27 Haziran 2021

Hitler ve gazeteciler...

TOPLUM Gazetesi, 27 Haziran 2021

AHMET ARPAD

"Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!" Hitler bu sözleri 10 Kasım 1938 akşamı Münih'teki karargâhına çağırdığı yaklaşık 400 gazetecinin karşısında söylemişti. 'Führer' ülkeyi 'teslim aldığı' 1933'ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı.

Hitler bu nedenlee 1933 yılının Mart ayında başlattığı "halkı ve ülkeyi korumak" amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alma girişimini Haziran'da başarıyla sonuçlandırmıştı! Führer'e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktü, bu nedenle de onu geçici değil, sürekli kullanmalıydı! Amaca ulaşmak için yayın organları "eşitlenirken", daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti. Bu girişimlerin ardından, 4 Ekim 1933'de yürürlüğe giren "yazı işleri müdürleri" yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazı işleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin kesinlikle "saf kan Alman" ve politik açıdan "çok güvenilir" elemanlar olması koşulu getirildi. Bu süreçte parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirdi. Yeni yasayla Ocak 1934'ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirdi.

Eleştiren gazeteciler Almanya'dan kovuldu

Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Bütün gazeteler hükümetin düzenlediği basın toplantılarına muhabir yollamak zorundaydı. Neyin nasıl yazılacağına da, Hitler'in hemen 1933'ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels'i geçirdiği 'propaganda bakanlığı' karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmedi. Tepki gösterenler de işten atıldı, Almanya'dan kovuldu ya da öldürüldü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürüldü. Bunlardan biri de Münih yakınlarındaki, hemen Mart 1933'te kurulan ve nasyonal sosyalist ideoloji karşıtı gazetecilerin yanı sıra sendikacılarla aydınların da atıldığı Dachau kampıydı. Her türlü nümayiş ve protesto da acımasızca eziliyor, insanlar içeri alınıyordu. Basının devlet tarafından "denetlenmeye" başlanmasının tek amacı Alman halkını nasyonal sosyalist ideolojiye uygun olarak etkilemenin en kolay yol olmasıydı. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranı'nda kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi'nin geçmesine de göz yumdular. Çünkü Alman basını artık bağımlı yapılmıştı. Hitler'in 44. doğum günü olan 20 Nisan'da ünlü çizer Emil Stumpp'un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konuldu, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarıldı. Çizer Stumpp'un da Almanya'da çalışması yasaklandı.

Yönetenleri 'küstüren' gazeteler

1935'ten sonra da 'yönetenleri küstüren' veya 'basının şerefini lekeleyen' herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarıldı. Hitler'in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el kondu. Yayınevleri kamulaştırılırken, karşı çıkabilecekleri düşünülenler başkalarına satmak zorunda bırakıldı. Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler'in NSDAP partisi zamanla basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels'in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels, "Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam" diyordu. "Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka bulacaktır! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatacağız ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz..." Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, "yönetenlerin korkulu düşü" olan medyayı kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı!

Tüm demokratik güçler susturulmuştu

Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36'sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82'si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler'in korkulu düşü idi. Hitler Almanya'sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933'te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı! İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı..!

Gerçekdışı haberlere inananlar

Cumhuriyet, 27 Haziran 2021

STUTTGART – Ahmet Arpad

İnsanoğlu heyecanlanmayı sever. Bu nedenle gazete okurken, televizyon seyrederken okuduklarının, gördüklerinin doğru olduğuna çabucak inanıp heyecanlananlar az değildir. Sosyal medyanın yaşamımızı gittikçe daha çok etkilemeye başladığı günümüzde sadece gerçekdışı haberler değil, onlara inananlar da hızla artıyor. Son yıllarda birileri sosyal medya aracılığı ile toplum insanlarını yanlış bilgilendirme çabasında!

Bir kez bu tuzağın içine düşen, her okuduğuna inanmaya yatkın, daha doğrusu inanmak isteyen kişilerde bir süre sonra korku, iğrenme, şaşkınlık ve nefret gibi duygular görülüyor. Baden-Württemberg Eyaleti İçişleri Bakanlığı'na bağlı "Politik Eğitim Merkezi"nin bir süre önce yaptığı açıklama şöyle: "Son yıllarda toplumda insanların özgürce söyleyebileceklerinin ötesine çıktığını tespit ediyoruz. Konuşma ve yazma özgürlüğünün sınırları yerinden oynatılıyor". Sosyal medya günlük yaşamı abartıyor, birçok kişide psikolojik sorunlara neden oluyor, insanlar ruh ve sinir hastalıkları nedeniyle doktora başvuruyor. Yüzlerce milyon Instagram kullanıcısı günbegün -çoğu kez bilinçli yayılan- gerçekdışı haber ve görselleri, tanımadığı insanlarla paylaşmaktan çekinmiyor. Bir düşler dünyasında yaşayan bu insanlar hep güzel, heyecan verici şeyler okumak, görmek istiyor ancak belli bir süre sonra bu "balon dünya" patlıyor, gerçek ortaya çıkıyor bu, altından kalkması güç psikolojik sorunları beraberinde getiriyor. Ve bu sorunlar Covid-19'la arttı.

