30 Aralık 2012

Direnişçiler yürekli davranmıştı

Cumhuriyet 30.12.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


Hepsi de Stuttgart’ın göbeğinde. Neredeyse yan yanalar. Eyalet kütüphanesi, devlet opera, bale ve tiyatrosu, devlet sanat galerisi, konservatuvar, eyalet meclisi ve tarih müzesi! Sanırım başka hiçbir kentte böylesine birbirlerine yakın, böylesine iç içe değil sanatla kültür, tarihle politika! Kentin göbeğindeler, kocaman bir parkın içindeler. Ünlü mimarlar tarafından değişik stilde inşa edilmiş bu yapılardan, sergilediği eserlerle Baden Württemberg eyaletinin geçmişini anlatan tarih müzesi, kısa süre önce kuruluşunun onuncu yılını kutladı. Bu kutlamalar nedeniyle çeşitli etkinlikler düzenledi. Eyaletin ünlü tiyatrocuları, ressamları, balerinleri, müzisyenleri, edebiyatçıları ve şarkıcıları Stuttgartlıları müzeye çekti. Stuttgart tarih müzesinde ekimden bu yana konusu çok değişik bir sergi kentlilerin ilgisini topluyor. Sayısız tarihi belge ve fotoğraftan oluşan “Onlar yürekliydi” adlı serginin ana konusu 1933-1945 yılları arasındaki Alman toplumu ve direnişçiler! Nazilerin başa geçmesinin ardından Hitler’i, anayasa olanak tanımadığı için iktidardan uzaklaştırmak mümkün değildi. Naziler faşist iktidarların tümünün yaptığı gibi korkutma, sindirme ve hile yollarına başvurarak kısa zamanda hem yürütme hem de yasama gücünü ele geçirmişlerdi! Bu süreçte toplum içinde komünistlerden, sosyalistlerden ve solculardan oluşan direniş grupların yanı sıra tek tek idealistler de görülmeye başlamıştı. Ancak hemen hemen hepsi de Nazilerin acımasız takibi sonucu savaş yıllarından önce toplama kamplarına sürülmüştü. Bu insanların başarısız olmasının en önemli nedenlerinden biri de Nazi tehlikesi karşısında “üç maymun”u oynamayı yeğleyen toplumdan hiç destek görmemiş olmasıydı! Bunun en iyi örneklerinden birini de yazar Hans Fallada’nın ünlü romanı “Herkes Tek Başına Ölür”de görebiliriz. Biricik oğulları cephede ölen işçi bir karı kocanın Nazilere tek başlarına direnişini anlatan roman yaşanmış olaylardan yola çıkmış. Çevrelerinden hiç destek görmeyen yaşlı Quangel’lerin sonu idam oluyor! Stuttgart tarih müzesindeki sergide yalnız bırakılmış Hitler karşıtlarının yaşamı günümüz insanlarına bir daha anımsatılıyor. Scholl kardeşler ve “Beyaz Gül” direniş grubu, suikast yolunu deneyen kont Von Staufenberg ve özgürlük düşkünü genç marangoz Georg Elser’e vitrinler ayrılmış. Sergide adı geçenlerden biri de, Stuttgartlı genç sendikacı Willi Bleicher. Gestapo’nun 1934’te tutukladığı Bleicher 1938’de hapisten çıkarılmadan doğru Buchenwald toplama kampına sürülür. Orada savaşın sonuna kadar kalır. Kendisine verilen görev, diğer tutuklularla kamp yönetimi arasında ilişki kurmaktır. Bleicher, bu görevini “kötüye kullanarak” çalıştırılan birçok tutuklunun hiç olmazsa aç kalmamasını sağlar. 1958’de yazdığı, ilerde filme de çekilen “Kurtlar Arasında Çıplak” adlı romanının kahramanı, gaz odasından kurtarmış olduğu üç yaşındaki Yahudi çocuğu Jetyz Zweig’dır. Büyük bir enflasyonun yaşandığı ve toplum yaşamının neredeyse çöktüğü 1920’li yılların Almanyasında yetişen Bleicher’in şu sözü ilginçtir: “İnsan olarak en önemli görevimiz üzerinde yaşamaya değer bir dünya yaratmaktır.” Almanya’da baskı rejimi toplumu ezerken Bleicher ve diğerleri çoğunluk gibi olup biteni görmezlikten gelmemiş, hayatlarını tehlikeye atarak hemcinslerine yardım etmişti! Stuttgart tarih müzesi kuruluşunun onuncu yılını kutlarken düzenlenen etkinlikler kapsamında konuşan müze müdürü Thomas Schnabel şöyle dedi: “Toplumda medeni cesaret konusu günümüzde yine çok geçerli. En son Neonazi cinayetleri de gösteriyor ki, yabancı düşmanlığı hâlâ güncel. Bizlerin görevi buna karşı duyarlı bir toplum yaratmak...”
www.ahmet-arpad.de

16 Aralık 2012

'Onur, özgürlük, anavatan'

Cumhuriyet 16.12.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD

Tutucu öğrenci dernekleri geçenlerde Stuttgart'ın Bad Cannstatt semtinde yıllık toplantılarını yaptılar. Alman üniversite öğrencilerinin 19. yüzyılın sonunda kurduğu ve ömür boyu üye kaldığı bu derneklerin sayısı binin üzerinde. Tümü de erkek olan toplam 157 bin üyeleri var! Bu derneklerin içinde yüz kırkı sadece tutucu değil, aşırı sağcı da... Onların üye sayısı 20 bin. İşte Stuttgart'ta bir araya gelip, üç gün boyunca geleceklerini tartışanlar da bu gibilerdi. Karşıt görüşlü birkaç yüz genç üniversiteli, toplantı salonu önünde iki gün boyunca nümayiş yaptı. İki grubun birbirine girmemesi için iki yüz kadar polis de motosikletleri, su sıkma araçları, atları ve köpekleriyle salonu koruma altına aldı! Adolf Hitler'in 9 Kasım 1923 günü hükümeti devirmek amacıyla Münih'te düzenlediği başarısız darbede başrolü oynamış olan tutucu öğrenci dernekleri içinde o yıllarda NSDAP sempatizanı çok üye vardı. Bunlardan ikisi, Hitler'e çok yakın kişilerden, ilerde SS komutanlığına getirilen Himmler (Apollo Münih) ile Treblinka ölüm kampının komutanı olan Eberl (Germania İnnsbruck) idi. Bu dernekler Nazi döneminde üye sayılarını kimi kentte ikiye katlamıştı. Kurulduklarından günümüze, yabancı üniversite öğrencilerini üye olarak aralarına almazlar. Çünkü üye olmak için "saf kan" Alman olmak başkoşuldur. Pasaport hiç önemli değildir. Çoğunlukla üniversitelerde yuvalanmışlardır. Sadece Köln üniversitesinde tutucu ve sağcı 30 derneğin faaliyette olduğu biliniyor. Nedeni çok basit, ideolojileri için "işe yarar" gençlerin en bol olduğu kaynak tabii ki üniversiteler! Onları kendilerine çekmek için de kurdukları öğrenci yurtları en mükemmel "tuzak"... Daha geçenlerde açıkladılar, bu öğretim yılında devlet yurtlarının yetersizliğinden tam 70 bin öğrenci açıkta. Bu gençler ya ailelerinin yanında kalmak, ya özel odalar kiralamak ya da bu gibi derneklerin yurtlarına sığınmak zorunda. Tanışımız olan Hırvatistanlı bir aile üç yıl öncesine kadar böyle bir öğrenci yurdunda görev yapmıştı. Karı-koca bina ve oda temizliğinden, tüm alışverişe kadar çok şeyden sorumluydu. Tanış anlatmıştı: "Buradaki ağabeyler acemi öğrenciye hemen kucak açarlar. Rahat bir yaşamı olsun, ortama alışsın diye çok çaba gösterirler." Genç öğrenci iki sömestr sonra - tabii işlerine yarayan biri ise - aralarına alınırmış. Önemli olan bu kişinin saygı, namus ve şeref gibi idealleri kabullenmesi... İkinci yılın sonunda, dördüncü sömestrin ardından, işe yarayan (!) bu öğrenci kesin kabul görür. Çünkü o artık düzenin tüm kurallarını benimsemiştir, derneğin bir üyesidir. Ve bu üyeliği ömür boyudur! Stuttgart'ın yamaçlarındaki kimi tarihi, paha biçilmez değerde villa, apartman bu derneklerin malı. Her yıl sadece üye aidatlarından 200 bin Avro bir araya geliyor. Bu derneklerin, varlıklı yaşlı üyelerin parasal desteği olmadan ayakta duramayacağı biliniyor. Stuttgart'ta toplantının yapıldığı salona değil girmek, yakınına bile sokulmak olanak dışı. Sıkı bir polis korumasında aşırı sağ görüşlü tutucu öğrenciler. Ara sokaklara toplanmış genç karşıtları ellerindeki bayrak ve afişleri sallıyorlar, bağırıp çağırıyorlar, müzik yapan bir grubun çaldığı oynak melodilere ayak uyduruyorlar. "Onur, özgürlük, anavatan" sloganları olan, ülkedeki yabancılardan hiç hoşlanmadığı bilinen aşırı sağcıların toplandığı Saengerhalle salonuna giden yolun başındaki tabelada "Türkenstrasse" yazıyor... Orada duran iki izbandut polise gösteriyorum. Adamlar zorla da olsa gülümsüyorlar!

www.ahmet-arpad.de

2 Aralık 2012

Depresyon bir toplum hastalığı

Cumhuriyet, 02.12.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD

Geçenlerde okumuştum, Türkiye’de her 3 kişiden 1’i depresyondaymış. Prof. Dr. Çorapçıoğlu: “Depresyon vakalarındaki artış giderek tehlikeli bir boyuta yükseliyor” diyor. İşsizlik, parasızlık, aşk acısı, boşanma, ölüm başlıca nedenleriymiş. Prof. Dr. Nazan Aydın da antidepresan ilaç kullanımında 2003 ile 2012 yılları arasındaki yüzde yüzün üzerindeki artışa dikkati çekiyor! Almanya’ya gelince, özellikle işyeri ve günlük yaşam stresinin altından kalkamayan insanların oranı hızla artıyor. Bu nedenle gerek hastalık sigortaları, gerek sendikalar, gerekse doktorlar konunun üzerine daha çok gitmeye başladı. Federal Çalışma Bakanlığı’nın bu yılın başında yaptığı bir açıklamaya göre, nedeni işyerinde ve aile içinde yatan depresyon sonucu hastalananların tedavisine yapılan harcamalar doruk noktasında. Sadece 2011 yılı için bakanlığın verdiği rakam 27 milyar Avro! Özellikle globalleşmenin iş yaşamına ve çalışana getirdiği baskı hızla artıyor. Alman Sendikalar Birliği’nin 2012 araştırmasına göre, çalışanların yüzde elli ikisi işyerinde sürekli stres altında olduklarını açıklamış. Hasta hasta işe gidenlerin sayısında da artış var. Nedeni, işlerini yitirmekten korkmaları. Çalışanların üçte ikisi her gün iş sözleşmesinde belirtilenden daha uzun süre çalışmasına karşın parasal karşılığını alamıyor. Yönetici durumda olanların büyük bir oranı eve de iş götürüyor.

Avrupa Depresyon Birliği’nin (EDA) ekim ayında yaptığı açıklamaya göre, sadece Almanya’da dört milyon insan depresyon hastası. Tüm Avrupa’da çalışanların yüzde onu en az bir kez bunalım nedeniyle haftalarca işinden uzak kalmış. İngiltere’de çalışanların yüzde yirmi altısı depresyon geçirirken bu rakam İtalya’da yüzde on iki... Depresyona girenler bir süre rahatsızlıklarını kabullenmedikleri için yakın çevrelerine büyük bir görev düşüyor. Bu hastalığın ilk belirtileri uyku bozukluğu, halsizlik, keyifsizlik ve iç huzursuzluğu. Bu bulgular kendini gösterdiğinde ilk yapılması gereken günlük yaşamdaki değişiklikler. Sabahtan akşama tüm gününü stresle geçiren modern büyük kent insanı huzur nedir bilmez. Özellikle 30-50 yaş arasındaki erkekler çok kolay depresyona girebiliyor. Bu yaştaki insan çok görevli bir yaşamın (multitasking) altından kalkabileceğine inanma hatasını yapabiliyor. Çünkü günümüz dünyası modern (!) toplum insanından gerek iş yaşamında, gerekse özel yaşamında aynı anda birkaç şeyi birden gerçekleştirmesini bekliyor. Modern teknoloji de beynimizi her an, her yerde sınırsız bilgiyle doldurmamıza olanak tanıyor. Bunun iyi yanları tabii ki var, ancak bireyi bağımlı yapan kötü yanları da yok değil. İnsanın yapısı, daha doğrusu beyni buna yatkın değil. Beynimiz son yirmi yılda dev adımlar atan teknolojiye uyum sağlayamıyor. Hırslı bir yapıya sahip olan modern insan ise kendi yeteneklerinin üzerinde yaşamak istiyor, akıntıya kapılıp sürükleniyor! Ve bir an geliyor ki yaşamın karmaşıklığının altından kalkamayan beyin işlevini yitiriyor ya da yavaşlıyor, algılama görevini yerine getiremiyor. Bir kısırdöngü içine yuvarlanan insanın kısa sürede ruhsal sorunlarının ötesinde mide, ülser, kolit, damar ve kalp gibi strese bağlı hastalıklara da tutulması kaçınılmaz. Yataktan çıkmasından yatağa girmesine dek gün boyunca ekran başından kalkmayan, her gittiği yere cep telefonuyla dizüstü bilgisayarını götüren, sürekli fazla mesai yapan, iş yaşamı ile özel yaşamı birbirinden ayıramayan, aile yaşamından gittikçe uzaklaşan insanın bu strese uzun süre dayanamayacağını yukarıda sözü edilen araştırmalar ve incelemeler kanıtlıyor. Almanya Şirket Doktorları Birliği Başkanı Wolfgang Panter’in geçen ay yaptığı bir açıklamaya göre, 2010 yılında ruhsal ve psikosomatik nedenlerden 70 bin çalışanın meslek yaşamı son bulmuş. Modern dediğimiz yaşam insanları boşaltıyor, tüketiyor, bitiriyor!

www.ahmet-arpad.de

29 Kasım 2012

Türkiye vatanım

Ernst Reuter Girişimi’nin işbirliği ile oluşturulan, Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Almanya Dışişleri Bakanlığı, Goethe Enstitüsü, Robert Bosch ile S. Fischer vakıfları tarafından bu yıl üçüncü kez düzenlenen Tarabya Çeviri Ödülleri sahiplerini buldu.

