28 Şubat 2010

Hafta sonuna sıkışan evlilikler

Cumhuriyet 28.02.2010
STUTTGART
AHMET ARPAD
 
Saat 14.34. Paris'ten gelen Le Train à grande vitesse (TGV) Karlsruhe istasyonuna on dakika geç girdi. Kapılar açıldı. Yolcular indi. Peronda bekleşenler çabuk çabuk bindi, kapılar hemen kapandı ve TGV saat 14.35'te yine hareket etti. Daha yerimize bile oturmamıştık. Paris'ten gelip, Stuttgart'a giden hızlı tren Karlsruhe'de bir dakika bile beklememişti. Fransızların bu lüks treni iki kent arasını 3 saat 30 dakikada alıyor. İlk kez 2008'de gerçekleşen bu bağlantı sayesinde Stuttgart'tan Paris'e uçmaya gerek yok artık. Çünkü TGV de uçuyor! Hızı saatte 320 kilometreye varan TGV ile Seine kıyıları, Eyfel Kulesi şimdi daha yakın. TGV Paris ile Stuttgart arasında sadece iki kez duruyor. Fransa'da Strasbourg'da, sınırı geçince de Karlsruhe'de. İki dakika sonra kent gözden kayboluyor. Hafif bir uğultu. TGV Stuttgart yönünde karların arasına dalıyor.
 
Yanımda oturan gençten adamın bavulu filan yok. Sadece bir sırt çantası. Heyecanlı gibi. Elindeki derginin sayfalarını okumadan şöyle bir karıştırıyor. Karşımızdaki ışıklı tabela, trenin saatte 235 km. ile gittiğini gösteriyor. Genç huzursuz. Az sonra yanımıza gelen kondüktöre biletini gösterirken soruyor: "Acaba Stuttgart'a zamanında varacak mıyız?" TGV'nin Stuttgart istasyonuna girişi saat 15.04'te. Biletini kontrol eden memur, Fransız aksanıyla Almanca yanıt veriyor: "Sanırım rötar 4 dakikaya düşecek. Varış saatimiz 15.08 olabilir." Bu yanıt yanımdakini pek memnun etmemiş gibi. "Fakat benim saat 15.12 Münih trenine aktarma yapmam gerekiyor..." Fransız memur parmağının ucuyla kasketini şöyle bir geri itip: "Merak etmeyin, yetişirsiniz" derken nazikçe gülümsüyor. "Münih treni 15. perondan kalkıyor, biraz koşmanız gerekebilir..." Ve uzattığım bileti zımbalayıp, yoluna devam ediyor.
 
Adamın sözleri yanımdaki yolcuyu pek rahatlatmışa benzemiyor. "Bu ne biçim iş!" diye kendi kendine homurdanıyor. Dayanamıyorum, ona dönüp konuşuyorum: "Bakarsınız Münih treni de rötarlıdır." Gençten adamın gözlerinde hüzün var. "Fakat ya tam zamanında kalkarsa," diye mırıldanıyor. "Kaçırmam hiç de iyi olmaz... Saat 15.12 trenine mutlaka yetişmeliyim." Ben sormadan anlatıyor. "Eşim evde bekliyor. Akşama tiyatroya gideceğiz. Bugün evliliğimizin birinci yıldönümü!" Münih'te yaşıyorlar. Fakat onun işi Karlsruhe'de. Pazartesiden cumaya. Hafta sonlarını ise Münih'te eşinin yanında geçiriyor. "Ne yapacaksınız, bu zamanda nerede iş bulursanız, orada çalışmak zorundasınız" diyor. Adam haklı. İşin azaldığı son yıllarda çoğu insan çalışmak uğruna evini terk edip, başka kentlere gidiyor, aileler bölünüyor, babalar çocuklarını, eşlerini haftanın iki günü görüyor. Bunun yanı sıra ekmek parası için her gün köy ve kasabalardan yakındaki büyük kentlere akın eden on binlerce çalışan da var. Yedi-sekiz saatlik iş uğruna sabahın köründe yola çıkan bu insanlar akşamın karanlığında evlerine dönüyor. Ekonomik krizin artmasıyla Almanya küçük bir iç göç yaşıyor şu sıralar. "Günde iki kez telefonlaşıyoruz" diyor yanımdaki gençten adam. Sonra birden gülümsüyor. "Üniversite yıllarından tanıdığım bir arkadaşım var. Evli. Münih'te ev aldılar. Fakat arkadaşım Hannover'de, karısı da Viyana'da çalışıyor. Cuma akşamı uçağa atladıkları gibi Münih'teki evlerinde buluşuyorlar. Pazartesi sabahı da ilk uçakla yine ters yönlere gidiyorlar. Biri Viyana'ya, öteki de Hannover'e…" Bakışları hız tabelasında. TGV saatte 255 yapıyor. "Demek ki, beterin beteri varmış" diyorum. "Siz yatıp kalkıp, şükredin halinize!" Adam sesini çıkarmıyor. 
 
