess'in ardından kürsüye gelir ve o gece Berlin'e dönmeye karar verdiği için de kısa konuşur. Aynı saatlerde Elser, Konstanz'dadır. Führer saat 21.10'da kürsüden iner, bomba on dakika sonra patlar. Sekiz kişi ölür, altmış da yaralı vardır. Elser, o gece yarısı İsviçre'ye geçerken üzerinde birahanenin bir kartpostalıyla salonun planları bulunduğu için tutuklanır. İşkencenin ardından suçunu itiraf eder. Atıldığı Dachau toplama kampında savaşın son haftalarında kurşuna dizilir. Cesedi üzerindeki giysiyle yakılır. "Ben savaşı önlemek istemiştim," diyen Elser'in bugün mezarı yoktur...  Hitler'in 1924 yılında Leipzig Devlet Mahkemesi'nde yargılanmasını önleyenler 60 milyon insanın ölümünden sorumludur!