Merkel'in yerini kim alacak?
Eylül sonunda Almanya yeni bir başbakan seçecek. Kimin Merkel'in yerini alacağı, hangi partilerin yeni hükümeti oluşturacağı bilinmiyor. Favori yok, ipi kim birinci göğüsleyecek, önceden kestirmek olanakdışı. Böyle bir ortamda kararsız seçmeni etkilemek çok önemli. 2017 genel seçimleri öncesi bazı önlemler almış olan hükümet şimdi de Federal Enformasyon Teknik ve Güvenlik Dairesi (BSI) aracılığı ile milletvekili ve başbakan adaylarının e-posta'larına olası saldırıları engellemeye çalışıyor. BSI Başkanı Arne Schönborm, yabancı ülkelerden hacker'ların özellikle sosyal medya hesaplarından yanlış bilgiler paylaşabileceklerini kaydetti. Burada Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un e-postaları'nın hack'lendiğini, ABD seçimleri öncesinde de dış güçlerin seçim kampanyalarına manipülasyon yaptığı savlarını unutmamak gerekiyor. Eski NATO Genel Sekreteri Rasmussen, tehlikenin ağırlıklı olarak Rusya ile Çin'den geldiğini söylemişti. O yılların istihbarat başkanı Hans-Georg Maassen de "Rusya tarafından seçimleri etkileme girişimine dair artan kanıtlar bulunuyor" demişti. Böyle siber saldırılardan ve yanlış bilgilendirilmelerden 2015'ten bu yana en çok etkilenen AB ülkesinin Almanya olduğu biliniyor.

Demokrasinin temel ilkesi "düşünce özgürlüğü"nün ardına gittikçe daha çok aşırı sağcının sığınmaya başlaması ve kendilerini eleştirenleri "vatan hainleri", "yalancı basın" diye damgalaması da huzur kaçırıcı! Haftalık SPIEGEL dergisinde okumuştum, siyasi görüşlerini Facebook aracılığı ile yayan partiler arasında sağcı popülist Almanya için Alternatif Partisi (AfD) başı çekiyor. Nefret ve fesat yaymanın bir özgürlük olduğuna inananlar sosyal medyada at koşturuyor! Gittikçe daha çok politikacı aşırı sağcıların, Neonazilerin hakaretine uğruyor, hatta ölüm tehditleri alıyor.

İnsanoğlu yapay zekanın kölesi mi?
Resmi açıklamalar doğruysa Alman gençlerinin yüzde 74'ü günde yirmi kez Instagram'a giriş yapıyor, her saniyede -gerçek veya gerçekdışı- altı bin tweet dünyada bir yerlere gidip geliyor! Massachusetts Institute of Technology'nin bir araştırmasına göre, yalan haberler diğerlerine göre yüzde 70 daha hızlı yayılıyor, ortaya atılan görüşler ve kavramlar alışılmış sınırları aşıyor. Bunun toplum için hissedilir ve dramatik sonuçları da gittikçe kaçınılmaz oluyor.

Berlin'deki "Yeni Sorumluluk Vakfı"nın geçen mayısta sonuçlarını açıkladığı bir araştırma, katılımcıların yüzde 46'sının yarı gerçek haberlere veya propagandaya inandığını ortaya çıkarmıştı. Vakıf sözcüsü Anna-Katharina Mesmer'in belirttiğine göre, katılımcıların çoğunluğu internette okuduğu uydurma haber ve bilgileri doğru değerlendirmekte sorun yaşıyor. Tanıtım, bilgilendirme, bilinçli yanlış haber ve kişisel görüş arasındaki farkı kavrayamıyor.