Oya Poyraz'ın Hürriyet Avrupa'daki haberi için tıklayınız
http://www.hurriyet.de/haberler/gundem/1334254/turkiye-vatanim

19 Kasım 2012

Tarabya Çeviri Büyük Ödülü Ahmet Arpad ve Cornelius Bischoff'a sunuldu

Cumhuriyet, 19 Kasım 2012
 
Tarabya Çeviri Büyük Ödülü'nün bu yılki sahipleri Yaşar Kemal'in kitaplarını Almancaya kazandıran Cornelius Bischoff ve Cumhuriyet Gazetesi yazarı gazeteci, çevirmen Ahmet Arpad ödüllerini, dün akşam İstanbul Alman Başkonsolosluğu'nda düzenlenen törenle, Almanya Federal Cumhuriyeti Devlet Bakanı Cornelia Pieper ve jüri başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula'nın elinden aldılar. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın başbakanın Mısır seyahatine katılması dolayısıyla ödül törenine Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış katıldı.
 
Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı, Federal Almanya Dışişleri Bakanlığı, İstanbul, Goethe Enstitüsü, Robert Bosch Stiftung ve S. Fischer Stiftung tarafından bu yıl üçüncü kez verilen "Tarabya Çeviri Ödülü",  iki kültür arasında yaptıkları başarılı çeviriler yoluyla düşünsel ve kültürel alışverişi destekledikleri dolayısıyla, Almancadan Türkçeye yaptığı tüm çevirileri için Ahmet Arpad ve Türkçeden Almancaya yaptığı tüm çeviriler için Cornelius Bischoff'a oybirliğiyle verildi. Teşvik ödüllerini ise, Ayça Sabuncuoğlu ve Johannes Neuner aldılar. Sabir Yücesoy ise, "Literarisches Colloquium Berlin" için bir çalışma bursu kazandı.

Tarabya Çeviri Ödülü, aynı zamanda  Türkiye'de çeviriler için verilen en büyük para ödülü ve bir Türk-Alman ortak projesi olarak Diyalog ve Karşılıklı Anlayış İçin Ernst Reuter Girişimi kapsamında yer alıyor.
Açış konuşmasını Federal Almanya İstanbul Başkonsolosu Jutta Wolke'nin yaptığı törende konuşan Büyükelçi Eberhard Pohl, Pieper ve Bağış; iki ülke arasındaki diyalog sorunlarının çözümünde çevirinin önemli işlevini vurguladılar. Pieper, "Umberto Eco'nun Avrupanın dili çeviridir. Düşüncesine katılıyorum." dedi. Kutlama konuşmalarını ise, Yunus Emre Enstitüsü'nden Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam ve İstanbul Üniversitesi Alman Dili Eğitimi öğretim üyesi Prof. Dr. Nilüfer Tapan çevirmenlerin kitaplarından alıntılar vererek yaptılar. Sağlam; "Yaşar Kemal'in 14 kitabını Almancaya kazandıran Cornelius Bischoff, sadece çevirmedi öteki kültüre kazandırdı. İnce Memed muazzam bir başarıdır." dedi. 1933'ten beri ailesiyle Türkiye'de yaşadığını, sokakta oynarken dili öğrendiğini, şimdi 80'i geçtiğini söyleyen Cornelius Bischoff, "Özellkle kendi biyografım açısından bu ödüle sevindim. Türkiye benim vatanım. Trabya sevdiğim semt." dedi. Onu çok teşvik eden Orhan Peker'i özlemle andı. "Yaşar Kemal'i övmek abes kaçar." diyen Bischoff'la salonda bulunan Yaşar Kemal kucaklaştılar.
 
Arpad'ın gazeteciliğine övgü
 
Nilüfer Tapan, edebiyat çevirisinin kültürlerarası boyutuna dikkat çekerek; "Çevirmenin çeviri sürecinde üstesinden gelmek zorunda olduğu sorunlar edebiyat metinleri söz konusu olduğunda daha da belirginleşir." dedi. Arpad'ın gazeteciliğinden de övgüyle bahseden Tapan; "Cumhuriyet gazetesindeki Almanca konuşulan ülkeler ile ilgili düşüncelerini, yorumlarını aktardığı yazılarının pek çoğunu okudum ve okumaktayım. Bu yazılar bir yandan benim de uzmanlık alanım olan bu ülkeler üzerine bilgi ve yorumları içerdiği için ilgimi çekmekte, öte yandan ise bu yazılarda vurgulanmakta olan toplumcu, eleştirel boyut olayları değişik bir yönden değerlendirebilmeme yol açmakta." dedi.

Konuşmasında babası gazeteci, yazar, çevirmen Burhan Arpad'ı ilk ustası olarak anan Ahmet Arpad; "Edebiyat çevirmeni yalnız bir adamdır tek başına mücadelede eder, çok önemli bir kültür alışverişi yapar." diyerek salonda bulunan meslektaşlarına bol, güzel, önemli çeviriler diledi.

Törene bu ödülün ilk sahibi, gazetemiz yazarı, çevirmen Ahmet Cemal, Türkis Noyan, Zehra İpşiroğlu, Sezer Duru, Can Dündar, Nebil Özgentürk, Kemal Yalçın, Nafer Ermiş, Serin Erengezgin, Cemal Ener, Everest Yayınları Genel Müdürü Sırma Köksal, İstanbul Goethe Enstitüsü Müdürü Claudia Hahn-Raabe'ın da aralarında bulunduğu çok sayıda diplomat, çevirmen, yazar, akademisyen, yayıncı ve gazeteci katıldı.
 
Almancadan Türkçeye ödül jürisi
Almanya Federal  Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Kültür Dairesi'nden Petra Kochendörfer başkanlığındaki Almancadan Türkçeye çeviri jürisi Claudia Hahn-Raabe, S. Fischer Stiftung Yöneticisi Antje Contius, ödülün ilk sahibi Ahmet Cemal, Prof. Dr. Zeynep Sayın Balıkçıoğlu ve Murat Gülsoy'dan oluşuyor.

Türkçeden Almancaya ödül jürisi
Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan Prof.Dr. Onur Bilge Kula başkanlığındaki Türkçeden Almancaya çeviri jürisinde ise, Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam, Türkolog Prof.Dr. Catharina Dufft, İslam Bilimcisi ve "Türkische Bibliothe"in yayımcısı Prof.Dr. Erika Glassen, Carl Hanser Verlag'dan yayımcı Michael Krüger ve Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinden Karen Krüger yer alıyor.

18 Kasım 2012

Orhan Pamuk’tan Friedrich Schiller

Cumhuriyet 18.11.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD

Neckar Irmağı kıyısındaki şirin Marbach kasabası Friedrich Schiller’in doğum yeri. Stuttgart’a on beş dakika uzaklıktaki bu şirin kasabanın başka bir ünü de burada Alman Edebiyat Arşivi’nin bulunması. Şu sıralar Marbach arşivi dillerde. İsrail’de bir mahkeme 35 mektup ve 20 defterden oluşan Franz Kafka arşivinin, yazar Yahudi olduğu gerekçesiyle Almanya’da Marbach’ta değil İsrail Ulusal Kütüphanesi’nde muhafaza edilmesine karar verdi. Marbach’ta geçenlerde Schiller’in 253. doğum günü nedeniyle törenler düzenlendi. Bu yılki “Schiller konuşması”nı yapmakla Orhan Pamuk onurlandırıldı. Kısa süre önce 60 yaşına basan yazarımızın Marbach Edebiyat Arşivi’nin büyük salonunu ağzına kadar dolduran Alman izleyicilerin karşısında İngilizce yaptığı uzun konuşmasının ana konusu “romanlarda naiflik ve duygusallık” idi. Ona göre, roman yazarken dikkat edilmesi ve üzerinde durulması gereken, anlatımın “hem naif hem de yansıtıcı” olmasıdır. Pamuk konuşmasında Schiller’in 1796’da kaleme almış olduğu “Edebiyatta naiflik ve duygusallık” başlıklı makalesine de değindi. “Schiller’e göre çağının modern yazarları aşırı duygusaldı” dedi. “Onun gözünde Dante, Shakespeare, Cervantes, Goethe ve Dürer naif ve çocuksu kalmış yazarlardı. Naif yazarlar doğa ile iç içedir; yerine göre ölçülü ve bilge, yerine göre de acımasızdır. Çoğu kez üzerinde pek fazla düşünmeden, içlerinden geldiği gibi yazarlar, yarattıklarının etik sonuçlarını pek umursamazlar. Yazdıkları üzerine başkalarının ne düşündüğü de onları pek ilgilendirmez.” Orhan Pamuk’un gözünde “duygusal” yazar çoğu kez kaleme aldığının gerçeği yansıtıp yansıtmadığından, görüşlerini okura iletip iletmediğinden pek emin değildir. “Naif edebiyat yazarı kendi dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı pek aramaz” diyen Pamuk’a göre “duygusal-yansıtıcı” modern yazar önce algıladığı her şeyin nedenini araştırır. Schiller’in “Goethe gibi naif insanların yanı sıra benim gibi duygusal insanlar da var” sözüne dikkati çeken Pamuk: “Schiller, Goethe’nin olgunluğunu, bencilliğini, özgüvenini kıskanırdı,” dedi. “Onun çok kolay olağanüstü düşünceler yaratabilmesine de hayrandı.” Yazarlığa başladığı yıllarda, kendisinden önceki Türk romancılarının sanki anlatım biçimine hiç önem vermezmiş gibi kaleme aldıklarına inandığı eserlerini pek beğenmediğine değinen ve onları o günlerde “naif” bulmuş olduğunu söyleyen Pamuk şöyle devam etti: “Şimdi aradan otuz beş yıl geçtikten sonra ise naifliği ve duygusallığı kendi romanlarımda da bir araya getirdiğime inanıyorum...”

Aynı gün yine Marbach Alman Edebiyat Arşivi salonlarında Sezer Duru ile Joachim Sartorius “Uluslararası Edebiyat Alışverişi” konulu bir toplantıda sohbet ettiler. 1980’li yıllarda Almanya’nın Türkiye Büyükelçiliği’nde basın müşaviri olarak görev yapan ve 2000-2011 yılları arasında da Berlin Film Festivali başkanı olan kültür insanı Sartorius ile yaşamı boyunca Alman dili edebiyatının ünlü yazarlarını dilimize çevirerek iki ülke arasındaki kültür köprüsünü ayakta tutanlardan biri olarak kabul edilen eski dost Sezer Duru çok ilginç bir toplantıya imzalarını attılar. Sohbet şeklinde geçen, Marbach Edebiyat Arşivi ile S. Fischer Vakıfı’nın ortaklaşa düzelendiği toplantıda ağırlık Alman edebiyatının Türkiye’de tanıtılmasıydı. Alman dili edebiyatının genç yazarları ülkemizde az okur buluyor. Bunun en başlıca nedenlerinden biri de geçen çağın ikinci yarısında Almanya’nın Böll ve Grass dışında çok başarılı edebiyatçılar çıkarmamış olmasıdır. Türkiye’de hâlâ Kafka, Remarque, Seghers, Zweig, Fallada ve Roth gibi insancıl, toplumcu ve savaş karşıtı yazarların 80-90 yıl önce yazdıklarının büyük ilgi çekmesi, bunun en önemli kanıtıdır. Ernst Reuter Kültürlerarası Diyalog Girişimi çerçevesinde Alman Dışişleri Bakanlığı, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Goethe Kültür Enstitüsü, S. Fischer Vakfı ve Robert Bosch Vakfı’nın 2010 yılında başlattıkları ortak bir projeyle Türkçeden Almancaya, Almancadan Türkçeye yapılan başarılı çevirileri iki büyük ödülle onurlandırmaya karar vermesi, iki ülke arasındaki edebiyat-kültür alış verişinde atılmış büyük bir adımdır. Son 80 yılda Türk edebiyatının çıkardığı “ünlüler” bugün Alman edebiyat dünyasında tanınıyorsa bunda en büyük rolü Türkiye’nin TEDA projesinin ötesinde Stuttgart Robert Bosch Vakfı’nın Zürichli yayıncı Unionsverlag’ın “Türkische Bibliothek” girişimine verdiği büyük desteği de unutmamak gerekir. Bu girişim kapsamında yazarlarımızın tam yirmi eseri 2005-2010 yılları arasında Alman dilinin konuşulduğu ülkelerde okurlarla buluştu. Marbach’ta, yaptıkları çevirilerle iki ülke arasındaki kültür köprüsünü ayakta tutan çevirmenlerin bazı sorunlarına da değinildi. Almanya’da özel yasalar sayesinde çevirmenlerin hakları ülkemize kıyasla çok daha iyi korunup güvence altına alınıyor. Türkiye’de emeklerinin karşılığını, çok ünlü değiller ise yeterince alamazlar, yasal hakları da zayıftır! Ülkemizde özellikle Kafka, Enzensberger, Bernhard ve Frisch çevirileriyle tanınan Sezer Duru’nun Marbach’taki toplantının sonunda, 20. yüzyılın önemli yazarlarından Hans Magnus Enzensberger’in kendisine yazdığı 38 mektubu Alman Edebiyat Arşivi’ne bağışlaması büyük bir sürpriz oldu. 


www.ahmet-arpad.de

14 Kasım 2012

Voller Liebe zum alten Europa

Der Böll-Übersetzer Ahmet Arpad aus Stuttgart wird in Istanbul für sein Lebenswerk geehrt. Von Cedric Rehman

Stuttgarter Zeitung vom 14.11.2012

4 Kasım 2012

Bulutların üzerinde yaşam başka...