www.ahmet-arpad.de

25 Şubat 2010

'Bizler artık her yerde vatansız olacağız'

Cumhuriyet, 25.02.2010
Stefan Zweig'in son yılları

Stefan Zweig insan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ı 23 Şubat 1942'de ölüme sürüklemişti.
Ahmet ARPAD
 
Stefan Zweig'ın 20. yüzyıl savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri var. Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Zweig'ın şu sözleri önemli: 'Savaşlardan nefret ederim. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.' Sorunlarla dolu bir yüzyılın iyi yürekli bu aydın yazarı şunu da der: 'Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır...'
 
Dünya politika olayları 1933 yılında Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesiyle karıştı. Millet meclisi ateşe verildi, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürüldü. Yakın dostu Joseph Roth, Nazilerin yönetime el koyduğu 1933 yılında Zweig'a yolladığı bir mektupta şöyle diyordu: 'Çok büyük bir felakete sürüklediğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak. Olup bitenler bizleri yeni bir savaşa sürükleyecek. Barbarlar yönetimi ele geçirdi. Artık yaşamın üç paralık bile değeri kalmadı. Yanlış düşlere kapılmayın.' 
 
O günlerde Zweig kötülüğün kapıya dayandığına bir türlü inanmak istemiyordu. Birkaç ay sonra kitapları yakıldı, İnsel Yayınevi eserlerini artık basamayacağını bildirdi, dostları Almanya'yı terk etmeye başladı. Stefan Zweig adı 'safkan olmayanlar' listesine girdi. Mutluluklarla ve başarılarla dolu yaşamı böylece sona erdi. 1934 Şubatı'nda Gestapo, Salzburg'daki evine baskın yapıp silah aradı. Onu sosyal demokratları desteklemekle suçlamaları üzerine ani bir karar verdi ve Salzburg'u terk etti. Daha sonra 'Dünün Dünyası'nda yazacağı gibi o günlerde 'üçüncü bir yaşama' başladı. Bu artık bir mülteci yaşamıydı. Birinci yaşamı 1914'te Dünya Savaşı'nın başlamasıyla son bulmuştu, ikincisine de 1934'te Naziler son vermişti. 
 
1934-1936 arasında Fransa'da, İsviçre'de ve Birleşik Amerika'da söyleşiler ve edebiyat konferansları için bir süre dolaştı. Sonunda kesin kararını verdi ve Salzburg'daki evini büsbütün bıraktı. Eşyaların bir kısmını, Londra'da tuttuğu küçük bir apartmana taşıttı. Fakat yerleştiği İngiltere'de de kendini rahat hissetmedi. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği 'kültür Avrupası' düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. Brezilya'da toplanan Milletlerarası PEN Club kongresi nedeniyle, 1936 yılında Güney Amerika'yı ilk kez gördü. Rio'ya ayak bastıktan sonra karısına yazdığı bir mektupta: 'Aklımdan, hayalimden geçiremeyeceğim bir yaşamın en güzelini yaşıyorum' diyordu. 
 
