31 Mayıs 2017

75 Yıl Önce Ölen Stefan Zweig Bir Umut Yazarıdır

YKY Kitap-lık, Mayıs 2017
AHMET ARPAD

Avusturyalı gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana’da doğdu. Viyana ve Berlin’de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yahudi asıllı babası, Avusturya’nın Moravia eyaletin¬den Viyana’ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde dev¬ralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha “kültürlü” biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Bir süre Berlin’de kaldı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika’ya geçti, o günler Avrupası’nın en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren’le tanıştı, 1904 yılında üniversiteyi “Herr Doktor” unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntıla¬rından uzak tutuyordu. 1907’de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana’nın III. böl¬gesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı “İlk Çelenkler” ona Bauernfeld Ödülü’nü getirdi. Bütün yaşamını yazıya adadı.

Politikacılara karşı savaşı
Zweig bir yandan yapıtlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, bir yandan da yeni eserler yarattı. Toplu şiirleri yayımlandı, deneme kitapları ve nuvelleri basıldı. Eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1919 yılında eşi Friderike’yle Salzburg’a taşındı. Stefan Zweig bir yazar olarak özgürce yaşama¬sını sürdürdü, sık sık yolculuklara çıktı. Gittiği her yerden Friderike’ye mektuplar yolladı. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arası yılların çok önemli bir yanı vardır. Zweig’ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, romanları sadece Amerika ve Avrupa’da değil, Asya’da da büyük ilgi görmekteydi. Her ülkede dostlar edinmeye başladı. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanıyordu. Ancak 1933’te Almanya’da diktatör Hitler’in işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. Aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig’ın adı ‘safkan olmayan insanlar’ listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mut-luluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Tedirginlikleri giderek arttı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini biliyordu.

Hitler’le gelen bunalım
Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. İngiltere’ye yer¬leşti. 1938 yılında eşi Friderike’den boşandı. 13 Mart 1938’de Hitler’in Viyana’ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl bo¬yunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık ‘vatansız kişi’ydi. O, Avrupası’nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler’in güçlenmesi Stefan Zweig’ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğru¬na savaşım verdiği ‘kültür Avrupası’düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramış¬tı. 1940’ta İngiliz vatandaşı oldu ve ikinci eşi Charlotte Altmann’la Brezilya’nın Petropolis kentine yerleşti. 17 Eylül 1941’de ilk eşi Friderike’ye şu yazdıkları çok düşündürücü: “Burada Avrupa’yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa’da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabil¬mek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa’dan gelen ha¬berler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi gözden geçireceğim...” Zweig, yaşamının ‘son durağı’ Brezilya’da da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. O, Avrupa kültürüne ve hümanist bir dünya görüşüne inanırdı. Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 1942 yılında 22 şubatı 23 şubata bağlayan gecede ikinci eşi Lotte ile birlikte intihar etti.

“Savaşlardan nefret ederim”
Türkiye’de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig’ın, Yıldızın Parladığı Anlar, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouc¬he, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda yapıtı dilimize çevrildi. Stefan Zweig’ın hayat hikâyesi olan Dünün Dünyası eserinin son satırları, geride kalanlar ve yarın¬ları yaşayacaklar için umut ışığıdır: “Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.” İnsancıldı, savaş karşıtıydı Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. “Savaş¬lardan nefret ederim” derdi. “Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez.” Dünün Dünyası’nda 1920’li, 1930’lu Salzburg yıllarını: “Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!” diye anlatır. “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik...”
Zweig o günlerde kötümserlikten kurtulamıyordu. “Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor” diyordu. “Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çökü¬yorum.” Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi. “Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz…” diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir.
Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında ‘haymatloz’ olması ona pek ağır gelmişti. ‘Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını’ anlamıştı; ‘bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdı.’ Zweig’ı tedirginleştiren olaylar giderek artıyordu. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitir¬mişti. Şair ve yazar dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Zweig yorgun ve bezgindi. O günlerde dostu Felix Braun’a şunları yazar: “Artık Alman dilinde yazamayacağız, çünkü basmayacaklar… Kendimi evimde hissettiğim Fran¬sa da gitti. Bir zamanların Avrupası’ndan kalan en son ülkenin de yok olmasıyla ben artık bir evsiz barksızım.”

Nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı
Zweig, her türlü yaratıcı çalışmanın en önemli temelinin iç huzur olduğu görü¬şündeydi. Ancak o günün Avrupası’nda hiçbir sanatçı huzur içinde çalışamıyordu. İnsanlığın bir deprem yaşadığı savaş öncesi sürecinde edebiyatçılar nasıl iç huzuru bulacaktı? “Edebiyatçılar ve sanatçılar yaşadığımız çağda kendilerini çevrelerinde olup bitenlerden soyutlayamıyor, çünkü onlar hemcinslerinin yazgıları ve acılarıy¬la ilgilenmek zorunda” diyordu Zweig. Ona göre insanlar hiç böylesine bir baskı altına girmemiş, yaşamları hiç bu kadar korku dolu olmamıştı. Zweig, sanatın ve kültürün çözülme aşamasında olduğuna inanıyordu. Stefan Zweig İngiltere yılla¬rında aklına gelen her şeyi kâğıda döker. Bütün gün yorulmadan çalışır, yazdıkla¬rıyla mutlu olmayı amaçlar. Fakat 1940 yılında New York Times’ın onunla yaptığı bir görüşmede söyledikleri Zweig’ın kötümserliğinden kurtulamamış olduğunun kanıtıdır: “Bizler bir özgürlük savaşı vermek zorundayız. Çok yakın gelecekte bu¬güne dek hiç yaşamamış olduğumuz toplumsal değişimlere tanık olacağız.”
Yapıtlarında hep hoşgörü düşüncesinden yola çıkan Zweig’ın misyonu Avru¬palı sanatçılarla edebiyatçıları ortak barış uğruna bir araya getirmekti. Kendini yaşamı boyunca bir Avrupa ve dünya vatandaşı kabul etti, nasyonal sosyalizmle yürekten savaştı, barış uğruna kendinden çok şey verdi. Stefan Zweig bireyle¬rin, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini sürekli hedefledi. Yaşamının son yılları Stefan Zweig için bir kaçıştır. O günlerde Los Angeles’e sığınmış olan Franz ve Alma Werfel’e yolladığı mektuptaki satırları çok kötümserdir: “Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere’deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu. Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Denizaşırı ülkelerdeki bu zorunlu tatilim sonsuza dek sürecek mi? Her gün açıp kapattığımız birkaç bavul, tuhaf duygular, inanılmaz bir boşluk... Yoksa bu yaşam yepyeni bir özgürlük mü? Bere¬ket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma kâğıtlara karalıyorum onu...”
Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları al¬tında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yine de yazdı durdu. Çalışmalarının bütün Amerigo Vespucci bi¬yografisiyle Dünün Dünyası anılarına verdi.

‘Biz yarın da bir hiç olacağız’
26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düşer: “En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Aynı günlerde yakın dostlarından Carl Zuckmayer ile yaptığı bir sohbette söyledikleri de kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıdır: “Bizlerin sevmiş olduğu dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Söyledik¬lerimizi hiç kimse anlamayacak. Bizler yakın gelecekte bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız.” Zweig yorgundur, canı sıkkındır. Huzura Brezilya’da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şek¬lini verir, bir yandan da Satranç öyküsünü hazırlar. Montaigne ve Balzac üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa’dadır. Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşında hisseder. Petropolis, Zweig’ların yaşamındaki son duraktır! 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya’da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. Onunla vatanı Avusturya’dan söz ederken çok kötümserdir. Zweig ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike’ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: “Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim… Senin ise iyi günleri göreceğine eminim... Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.” Brezilya’nın dağ kasabası Petropolis’te yaşamına son veren Stefan Zweig’ın, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı...
Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davra¬nışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Eserleriyle okurunu yüreklendirir, onu kendine tiryaki eder, ona yaşam sevinci aşılar. Zweig iyimserdir. Her zaman barışı, iyiliği düşleyen çok yan¬lı bir yazardır. Her şeye hümanizmin penceresinden bakar. I. Dünya Savaşı’nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig’a göre li-beral toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Stefan Zweig hiç yitirmedi güncelliğini
Zweig’ın yaşamına son vermesinin ardından: “Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...” diye oldukça üst perdeden yazmıştı Hitler yandaşı Salzburg Eyalet Gazetesi. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig’ları ölüme sürüklemişti! Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Ste¬fan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Carl Zuckmayer’in şu sözleri çok önemlidir: “O dostça bağlandığı bir insanı ömrü boyu kardeş kabul ederdi… Gerçek bir dostluluk onun için mutlulukların en yücesiydi...” Ünlü Avusturyalı yazar, dürüst ve iyi yürekli aydın ölümünden günü¬müze hiç yitirmedi güncelliğini. Özgürlüklü görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok gerekli!
Ünlü Berlin-Aleksander Alanı romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatör¬lüğü yıllarında söylediği: “Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar” sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti.