Cumhuriyet 04.11.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


Boylu poslu, sarışın ve de güzelliği hâlâ çekici! Görmeyeli çok olmuştu, “Tam on beş yıl” diyor. Geçenlerde Stuttgart’ın göbeğinde karşılaşmamız büyük bir rastlantıydı. Ailesi komşumuzdu, sık sık görüşürdük. Liseden sonra bir seyahat acentesinde çalışmış ve günün birinde bavulunu topladığı gibi Frankfurt’a gidivermişti. “Hostes oluyorum” demişti vedaya uğradığında. Soruyorum: “Neler yaptın, nasıl geçiyor hosteslik yılları?” “Artık geride kaldı o meslek” diyor. “Geçen yıl bıraktım, evlenmeye karar verdim.” İstasyona gidiyordu, Köln treni bir saat sonra kalkacaktı. Yakındaki Park Cafe’de biraz sohbeti kabullendi. Az sonra, yanında Sacher pastası çaylarımızı yudumlarken gerçekten anlatacak çok şeyi vardı. Havada ilk yılları sürekli iç hatlarda geçmişti. Sonra Frankfurt ve Düsseldorf çıkışlı uçaklarla Avrupa ülkelerine uçmuştu. Önce küçük uçaklarla; mesleğinde ilerledikçe uçaklar büyümüştü. Tabii en ilginci, bir hostes için en zoru da Jumbo’lar olmuştu. Son yıllarda genellikle denizaşırı ülkelere gitmişti. “Bir A 380-800 ile uçuş kimi zaman 8-10 saat sürüyor, ortalama beş yüz müşteri var, değişik milletten insana hizmet etmek zorundasın” diye anlatıyor. “Kuzey Amerika, Güney Amerika, Asya ülkelerine gidiyorsun. Uçak iki katlı, alt kat ekonomi, kalabalık oldu mu, işin zor. Sekiz hostes koşuşturup duruyor. Yukarısı business ve first class. Fakat az yolcu demek kolay iş demek değil. Orası varlıklıların katı!” O anlattıkça açılıyor, ben ise suskun dinliyorum. Fakat arada sırada gülümsemeden de edemiyorum. Sarhoş yolcu, korkak yolcu, hasta yolcu, ağlayan bebekler, şımarık çocuklar... “Sadece onlar mı?” diyor. “İşi iyi gitmemiş stresli işadamı, tatilde kavga etmiş karı-koca, yitirdikleri maçtan dönen bir grup ‘futbolsever’, uçağın teklerlekleri daha yere değmeden cep telefonunu açanlar...” Hepsiyle baş etmek zorunda hostes. Sinirlerini yitirmeden tabii. “En zor müşteriler de ‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ diyenler! Hostes hep gülümsemek zorunda, ancak bu gibiler gülümsemeni hakaret olarak kabul edebileceği için de çok dikkatli olmalısın!” Söylediğine göre hep iç hatlar uçtuğu ilk yıllarında Frankfurt-Berlin uçuşlarından nefret edermiş. Nedeni mi? Çok politikacı ve çok ünlü sanatçının bu hattı kullanması! “Hiçbir yolcunun aniden hastalandığı oldu mu?” diye soruyorum. “Birkaç kez” diyor. “Kalp krizi geçiren yolcularda zorunlu inişler yaptık. Bu durumda uçağın tekerleklerinin on dakika sonra yere değmesi gerekir. Hep başardık!”

Hostesliği bütün bu stresine karşın severek yapmış olduğunu söylüyor. Son 5 yılını baş hostes olarak denizaşırı uçuşlarda geçirmiş. “Atlantiğin üzerindeki fırtınalarda yüreğim ağzıma gelmesine karşın güzeldi.” Ne de olsa gittikleri kentlerde 2-3 gün dinlendikleri olurmuş. “15 yıl boyunca kaç havalimanına indiğini anımsıyor musun?” diyorum. Gülümsüyor. “Tabii, hepsi kayıtlı” diyor. “138 havalimanına, kimine defalarca! Yaşamımın 9400 saati havada geçmiş!” İlk uçuştan önce başarmak zorunda olduğu bir buçuk aylık hosteslik kursunda öğrendikleri de çok ilginç! Sadece uçakta yemek, içki servisi, duty-free satışı yapmayı öğretmemişler... Uçak açık denize, balta girmemiş ormanlara, Sahra’ya veya Kuzey Kutbu’na zorunlu iniş yaptığında bir hostes nasıl davranacak? Balık nasıl tutulur, zehirli yılanlarla nasıl baş edilir, buz çölünde donmamak için ne yapılır?.. Bıraksam daha çok anlatacak, fakat treninin kalkmasına on beş dakika var. Hesabı ödeyip hızla karşıdaki istasyona geçiyoruz. Acele etmemize hiç gerek yokmuş. O gün öğleden sonra tüm trenler gecikmeli. Alman devlet demiryolları ve Berlin hükümeti Stuttgart tren istasyonunu yerin altına almakta ısrar edeli her şey karıştı. Üç yıla yakındır, her pazartesi kentte 2-3 bin insan sürekli nümayiş yapıyor. Şu sıralar sık sık seferler iptal oluyor, kimi gün birkaç saat rötar yapıyor. Geçenlerde de on gün içinde iki tren raylardan çıktı, elektrik hatları koptu, yaralananlar oldu. Kısa süre önce basına sızdırılan bir bilirkişi raporu yeraltına yapılacak istasyonun yangında binlerce insana kapan olacağını kanıtladı! Fakat yönetenler her şeye karşın “bu proje gerçekleşecek” diye inat ediyor. Bugünkü gecikmenin nedeni de yakındaki Ludwigsburg istasyonuna bomba ihbarı yapılmış olmasıymış. Hıristiyan Demokratlar’ın 2011’de eyalet hükümetini yitirmelerinin ardından geçen pazarki seçimlerde belediye başkanlığını da Yeşiller’e kaptırmalarının en büyük nedeni hâlâ tren istasyonu projesinde “budalaca” ısrar etmeleri! Biraz sonra treni elli dakika gecikmeli kalkarken eski tanışa el sallıyorum ve şu günlerde tren yolculuğu yapmadığıma şükrediyorum. Birkaç ay önce bir Münih dönüşünde, modern ICE’nin dizel lokomotifi tam gaz giderken aniden bozulduğu için Allah’ın dağında iki saat trende hapis kalmış, kurtarılmayı beklemiştik...

www.ahmet-arpad.de

27 Ekim 2012

Augenblicke

Ahmet Arpad fotografiert Menschen, die er auf seinen vielen Reisen im Osten der Türkei getroffen hat. Jedes Bild erzählt eine kleine Geschichte.
Wochenendbeilage der Stuttgarter Zeitung vom 27.10.2012

21 Ekim 2012

Karaormanlar’ın doğasından Zürih’in bankalarına

Cumhuriyet 21.10.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


Karlsruhe’den Konstanz gölüne giden tren saat tam 08.09’da hareket etti. Baden-Baden ve Offenburg’dan sonra bütün yol Karaormanlar’dan geçiyor. Yamaçlar yemyeşil, üzerlerinde koyunlar, inekler, tepeler silme kayın, meşe ve çamın çeşidiyle dolu. Ağustos ayındaki birkaç günlük aşırı sıcağın dışında tümü serin geçti diyebileceğimiz bir yazın ardından bu güzel yörede güz kendini gösteriyor. Yağışlı son haftaların ardından dere yatakları dolu. Sular köpüre köpüre akıyor, kimi yerde küçük çağlayanlar oluşuyor. Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından indiğimiz Triberg dar bir vadinin yamaçlarına kurulmuş, şifalı suları ve guguklu duvar saatleri ile ünlenmiş bir kasaba. 1730 yılında Schönwaldlı saatçi Franz Ketterer’in buluşu olan bu tahta saatler bir Karaormanlar simgesi. Birçok yabancı için hâlâ guguklu veya kuşlu saat demek Almanya, Karaormanlar demek! El işçiliği bu güzel saatler ülkenin geleneği. Triberg’den yola çıkarak Güney Karaormanlar’ı iki günde geçmek ve güzel Titisee’ye ulaşmak amacımız. Oradan da karayolundan Konstanz Gölü’ne ve daha ötesindeki Zürih’e! Göz alabildiğine çayırlar, yeşil çam ormanları, sarının her renginin yavaş yavaş görülmeye başladığı kayınlar, meşeler bize gün boyunca eşlik ediyor. Ötelerde, uzaklarda bir yerde, koyu mavi, kara doruklar, güneyin en yüksek dağı, 1500 metrelik kayak merkezi Feldberg. Yamaçların bitiminde, aşağıda vadilerde, çayırların ortasında kocaman Karaorman çiftlik evleri. Ancak bu güzelliklerin bir de çirkin yanı var. Kimi yerde hastalıklı ağaçlar göze batıyor. Doğaseverlerin 80’li yıllardan bu yana sürekli toplumun dikkatini çektiği bu ürkütücü gerçek, her türlü önleme karşın önü bir türlü alınamayan büyük sorun. Özellikle iğne yapraklı ağaçlarda zararın ürpertici ölçüye vardığını yürüyüş sırasında görüyoruz. Yükseldikçe dalları cılızlaşmış ağaçlar artıyor. Güneş ışınlarının burada daha güçlü olması, topraktan az su almaları, kış aylarında yükseklere sisin ve bulutların daha fazla inmesi, ağaç ölümünde önemli nedenler. Akşamüstü Furtwangen’in az ötesindeki bir pansiyonda konaklamaya karar veriyoruz. Odamıza hemen çıkmıyoruz. Ayakkabılarımızı çeşmenin yanına bırakıp, terastaki tahta masalara kuruluyoruz. Az sonra garson kız beyaz şarapları getiriyor. Ötelerde, mavi, kara dorukların ardında güneş batmaya hazırlanıyor. Kişi böylesine doğa dolu bir günün ardından Türkiye’nin doğasını düşlemeden edemiyor. Gökova’yı, Yatağan’ı, Aliağa’yı, Bergama’yı İzmit Körfezi’ni, Çamlıhemşin’in Fırtına Vadisi’ni... Düşlüyoruz, doğayı yitirmemek için insanların kafa yapısının değişeceği günleri de! Konstanz Gölü’nde sabah sisi. Arabalı vapurlar, küçük beyaz gemiler iki kıyı arasında gidip geliyor, peşlerinde besili martılar. Az sonra bindiğimiz tren bizi Zürih’e götürüyor. Arazi gölden hemen sonra hafif hafif yükseliyor. Yine çayırlar, yine inekler. Winterthur’dan sonra ötelerde dağlar beliriyor, Alplerin dorukları. Ve bankalar ve bankerleriyle Zürih! Kasalarına kara para kaçıranların onlarca yıl servetler doldurduğu ünlü kent. Resmi verilere göre vergi kaçıran varlıklı 100 bin Alman, İsviçre bankalarındaki sırdaş hesaplara 23 milyar Avro para taşımış. 2007 yılında kara para sorununun ilk üzerine gidildiğinde 330 bankaya sahip küçücük Alpler ülkesinde sırdaş hesaplarda 1.4 trilyon Avro yattığı ortaya çıkmıştı. Credit Suisse’in bir belgesine göre de bu paranın yüzde sekseni vergi kaçıranlara aitti. Sadece bir yıllık faizi yaklaşık 80 milyar Avro! O günlerde Türkiye’den de yurtdışına toplam 100 milyar dolar kara para çıktığı söylenmişti. Bankalarında yatan yabancı paralar İsviçre’nin tek “hammaddesi”... Son birkaç yıldır bazı Zürih bankalarındaki “köstebekler”in ortaya “gizli listeler” atması üzerine gözü korkan varlıklı Almanlar kendilerini ihbar etmeye başladı. İsviçre bankalarının “altın devri” yavaş yavaş geride kalıyor gibi. Birleşmiş bir Avrupa’da artık böyle yaşamaya devam edilemeyeceğini acaba günün birinde kabullenecekler mi?

www.ahmet-arpad.de

7 Ekim 2012

'Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum...'

Cumhuriyet 07.10.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


9 Kasım 1918’de Almanya’ya parlamenter demokrasi gelir. 9 Kasım 1923’te Hitler Münih’te başarısız bir darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938 gecesi Almanya’da Naziler binlerce Yahudi işyerini yağmalar, 270 sinagogu ateşe verir, Yahudileri öldürür. 9 Kasım 1989’da Berlin’deki duvar yıkılır. Görüldüğü gibi 9 Kasım Almanya’nın yazgısıdır!

“Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!” Hitler 10 Kasım 1938 günü Münih’te yaptığı bir konuşmada böyle söylemişti. İki yıl sonra onunla bir röportaj yapan Hermann Rauschning’e söyledikleri de düşündürücüdür: “Ben akılcı eğitim istemiyorum. Niyetim bilimle ülkemin gençliğini yok etmek değil.” Hitler ülkeyi “teslim aldığı” 1933’ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı. Özellikle 1933 yılının Mart ve Haziran aylarında çıkarılan “halkı ve ülkeyi korumak” amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alınmıştı. Hitler’e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktür, o geçici değil, sürekli kullanılmalıdır! Bu amaca ulaşmak için yayın organları “eşitlenirken”, daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti. Bu girişimlerin hemen ardından, 1934 yılının ilk günlerinde yürürlüğe giren “yazıişleri müdürleri”yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazıişleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin mutlaka “saf kan Alman” ve politik açıdan “çok güvenilir” elemanlar olması koşulu getirildi. Bu süreçte parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirdi. Yeni yasayla Ocak 1934’ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirdi.

Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Bütün gazeteler hükümetin düzenlediği basın toplantılarına muhabir yollamak zorundaydı. Neyin nasıl yazılacağına da, Hitler’in hemen 1933’ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels’i geçirdiği ‘propaganda bakanlığı’ karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmedi. Tepki gösterenler de işten atıldı, Almanya’dan kovuldu ya da öldürüldü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürüldü. Bunlardan biri de Münih yakınlarındaki, hemen Mart 1933’te kurulan ve nasyonal sosyalist ideoloji karşıtı gazetecilerin yanı sıra sendikacılarla aydınların da atıldığı Dachau kampıydı. Her türlü nümayiş ve protesto da acımasızca eziliyor, insanlar içeri alınıyordu. Basının devlet tarafından “denetlenmeye” başlanmasının tek amacı Alman halkını nasyonal sosyalist ideolojiye uygun olarak etkilemenin en kolay yol olmasıydı. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranı’nda kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi’nin geçmesine de göz yumdular. Hitler’in 44. doğum günü olan 20 Nisan’da ünlü çizer Emil Stumpp’un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konuldu, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarıldı. Çizer Stumpp’un da Almanya’da çalışması yasaklandı.

1935’ten sonra da “yönetenleri küstüren” veya “basının şerefini lekeleyen” herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarıldı. Hitler’in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el kondu. Yayınevleri kamulaştırılırken, karşı çıkabilecekleri düşünülenler başkalarına satmak zorunda bırakıldı. Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler’in NSDAP partisi zamanla basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels’in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels, “Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam” diyordu. “Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka bulacaktır! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatacağız ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz...” Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, “yönetenlerin korkulu düşü” olan medyayı kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı! 


Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36’sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82’si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler’in korkulu düşü idi. Hitler Almanya’sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933’te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı! İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı!..

www.ahmet-arpad.de

16 Eylül 2012

Hitler’i kimler finanse etti?

Cumhuriyet 16.09.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


Adolf Hitler ve yandaşları 8 Kasım 1923’te Bavyera’da bir darbe girişiminde bulunurlar. “Geçici Alman Ulusal Hükümeti”ni ilan eden darbeciler ertesi gün silahlanıp Feldherrenhalle’ye yürürler. Çıkan çatışmada Hitler ve adamları 4 polisi öldürür. İhtilal girişimi başarılı olmaz, darbeciler tutuklanır. Darbe girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası idamdır. Ancak Hitler sadece 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Çünkü onu destekleyenler, başta eyalet Adalet Bakanı Franz Gürtner olmak üzere politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir.

Hitler, Landsberg hapishanesinde 9 ay kaldıktan sonra serbest bırakılır. 1933’te Almanya’ya el koyan Hitler ile yardakçılarının palazlanması ve 13 yıl ayakta kalması, Alman endüstrisinin “babaları” sayesinde mümkün olmuştu. Onlarsız Hitler bir hiçti. Nazi Almanyası’nın orduları, Flick, Krupp, Thyssen ve şürekası olmadan komşu ülkeleri istila edemez, savaşamazdı. Onlar sayesinde Nazi Almanyası 1942-1944 arasında silah gücünü üçe katlamıştır. Adolf Hitler’e verilen büyük parasal destek daha 1920’li yıllarda Bavyera’da başlar. Oradan diğer Alman kentlerine, Avusturya’ya ve İsviçre’ye de sıçrar. Avrupa’ya kaçmış bazı varlıklı Rus asilleri “Bolşevik düşmanı” Hitler’e destek verirken Yahudileri sevmediği bilinen Henry Ford da Hitler’in partisi NSDAP’ye bağışta bulunur! Aynı dönemde Mussolini yönetimindeki İtalyan faşistlerinin bile İsviçre bankaları kanalıyla milyonlarca markı Führer’e yollamış olduğu biliniyor. Hitler hapiste olduğu günlerde de para aramayı sürdürür. O günlerde desteğini kazandıkları arasında besteci Richard Wagner’in oğlu ile eşi de vardır. Bu iki ünlü özellikle Atlantik ötesinde başarılı olurlar! Hitler’le Henry Ford’un felsefeleri ve düşünceleri birbirine çok benziyordu, demiştir ilerde Winifred Wagner. “Bir görüşmemizde Almanya’yı Yahudilerden temizlemek isteyen Hitler gibi birine destek vermeye hazır olduğunu söylemişti...” Evet, o dönemlerde herkes çıkarları karşılığında Nazileri desteklemişti! İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin yanında oldukları için Nürnberg mahkemesinin suçlu gördüğü endüstri patronları günlerini bir zamanlar Hitler’in kaldığı Landsberg hapishanesinde geçirirler. Yeni Almanya için ortak planlarını orada yaparlar. 40 milyona yakın insanın ölümünden, Hitler’e hizmet etmiş olan bu endüstri patronları da sorumludur. 1945’ten sonra İngilizlerle Amerikalılar kurdurdukları Batı Almanya’ya, Sovyetler’e karşı “kale” görevini verirler. Ancak ülkenin bir an önce güçlenmesi gerekmektedir. Hitler’e hizmet vermiş olan Alman endüstrisinin patronları hâlâ hayattadır. Komünistlerden nefret eden, solcuları sevmeyen, ataerkil düzenin temsilcileri, despot ruhlu, politik görüşleri en sağda, NSDAP üyesi bu insanlar ülkeye yine gerekli oldukları için hapisten çıkarılıp aklanırlar. Dizginler yine Flick, Krupp, Abs, Sohl ve Zangen’in elindedir. Batı Almanya’nın ilk başbakanı Konrad Adenauer’in dediği gibi, temiz suyun olmadığı yerde kirli su dökülemezdi! Bugün yabancı düşmanı Nazilerin Almanya’da etkin olması insanı, “Acaba bu gibilerin kökleri niçin bir türlü kurutulamıyor?” diye düşündürüyor.

www.ahmet-arpad.de

2 Eylül 2012

Ormandaki yaşlı adamın özgür yaşamı!

Cumhuriyet 02.09.2012

STUTTGART
AHMET ARPAD


Herr Jaeger ile arada sırada karşılarız. Geçenlerde de otobüs durağında oturuyordu. Yanında bir sürü poşet. İçleri dolu. “Hayrola alışverişten mi?” diye soruyorum. “Evet” der gibi başını sallıyor. Jaeger pek konuşkan biri değildir. “Size yardım edeyim.” Poşetlerine uzanıyorum. Yine yanıt vermiyor, sadece gülümsüyor. Az sonra o önde, ben peşinde “evine” doğru yürüyoruz. Karşımızdaki ormanda yaşıyor. 1970’li yılların sonunda çalıştığı kömür deposu kapanınca işsiz kalan, ardından da eşinden boşanan Jaeger sokağa düşmüş! Son otuz yıldır tüm yaşamını ağaçlar arasına kurduğu derme çatma, çadır-baraka karışımı “ev”de geçiriyor. Ona hiç kimse karışamıyor. Ne çevre villalarda yaşayanlar, ne de ormanda devriye gezen polisler. Tahta, karton ve çadır bezinden oluşturduğu “ev”inden vazgeçirtmek için çok uğraştılar. Herr Jaeger dayattı. “Gel, seni bir yurda yatıralım” dediler. İnatla hep karşı çıktı. Baktılar ki olmayacak, ona yardıma karar verdiler. Hali vakti yerinde, iyi yürekli komşular Jaeger’e yiyecek taşımaya, eline birkaç kuruş tutuşturmaya başladı. Devletin verdiği sosyal yardım parasını da, kente inmediği zamanlar, ormandaki barınağına her ay polis getiriyor. Geçen kışın çok soğuk günlerinde belediyenin sosyal hizmet görevlileri her gün ona uğradı, gereksinimlerini karşıladı. Herr Jaeger bir zamanlar yerel bir TV istasyonunun kameralarına “evinin kapıları”nı açıp, ünlendi de!

Avrupa’nın en büyük ve en güçlü ülkesi Almanya’da 700 bin evsiz barksız insan yaşamakta. Kent belediyeleri büyük bir çoğunluğuna hiç olmazsa geceleri başlarını sokacak yer gösteriyor. Yine de 30 bin insan yaşamını tam anlamıyla sokakta geçiriyor. Kar, buz ve yağmurda ormanlar, parklar, köprü altları, kapı içleri, aralıklar, alt geçitler, metro istasyonları onların barınakları. Bir zamanlar iş güç, ev bark, çoluk çocuk sahibi bu insanlar şimdi yalnız. Devletin desteği ölmemelerini sağlıyor... Alman İş Kurumu’nun en son açıklamalarına göre ülkede 3 milyon kişi işsiz. Bundan öteye, artık kimsenin iş vermediği 50 yaşın üzerinde, ümidini iyice yitirmiş 4.5 milyon insan daha var. Ellerine geçen düşük sosyal yardım ile fakirlik sınırında, gelecekleri belirsiz bir yaşam sürdürüyorlar. Devlet toplam 7.5 milyon insanına iş bulamıyor. Resmi verilere göre toplam nüfusun yüzde 16’sı (13 milyon insan) “fakir” kabul ediliyor. Fakirlikten etkilenen çocuk sayısı 2.5 milyon! İlginç bir başka açıklama da, ülkede 4.5 milyon kişinin okuma yazma bilmediği... Az sonra Herr Jaeger’in “evi”ne varıyoruz. Kedisi bizi karşılıyor. Yaşlı adamın ayaklarına sürünüyor. Bana ise pek iltifat etmiyor! “Matilde bak geldim, sana yemekler getirdim” diyor Herr Jaeger. Kedi anlamış gibi topraklara yatıp, şöyle bir geriniyor. “Şu sıralar yağsız şeyler veriyorum, biraz şişman da...” Fakat görünümü sağlıklı Matilde’nin. “O benden genç” derken hafiften gülümsüyor yaşlı adam. Evet, kedi 15 yaşında. Otuz yıldır karşımızdaki ormanda yaşayan Herr Jaeger de 83... Her ikisi de özgür yaşamı seviyor!

www.ahmet-arpad.de

19 Ağustos 2012

‘Hermann Hesse hep genç...’

Cumhuriyet 19.08.2012 
STUTTGART
AHMET ARPAD


Yaşlı mı yaşlı kadın, peşinde yaşlı oğlu, en arkada da ben tarihi Calw mezarlığının kapısından içeri giriyoruz. Küçük adımlarla yürüyor, bir süre sonra duruyor. Eliyle upuzun duvardaki bronz tabelaları gösteriyor. Friedrich ve Emma Gundert, Hermann ve Julie Gundert ve Marie Hesse-Gundert... Çok yaşlı kadının akrabaları! Hermann Hesse’nin 1902’de ölen annesi Marie Hesse, dedesiyle eşi ve annesinin dedesiyle eşi. Hesse’nin annesi, yaşlı mı yaşlı kadının dedesi Friedrich Gundert’in kız kardeşi oluyor! 1916’da vefat eden baba Johannes Hesse’nin mezarı ise Stuttgart’ın banliyösü Korntal’da. Yaşlı kadın az önce Karaormanlar kasabası şirin Calw’a tepeden bakan, pencerelerinden yeşil yamaçların göründüğü iki katlı villasının salonunda oturmuş çaylarımızı içerken anlatmıştı gençliğini, çok eskileri... Hermann Hesse’yi, Güney İsviçre’nin Tessin yöresindeki villasında tanımıştı. 1930’lu yıllardan başlayarak Montagnola’nın bir yamacındaki o eve sık sık gitmişti annesiyle. Aşağı bahçe kapısında yazardı, ziyaretçi kabul edilmez, diye. “Annem çalışma odasının kapısını açtığında Hermann Amca ayakta karşılardı bizi, kolları iki yana açık. Ben deneyimsiz bir genç kız, o ise dünyaca ünlü bir yazar... Kimi zaman, annemin hediyesi olan bir Bach plağını pikaba koyar, bakışlarını karşı yamaçlara dikerdi. O yıllarda resim yapmaya da başlamıştı.” Çay içilen salona girmeden önceki geniş holün duvarlarını bu Hesse tablolarından bazıları süslüyor. Hepsi de ekspresyonist, rengârenk ve özgürlük dolu tablolar. “1933’ten başlayarak Almanya’dan kaçan birçok dostuna yardımı esirgememişti. Çoğu kez elinde ne varsa onlara harcamış, başka ülkelere sığınmalarına destek olmuştu. Savaş yıllarında Almanya’da eserleri yasaklanıp, paralar suyunu çekmeye başlayınca kendini iyice tabloya vermiş, kazandıklarını da dostlarına harcamıştı. Bizlere yolladığı, Nazi sansüründen geçmiş mektupların ardı arkası hiç kesilmemişti.”

Yaşlı kadının anlattığına göre Hesse, en çok ablası Adele ile mektuplaşır, onunla sık sık dertleşirdi. Hesse’nin ablasına: “Annemizin sonsuz beğenisi ve çocuklarına olan sevgisiyle babamızın duygusal ahlak değerleridir bizleri bugünlere taşıyan” diye yazdığı mektubu, Korntal’da kız kardeşi Marulla ile yaşayan teyzesi Adele’nin ölümünden az önceki bir ziyaretlerinde onlara okumuş olduğunu bugünkü gibi anımsıyor. “Hesse o mektubunda, ‘Annemle babamın evinde birçok dünyanın ışığı bir araya gelmişti’ diyordu. Adele Teyze, kardeşi Hermann’ın ünlü olmasıyla övünürken, Marulla bundan rahatsız olurdu.”

Yaşlı kadın Bach hayranı dedesinin verdiği ev konserlerini çok iyi anımsıyor. Müziğe olan ilgisinin belki de o yıllardan kalma olduğunu söylüyor. Genç kızlığında konservatuvarda piyano öğrenmiş, konserlere katılmış, sayısız öğrenciye ders vermişti. Birkaç gün sonra Calw kilisesinde düzenlenen Bruckner senfonileri konserine katılacağı için şu sıralar piyanosunun başından ayrılmıyor. “Bu hafta her gün provamız var” diyor. Hermann Hesse’yle anne tarafından akraba olan yaşlı kadın 97 yaşında... Calw’den geçen Nagold ırmağının üzerindeki köprüde bronzdan Hesse, uzun boylu, elinde şapkası, gelip geçeni pek umursamıyor, gözlerini ötelere dikmiş, yeşil yamaçlara, ırmağın sularına... Haylazlık, avare gençlik yıllarında burada saatlerce durur, suların akışını seyrederdi, ördeklerin yüzüşünü, balık tutanları da... Kimi zaman o da atardı oltasını sulara. Küçük Hermann bu köprüde zaman öldürürken yaşıtları ya okula gider ya da çıraklık yapıp, bir meslek öğrenirdi. Kent insanlarının gözünde Johannes ile Marie Hesse’nin oğulları tembelin tekiydi, bir şey olacağı yoktu. Fakat o delikanlılık yıllarının deneyimlerini de hiç unutmamıştı. “İnsan olgunlaşırken gençleşir de” der Hesse. Eserlerinin ortak bir yanı vardır. Tümü de günümüz yaşam sorunlarını çözümlemede bireye gerekli olan yepyeni, geleceğe dönük sonsuz coşku ve tutkunun derin izlerini taşır. İnsanoğlunun, başka kültürlere saygı göstererek barış içinde yaşayabileceğini kanıtlar. Erich Maria Remarque, Stefan Zweig ve Heinrich Mann’la beraber savaş karşıtı Alman dili edebiyatı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Hermann Hesse’ye göre hasta ve haksızlık dolu bir dünyada yaşıyoruz. “Sevgi ve kardeşlik duygularının yokluğudur dünyamızı hasta eden.” 9 Ağustos 1962 günü yaşama veda eden Hesse’nin bize yol gösteren eserleri ve düşünceleri hâlâ güncel!

www.ahmet-arpad.de

29 Temmuz 2012

Onun Franz Joseph hayranlığı sonsuz

Cumhuriyet 29.07.2012
VİYANA
AHMET ARPAD


Balkonun büyük pencerelerinden vuran güneşin yakıcı ışığı ile uyandı. Saat on ikiyi geçmişti. Dışarıda güzel bir gün onu bekliyordu. Hemen kalkmadı. Düşüncelere daldı... Birkaç gün sonra Londra'nın güneyindeki güzel Bath kentinde yaşayan babası ziyaretine gelecekti. Yaşlı adam 1937'de ülkesini terk etmeye zorlanan anne ve babasıyla İngiltere'ye sığındığında 10 yaşındaydı. Orada yetişmiş, evlenip çoluk sahibi olmuştu. Yatağında keyif çatan adam İngiltere'de yaşayan ve yıllardır görmediği kız kardeşini de bir an düşündü. Anna, İngiltere'de kalırken o genç yaşında babasının doğmuş olduğu topraklara gelmiş, Viyana'ya yerleşmişti. Yataktan çıktı. Mutfağa gitti, kahve makinesinin düğmesine bastı. Ardından banyoya geçip soğuk bir duş aldı, kendine geldi. Az sonra Spittelberg semtindeki çatı katının geniş balkonunda oturmuş, Viyana ayaklarının altında güzel bir kahvaltı yapıyordu. Kentin bu tarihi semtinde yirmi yıldır yaşıyordu ve buradan ayrılmayı aklından geçirmiyordu. Osmanlı orduları 1683'teki İkinci Viyana kuşatmasında buralara kadar sokulmuş, fakat yine de kenti almayı başaramamış. Çok uzun yıllar varlıksız insanların yaşadığı, bundan 20-30 yıl öncesine kadar sokak kadınları ile ucuz barların doldurduğu sokaklarda bugün kibar insanlar dolaşıyor, küçük sanat galerileriyle, ilginç lokantalar semti süslüyor. Akşamüstüne doğru evden çıktı. Yokuş aşağı inip sanat müzesinin büyük avlusundan geçti, Ring Caddesi'ne çıktı. Tarihi ıhlamur ağaçlarının altında ağır ağır yürüdü. Yüzlerce ıhlamur çiçek açmıştı, geniş bulvar ne de güzel kokuyordu. Ring'de gezinen bazı yabancılar bu ağaçları çınar ağacı sanıyordu!