Birilerinin sınırsız özgürlüğün geçerli olduğunu iddia ettiği ancak her türlü kabalığa, saldırganlığa ve psikolojik baskıya "kapıları açık" sosyal medya aracılığıyla yaydığı yalanlara inanan insanların sayısı arttıkça dünya toplumunu bekleyen büyük tehlike de hızla doruğa yükseleceğe benziyor. Günümüzde insanoğlunun zekâ katsayısında (IQ) düşme olduğunu söyleyen, yüzlerce milyon Instagram kullanıcısının gerçeklerden uzak bir düşler dünyasında yaşadığını iddia eden bilim insanları da var. Birilerinin, "yaşamın artık kolaylaşacak", diye getirip önümüze koyduğu kimi yeniliklere bağımlı yaşamak özgürlük mü?.. Yakın gelecekte insanoğlu dijitalleşme ve yapay zekânın kölesi olup gücünü yitirecek mi?

mail@ahmet-arpad.de


22 Haziran 2021

Duvarlar Renk Cümbüşü

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 22 Haziran 2021


Stuttgart'ın görkemli Mercedes Benz Müzesi'ne, Mercedes Benz Arenası'na, Mercedes Benz genel merkezine, Neckarpark futbol sahalarına, iki konser salonuyla bir spor salonuna, panayırların, sirklerin kurulduğu büyük çayıra giden kavşağın altı koskocaman bir alan!

Kent belediyesi burasını grafiti sanatçılarına teslim etmiş! Günün hangi saati giderseniz gidin, orası ellerinde değişik spreyler duvardan duvara giden gençlerle dolu. Uzunlukları 500 metreye yaklaşan değişik duvarlarda, üzerindeki dev kavşağı taşıyan kalın sütunlarda renk coşkulu çizimler...

Birileri buraya spreyi gönlü elverdiğince sıkmış! Çizimlerin tümü hareketli ve canlı. Kimileri vahşi, güldürücü, düşündürücü, kimileri de, karşılarında durup uzun uzun baksanız da, içinden çıkamadığınız, ışıldayan motifler.

Koskoca harfler, komik, küfürlü İngilizce sözler, kıvrılan bir dev yılanı andıran çizgiler, iç içe kadınlar, erkekler, hayvan figürleri, insanı gülümseten tuhaf yüzler... Hepsi de 'wild style'! Uzun bir duvarda bir fil, mor renginde, ağzını açmış bağırıyor, başına pembe dev bir fare oturmuş, gülümsüyor! Hemen yanında bir heykel, alçıdan, bıyıkları kalın, iri yarı, güçlü bir orta çağ savaşçısı. Elinde sprey kutusu önünden her geçen onu gönlünce boyamış!

Önüne geçilemeyen tutku

Çoğunlukla bu 'sanata' yeni atılanların özellikle hafta sonlarında doldurduğu 'yeraltı alanı'nı kent belediyesi grafitiçilere bırakmış. Stuttgart'ın belirli banliyö istasyonlarının duvarlarını, merdivenlerini de kullanmaları mümkün. Kimi caddede binaların duvarlarını kaplayan dev tablolar da dikkati çekiyor.

Onlar sipariş üzerine yapılmış! Varlıklılar, şirketler, dernekler sahibi oldukları binaların ön veya yan cephelerini profesyonel grafitiçilere açıyor! Belediyenin bazı otobüs ve tramvaylarında da eserlerini görmek mümkün! Artık bu 'sanattan' geçinenler var. Grafitiçileri doğum günlerine, okullara, ev partilerine çağırmak mümkün.

Bunlardan biri de kırk yaşındaki Stuttgartlı Christoph Ganter. Çoğu Art Nouveau tabloları andıran dev boyutlarda çizimleri kentin değişik duvarlarını kaplıyor. Bir metro istasyonunun peronlara inen merdivenlerdeki dev panoya "Golden Future" adını vermiş. Kırmızı, iri balıklar, uğur böcekleri, domuz yavruları, filler, tavşanlar, yoncalar, kırmızı mantarlar karmakarışık, iç içe, oynak, şen, büyüleyici... Ganter 2019 sonunda mesleği olan lise öğretmenliğini bırakmış. "Şimdi kendimi çok özgür hissediyorum", diyor. Bir zamanlar aklına geleni geceyarıları gizlice duvarlara çizen, polislerden kaçan Ganter günümüzde profesyonel çalışan bir 'Street Art sanatçısı'.

İlkçağ insanlarının mağaralara çizdiği duvar resimleri grafitinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. İlerki çağlarda Antik Yunan'da, Efes'te, Pompei'de, Mısır'da benzerlerine rastlanıyor. Grafitinin yeniden doğuşu 1970'li yıllarda New York'ta özgür gençlerin kent duvarlarına, metrolara çizdikleriyle başlamış. Duvarlardaki renk coşkusu önüne geçilemeyen bir tutku...