'BİTKİLER GİBİ İNSANLAR DA KÖKSÜZ YAŞAYAMAZ'
 
Uzun Amerika ve Brezilya yolculukları yaptığı 1935 ve 1936 yılları Zweig'ın ruhsal durumunu bir süre için de olsa düzeltir. Ancak Avrupa'daki gelişmeler onu yine depresyonlara düşürür. 1937'de Salzburg'daki villasını Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Bir yıl sonra eşi Friderike'den boşanır. Aynı günlerde çok sevdiği yaşlı annesi Viyana'da ölür. Elli yaşından sonra gittikçe artan tedirginlikleri artık daha da bunaltıcı olmaya başlar. Hitler'in 13 Mart 1938 günü Viyana'ya girmesi ve Avusturya'nın dünya politikasından silinivermesiyle en son gücünü de yitirir. Stefan Zweig artık bir 'vatansız kişi'dir. Bundan böyle İngilizlerin vermiş olduğu bir belgeyle yetinecektir. Bu durum ona pek dokunur. 
 
Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında haymatlos olması ona pek ağır gelmişti. 'Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını' anlamıştı; 'bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdı.' Zweig'ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirmişti. Ünlü şair ve yazar yakın dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun'a yolladığı bir mektupta şöyle dedi: 'Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar.' 
 
Aynı yıl davetli olarak gittiği Birleşik Amerika'nın on beş kentinde konferanslar verir, sayısız radyo ve gazete onunla röportaj yapar, basın toplantılarına katılır. O sıralar Nazi ordularının Prag'a girdiğini öğrenir. Hemen İngiltere'ye dönüp 'uyuşturucum' dediği çalışmalara daha çok verir kendini. Ancak Londra'nın banliyösü Bath'ta geçirdiği aylarda daha çok kötümserleşir, depresyonları artar. Yakın dostu Lavinia Mazucchetti'ye 1939 Temmuzu'nda yazdığı mektupta: 'Ben bu dünyada ikinci bir savaş daha yaşamak istemiyorum' der. Kendinden 27 yaş küçük sekreteri, Yahudi asıllı Lotte Altmann ile 6 Eylül'de evlenir. Alman orduları beş gün önce Polonya'yı işgal edince Zweig'ın korktuğu İkinci Dünya Savaşı artık başlar. Nazilerin 1940 Haziranı'nda Fransa'yı ele geçirmesi üzerine Felix Braun'a şöyle yazar: 'Kendimi evimde hissettiğim Fransa da gitti. Bir zamanların Avrupası'ndan kalan en son ülkenin de yok olmasıyla ben artık bir evsiz barksızım" 
 
Ondan sonraki aylar ve yıllar Stefan ve Lotte Zweig için bir kaçıştır, yorgun ve canı sıkkındır. O günlerde Fransa'yı terk edip, Los Angeles'e sığınmış olan Franz ve Alma Werfel'e yolladığı mektuptaki satırları çok kötümserdir: 'Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere'deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu' Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Denizaşırı ülkelerdeki bu zorunlu tatilim sonsuza dek sürecek mi? Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Yoksa bu yaşam yepyeni bir özgürlük mü? Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma kâğıtlara karalıyorum onu...' 
 
'BİZLER YARIN DA BİR HİÇ OLACAĞIZ'
 
Klaus Mann o günlerde New York'ta Beşinci Cadde'de karşısına çıkan Zweig'ı görünce irkilir. İlerde O Bir Ümitsizdi adlı kitabında şöyle yazar: 'Görünümü çok kötümserdi. Bakışları boş ve tasa doluydu. Anılarımdaki hep keyifli o insan yok olup gitmişti. Tıraş olmamıştı, bakımsız biri görünümündeydi" O aylarda Zweig'ı görenler karşılarında yıkılmış, canından bezmiş bir insan buluyordu. Tek tesellisi, üzerinde çalıştığı Amerigo Vespucci biyografisi ile Dünün Dünyası (Türkçesi: Burhan Arpad) anılarıydı. 26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: 'En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması" Aynı günlerde yakın dostlarından Carl Zuckmayer ile yaptığı bir sohbette söyledikleri de kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıydı: 'Bizlerin sevmiş olduğu dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Söylediklerimizi hiç kimse anlamayacak. Bizler artık bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız"
 