Gülümseyip yoluna devam etti. Kahramanlar Alanı'nı geçti. Hofburg Sarayı'nın önünde günün bu saatinde hâlâ binlerce turist vardı. Saat altıda işe başlayacağı için her zamanki gibi tanışlarıyla çene çalacağı Cafè Hawelka'ya bir uğrayacaktı. Geçen aralık ayında 100 yaşında vefat etmiş olan Bohemyalı kunduracı oğlu Leopold Hawelka ile eşi Josefine'yi çok iyi tanırdı. Dorotheer sokağında yetmiş yıl boyunca sahibi olduğu, savaşın ardından Viyana'nın çok sevilen bir edebiyatçılar, ressamlar ve gençler kahvehanesi kabul edilen Hawelka'yı artık oğlu Günter işletiyor.

İngiltere'de yaşadığı delikanlılık yıllarında dedesinden dinlemişti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde sürekli gelişen kente çoğu el sanatçısı ve tüccar olan Slavlar, Macarlar ile İtalyanlar, Polonyalılar ve Yahudiler akın etmişti. Bu insanlar kökenlerini hiç unutmamıştı. Dedesi çocukluğunda onların Viyana sokaklarında ulusal giysileriyle özgürce dolaştığını söylerdi. Varlıklı aileler evlerinde Bohemyalı hizmetçiler, Macar aşçılar ve Çek çocuk bakıcıları çalıştırırmış. Dedesinin, "Yaşlı Kayzer Franz Joseph'in Viyanası'nda yabancı unsurların bir araya gelip ortak bir kültür oluşturması için yeterince ‘bereketli toprak' vardı" dediğini de anımsadı Hawelka'nın kapısından içeri girerken. Az sonra her zamanki masasında oturmuş, 60 yıldır hiç değişmemiş eşyalara bakıp, acı kahvesini yudumlarken yine geçmişe gitti, monarşi yıllarını gözünün önüne getirdi. Dedesinin, "Viyana'da kişi bütün dünyanın havasını ciğerlerine çektiği duygusuna kapılır, belli bir dilin, ırkın, ulusun ve idealin baskısında olmadığını hisseder, özgürlüğünü yaşardı" sözlerini düşündü. Onun söylediğine göre insanlar dünün Viyanası'nda hüzünlü anları küçük bir şakayla hemen unutuverirdi.

Peki ya bugün? Viyana'ya yirmi yaşında gelmişti. Kent ve insanları son otuz yılda çok değişmişti. Fakat hiç değişmeyen bir şey vardı. Viyana yaşamı! Buradaki yaşam değil Avrupa'nın, Avusturya'nın bile başka bir kentinde yoktur. Viyanalı için opera, operet ve müzik hâlâ günlük politika kadar önemlidir. Belki de müziğe, tiyatroya, sanata olan bu ilgi Habsburg'ların politik alanda başarılar elde etmesini çok kez engellemişti? Saat altıya geliyordu. Şef garsonluk yaptığı ünlü lokanta pek uzakta değildi. Graben'de yürüdü. Köşeyi döndü. Lokantanın kapısından içeri girdi. Lokantanın barı eve gitmeden önce birer kadeh atıp sohbet eden sosyete beyleri ve hanımlarıyla doluydu. Hemen odasına geçti, üstünü değiştirdi. Bordo renk uzun ceketiyle, siyah pantolonunu, yeşil ipekten yeleğini giydi. Gür bıyıklarına karışan uzun favorilerini de bir güzel taradı. Aynaya göz attı. Gülümsedi. Şimdi nasıl da Kayzer Franz Josef'i andırıyordu! Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na 68 yıl boyunca hükmetmiş bu Kayzer'e olan hayranlığı sonsuzdu...

www.ahmet-arpad.de

15 Temmuz 2012

Kara para aklama cenneti

Cumhuriyet 15.07.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD
 

Stuttgart’tan tanıdığım, son yirmi yıldır Baden-Baden’de yaşayan Wolfgang ile arada sırada hâlâ görüşürüz. Bu kez buluşma yerimiz şifalı kaplıcaları, tarihi kumarhanesi, at yarışları, ender güzellikteki köşkleri, villaları, şık dükkânları, beş yıldızlı otelleri, parkları ve tiyatrosuyla ünlü Baden-Baden. Bu küçük Karaormanlar kenti için “Rusya dışındaki tek Rus kenti” diyenler var! Kimler gelmemiş, şifalı sularına, at yarışlarına ve ünlü kumarhanesine bu şirin kentin! Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Turgenyev... Rusların Baden-Baden sevgisi Çar Aleksander’in 1793’te bu yöreli Luise ile evlenmesiyle başlamış ve aralıksız sürmüş. Daha o yüzyılda yeşillerin ortasında köşkler, villalar satın almışlar. Bugün de değişen pek bir şey yok. Özelikle son yirmi yılda Rusya ve kimi eski Demir Perde ülkesinde mantar gibi biten yeni zenginler kazançlarını (!) yurtdışına taşırken Baden-Baden ve çevresine de büyük emlak yatırımları yapmışlar... Oos ırmağı kıyısındaki küçük kentin yamaçlarını dolduran çoğu tarihi villa çoktan el değiştirmiş, Almanlardan Ruslara geçmiş. Irmak kıyısında yürürken Wolfgang: “Rusların 2000’li yıllarda tam 32 tarihi villayı satın aldığı biliniyor” diyor. “Buna tabii sayısız lüks apartman katını da eklemek gerekir.”

Baden-Baden yakınlarındaki tarihi Rodeck Sarayı bundan birkaç yıl önce Ukraynalı milyoner Kozitzki’nin eline geçmiş. Bir gazeteye gururla anlattığına göre çocukluğunda ucuza aldığı çikletleri sokakta yaşıtlarına pahalıya satarak iş hayatına atılmış! Ukraynalı multimilyoner İgor Bakay ile evli kızı, eski Ukrayna güzellik kraliçesi Natalya da ünlü Gründig villasının sahibi. Baden-Baden’e tepeden bakan, kapısından herkesin içeri giremediği lüksün lüksü Bühlerhöhe saray-otelinin önemli ortaklarından biri yine Kozitzki’nin kızı Natalya! Ancak bu yatırımlara akan paranın babayla kızından değil, damat Bakay’dan geldiği fısıldanıyor. Der Spiegel dergisinin yazdığına göre 2000 yılına kadar Ukrayna devlet gaz şirketi Naftogaz’ın baş sorumlusu olan Bakay 2004’te Moskova’ya kaçarken yüklü bir serveti de beraberinde götürmüş. Der Spiegel’in haberinde şimdiki Başbakan Azarov’un şu açıklaması dikkati çekici: “Ben ona bütün evrakları yok etmesini söyledim... Kanımca 100 milyon doları cebine attı...” Şimdi bu paranın bir kısmı mutlaka Baden-Baden’deki saray ve villalarda yatıyor!

Alman televizyon kanalı ZDF’nin politik ve toplumsal olaylara eleştirisel bakan Frontal 21 adlı programı da bir süre önce yayımladığı “Baden-Baden’de Kara Para” çalışması ile bu küçük Karaormanlar kentinde uzun yıllardır dönen oyunlara el atmıştı. Buraya akan kara paranın kaynağı ile pek ilgilenen yok gibi. Frontal 21’e göre: “Yetkililer çok gevşek davranıyor... Sanki emlakçılar noterler ve bankalar el ele... Yerel politikacıların da sesi çıkmıyor!” Eğer gerçekse birileri en az 100 milyon doları bu küçük kentin emlaklarına yatırmış. Bugün Baden-Baden’de adım başında bir Rusa rastlamak çok olağan. Tarihi sokaklarda gezinirken, lokanlarda yemek yerken, café’lerde otururken, Friedrichsbad ve Caralla kaplıcalarının sağlıklı sularında keyiflenirken, kumarhanenin karşısındaki kuyumcu vitrinlerine ağzı açık bakarken, mağazalarında alışveriş yapmadan gezinirken hep onlar karşınıza çıkıyor... Oos kıyısındaki Karaormanlar kentine Rusya’dan sık sık ünlü opera ve bale sanatçıları da geliyor. Gösterileri hep kapalı gişe! Baden-Baden’e gelip de Alman medya patronu Burda’nın dev sanat galerisindeki birbirinden ilginç sergileri, Fabergé müzesindeki Çar III. Aleksander döneminden kalma altın, pırlanta ve elmasla süslü mücevher yumurtaları görmeden dönmek doğru olmaz.

Buradan Stuttgart’a ne götüreyim diye düşünürken, Wolfgang “İsviçre çikolatası götür!” deyiveriyor. “Ünlü Laederach kısa süre önce Baden-Baden şubesini açtı.” Bu öneriye karşı çıkılır mı? Az sonra kasada bir avuç praline 9 Avro öderken neredeyse utanıyorum. Önümdeki iki Rus sarışını onun yirmi katını kasaya bırakmıştı!

www.ahmet-arpad.de

14 Haziran 2012

Remarque militarizm karşıtı bir yazardı

TARAF, Kitap Eki, 14 Haziran 2012
AHMET ARPAD

Erich Maria Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ve Dönüş Yolu adlı kitapları Burhan Arpad çevirisiyle Everest Yayınları tarafından yeniden yayımlandı

22 Haziran 1898 günü Almanya'nın Osnabrück kentinde Peter Remark adında bir basımevi ustasmın oğlu olarak dünyaya gelir.17.yüzyılda Fransa'da büyük ihtilal sırasında katoliklere yapılan baskılar nedeniyle Almanya'ya göçetmiş olan ataları ,'Remarque'diye yazdıkları soyadlarını Almancalaştırmışlardı.İlkokuldan sonra Katolik papazöğretmen okuluna verilen Erich zeki ve yetenekliydi.sınıfının en iyi öğrencüeri arasındaydı. Daha okul yıllarında Jack London, Franz Werfel, Rilke, Nietzche, Balzac, Flaubert, Stendal, Marcel Proust gibi ünlüleri eserlerine merak sarmıştı.19161918 yıllarım çoğu sımf arkadaşıyla cephede geçiren Erich Remark'ın genel kültürünü genişletmeye karşı sonsuz bir eğüimi vardı.Savaşm ardından öğretmen diploması alan Remark'ın görevine.kızıl ayaklanmalara katıldığı gerekçesiyle son verilir.1920'den sonraki yıllarda çeşitli mesleklerde şansını deneyen genç Remark sonunda büyük bir Batı Cephesinde Veqi tir.ey Vol.lastik fabrikasının reklam ve yayın işleri görevini üstlenir.Yaşamında yeni başlangıç sayılan bu dönemde Erich Remark adını bırakır ve Erich Maria Remarque olur.

Çağımın bir belgesidir 
Hiçbir yaymanın basmak istemediği Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanı 1929 yılında Ullstein yayınevi tarafından basılır ve ilk günden itibaren rekora koşar.Sadece Almanya'da altı ayda yanm milyon.bir yılda bir milyon satar.kısa sürede birçok yabancı dile de çevrilir.Remarque'ın." Çağımın bir belgesidir." dediği Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok bir lise öğrencisinin Birinci Dünya Savaşı'nda cephede yaşadıklannı ve izlenimlerini anlatır.Daha aradan.yıl geçmeden piyasaya çıkan ikinci romanı Dönüş Yolıf da Remarque'ın adı çevresinde sürüp giden tartışmalann ve çekişmelerin hızlanmasına neden olur.Bu roman Batı Cephesinden Yeni Bir Şey Yok dan anlatım bakımından daha da güçlü bir üründür.Ancak.yıllar Alman toplumunda tedirginliklerin iyice armaya başladı bir süreçtir.Sosyal demokratlara.komünistlere ve tüm aydınlara baskı yapmaya başlanmıştır.1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle toplum karışır.on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür.O günlerde ünlü yazar Joseph Roth.yü Zweig'a şöyle yazar." Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum.Edebiyat yaşamımız yok olacak..." Aradan daha birkaç ay geçmeden kitaplar yakılır.kültür insanlan Almanya'yı terk etmeye başlar.Ar alarmda Remarque.Marx.Freud.Hesse.Zweig ve Mann da vardır.Savaşlardan ve militarizmden nefret eden bu yazarlara Naziler kin beslemektedir.10 Mayıs 1933 tarihinde Berlin Üniversitesi önündeki alanda ateşe atılan binlerce kitap arasında Remarque'ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ve Dönüş Yolu romanlan da vardı.