15 Haziran 2021

Çılgın Kralın Sarayları

Toplum Gazetesi/Almanya,15 Haziran 2021

Bu yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu? Bir düşler dünyasındayız. "Eksantrik" Kral II. Ludwig'in (1845-1886) karşımızda yükselen "eseri" sarayla şato karışımı bir yapı. Milyonlarca "Mark"ı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen, 200 odalı bu olağanüstü saraya harcamış. Ona "çılgın" diyenler olmuş. Kral II. Ludwig bundan tam 135 yıl önce, 13 Haziran 1886'da öldü. Anlaşılmaz bir yaşam Starnberg gölünün sularında son buldu! Kırk bir yaşında dünyasına veda eden II. Ludwig'i 19 Haziran 1886 günü Münih'te St. Michael Kilisesi'nin altındaki 'İmparatorlar Mezarlığı'na gömdüler!

Neuschwanstein, belki de Avrupa'nın en güzel şato sarayı! Bavyera Kralı II. Ludwig insanlarla bir arada değil, kendi yarattığı düşler dünyasında yaşamış, içine kapanık, utangaç, ancak kendini hep en büyük hissetmiş bir kral. İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı bu sarayın duvarları ardına çekilmiş.

Zamanla onun yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi, bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla Bavyera'yı artık idare edemeyeceğine inandıkları kralı tahtından indirmiş, sarayından atmış. "Bana komplo yapıyorlar" diyen II. Ludwig, Starnberg Gölü'ndeki Berg şatosuna sürülmüş. Kısa süre sonra da gölde ölüsü bulunmuş. Ölmüş mü, öldürülmüş mü? Bu günümüze dek yanıtlanamamış bir soru. Düşler dünyasının kralı ardında büyük borçlar bırakarak yaşama veda etmiş.

Altın kaplı oda

Münih'le Salzburg arasındaki Chiemsee, Güney Bavyera'nın güzel göllerinden biri. Burayı çekici yapan Kral II. Ludwig'in ölümünden kısa süre önce yaptırdığı Herrenchiemsee Sarayı. Versay'dan etkilenmiş yapıda 98 metre uzunluğundaki görkemli tören salonu, ikinci kata çıkan merdivenler ve kralın her yanı altın kaplama yatak odası göz kamaştırıyor. II. Ludwig bu sarayda yaşamının sadece on gününü geçirmiş!

Ölümünden birkaç ay önce Tirol yöresinin şirin göllerinden Plansee kıyılarına Pekin'deki "Kış Sarayı"nı anımsatan bir saraycık kondurmayı planlamış. Gerçekleştiremediği başka bir yapı da Avusturya sınırındaki Garmisch'in kuzeyinde, Linderhof Sarayı'nın yakınlarında plandığı, Bizans saraylarını andıran büyük saraydır. II. Ludwig'in başka sarayları da var. Bavyera Alpleri'nin çevrelediği Ammergau yöresindeki Linderhof'u çok severdi. Olağanüstü dağ manzarasıyla ünlü sarayın hemen hemen bütün odaları altın kaplı. İnsanlarından kaçan genç kral, hayranı olduğu ünlü besteci Richard Wagner'in "Tannhäuser" operasındaki dev mağaranın benzerini sarayın bahçesine yaptırmış.Yine aynı yörede, Schachen tepesine kondurttuğu, 3 bin metrelik Zugspitze ve Avusturya Alpleri manzaralı "kral evi" de düşsel bir yapı. Birinci katın rengârenk odaları şark saraylarını andırıyor. Korona kısıtlamaları azalınca Berchtesgaden yakınlarındaki dostlarımızı ziyarete gittik. Yolda Chiemsee Gölü'ne uğradık, II. Ludwig'in sarayını gezdik. Diğerlerini daha önce görmüştük, Herrenchiemsee Sarayı'na sıra bu kez geldi.

Başka bir "cevher" de Obersalzberg tepesinde! Buralara kadar gelip de tekrar oraya çıkmamak olmazdı. Almanya-Avusturya sınırında, iki bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'ten bu yana kötü bir ünü var. Hitler, Almanya'da başa geçer geçmez Obersalzberg'deki tüm yapılara el koymuştu. Mülkünü satmak istemeyenleri "toplama kamplarına gönderirim" tehdidiyle inatlarından vazgeçirtmişti. Ona "halkın başbakanı" denmesini isteyen Hitler, bu tepeye kendi çizdiği planlara göre dev bir karargâh oturtmuştu.

Megaloman kime denir?

"Führer" ülkeyi ve savaşı uzun yıllar buradan yönetmiş, ülkeler arası politikacılarla, diplomatlarla görüşmelerini burada yapmıştı. Yükseklik neredeyse 2 bin metre. İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, pırıl pırıl dereler, suları yemyeşil Königsee. Şirin, küçük, kar beyazı gemiler yine çalışıyor, arkalarında köpükler bırakarak küçük yerleşimlere uğruyor. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alp dorukları... Uçurumun bağrına saplanan bu "kartal yuvası"nda Hitler, yanında Eva'sı keyif çatıp çayını yudumlarken, kafasından kimbilir ne "kötülükler" geçiriyordu?