1941 yılının Ağustosunda bindikleri SS Uruguay transatlantiği Stefan ile Lotte Zweig'ı Brezilya'ya götürür. Rio de Janeiro yakınlarında, yazlık kent Petropolis'te bahçeli küçük bir ev kiralarlar. Ev üç odalıdır. Zweig'ın en çok hoşuna giden geniş terasıdır. Petropolis'i, Habsburglar Avusturyası'nın ünlü kaplıcası Bad Ischl'e benzetir. Eve yerleştikleri 17 Eylül 1941 günü, eski karısı Friderike'ye yazdığı bir mektupta şöyle der: 'Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, 'ün' ve 'başarı'ya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken, ben bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum. Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç' Önümüzdeki aylarda otobiyografimi iyice bir gözden geçirip, çalışmalarımı daha da yoğunlaştıracağım. Şimdiye kadar bir kenarda unuttuğum bir noveli de ele alacağım.' 
 
Petropolis yükseğe kurulmuştur, havası Rio'ya oranla oldukça temizdir ve herkesten uzaklaşmak isteyenler için ideal küçük bir kenttir. İlk eşi Friderike'nin ağabeyi ve karısı Rio'da yaşamalarına karşın Zweig onları pek aramaz. Çok az tanışı vardır. Kimi gün, evinin az ötesinde yaşayan Gabriela Misstral -1945'te Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış olan Arjantinli kadın şair- ile görüşür. Rio'daki yayıncısı Abrahao Koogan ile de arada sırada haberleşir. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. Goethe, Shakespeare ve Homeros'u okuyor, Avrupa'da kalmış yazar ve sanatçı dostları, yakın tanışlarına Güney Amerika devletlerinden birine giriş vizesi sağlamak için büyük çaba gösteriyor, yeni eserler tasarlıyor, Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışıyordu. İkinci eşi Lotte onun mutlu olması, başını dinleyip gönlünce yaşayabilmesi ve çalışabilmesi için elinden geleni yapıyordu. Fakat: 'Hitler adını taşıyan bu bir tek insanın cinayetleriyle yıllardır yüz binlerce ve milyonlarca insanın hayatını mahvettiğini düşünmek korkunç şey'di.
 
Petropolis, Zweig'ların yaşamındaki son duraktır! Anıları olarak kabul edilen 'Dünün Dünyası'nda şikâyet eder: 'Yahudileri ülkelerinden sürdüler, onlara başka topraklar vermediler, onları hep suçladılar. Kaçış yolunda birbirlerine baktılar, niçin ben, niçin sen, niçin hepimiz, diye sordular. Hiçbiri yanıt veremedi. Sık sık görüştüğüm, zamanımızın en zeki insanlarından biri sayılan Freud bile günümüzde olup biten bu saçmalıklara bir anlam verememiş, bir çıkış yolu bulamamıştı.' 
1941 Ekimi'nde Friderike'ye yolladığı mektupta: 'Kafamdan bir Avusturya romanı geçiriyorum' der. 'Ancak daha önce son on yılın gazetelerini bulup, bir daha okumalıyım. Bu belgelere belki New York'ta ulaşabilirim. Fakat yakın gelecekte buradan hiçbir yere kıpırdayamam. Vatanıma, evime, yayıncılarıma da gidemem. Artık onların hiçbiri yok" 
 
Melankolik yazar vatan özlemi çekmektedir. Kafasından geçirdiği o romanla düşünsel geçmişine dönmeyi düşler. 28 Kasım'da altmış yaşına basar ve kendini yüz yaşında hisseder. Çok uzaklardaki Friderike'ye şöyle yazar: 'Şu anda düşünüyorum, keşke benim de bir çocuğum olsaydı. Sen mutlusun, kızların yanı başında.' Franz Werfel'e yolladığı son mektupların birinde ise çok daha kötümserdi: 'Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum.' Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi. 
 