Hemingway'in etkisinde 
Romanlan arasında teknik.anlatım ve düşün yanı bakımından.Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok eserini aşanlar olmuştur.özellikle Amerika'ya yerleştikten sonra Hemingway'in etkisinde kalması.roman yazarlığı tekniğini geliştirmesine yol açmıştır.Fakat., edebiyat tarihçileri ve geniş okuryığınlan için her zaman." Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok yazan.olarak kaldı.20.yüzyıl Alman edebiyat çevreleri ünlü yazarın romanlanna çoğu kez mesafeli durmuş.onlan küçümsemiştir.Onu büyük bir Alman romancısı olarak övenler daha çok yabana edebiyat tenkitçileridir.Ünlü yazann." Ülkemiz yazarlan eserlerinde bir düşün uğrunda açıkça yan tutabilmek için gerekli yüreklilikten yoksunlar.sözleri üzerinde durulması gereken bir görüştür." Okurların.basının ya da iş başındakilerin hoşuna gitmemekten.sevilmemekten korkuyorlar.Bundan yanlış bir tutum olamaz..."

Yüzleşmek gerekir 
Remarque çağdaş Alman edebiyatının en çok okunan.en çok övülen ve en çok yıpratılmak istenen yazandır.Romanlan hem çok okunmuş.hem de sık sık yasaklanmıştır.Yazdıklan 1933-1945 arasında Almanya ve İtalya'da basılamamış.1949 1953 arasında Sovyetler Birliği ve tüm demirperde ülkeleri de Remarque'a yasak getirmiştir.Bütün bu yasaklann nedeni antimilitarist ve antifaşist görüşleriyle milyonlann beğenisini kazanması olabilir.Remarque savaş sonrası Almanyası'ndan şöyle sözeder." Kaygılıyım.Eski Nazi ruhuna şurada burada.tektükde olsa rastlanıyor.Uyanık olmak.dikkatle izlemek gerekiyor... Bugün ülkede iktisat, politika ve hukuk alanlarında önemli yerlerde eski Nazilerin bulunmasına da aklım ermiyor. Bu gibiler beni rahatsız ediyor. Eski pislikler örtmekle yok edilmez..." Remarque'a göre genç neslin de ana babalannın bir zamanlar ne suçlar işlediğini çok iyi öğrenmesi gerekir.

Savaşa karşı savaş açtı
 Bu yürekli sözleri söylediğinden sekiz yıl sonra öldü.72 yaşındaydı. Ardında 11 roman, bir tiyatro oyunu ve 20.yüzyıl Alman edebiyatında hiç bir yazann ulaşamadığı büyük bir ün bırakmıştı. Eserleri 45 dile çevrilmiş olan Remarque tüm romanlarında kanlı savaşlardan ve bu savaşlara neden olan politikacılardan söz eder.Amaa küçük insanın militaristlerin gerçek yüzünü görmesi ve barışın kutsallığım kavramasıdır.O.banş dolu bir dünya gerçekleşsin ister.Savaşa karşı sadece kalemiyle ömrü boyunca savaştı.militarizmin her biçimini eleştirdi.şu ya da bu çıkarcılar adına kimi politikacıların sinsi plânlarla insanlan boğazlamasını bütün yürekliliğiyle yerdi.Remarque'a göre insanlar arasında gerçek banş.savaşların her çeşidinin kötülenmesi.savaşın insanlık için en büyük yüzkarası olduğunun yığınlara anlatılmasıyla gerçekleşebilir.Remarque.sorumluluğunu bilen namuslu bir yazar olarak bu görevi yerine getirdi.Savaşa karşı savaş açmış dünya yazarlan arasında Erich Maria Remarque'ın hâlâ ayn bir yeri var...

10 Haziran 2012

İnatçı ve tutarlı bir avukat

Cumhuriyet 10.06.2012
 
STUTTGART
AHMET ARPAD


1975 yılında başlayan ve savaş sonrası Almanyası'nın en önemli davası olarak tarihe geçen Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) davasında örgütün en önemli kişileri sayılan Andreas Baader, Ulrike Meinhof ve Gudrun Ensslin yargılanır. Stuttgart-Stammheim Hapishanesi'nin özel salonunda başlayan ve iki yıl süren davaya savunma avukatı olarak tayin edilenlerden biri de Manfred Künzel'dir. Kısa süre önce 80 yaşına basmasına karşın mesleğinden elini çekmemiş olan Künzel ile Stuttgart'ın kasabalarından Waiblingen'deki bürosunda sohbet ediyoruz.

Kendini "şehir gerillası" olarak tanıtan, hükümetlerin gözünde ise bir terörist örgüt olmakla suçlanan Kızıl Ordu Fraksiyonu 1968 gençlik hareketlerinin ardından kurulmuştu. 1970'li yıllarda antikapitalist mücadele uğruna öldürdükleri arasında ülkenin ünlü işadamları, bankerleri, diplomatları, yargıçları da vardı! Öldürme ve bombalama girişimlerini Almanya dışında da gerçekleştirmekten kaçınmadılar. Avukat Manfred Künzel, 1975'te Stuttgart'ta başlayan ve 20. yüzyıl Almanyası'nın en gergin ve çekişmeli ceza davası olarak kabul edilen RAF davasının başyargıcı Theodor Prinzing'e bir süre sonra davadan el çektirilmesinde çok önemli bir rol oynar. Davalar sürerken Prinzing'in hatası, temyiz için yetkili federal yargıç ile bir ön görüşme yapmış olmasıydı. Bu gizli görüşmeyi öğrenen Künzel yargıcın bağımsız olmadığını öne sürer ve davadan çektirilmesini talep eder. Bir süre önce avukatlık stajını Prinzing'in yazıhanesinde yapmış olan Künzel için bu hiç de kolay bir girişim olmamıştır. Ancak bu yürekli girişimi onu Almanya çapında üne kavuşturur. "Bu olaya kadar beni ve diğer avukat arkadaşları kabullenmeyen, bizlerle görüşmeye bile karşı çıkan ‘Sizler domuzsunuz, faşizmin aletlerisiniz' diyen Baader, Meinhof ve Ensslin, yargıç Prinzing'e davadan el çektirilmesinin ardından bizlere güven duymaya başlamıştı."

Mesleğinde inatçı ve de tutarlı bir avukat olarak tanınan Künzel son elli yılda kaç davaya girip çıkmış olduğunu tabii elli yıl sonra anımsamıyor. "Fakat anımsadığım kimi dava vardı ki, acaba karşı taraf kötülüğe mutlaka kötülükle karşılık vermek, suçu işlemiş olandan hınç almak mı istiyor, diye düşünmeden edememiştim." Ona göre günümüz Almanyası'nda hukuk ve yasalar bundan 40-50 yıl öncesine göre daha liberal. "1960'lı yıllarda yükseköğrenim yaptığım Tübingen ve Münih üniversitelerinde görevli eski Nazi doçentler vardı!" Meslektaşları arasında "çok yontulmuş bir avukat" olarak kabul edilen Künzel dava sırasındaki savunma taktiği ve sağlam kanıtlarla dolu konuşmalarıyla ün yapmıştır. Bir davada yaptığı savunmanın ardından yargıç kadın: "Konuşmanız güzeldi, ancak vekili olduğunuz kişiyi yine de mahkûm edeceğim" demiş. Mesleği boyunca öyle davalara girmiş ki, kimi dosya önüne geldiğinde yargıcın düşmüş olduğu notları görünce davanın nasıl sonuçlanacağını önceden tahmin etmesi pek zor olmamış. Ona göre bir avukatın üstlendiği davada vekilinin haklarını inançla koruması çok önemlidir. Dava konusunun otomobil kazası veya cinayet olması ikinci planda kalır. Sohbetimizin sonunda büyük yazıhanenin girişini ve uzun koridorlarını süsleyen tablolar ilgimi çekiyor. "Dostum Gerhard Hezel'in," diyor yaşlı adam. "Yaşadığı döneme eleştirisel bakan bir sanatçı, gerçeküstü bir ressam." Duvarlardaki büyük boy tablolar kimi mesaj içeriyor, bakan kişiyi düşündürüyor. Toplumsal eleştiri ve kara mizah içeren çoğu eserin karşısında insan uzun uzun duruyor.

2011 Van depreminin ardından Waiblingen'deki tanışı Türklerle beraber çabucak "Dostlar Dostlara Yardım Ediyor" adlı derneği kuran avukat Künzel toplanan yardımların depremzedelere doğrudan ulaştırılmasını sağlamış.

13 Mayıs 2012

Hakem görme engelli değil!

Cumhuriyet 13.05.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD

Sahanın kenarında duran antrenör bağırıyor: "Vedat sağa iki metre! Top şimdi senin!" Vedat adamın dediğini yapıyor. İçinde ziller olan top ayaklarına dokunuyor. İlerliyor, birkaç adım, karşısına çıkan rakip oyuncuyla çarpışıyor, fakat yoluna devam ediyor. Kalenin arkasında duran kadın da bir şeyler sesleniyor. Vedat bu kez başka bir oyuncuyla çarpışıyor. Fakat o kendi takımından. Antrenör: "Yürü, devam, üç metre!" diye bağırıyor. "Şuuut!" Vedat topa bütün gücüyle vuruyor. Top direkte patlıyor. Gol olmuyor. Vedat saçını başını yoluyor... Seyirciler coşkuyla alkışlıyor.

Vedat Sarıkaya Almanya Görme Engelliler Futbol Takımı’nın en golcü oyuncusu. Stuttgart MTV spor kulübünde oynuyor. Gelsenkirchen takımıyla yaptıkları lig maçını 4-0 kazandılar, iki gol Vedat’tan geldi. Antrenörü Ulrich Pfisterer aynı zamanda milli takım antrenörü de. Birkaç kez Türkiye’ye antrenör yetiştirme seminerleri nedeniyle gitmiş olduğunu anlatıyor. "Ülkenizde görme engelliler futboluna Almanya’dan daha çok ilgi gösteriliyor. Daha çok oyuncu, daha çok takımda oynuyor. Türkiye’de bizdeki kadar para sorunu yok..." MTV kulübünün orman içindeki küçük sahasının çevresinde 300 izleyici toplanmış. Herkes sessiz, bağırıp çağırmak yok, çünkü oyuncular topun ve birbirlerinin sesini duymak zorunda! Bu sporda top kontrölü, kısa paslar, sert şut başarılı olmak için önemli faktörler. Birbirini göremeyen sporcular sık sık çarpıştıkları için de sağlam bir vücut yapısına sahip olmaları kaçınılmaz.

İki hakemle, iki kaleci tabii görme engelli değil. Gazetecilerin yanı sıra yerel bir TV kanalı da bu maça ilgi gösteriyor. Engelli insanların spor aracılığı ile özgüvenlerini kazanması ve dışlanmadan toplum ortak yaşamında yer alması, üretken olması çok önemli. "O bana özgürlüğümü veriyor, çünkü Bruno benim en iyi dostum!" Bu sözler otuzuna yaklaşmış görme engelli bir kadının. Tanıyorum onu. Bizden bir cadde aşağıda oturuyor. Bruno labrador cinsi bir köpek ve bu kadına yanılmıyorsam on yıldır sürekli eşlik ediyor. Bruno ile karşıdaki ormana gezmeye giderken rastlıyorum, arada sırada da otobüste. Bugün de görme engellilerin maçlarına gelmişler. Kadın Bruno ile bir kenarda oturuyor, görme engelli olmayan kocası da ilgiyle top koşturanları izliyor. Onunla kimi zaman sokakta yolda karşılaşıyoruz, fakat hiç konuşmuş değiliz. Selam verip yanına gidiyorum. Amacım Bruno ile ilgili bazı şeyler sormak. Top oynayanları seyrederken sohbetimiz çabucak koyulaşıyor. Bütün gün evde oturmak istemeyen genç görme engelli eşine bir köpek almaya karar verdiklerinde Bavreya’daki bir özel okulda rastladıkları Bruno’da karar kılmaları hiç de zor olmamış. O günlerde bir yaşında olan köpekle eşinin birbirleriyle kolay anlaşması, ailenin üye olduğu sağlık sigortasının yirmi bin Avro’yu ödemeyi üstlenmesinde önemli bir rol oynamış. Bruno ile yedi aylık ortak eğitimin sonunda labrabor cinsi köpek kendine söylenen tam kırk komutu kavrayıp öğrenmiş. "O uysal, zeki, soğukkanlı, kendine güvenen, kolay öğrenen bir köpek" diye görme engelli kadın konuşuyor ve ayaklarının dibine uzanmış Bruno’yu okşuyor. Kocası da gülümsüyor: "O sokağa çıktıkları andan itibaren eşime yardımcı olması gerektiğinin bilincinde" diyor.

Görme engelliler için ilk köpekler 1915 yılında Almanya’nın Potsdam kentinde kurulan bir okulda yetiştirilmiş. Bu okuldan "mezun" olan köpekler dünya savaşında gözlerini yitiren askerlere günlük yaşamlarını kolaylaştırmış. Eğitilmiş köpekler görme engellilerin yaşamlarında belki de en önemli yardımcıları. Çünkü onlar görmeyenin gözü! Vedat’a oyundan sonra soruyorum: "Daha ne kadar oynamak istiyorsun?" Gülerek: "Elli yaşına kadar!" diyor. Yanında durmakta olan antrenörü Ulrich Pfisterer de: "Niçin olmasın..." diye ona destek veriyor.

www.ahmet-arpad.de

22 Nisan 2012

Amerikalıların kucağındaki soylu Nazi

Cumhuriyet 22.04.2012
STUTTGART 
AHMET ARPAD

1911 yılında çift kanatlı uçaklarla uçmuş olan ünlü bilim adamı Wilhelm Hoff Alman havacılık sanayisinin öncülerindendir. Makine mühendisi olarak Strasbourg Üniversitesi’ni bitiren Hoff, 1910 yılında pilot brövesi takmaya hak kazanan ilk bilim adamlarından biridir de. Zamanla uçak yapım tasarımcısı olarak ünlenen bilim adamı uçuş sırasındaki ölçümlerin uçakların geliştirilmesinde ve yapımında çok önemli olduğuna inanırdı. 1912 yılında kurulan Alman Havacılık Deneme Enstitüsü’nün başına getirilen Hoff, Berlin Teknik Üniversitesi’nde verdiği derslerle de sayısız öğrenci yetiştirmiştir.