Megaloman kime denir? Kendini herkesten üstün gören kişiye! Onun temelinde çok güçlü ve bastırılmış bir aşağılık kompleksi vardır. İnsanlık tarihinin gelmiş gelmiş en büyük megalomanlarından biri Adolf Hitler'di. Psikiyatristlere göre Kral II. Ludwig de Hitler gibi iki ruhluydu. Onlar yakın çevreleri için kolay anlaşılmaz insanlardı. "Ben kendim için de, başkaları için de gizem dolu bir insanım", genç kralın ünlü bir sözüdür.

13 Haziran 2021

Doğayı öldürenler...

Cumhuriyet, 13 Haziran 2021

30 Eylül 2010 günü Stuttgart'ta kent merkezindeki 25 tarihi ağacın kesilmesini engellemek isteyen kadınlı erkekli, genç, yaşlı binlerce kişiye gaz ve tazyikli su sıkan, onları coplarla döven polis, altısı ağır olmak üzere dört yüz kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Bu olay beş ay sonraki seçimlerde eyalet başbakanının başını yemiş, açılan ve uzun süren davalar sonucu kent emniyet müdürüyle beş polis değişik cezalara çarptırılmış, ağır yaralılara da yüksek tazminatlar ödenmişti! Bütün bunların nedeni 25 tarihi ağacın kesilmesiydi!

600 bin nüfuslu Stuttgart'ın yüzde yirmisi yeşil alanla kaplı. Kent göbeğindeki parkın on kilometrelik yolları, gezinen, koşan, spor yapan insanlar, üzerlerine göçebe kuşların inip kalktığı göz alabildiğine uzanan çayırlar, içinde kuğuların, ördeklerin, kazların yüzdüğü küçük göller... Bu dev park her mevsim insan dolu. Sıcak havalarda rahat bir nefes almak isteyenler kent merkezine sadece 10 dakika ötedeki Killesberg tepesinin çimenlerini, açık yüzme havuzunu veya az ötede başlayan ormanın tarihi ağaçlar altındaki serin yollarını yeğliyor. Geçen yıl orada ibret verici bir şey yaşanmıştı! Stuttgart Belediyesi'nin Bahçeler Müdürlüğü elemanları ellerinde resmi izin olmadan Killesberg'de villara yakın bir yamaçtaki yedi ağacı "hastalıklı" deyip birkaç saat içinde kesivermişti. Çevrede oturanlar ayağa kalkmış, olay gazetelere yansımış, belediye özür dilemiş, sorumluları da ihtar etmişti. Hemen ardından da yedi ağacın kesildiği yere on dört yeni ağaç dikilmişti..!

KARBONDİOKSİT VE AĞAÇLAR
Bütün Avrupa'da olduğu gibi Stuttgart'ın yakınlardan başlayan Karaormanlar'da da yağmursuzluktan ve hava kirliliğinden ağaçlar ölüyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. Ağaçlara zarar veren kükürt dioksidi, azot oksidi, yeraltı sularındaki nitratlar ve sebze-meyvenin ekildiği topraklardaki çeşitli asitler kanser hastalığının da baş nedenlerinden biri. Amerikalı bilim yazarı Peter Brennan'ın, "The Ends of the World" adlı kitabında açıkladığına göre insanoğlu önümüzdeki 10-15 yıl içinde karbondioksit sorununu çözemezse dünyamız bu yüzyılın sonunda 4.5-5 derece ısınacak. Bu hızlı ısınma sonucu da yüzyılımızda başlayan yeraltı suları sıkıntısı hızla artacak. Birleşmiş Milletler mart ayında açıklamıştı, dünyada şu anda 2.2 milyar insan temiz içme suyuna sahip değil, 4.2 milyar insanın da evinde sıhhi tesisat yok!

Asya'nın en büyük ormanlarını barındıran Endonezya zengin ülkelerin çikolata, krem, çamaşır tozu gibi gereksinimlerini karşılayabilmek için gereken palm yağını kazanmak amacıyla ülkesinde her yıl 620 bin hektar ormanı yok ediyor. Dünyamızdaki tropik ormanların üçte ikisini bünyesinde barındıran Brezilya da Amazonlar bölgesinde Devlet Başkanı Jair Bolsonaro'nun da "desteği" ile "tarıma yer açıyoruz" diyerek her yıl yaklaşık 8 bin kilometrekare ormana kıyıyor! Ancak Endonezya ve Brezilya ormanları dünyamızın "yeşil ciğeri"...

Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) güncel açıklaması tüyler ürpertici: Avrupa'nın büyük kentlerinde yaşayan insanların yüzde doksanı zehirli hava çekiyor ciğerlerine! DSÖ'ye göre, erken ölümlerin en büyük nedeni hava kirliliği. Bakalım Greta Thunberg ve peşinden giden öğrenciler, çıkarcı politikacıların kafa yapısını biraz olsun değiştirebilecek mi? Küresel ısınma inanılmaz boyutta, son 2 bin yılın en hızlı seviyesinde. Özelllikle endüstri ülkelerinin büyük kentlerinde yeşil alanlar çok önemlidir. Avrupa'nın en büyük parklarına sahip, çevresi ormanlarla kaplı Viyana'da kişi başına 25 metrekare yeşil alan düşerken her gün 4 milyon aracın yollarını aşındırdığı dev kent İstanbul'da bu alan bir metrekarenin altında. Sağlıklı bir yaşam için ise en az on metrekare gerekiyor!

Kişi Batı'da yaşananları ve gösterilen çabaları görünce güzel İstanbul'umuzda olup biteni gözünün önüne getiriyor ve gelecek için iyimser olamıyor. Nüfusu 20 milyon sınırına dayanmış Dünya Kenti İstanbul'da "rüzgârlı" havaalanıyla üçüncü bir köprü uğruna milyonlarca ağaç kesilebiliyor! Doğal ekosistemdeki dengenin bozulması, yaban hayatının parçalanması kimsenin umurunda değil. Ormanlar parçalandıkça ısı dengesi hızla altüst oluyor, İstanbul'umuz insanları için yaşanmaz oluyor!

9 Haziran 2021

Dipsiz Uçurumun Kenarında Yaşalanlar

Toplum Gazetesi/ALMANYA 9 Haziran 2021

"Sofra"nın bugün kapılarını açmasına daha bir saat var. Önünde uzun bir kuyruk oluşmuş. Kuyruktakiler çoğunlukla yaşlılarla sığınmacılar. Ellerinde torbalar hem bekleşiyorlar hem de birbirleriyle çene çalıyorlar. Giyimlerinden pek varlıklı olmadıkları anlaşılıyor.

Günümüz Almanyası'nda 83 milyonun yaklaşık yüzde 20'si fakir. Resmi verilere göre, 300 bin fakir çocuğu her sabah evden kahvaltısız çıkıyor. Açıklamalar bir milyon insanın evsiz barksız olduğunu söylüyor. Bunların büyük bir kısmı 1-2 odalı sosyal konutlara başını sokuyor. En son verilere göre 52 bin insan ise, sürekli sokakta yatıp kalkıyor. Toplumların yaşadığı her krizde ilk elenenler dipsiz uçurumun kenarındakiler, en güçsüzler. Fakirleşen insan zamanla özgürlüğünü yitirebiliyor, kişiliğini de. O artık kendi kendinden sorumlu olamıyor.

Büyük marketler akşam kapanırken satamadıkları ve ertesi gün de satamayacakları için atılması gereken gıda malzemelerini "Sofra"lara hibe ediyor. Tazeliğini çok az yitirmiş, görünümü pek çekici olmayan, bu nedenle de paralının almak istemediği sebze ve meyvelerin yanı sıra süt, tereyağ, ekmek, peynir ertesi sabah, bu dükkânlarda çok düşük fiyattan geçim güçlüğü içinde olanın elindeki torbaya giriyor. Sosyal yardım ve işsizlik parası alanlar, sosyal yardım dairesinin verdiği kartları göstererek "Sofra"lardan alış veriş yapma hakkına sahip. "Sofra"larda satılan her şey marketteki fiyatının yaklaşık yüzde 80 altında. Bugün altı muz 30 Cent, bir yeşil salata 10 Cent, bir kilo ekmek 50 Cent...

"Sofra"ların şoförleri çevredeki anlaşmalı marketlerden kapanış saatinden sonra "atılacak" gıda malzemelerini alıp depoya getiriyor. O gün ne satılacağına sabah dükkân açıldığında karar veriliyor. Müşteri de çoğunlukla umduğunu değil bulduğunu alıyor. Tezgâhlarda mal kalmayınca arka depodan sandıklar geliyor, boşaltılıyor. Buraya emek verenlerin tümü de görevlerini karşılıksız yapıyor. Çoğunlukla kadın-erkek emekliler "Sofra"larda çalışıyor. Bazı günler, biraz Almanca öğrenmiş sığınmacılar da onlara yardıma geliyor.

