17 Aralık 1985

Burhan Arpad Hesaplaşma

CUMHURİYET, 17.12.1985
HESAPLAŞMA
BURHAN ARPAD

Türkiye Turing Kurumu'nun Emirgân'daki Beyazköşk'te bir süredir düzenlediği pazar sabah oda müziği konserlerini bilmem izlediniz mi? Kirli havadan, itiş kakıştan ve koşuşmadan bunalmış İstanbul insanlarının hiç değil birkaç yüz kışisi çiçekler ve ağaçlar dünyasında müzikle doluyorlar. müzikle yaşıyorlar, müzikle bilinçlenip mutlu oluyorlar. Geçen ayın son pazar sabahı o mutlu insanlar arasında ben de vardım. Değerli piyano ustamız Ergican Saydam'ın parmaklannda pırıl pırıl bir yoruma ulaşmış tuşlarda Bach'ı, Mozart'ı, Chopin'i yaşadım. Yaşıtlarımın Cumhuriyetin kuruluş yıllarında müzik dünyası, sessiz filmlere eşlik eden piyanistlerin, ya da küçük orkestraların sunduğu çoksesli müzik ustalarından ezgiler doluydu. O günlerde ülkenin hiçbir yerinde konservatuvar yoktu. Ülkenin kültür başkenti İstanbul'da yaşayanlar için yüceltici müziğin tek kaynağı, filmlere eşlik eden müzik emekçilerinin ezgileriydi. Bach'ı, Beethoven'i. Chopin'i, Puccini'yi böyle tanıdık ve benimsedik. Batı Almanya radyosu Türkçe yayınları sorumlu müdürlüğünü yeni üstlenmiş bulunan yazar ve şair Yüksel Pazarkaya'yla söyleşirken bu gerçeği dile getirdim. Karagöz, meddah, tuluat tiyatrosuyla sınırlı küçük dünyamızı aydınlatmış çok sesli müzikle yakınlığımızı sağlamış eşsiz film müzikçilerini düşünürken altmış yıllık bir geçmişe uzandım. Federal Almanya Cumhuriyeti'nin I. dereceden "Liyakat Nişanı"nı almış olmam dolayısıyla, Pazarkaya'nın yönelttiği "Alman dili ve kültür dünyasıyla tanışmanızın başlangıcını anlatır mısınız?" sorusuna, hiç duraksamadan "müzik yoluyla.." diye karşılık verdim. Sonra açıklama yaptım: "Orta Ticaret okulunda birinci yabancı dil Fransızcanın yanı sıra ikinci bir yabancı dil zorunluydu. Ben İngilizceyi seçmiştim. Nedeni vardı. Fransızca ve İngilizce yumuşak ve ezgi doluydu. Oysa Almanca, o yılların çocuk kulaklarına sert, katı, hatta biraz kaba gelıyordu. Yıllar sonra Alman dilinin güzelliğini keşfetmem de müzikle bağlantılıdır. Melek Sineması'nın (şimdi Emek Sineması), yarı boş salonunda izlediğim "Kadınlara İnanmam!" Almanca filmin başrolünü o yılların büyük tenoru Richard Tauber oynuyordu. Tauber'in senfoni orkestrası çapında bir sesi vardır. Bambaşka bir Almanca konuşuyordu. Avusturyalı opera sanatçısı Richard Tauber'in sözle anlatılamayacak denli etkili sesi ve Almancası büyülemişti beni. Alman diline vurulmuştum. O yıl hemen Almanca öğrenmeye başladım. Haftada iki akşam Alman Lisesi kurslarına gidiyordum. Beş altı yıl sürdü. Dersleri ince şakalarla, günlük olaylarla, hatta şarkılar ve kır gezileriyle süslemesini bilen sevgili öğretmenim Alfred Strauch'ı anmadan geçemeyeceğim. O yıllarda Hitler'den kaçarak Türkiye'ye sığınmış Almanların uğrak yeri pasta ve bira evleri, Tünel başında Almanca yayınlar satan kitapçılar da Alman kültürüne yakınlaşmamı kolaylaştırıyordu." Pazarkaya, söyleşiyi derinleştirerek yeni bir soru yöneltti: „Almanya'yla yakından tanışmanız nasıl gerçekleşti?" Hiç duraksamadan: "Yine müzik yoluyla..." diye karşılık verdim: "Savaş bitmişti. Hitler'den kaçanlar ülkelerine dönüyordu. Almanca sözlü filmler yine gelmeye başlamıştı. Dünya çapında ünlü Viyana Çocuk Korosu‘nun İstanbul Atlas Sinemasında verdiği altı konseri de izlemiştim. Tam o günlerde bir başka rastlantıyla karşılaştım. Tünel başındaki kitapçılardan Karon‘da küçük bir broşür gözüme çarptı. Uzaktan uzağa ününü duyduğum Salzburg Müzik Festivali'nin 1948 yılı ön broşürüydü. Salzburg Basın Bürosu'na yazdığım mektuba birkaç hafta sonra karşılık geldi. Basına yapılan kolaylıklardan ve savaş sonrası bir ülkenin koşullarından söz eden bir mektup. Gereken girişimieri yaptım ve otuz temmuz günü İstanbul'dan vapurla ayrılarak Napoli ve Brenner üzerinden beş günde (şimdi uçakla 3 saat) Salzburg'a vardım. Geceydi ve Ortaçağ kalesini yalayan ışıldaklar göz alıyordu. Ertesi sabah uyandığımda çağıltılı bir ırmak, Ortaçağ yapılan, renkli bir kalabalıkla karşıiaştım. Salzburg Festivali'nde müzikle dopdolu haftalar yaşadım. Özetleyeyim: Richard Tauber'in müzikli dili bana Alman kültür dünyasını açtı. 'Tuna Dalgaları'yla başlayan çoksesli müzik kulağım, Schönberg'in atonal müziğine ulaştı. Federal Almanya Cumhuriyeti'nin Liyakat Nişanı'nı da çoksesli müzik tutkuma borçluyum."