1930’lu yıllara girildiğinde Almanya’da silahlanma gittikçe önemli bir rol oynamaya başlar. Aynı süreçte Wernher von Braun adında roket teknolojisine meraklı yirmi yaşında genç bir baron adını duyurmaya başlar. Aradan iki yıl geçmeden “sıvı yakıtlı roketler” üzerine yaptığı doktora çalışması Hitler hükümetinin çok ilgisini çeker. Üzerine “çok gizli” damgası vurulan dosyaya el konur. Baron Braun’u artık doruğa giden bir gelecek beklemektedir. Bu süreçte kimi zaman Profesör Wilhelm Hoff’la da bazı ortak çalışmalar yapar. Ancak Hoff savaş yaklaşırken kendini enstitüdeki görevinden iyice çekerken soylu Braun, Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olur, SS askeri birliklerine de katılır. Naziler bu arada savaş uçakları ve roket teknolojisinin gelişmesi uğruna 20 milyon Rayh Mark’ını gözden çıkarmıştır. Braun’un kurduğu araştırma merkezlerinde on bin insan çalıştırılmaktadır. Savaş başladığında Hitler’in gözünde baronun önemi daha da artar. Aradan iki yıl geçtikten sonra Braun’un planlarına uygun olarak yapılan dünyanın en büyük sıvı yakıtlı roketi, 13 ton ağırlığındaki, 14 metre yüksekliğindeki Aggregat A4 başarıyla havalanır. Bu dâhice buluşa hayran kalan Hitler’in emriyle 31 yaşındaki Braun’a profesörlük unvanı verilir.

Genç soylu artık Alman roket sanayisinin başındadır. Aynı günlerde Hoff ise iyice içine kapanmıştır. Avrupa’daki savaşın ve silah yapımındaki gelişmelerin insanları felakete sürükleyeceğine inanan ünlü bilim adamı, Berlin’in Müggel Gölü kıyısındaki evinden pek dışarı çıkmamaktadır. O sıralar Braun’un yeni bir buluşu Avrupa’yı ayağa kaldırır. Efsanevi V2 roketleriyle Londra ve Antverpen’e yapılan saldırılarda sekiz bin insan yaşamını yitirir. Hitler’in emriyle V2’lerin seri yapımına geçilir. Fabrikalarda ve yeraltı deneme merkezlerinde savaş esirleri çalıştırılır, binlercesi yaşamını buralarda yitirir... Ancak tüm silahlanmaya karşın Hitler Almanyası’nın savaşı yitireceği, 1945 yılına girildiğinde belli olur. Müttefik orduları doğudan ve batıdan saldırıya geçerler. Şubat ayında sevgilisi Eva Braun’u yanına alan Hitler Berlin’deki yeraltı sığınağına girer ve savaşı oradan yönetmeye çabalar. Nisanın ilk haftalarında Ruslar başkent Berlin’i abluka altına alırlar. Kellesini kurtarmak isteyen koyu Nazi bilim adamı, soylu Braun gizlice Münih’e kaçar. O sıralar Bavyera’ya girmiş olan Amerikalılar Nazi Braun’a hemen kucak açarlar.

O günlerde Profesör Hoff ise kızını, kucağında yeni doğmuş bebeği ile Berlin’i terk eden en son trenlerden birine bindirerek Güney Almanya’ya kaçırtır. Genç anne ve Hoff’un iki aylık torunu Stuttgart yakınlardaki Ellwangen’de bir köylü ailenin yanına sığınırlar. Aynı günlerde Amerikalılar pakladıkları koyu Nazi Braun’u gizlice ülkelerine yollarlar, Thürigen’deki roket araştırma merkezinden tonlarca sayısız malzeme ve gizli belgeyi de gemiyle Atlantik ötesine kaçırırlar. Kendini yıllarca adam öldürmek isteyen Nazilere “satmış” olan Braun, bu kez aynı amacı güden Amerikalıların kucağına oturmuştur. Yeni dünyanın patronu olmayı hedefleyen Yankee’ler Braun’un ardından, Nazilere hizmet etmiş 126 roket uzmanını da Amerika’ya alırlar! Eski Hitlerci, yeni Amerikalı Braun bu ülkede kısa menzilli atom bombalarını geliştirir, kıtalararası balistik füze programlarında da çok önemli bir rol oynar. Apollo projesinde yer alan Saturn roketi de onun tarafından tasarlanmıştır. Ellwangen’de bir köylünün yanına sığınmış olan genç kadın üç ay boyunca hiç haber alamaz babaevinden. Temmuz 1945’te gelen resmi bir mektupta, Wilhelm Hoff ve eşinin 15 Nisan’da yaşamlarına son verdiği yazmaktadır. Karı koca Hoff’lar kıyısında oturdukları Müggel Gölü’nün sularına bırakmışlardır kendilerini.

Yaşlı kadınla kızının Stuttgart’taki sohbetimizde söylediğine göre, Wilhelm Hoff ne Rusların ne de Amerikalıların eline düşmek istiyordu. “Hitler’e hizmet etmemiş olan babam, savaşın ardından da başkalarının emrinde silah yapımında çalıştırılmaktan korkmuştu” dedi çok yaşlı kızı. “Soylu Braun ise pek hırslıydı, o hep kazananın yanında yer almak isterdi.” Yaşasaydı 23 Mart’ta yüz yaşına basacaktı Wernher von Braun...

www.ahmet-arpad.de

1 Nisan 2012

Yanlış beslenme ve kanser

Cumhuriyet 01.04.2012 
STUTTGART
AHMET ARPAD


İlkyaz insanoğlunun canına can katıyor! Kışın geride kalıp güneşin kendini daha çok göstermesiyle, havaların ısınmaya başlayıp doğanın canlanmasıyla insan yeniden doğmuş gibi oluyor! Her yıl bu haftalarda kendisini tam otuz yıldır tanıdığım doktoruma gidip bir görünüyorum, baştan aşağı bir denetimden geçiyorum. Bu bir “teknik bakım” tam anlamıyla! Tepeden tırnağa, içten dıştan... Doktora gitmek için hasta olmayı beklemeye gerek yok. Hele onlarca yıl çalışan “makine” eskimeye başlayınca “check-up”lar sıklaşıyor, erken tanının önemi artıyor. Bu nedenle son on beş yılda mart ayının birkaç gününü değişik muayenelere ayırmak gerekiyor. Bu yıl da her zamanki değişik kontrollerle testlerin ardından görüşmek üzere doktorun karşısına oturdum. Yardımcısının masasına koyduğu dosyadaki bir sürü kâğıda ve grafiğe uzun uzun baktıktan sonra başını kaldırıp gülümsedi ve her yıl söylediğini tekrarladı: “Yaşınıza göre iyi sayılırsınız! Her şey yolunda.” Ve ben tam rahatlamış doktora veda etmeye hazırlanırken; “Sizinle konuşmak istediğim bir şey daha var!” dedi. Bu kez gülümsemiyordu. Ciddileşmişti nedense. “Hayrola?” diye sordum, biraz meraklı, biraz da ürkek. “Merak etmeyin, pek sizinle ilgili değil” dedi. Gülümsemesi yüzüne geri gelmişti. “Bu yıl da kalın bağırsak kanseri ile ilgili bir kampanya başlattık da... Elli yaş üzeri bütün hastalarımızın dikkatini bu ölümcül hastalığa çekiyoruz. Sizde yapılan testlerde herhangi bir şey görülmedi, fakat bir de kolonoskopiyle yapalım. Ne dersiniz?”

Günümüz Almanya’sında çoğu insan sağdan soldan aldığı abur cuburla ayaküstü karın doyuruyor. Genci yaşlısı, zengini fakiri, kadını erkeği, sokakta, trende, otobüste, tramvayda, metroda bir şeyler yiyip içiyor. Son yıllarda kıyıntı büfelerinin sayısının gittikçe artması da dikkat çekici. Yanlış beslenen toplumu yakın gelecekte değişik hastalıklar bekliyor. Bu hastalıkların başında da bağırsak kanseri geliyor! Yorgunluk, iştihsazlık, kilo verme, dışkıda kan, kabızlık gibi belirtilerle başlayan bu hastalığa yakalanmamamın tek yolu doktorumun da söylediği gibi belli dönemlerde yapılan testler. Almanya’da yapılan açıklamalara göre bağırsak kanserine yakalanma riski (en çok da erkeklerde) 40 yaşından başlayarak her on yılda bir ikiye katlanıyor! Tarama testindeki erken tanıyla eski sağlığına kavuşma şansı yüzde doksan, hastalık ilerledikten sonra bu şans yüzde kırka düşüyor. Hastada bu kanser tespit edildiğinde bağırsakta tümörlü olan parça –kimi zaman 30 santime kadar– ameliyatla alınıyor. Doktorum sohbete dönen konuşma sırasında büyük medya patronu Burda’nın bu amaçla 2001 yılında kurmuş olduğu büyük vakfa da dikkatimi çekiyor.

Bu ölümcül hastalığın nedenlerine gelince, en büyük tehlike günümüz insanlarının yanlış beslenmesinde yatıyor! Beslenme alışkanlığının giderek endüstriyel gıda maddelerine kayması bağırsak kanseri riskini arttırıyor. Alkollü içkiler, sigara, çok kırmızı et, yağlı yemekler, fast-food, düzensiz beslenme ve az hareketli bir yaşam bu ölümcül hastalığın başlıca nedenleri. Az lifli besin maddeleriyle bol sebzeyi, baklagilleri, bol meyveyi ve kepekli unla yapılmış yiyecekleri tüketenlerin, kırmızı et yerine tavuk ve balık etini yeğleyenlerin ve de bunu ömür boyu yapmış olanların kalın bağırsak kanserine yakalanmaları hemen hemen mümkün değil! “Ben onlarca yıldır hep böyle besleniyorum, yine de mi kolonoskopik test?” diye soruyorum. “Biliyorum” oluyor yanıtı, “fakat yine de bir düşünün derim!” Yakındaki Mannheim’da ilginç bir sergi var: “Beslenmenin Endüstrileşmesi”... Bir gidip görmeli!

Almanya’da her yıl yetmiş üç bin insan kalın bağırsak kanserinden ölüyor!

www.ahmet-arpad.de

18 Mart 2012

Cadillac ile adam kaçıranlar

Cumhuriyet 18.03.2012
STUTTGART
AHMET ARPAD


Ben Burkhart Veigel, 1961 yılında genç bir üniversite öğrencisiydim, Berlin Hür Üniversitesi’nde okuyordum. Ağustos ayında Yunanistan’a yaptığım bir geziden döndüğümde kenti kuzeyden güneye bir duvarın böldüğünü gördüm. Doğu Almanyalı arkadaşlarım da ortadan kaybolmuştu, daha doğrusu duvarın öteki yanında kalmışlardı. Kısa süre sonra kendimi Doğu’dan Batı’ya insan kaçırmak amacıyla oluşturulan bir grubun içinde buluverdim. Üniversiteyi bitirdim, doktorluk mesleğine atıldım, fakat çok tehlikeli o “yan uğraşımı” hep sürdürdüm. Öteki yanda kalmış olanlar 1960’lı yıllarda kaçmak için daha çok Berlin Duvarı’ndaki sınır kapılarını kullanıyordu. Bizim görevimiz onları bir araya getirmek, sahte kimlik temin etmek ve kaçış planını uygulamaktı. Doğu’daki Friedrich Caddesi ile Batı’daki Lehrter veya Tiergarten arasında çalışan metro sahte kimlikle kaçmak isteyenler için uygundu. Kanalizasyonları kullananlar vardı, her iki tarafta duvara yakın binaların altına kazılan tünelleri de.

İlk zamanlar, Berlin’deki üniversite arkadaşlarımız arasında Batı’ya kaçmak isteyene çok benzeyen birini bulduk mu, pasaportunu bize iki, üç saatliğine, tabii para karşılığı ödünç vermesini rica ediyorduk. Batı’daki insanların duvara çok öfkeli olduğu o yıllarda hiçbir üniversiteli bu ricamızı reddetmiyordu. Ancak bir zaman sonra bu yöntem zorlaşınca sahte pasaportlar yapmaya başladık. Uygun vesikalık fotoğraflarla sahte mühürler kullandık. Bu pasaportlar aracılar tarafından Doğu’ya sızdırılıyordu. Bunu yapanlardan biri de bendim. Ben ayrıca kaçışın planlandığı gün karşıya geçiyor, o gün kaçacaklarla ayrı ayrı görüşüyordum. Çünkü sınır kapısında nasıl davranacakları, ne söyleyecekleri çok önemliydi. Sonra o kişiyi uzaktan takip ediyor, başardığını gördükten sonra da geri dönüp diğerine eşlik ediyordum. Bu kişilerin kaçış öncesi ve sonrası birbirlerini tanımamalarına dikkat ediyorduk. Bir gecede ortalama altı kişi özgürlüğüne kavuşuyordu! 1970’li yıllara girdiğimizde Batı’ya kaçmak isteyenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Değişik bir yöntem uyguladık, 15 yıllık kocaman bir Cadillac satın aldık. Araç o kadar büyüktü ki, armatürün altındaki geniş bölmeye bile adam saklayabiliyorduk. Ancak birkaç seferin ardından araçta tufak tefek değişiklikler yapmak gerekiyordu. Kimi zaman kapılar değişiyordu, kimi zaman da motor kapağı. Hatta birkaç kez de boyası yenilenmişti.

Ulbricht’ın Demokratik Almanyası’na sırtını dönenler sadece Berlin yolunu yeğlemiyordu. Bazı dönemlerde Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye güzergâhını da denedik. On küsur yıl içinde tam 650 Doğu Alman’ı özgürlüğüne kavuşturduk. Yaptığımız tehlikesiz değildi. Karşı taraf polisinin aramıza “köstebek” sokmuş olduğunu biliyorduk. Sonraki yıllarımı Stuttgart’ta ortopedi uzmanı olarak geçirdim. Emekliliğimin ardından tekrar Berlin’e döndüm. Geçenlerde biri beni sekseninci doğum gününe davet etti. “Bugün 50. yaşımı kutluyorum” dedi. “Çünkü siz beni 50 yıl önce Batı’ya kaçırmıştınız.”

www.ahmet-arpad.de

6 Mart 2012

Bir Cumhuriyet okurundan...

06.03.2012, Ümit Sariaslan

Değerli Yazar, Yüreğinin Işığı Diline Vuran Evrensel Yurttaş, Sevgili Ağabey,

Size gecikmiş; ama, geç kalmamış bir mektup okurunuzdan...