YOKSULLUK HIZLA ARTIYOR

İlk "Sofra" 1993'te Berlin'de kurulmuş. Stuttgart şubesini de 1995 yılında Leonhard Kilisesi başpapazı Martin Fritz açmış. Kentte düşük gelirlilerin yaşadığı dört semtte "Sofra"lar var. Hepsi de tramvay, otobüs ve metro duraklarına yakın, çünkü müşterileri alışverişe otomobille gelemiyor. Bugün Almanya'da 984 "Sofra" sayısız kuruluştan ve yardımseverlerden gelen bağışlarla ayakta durabiliyor.

Çoğunluğu emekli 1.7 milyon insan günbegün ucuz gıda alabilmek için "Sofra"ların önünde kuyrukta bekliyor! Bu kuruluşlar 2019 yılında 265 bin ton gıda malzemesini, neredeyse bedava, yoksullara satmış. Kimi dükkân sebze, meyve dışında başkalarının hibe ettiği ikinci el giysi de satıyor. Korona başladığından bu yana sadece işsizlik tırmanmadı, "Sofra" dükkânlarından aldıklarıyla karınlarını doyuran yoksulların da sayısı yüzde 20 arttı. Yaz, kış gününü sokaklarda geçiren, dilenen, geceleri de kendine bir köprüaltı bulan yoksullar, "Sofra"dan her gün iki kez alışveriş yapma hakkına sahip...

"Sofra"lar ayakta kalabildikleri sürece günümüz Almanyası'nda - korona nedeniyle iyice sarsılmış - yetersiz sosyal sisteme önemli bir destek veriyor.

3 Haziran 2021

Avrupa'dan Türkiye'ye atık ihracı

Toplum Gazetesi/ALMANYA, 3 Haziran 2021

Stuttgartlı her hafta kapısının önünü süpürüyor. Ev sahibi bu görevini yerine getiriyor, kiracı da getirmek zorunda, çünkü kira sözleşmesinde yazıyor! Mahallelerde kaldırımlar tertemiz. 1492 yılında Stuttgart'tan sorumlu vali şöyle bir karar almış: "Kentimizin hep temiz kalması için herkes evinin önündeki pisliği haftada bir kaldırmak zorundadır”. O günden bugüne bu karar uygulanıyor! Sesini çıkarıp itiraz etmek kimsenin aklına gelmiyor.

Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Siz Stuttgart'ın merkezini hafta sonunun ardından, bir pazartesi sabahında görün! Kentin göbeğindeki büyük Schloss alanı, çevresindeki parklar, cadde ve sokaklar, gezi yolları çöp dolu! Korona'dan önce binlerce insanın katıldığı açık hava etkinliklerinin ardından durum daha da berbattı. Şu sıralar Korona önlemleri gevşetildi, havalar ısındı. Gençler kendilerini sokağa attılar, küçük gruplarla bir araya gelip eğlenmeye başladılar. Dans ediyorlar, şarkılar söylüyorlar, geceyarısına doğru kalkıp eve giderken de yanlarında getirdikleri pet şişeleri, plastik tabakları, kâğıtları, poşetleri oturdukları yere öyle bırakıyorlar! Lokantalar, pastaneler ve kahvelerin kapalı olduğu aylarda da, herkes yemeğini gezinerek yediği için sağ sol 'kullan ve at' karton ve plastik bardaklar, kâğıt mendiller, dondurma kapları, burger ve pizza kutularıyla doluydu. Sizin anlayacağınız değişen bir şey yok, kent merkezinde sokak, cadde köşeleri, çimenlik alanlar çöp dolu.

"Her yıl 300 milyon ton plastik"

Almanya Federal Çevre Bakanlığı'nın açıklamalarına göre ülkede her yıl kişi başına 458 kilo ev çöpü düşüyor! Yine aynı bakanlık saat başı 320 bin kâğıt bardak kullanıldığını açıkladı. Bir yılda 2,8 milyar! Otobüs, tramvay duraklarında sigara izmaritleri arasında yürüyorsunuz.

Düzinelerle çöpçünün sabah erkenden temizlediği alan ve caddeler akşama doğru yine eski haline dönüyor! Kent kirliliği Berlin veya Frankfurt gibi büyük kentlerde daha da aşırı. Sadece kaldırımlar, sokak ve caddeler değil, herkesin kullandığı parklar ve yeşil alanlar da son yıllarda bir 'çöp kutusu'na dönüştü. İnsanlar sadece kâğıt mendil ve karton bardak atsa yine de iyi, eski mobilyaları, otomobil lastiklerini kaldırıma veya ormanlara bırakanlar artık parmakla gösterilmiyor! Büyük kentlerde belediyeler bu sorumsuzluğu engelleyemiyor.