25 Mayıs 2017

'Özgür düşünce kuş gibidir'

Cumhuriyet Kitap, 25 Mayis 2017
AHMET ARPAD

20. yüzyılda Almanca edebiyatın ünlü iki yazarı Stefan Zweig ve Robert Musil'i 75. ölüm yılında, hem hayatlarını hem de eserlerinin anlamını aktaran bir yazıyla anıyoruz

23 Şubat 1942 günü öğleye doğru Rio de Janeiro yakınlarındaki dağ kenti Petrópolis'te bahçeli küçük eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen çağırdığı doktor, Stefan Zweig ve eşi Lotte'yi yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Zweig'lar zehirli bir madde içerek -'ingestao de substancia toxica, suicidio'- yaşamlarına son vermişlerdi. Stefan Zweig, savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilya'da savaşın kurbanı olmuştu... 1881 yılında Viyana'nın ünlü Schottenring Caddesi'ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam, 1942 yılında Brezilya'nın küçük dağ kenti Petrópolis'in Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli evde son bulmuştu.

Robert Musil 15 Nisan 1942 günü Cenevre'de 'Niteliksiz Adam'ın son bölümü üzerinde çalışırken beyin kanamasından yaşama veda eder. Papaz Robert Leujene'nin ölüsünün başında son konuşmayı yapmasının ardından Musil'in külleri ailesinin isteği üzerine Cenevre yakınlardaki bir ormana serpilir. 'Niteliksiz Adam'la ardında dev bir yapıt bırakan Robert Musil ve her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig Avusturya'nın 20. yüzyılda çıkarmış olduğu ve yerleri günümüze dek doldurulamayan iki olağanüstü yazarıdır.

Dünya politikası 1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle karışır, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Aradan daha birkaç ay geçmeden sayısız yazar gibi Zweig'le Musil'in yapıtları da teşlere atılır. Dostları Almanya'yı terk etmeye başlar. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona eren Zweig sevdiği Salzburg'dan ayrılır, villasını, biraz da Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kalır. Eşi Friderike'den boşanır.  İngiltere'ye yerleşir. Robert Musil ise her şeye karşı direnir, Viyana'da kalır. “Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamaz" diyen Zweig onlarca yıl sevmiş olduğu dünyanın kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğine artık inanmaktadır. Ünlü yazar Alfred Döblin: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleriyle Zweig ve dostlarına destek olmak ister. Ancak Hitler ve yandaşlarının aydınlara soluk aldırmayan girişimleri sonucu gittikçe daha çok yazar ülkelerini terk etmeye başlar.

“Ülkemiz daha da nefes alınmaz olacak"
Nazi Almanyası'nın 1938 yılının mart ayında Avusturya'ya el koymasının ardından Viyanalı dostlarına: “Ben bu havayı ciğerlerine çekemiyorum, ülkemiz yakında daha da nefes alınmaz olacak" diyen Robert Musil bu görüşlerinde kısa süre sonra haklı çıkar. Sadece eserleri nedeniyle değil, eşi Martha'nın Yahudi kökenli olması da Musil'in Nazilerin nefretine uğramasının nedenidir. Eşinin o günlerde yakasında gamalı haçla dolaşması hiçbir işe yaramaz. Yapıtlarını basan Bermann-Fischer Yayınevi'ne de aynı günlerde Naziler el koyar. Son yıllarda tüm yapıtlarının yayın hakkını Zürih'li yayıncı Simon Menzel'in sahibi olduğu Humanitas Yayınevi'ne devretmeyi ve 'Niteliksiz Adam'ı İsviçre'de bitirmeyi düşleyen Robert Musil eşiyle eylül 1938'de Tirano, St. Moritz ve Chur üzerinden Zürih'e sığınır.