Her yazınızı dünün tarihini yaşama taşıyan, yarının ışıklı dünyasında göverecek yeni hayatlara bir ileti gibi okur ve algılarım. Dahası dünden yarına uzanan, bir özden uyarı ve öneriler bütünü gibi. Yazın tadının yaşam sorumluluğuyla kuşatıldığı, kendimizin olanın ötekinin de olduğu bilincinin nabzının vurduğu yazılar bunlar. Bu karşılıklı konuşlanmanın, algı ve alımlama ilişkisinin ardında kuşkusuz o yazıları besleyen kaleme çekilen mürekkebe aşinalığın getirdiği bir yakınlık duygusu da etkili oluyor. Ama, salt yakınlıkla başlayıp yakınlıkla bitecek bir yaşamsal al-ver işi değil ki o yazılardan yansıyan?..

İşte geçti bir 23 Şubat daha! Zweig’ı yine altın anımsamalarla çerçeveli bir temiz sayfanın içinde taşıdınız tertemiz sabahların esinli eşiğine. Ya biz neyle uğraşıyoruz. Hep 23+5 rakamıyla! O aydınlık yüreği, karanlıkta ışıyan cevher gibi, çağın kirlenmiş kandolaşımı arasında bir an durup düşündük mü yeniden?.. Zamanın dünü güne, günü geleceğe bağlayan akışında bulunduğumuz yer ve eşikte insana olan sorumluluğumuzu unutmadan... Yeniden ve yeniden sorgulamaya yaşamı, dalın ve çiçeğin hakkını dala, hayatın hakkını hayata vermeye çağıran iletisini anımsadık mı bir kezliğine de olsa... Eğer böyle yapmış, yapabilmiş olsaydık zaten, bugün hala çalıyı tepesinden sürüklüyor olmayacaktık.

Bunları düşünür,  zamanın yaşamın kandolaşımını da zehirleyen kirli döngüsünde bunalmışken, yurtsuz bir kahrın kuşatmasında dönenirken yine, insanın sesi ve eskimez özlemi çıktı geldi dünün sayfaları arasından. Hamurunu ekşitmek, mayasını kirletmek için seferber olduğumuz günün bahçelerine. Sayenizde! Sonra Ahmet Cemal yazdı. Sizin de, onun da yıllardır kesebildiğim yazılarınızı dosyasından çıkardım yeniden. Neydi değişmeyen, değişen neydi? Düşünmenin kanamak olduğunu, kanamanın yaşamak olduğunu duyumsadım eşzamanlı. Dünün tarihinden yarının tarihine ağıp akan sularında değişen bir şey yoktu hayatın! Varsa bir değişiklik bu da olagideni berkitip, tahkim etmekti habire!..

Kitaplarını indirdim Kitaplıktan hep yaptığım gibi. O tek başına bir Dünya ve insanlık tarihi olan toplamdan dilimize kazandırılmış olan ne varsa! Şimdi, size yazarken dizimin üstüne koyduğum altlıkta Sevgili Burhan Arpad’ın dilimize kazandırdığı, her biri çağımızın ve “çağdaşlığın” tragedyasından süzülme metinler (yarına mektuplar)i taşıyan kitap elimin altında. Nice kitabı gibi, yanını yöresini çizmekten, notlar düşmek, resimler yapmaktan; yer yer çıldırayazan aklın ve yüreğin denetiminden çıkan parmakların karaladıklarıyla yeniden, her kezinde büyüyüp bütünlenerek; ama bir o kerte de “eksilerek” !!! baktım. Bakıyorum. İşte yalnızca “önsöz”ünün son sözleri... İnanmışlığın, yaşamışlığın dervişsi sesi, tarihin her gün her an yeniden açılan defterinden: “Yıllarımızın her bir saati dünya ile kader birliği kurmuştu. Kendi küçük varlıklarımızı aşarak zamanı ve tarihi yaşadık. Bizden öncekilerse, kendi kendileriyle sınırlı bir ömür sürdü. Bizlerden her biri, hattâ neslimizin en önemsizi bile, bizden öncekilerin gerçeklerinden bin kez daha çok bilir bu yüzden. Fakat bilgilerimizin hiçbiri armağan değildir; karşılığını geçer akçeyle yüzde yüz ödedik...”

Evet, bütün sorun bu! Bilgilerimizin hiçbirinin armağan olmadığını, karşılığının geçer akçeyle (!) ödendiği bir kuşaklar zincirinin mirasçısı olmak ya da olmamak! Zweig’ın yanına her vardığımda fırtınalı, yürek ağrılı bir yeni “hesaplaşma”nın sularında sürüklenirken, eşzamanlı olarak yaşamak dediğimiz eskil serüvenin tadı ve anlamıyla, acısı ve anlamsızlığıyla örülü o kilime kuruldum yine! O kilimin atkısı ve çözgüsünden yansıyan insanca ve insancı sevinçle bir kez daha savruldum. Tümünüzün sayesinde... İnsandan insana, kendimden başkasına. Kentimden kentime, kentlere, ülkelere...
Re... derken Sevgili Burhan Arpad’ın “Dünün Dünyası”na, bu çağdaş tragedyanın başına yazdığı önsözün sonundaki yer ve tarihe ilişti gözüm: (Esentepe, 1 Mayıs 1963). Nedir denilecektir?

Ölümüyle geçen yetmiş yılı yaşamının altmış yılına katan ölümsüz kalem Zweig, yüreğin ve aklın kardeşliğinin ezgicisi olduğu kadar, kendini kendi kılan kentinin de ezgicisi, anlatıcısı, dolayısıyla yeniden kurucusu, koruyucusuydu! Yüreğinin üstüne iliştirdiği bir kırmızı karanfildi Viy(ana)sı... Kentine ve kent toprağının köklerine saldığı yüreğine bakarken çağımızın yüreği bu Adamın, Zeynep Göğüş’ün sizin yazıyla aynı günlerde okuduğum haberi aklıma düştü! Esentepe’ye ilişkin yazdıkları! Zweig’la çarpan yüreğim, şimdi onun o “mektuplar”ını dilimize kazandıran kent ve kültür emekçisi, duyarlı yürek Burhan Arpad’ın adını aradı, aynı çarpıntıyla adı geçenler arasında...

Şöyle bitiriyordu o yazısını Göğüş: “Sinan’ın pekçok eserini caddelere gömen... İmparatorluğun nüfus kağıdı Karacaahmet’in üzerinden buldozerle geçen... İstanbul’un siluetini silen... Tarih tahripçilerine geç de olsa, küçük ama anlamlı bir direniş var bizim Esentepe’den...”

Bir yandan yine İstanbul’da tünel yol, varyant, amyant yol (!) diye, hastalık mastalık bahane edilerek yüzyıllık çınarları yollara yıkarken malum kafa, yanısıra çağlarının faturasını “geçer akçe”lerle ödeyerek yaşam çizgisinin ötesine geçen insanları anımsıyordu beri yanda başka bir bölük insan İstanbul’un ortasında. Kendisini, kentini anımsamaktı bu belki de... Eh! Bizden bu yaralı sevinçli haber çıktığı sıra, siz de Zweig’ın Brezilya’da kiraladığı EV’inin 1 Haziran 2012’de MÜZE olarak açılacağı kanatlı haberini veriyordunuz.

Sevgili Yazar, çağımızın ve insanın tragedisine selamla çıktık yola, geldik dayandık kentin, kentsel ve kültürel mirasın kapılarına. Nasıl olmasın ki, o kanatlı düşünürü yaratan da Kent değil miydi, Kenti, Viy(ana)sı değil miydi?..

Şimdi gelinde yüreğiniz yanarak, beyniniz karıncalanarak Zweig’ın Viy(ana)sındaki Burg Tiyatrosu’nun yıkılma kararı alınmasından sonraki son konserden yazdıklarını tansiyonunuz yükselerek yeniden okumayın! O uzun satırlardan konuya ilişkin sadece minik bir bölüm aktarmama izin veriniz lütfen. Çünkü bunu yaparken, Göğüş’ün Esentepe’den esen muştulu haberinin yarattığı rüzgârla bakıyorum bir kez daha Zweig’ın yazdıklarına... Yanısıra da bir zamanlar, eğer yanlış anımsamıyorsam Kent ve Kültür başlıklı köşede unutulmaz yazılar yazan Babanızı, Burhan Arpad’ın güzel öğretmen bakışını duyumsuyorum dalımda...
“...Bu konserin bir ayrılış anlamı taşıdığına kimse inanmak istemiyordu. Bizleri uzaklaştırmak için ışıkları söndürmüşlerdi. Kendinden geçmiş dört beş yüz kişi yerinden bile kıpırdamamıştı. Yerimizde kalmakla bu eski ve sevgili salonu kurtarırmışçasına yarım saat, bir saat hep beklemiştik. Beethowen’ın öldürüldüğü ev yıktırılmasın diye, üniversiteli olarak dilekçe ve gösterilerle ne güçlü savaşmıştık. (Stuttgart İstasyonu’nun, Haydarpaşa İstasyonunun başını yemek için seferber olanlar duysunlar!!! Ü.S.) Viyana’nın bu tarihi evlerinin her biri canımızdan daha değerliydi, bizler için... Kültürünü sevmeyen, yaşamanın bu en kutsal bolluğunu (ve boyutunu Ü.S.) hem iyice tadıp, hem de sınavdan geçirmesini bilmeyen insan gerçek bir Viyanalı değildi.”
Ey Sevgili Zweig, insanın ve insanlık ülküsünün yaratıcı ve çilekeş imgelemi büyük yazar! Sor bize de! “Siz Anadolulu musunuz, İstanbul ne demek? İstanbullu kim... Kentinizle kendiniz madalyonun tersi ve yüzü gibi örtüşüp, öpüşebildiniz mi... Yoksa dünün tarihinden yarının tarihine savruluşan adresini şaşırmış mektuplar mısınız siz... Siz kendinizde misiniz...

Sevgili Ahmet Arpad, Değerli Yazar size en içten sevgi ve selamla. İyi ki varsınız, varız biz de sizinle... 6 Mart 2012, kar aydınlığında bir Ankara gününden. Ümit Sarıaslan.

*) Stuttgart İstasyonu vd. trenle, demiryoluyla ilgili yazılarınız, ah o yazılarınız!..
Kucaklayarak yüreğinizi yeniden.

26 Şubat 2012

'Senin iyi günleri göreceğine eminim...'

Cumhuriyet 26.02.2012
SALZBURG
AHMET ARPAD

23 Şubat günü öğleye doğru eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen çağırdığı doktor, Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -‘ingestao de substancia toxica, suicidio- yaşamlarına son vermişlerdi. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde, Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...satırları yer alıyordu. Stefan Zweig, savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilyada savaşın kurbanı olmuştu... 1881 yılında Viyananın ünlü Schottenring Caddesindeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam, 1942 yılında Brezilyanın küçük dağ kenti Petropolisin Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulmuştu. 

20. yüzyılın savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Stefan Zweig, geçen hafta boyunca, ölümünün 70. yılında Uluslararası Stefan Zweig Cemiyeti ile Stefan Zweig Merkezinin düzenlediği çeşitli etkinlerle Salzburgda anıldı. Amerikalı rejisör Max Ophülsün 1948 yılında Zweigın Bilinmeyen Bir Kadının Mektubuöyküsünden beyazperdeye çok başarıyla uyarlamış olduğu filmi Sinema'da seyrettik. 15 yaşında çok genç bir kızın bir piyaniste olan karşılıksız aşkını anlatan bu şiirsel öykü, Zweigın en başarılı dönem eserlerinden biridir. Eski Viyanada geçen filmde başrolü oynayan Joan Fontaine gerçekten zor bu rolün altından çok başarıyla kalkmış. Zweigı sevenler ertesi gün de dev katedralin az ötesindeki Mozart Sinemasında düzenlenen büyük bir etkinlikte bir araya geldi. Yazarın İki Okyanus Arasındaki Saatadlı denemesinden uyarlanmış çok ilginç Panamabelgesel filminin yanı sıra, Brezilyadaki son yıllarında kaleme almış olduğu ünlü Satranç Oyunuadlı uzun öyküsünden 1960ta çekilen film de sunuldu. Zweig Merkezi Müdürü Dr. Renolder ve Avusturya televizyonu ORFin kültür programları sorumlusu Eichmann salonu dolduranlara ünlü yazarı değişik yönleriyle anlattılar. Hele tanınmış Zweig araştırmacısı Gerd Kerschbaumerin Salzburglu Zweig konuşması çok ilginçti!

Savaşlardan nefret ederimdiyen Stefan Zweig, her şeye hümanizmin penceresinden bakar. Dünya politikası 1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle karışır, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Yakın dostu Joseph Roth o yıl Zweiga şöyle yazar: Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak...Aradan daha birkaç ay geçmeden kitapları yakıldı, dostları Almanyayı terk etmeye başladı. Zweigın mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona ermişti. Sevdiği Salzburgdan ayrıldı, villasını biraz da Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kaldı. Eşi Friderikeden boşandı. Haymatlos olması ona pek ağır gelmişti. Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdiyen Zweig, 26 Mayıs 1940ta günlüğüne şu notu düşer: En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Onlarca yıl sevmiş olduğu dünyanın kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğine artık inanıyordu. Rio de Janeiro yakınlarındaki dağ kenti Petropoliste bahçeli küçük bir ev kiraladı. Orada her şeyi unutmak istiyordu. Fakat Avrupadan gelen haberler pek korkunçtu. Friderikeye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli son mektubunda şöyle yazar: Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.” 

İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweigları ölüme sürüklemişti! Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı, 23 Şubat 1942deki ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. Avusturyalı yazar, huzursuz yüzyılımızda düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli!

Geçen hafta Salzburgda bazı güzel haberler de vardı: Petrópolisdeki Casa Stefan Zweig, 1 Haziran 2012 günü müze olarak kapılarını açacak! Uzun yıllar süren çabalar sonucunda gerçekleşen bu müze-evde yazarın arkasında bırakmış olduğu kişisel eşyalar, kitaplar, fotoğraflar, belgeler ve filmler sergilenecek. Anılarla dolu evde sergiler, sempozyumlar, film ve tiyatro gösterileri, okuma günleri ve konserler de düşünülüyor. Brezilyalı Zweig severlerin amacı nasyonal sosyalizmin kurbanı olmuş, ülkelerine sığınmış sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamlarını burada anmak... 

www.ahmet-arpad.de