Federal Almanya Çevre Bakanı Svenja Schulze şöyle diyor: "İnsanlık her yıl 300 milyon ton plastik üretiyor. Lego taşlarından yoğurt kabına, bahçe iskemlelerinden balıkçı ağlarına, bisiklet tekerleklerinden tuvalet kapaklarına, otomobil yedek parçalarından cep telefonlarına..." Bakana göre toplam çöp kamyonlara yüklense konvoy yeryüzünü üç kez dolanır.

Dokuz Eylül Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ertuğrul Erdin'in evlerde oluşan tehlikeli çöpler ve atıklar üzerine yaptığı bir araştırma (http://web.deu.edu.tr/erdin/pubs/doc132.htm) kanımca çok önemli bilgiler içeriyor! Dünya Doğayı Koruma Vakfı da (WWF) 2020 yılında Türkiye'nin, Mısır ve İtalya'yla birlikte Akdeniz'i en çok kirleten üç ülkeden biri olduğunu açıklamıştı. Alman televizyonu ARD'nin İstanbul stüdyosunun geçen yılki yayınında da başka bir gerçeği öğrenmiştik: "Almanya Federal İstatistik Dairesi'nin verilerine göre 2017 yılında Türkiye'ye Almanya'dan 18 bin ton plastik atık gelirken bu miktar 2018 yılında 50 bin tona ulaştı." İthal (!) edilen çöpler çoğunlukla plastik atık. Bütün Avrupa'nın ihraç ettiği her 4 plastiğin 1'ini Türkiye alıyor. AB'nin çöpü Türkiye'de ya bir yerlere atılıyor ya da yasadışı bir şekilde yakılıyor.

Bir ay önce Cumhuriyet'te okumuştum: "Eurostat verilerine göre, AB ülkelerinden yapılan atık ihracatı 2004 yılından bu yana yüzde 75 arttı." Greenpeace de her yıl 32,7 milyon tonu bulan atık ihracatının 13,7 milyon tonunun Türkiye'ye gittiğini açıklıyor. Avrupa'dan Türkiye'ye yapılan atık ihracatı son 20 yılda yaklaşık 3 kat artmış. Avrupa'dan gönderilen atıkların yarıdan fazlası, demir ve çelik gibi metal atıklardan oluşuyor. AB ülkelerinden ihraç edilen yıllık 17,5 milyon ton metal atığın 12 milyon tonunu Türkiye alıyor.

"Her gün 241 kamyon dolusu plastik atık geliyor"

Greenpeace'ın yeni raporuna göre de geçen yıl İngiltere'deki plastik atıkların yaklaşık yüzde 40'ı Türkiye'ye ihraç edildi. (Cumhuriyet, 17 Mayıs 2021) Raporda İngiltere'nin 2020 yılında Türkiye'ye ihraç ettiği plastik atıkların 210 bin ton civarında olduğu belirtilirken araştırmacılar, gelen atıklardan bir kısmının yollara, tarlalara atıldığını ve buralarda yakıldığını tespit etti. Greenpeace'den Nihan Temiz, Avrupa'dan her gün 241 kamyon dolusu plastik atık geldiğini söylüyor. Verilere göre Türkiye Avrupa'nın en büyük plastik atık çöplüğü olma yolunda.

Stuttgart'ın çevresi ormanlarla, küçük göllerle kaplı. Havalar yazı andırıyor, kızlı erkekli gruplar piknik alanlarında geç saatlare kadar bağıra çağıra eğleniyor. Eve dönerken de çevrede yeterince büyük çöp kutusu olmasına karşın, arkalarında Almanların deyişiyle bir 'domuz ahırı' bırakıyor! Stuttgart Belediyesi sözcüsü: "Ne yazık ki giderek daha çok insan çöpüne dikkat etmiyor", diye konuşuyor. "Kentin belirli köşeleri sadece birkaç saat temiz kalıyor." Ona göre bu artık bir toplum sorunu oldu. Çoğu genç rahat ve sorumsuz yaşamak istiyor! Ye, iç ve at! Nasıl olsa çöpler Türkiye'ye gidiyor! Türkiye, Almanya'nın ardından plastik üretiminde ikinci sırada yer alıyor. Petrokimya Holding A.Ş.'nin (PETKİM) üretim kapasitesinin yetersiz kaldığı yerde, Avrupa'dan hammadde olarak kullanılan plastik atıklar ithal ediliyordu.

T. C. Ticaret Bakanlığı plastik atık ithalatındaki kapsamı genişletti ve 18 Mayıs'ta polimer (polietilen atık) ithalatını yasakladı. Bakalım şimdi ne olacak?