Viyana'yı terk ederken müsveddelerini yanına almış olduğu 'Niteliksiz Adam'ı İsviçre'de sonuçlandırmayı amaçlamaktadır.  Musil, 20. yüzyılın başında artık çöküş sürecine girmiş olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nu anlattığı bu başyapıtında yeni çağa ayak uydurmak isteyen kafası karışık, çelişkiler, bunalımlar ve çalkantılarla dolu bir yaşam sürdürmeye çabalayan toplumu ele alır. Kendine henüz bir yayınevi bulmamış olmasına, Viyana'daki dostları ona: “Bu eser Alman Rayhı'na ait tüm ülkelerde yasaklandı" yazmasına karşın Musil hedefinden dönmemeye çok kararlıdır.

Stefan Zweig'ın Brezilya'ya sığınmadan önce yakın dostu Carl Zuckmayer'le yaptığı bir sohbette söyledikleri de kötümserliğinin ne kadar ilerlemiş olduğunun kanıtıdır: "Sevmiş olduğumuz dünya kesinlikle bir daha geri gelmeyecek. Oluşacak yeni dünyada da artık sözümüz geçmeyecek. Bizler yakın gelecekte bütün ülkelerde vatansız olacağız. Biz bugün bir hiçiz, yarın da bir hiç olacağız.“ Zweig yorgundur, canı sıkkındır. Huzura Brezilya'da da kavuşamaz. Bir yandan otobiyografisine son şeklini verir, bir yandan da 'Satranç' öyküsünü hazırlar. 'Montaigne' ve 'Balzac' üzerine denemelerini bitirmeye çalışır. Ancak düşünceleri hep Avrupa'dadır. "Bir yazar sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır“ diyen Zweig için artık ne vatanı, ne evi, ne de kitaplarını basacak yayıncıları vardır! Altmış yaşında kendini yüz yaşındaymış gibi hisseder.

Dayanılmaz baskılar
Aynı günlerde İsviçre'de çok zor koşullar altında çalışan, sağlık sorunlarından kurtulamayan Robert Musil'in kendisine parasal destek veren hayranları olmasaydı sığındığı bu ülkede yaşamını sürdürmesi çok güç olacaktı. Arada sırada çağrıldığı okuma ve sohbet akşamlarında yapılan ödemeler Musil ailesini geçindirmeye yeterli değildir.  'Niteliksiz Adam' yapıtında 'büyük edebiyatçı' diye biraz karikatürize ettiği Thomas Mann'ın desteğine sonunda gereksinimi olur. Nobel ödüllü yazar da eli açık davranmaktan kaçınmaz. O günlerde tanıştığı İtalyan yazar İgnazio Silone (“Ekmek ve Şarap") onun olanaklarının dışında bir yaşam sürdürdüğünü fark eder ve Musil'le eşine daha uygun bir yer aramaya başlar. Aralarında geçen bir sohbette, Viyana'dan niçin ayrıldığını soran Silone'ye Musil şu yanıtı verir: “Okurlarım çoğunlukla Yahudilerdi. Son yıllarda hemen hemen hepsi ülkeyi terk etti. Ben niçin geride kalacaktım?" Gün gelir, yakın çevresine yaşamından yakınırken: “Ne yazık ki ben kendimi anlamakta güçlük çekiyorum..." der. Bu özeleştiri Musil'in kimi zaman kendini bir bulmaca olarak gördüğünü kanıtlar. Bazı dönemlerde çok yavaş çalışmasını, yazdıklarını beğenmeyip sık sık değiştirmesini de böyle açıklamak mümkün. 1939 yılının yaz aylarında Robert Musil'in, yaşamlarını bir felaketle bitirmek yerine ona kendi elleriyle son vermelerinin doğru olacağı üzerine eşi Martha'yla anlaştığı söylenir. Ancak o günlerde, Zürih yakınlarındaki Zug'da yaşayan, solcu görüşleriyle ünlenmiş, sanatsever papaz Robert Lejeune'le tanışmaları Musil ve eşine yeni bir yaşama gücü verir. Bir Musil hayranı olan Lejeune ilerde Musil'den şöyle söz etmişti: “Evimizde düzenlediğimiz akşamlarda Musil de bize katıldığında hemen bütün ilgiyi üzerine çekmesini bilirdi. Ancak onunla diğer katılımcılar arasında bir mesafe olduğunu da sezmemek mümkün değildi. Sohbetleri kimi zaman çok sıcak olmasına karşın bir samimiyet oluşmazdı. Musil üstün zekaya sahip bir insandı. Aydın geçinen bizler ona her zaman ulaşamazdık. Bakışlarıyla karşısındakinin ruhuna sızardı."

İsviçre yılları sırasında yapmış olduğu kimi açıklama, 'Niteliksiz Adam' yazarının ne denli değişik görüşlere sahip bir insan olduğunu kanıtlar: “Bir yıla yakındır İsviçre'de yaşıyorum. Aryen olduğumu sık sık kanıtlamam gerekiyor... İsviçreli, ülkeye zenginlik getirenin dışında hiçbir yabancıya saygı göstermiyor, ona çingene gözüyle bakıyor... Ben toplumdaki tutuculuğu sevmiyorum. Zenginler fakirlerle aynı mezarlıklara gömülmüyor. İsviçreli sosyalizmden nefret ediyor, kentler otomobil sahiplerine uygun inşa ediliyor."

Petropolis, Stefan Zweig'ın yaşamındaki son duraktır! 21 Şubat 1942 akşamı, Brezilya'da kendisi gibi mülteci yaşamı sürdüren Yahudi asıllı yazar Ernst Feder ile bir parti satranç oynar. O akşam çok kötümserdir. Ertesi gün masasının başına geçip el yazısıyla bazı mektuplar kaleme alır. İlk eşi Friderike'ye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli mektupta şöyle yazar: "Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan."

Zweig ve Musil'in Hitler diktatörlüğünün dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliklerini yitirip ruhsal çöküntüye uğramaları çok trajiktir. Stefan Zweig ve Robert Musil, yazgıları birbirine çok benzeyen iki Avusturyalı! Her ikisini de yaşadan bıktıran Naziler. Biri 61, diğeri 62 yaşında öldü; bundan yetmiş beş yıl önce. 1942'de. Peş peşe.

1 Mayıs 2017

Kitaptan korkanlar

TOPLUM Gazetesi, Mayis 2017
Ahmet Arpad

Berlin Opera alanında alevler havaya yükseliyor. Büyük ateşin çevresine toplanmış insanlar keyifli. Aralarında öğrencileri ile gelmiş sayısız üniversite profesörü de var. Kucaklar dolusu, çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarına doldurulmuş yığınla kitap taşıyorlar ateşin yakıldığı alana. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri, olup biteni dikkatle izliyor.

10 Mayıs 1933 Alman tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir. Hitler seçimlerde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri kralları ile gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan Führer'in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklandı. Kimileri sınır ötesine kapağı attı, savaş bitene dek yaşamını zorunlu sürgünde geçirdi.

"Bugün kitap yakanlar, yarın insan yakar"
10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Üç hafta içinde Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Berlin Opera Alanı'ndan Münih Kral Alanı'na dek. Kitapların yakıldığı kentlerin tümünde üniversite vardı. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit etmekte," diye binlerce insana sesleniyordu.

Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar gibi uluyordu. Naziler, "Alman düşün dünyasının çöpü," dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı kitapların yakılması ile doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. Kahverengi gömlekler tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Büyük ateşe atılanlar Alman dili kültür ve edebiyatlarını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçılar, düşünür ve sanatçıların eserleriydi. "Bugün kitapların yakıldığı yerde, ilerde insanlar da yakılır," diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. Sınır ötesine kaçamayanlar kampların dikenli telleri arkasında yaşama gücünü yitirdiler. Gaz odaları ve fırınlar sonları oldu. Antifaşist ve antimilitarist çağdaş Alman yazarlarının en ünlüsü Erich Maria Remarque "Hayat Kıvılcımı" adlı eserinde o günleri konu eder. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş 1945'e dek sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu.

Kültür cinayetine onay veren aydınlar
Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı. Ancak çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir," diye yazanlar oldu. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.