Bir ay sonra Brezilya, ABD'nin politik baskısıyla Almanya'yı resmen düşman ilan eder. Ülkede Almanca ve İtalyancanın konuşulması, bu dillerde yazılmış kitapların okunması yasaklanır. Almanya 1942 yılının şubatı'nda Brezilya şileplerini batırır. 16 Şubat 1942 günü Lotte ve Stefan Zweig karnavala katılmak için Rio'ya iner, kentte gezinir, Yahudi lokantasında akşam yemeği yer. Hatta Zweig cebinden çıkardığı bir Brezilya purosunu keyifle tellendirir. Fakat ertesi sabah uyandığında İngiliz filosunun Singapur'da batırıldığını öğrenir ve yeniden depresyona girer. Yayıncısı Koogan'ın tüm ricalarına karşın aynı gün Petropolis'e döner. İki gün sonra yine Rio'ya iner ve mühürlemiş olduğu birkaç zarfı yayınevinin kasasına bırakır. Yayıncısı Koogan, Zweig'ın vefatından sonra açtığı bu zarflarda değişik müsveddeler, iki Rembrandt gravürü, bazı mücevherler, Mozart'ın 'Menekşe' adlı bestesinin partisyonunu, vasiyetnamesini ve 18 Şubat 1942 tarihini taşıyan bir de mektup bulur. Stefan Zweig bu mektubunda dünyaya veda etmeye kesinlikle karar verdiğini yazmaktadır. 
21 Şubat 1942 günü öğleye doğru Petropolis postanesinden New York'ta değişik adreslere üç zarf yollar. İçlerinde edebiyatının kalıtı sayılan Satranç Hikâyesi'nin (Türkçesi: Burhan Arpad) müsveddeleri vardır. Zarflardan birini New York'taki yayıncı Berman Fischer'e, diğerini Rio'daki yayıncısı Koogan'a, üçüncüsünü ise Arjantinli bir kitapevine yollamıştır. Zarflar radyoların Stefan Zweig'ın ölüm haberini verdiği gün alıcılarının eline geçer. Ölümünden önce kaleme aldığı en son eseri sayılan Satranç Hikâyesi 7 Aralık 1942 tarihinde Almanca olarak ilk kez Arjantin'de yayımlanmıştır. 
 
BASKILAR ALTINDA RUHSAL ÇÖKÜNTÜ
 
Stefan Zweig 21 Şubat gününün akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya'dan söz ederken çok kötümserdir. Feder ve eşi Zweig'ı gören son insanlardır. Lotte ertesi gün her zamanki gibi çarşıya iner, alışveriş yapar. Zweig ise masanın başına geçip, el yazısı ile bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: 'Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim... Petropolis çok hoşuma gidiyordu. Fakat çalışmalarım için gerekli olan kitaplar yanımda değildi. Önceleri pek yatıştırıcı gelmiş olan yalnızlık da zamanla bunaltmaya başlamıştı ve sonuçlanmayacakmış gibi sürüp giden ve doruk noktasına henüz varmamış bir savaş. Bütün bunlara dayanacak güç yoktu bende. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağına inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Sevgiler ve dostlukla... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.' 
 
23 Şubat günü öğleye doğru eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen haber verdiği doktor Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -'ingestao de substancia toxica, suicidio'- 23 Şubat 1942 Pazartesi günü yaşamlarına son vermişlerdi. Brezilya hükümetinin kararıyla ertesi gün resmi bir cenaze töreni yapılır. Lotte ve Stefan Zweig Petropolis'teki Katolik mezarlığında Yahudi dini kurallarına uygun gömülür. 
 
1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 1942 yılında Brezilya'nın küçük dağ kenti Petropolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulmuştu. 'Onun gibi dünyaca ünlü ve çok yetenekli bir insanın günümüzün dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajik' diye yazar dostu Thomas Mann. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde ise: 'Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...' satırları yer alıyordu. Stefan Zweig, savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu.
 
Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı 23 Şubat 1942'deki ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. 'İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim' diyen Stefan Zweig huzursuz başlayan 21. yüzyılda düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli.