9 Kasım 2025

Regensburg, bir tablo...

Aydınlık Avrupa, 9 Kasım 2025

Ahmet Arpad

Sisler içinde mavi Tuna'nın kıyıları. Yamaçlarda üzüm bağları. Uzaklardan geçen trenin uzun düdüğü sabah sessizliğini bozuyor. Sislerin ardında güneş. Bugün hava güzel olacak Tuna kıyılarında. Regensburg'da.

* * *

Tepede bir tapınak. Büyük bir Yunan tapınağı. Yaklaşık 180 yıl önce Bavyera Kralı I. Ludwig'in kalıtı. 365 mermer basamak Tuna Nehri'ne ve ovaya bakan bu görkemli tapınağa çıkıyor. Alman ırkının ‘övgü tapınağı‘ Walhalla'ya Hitler; 6 Haziran 1937'de "Yapıtlarında Almanlık damarı var" dediği besteci Anton Bruckner'in büstünü koydurtmuştu. O gün yaklaşık 200 bin insan akın akın Regensburg ve tapınağa gelmişti. Törene 800 kişilik bir koro eşlik etmişti. Sonraki yıllarda Neonazilerin her 6 Haziran'da burada toplandığı biliniyor. Sislerin ardından güneş çıkıyor. Uzaklardan bir köprü görünüyor. Kocaman! Tıpkı önünde durduğum tapınak gibi. Çevresine hiç uymayan bir yapı. 

Daha ötelerde, sisler arasında kilise kuleleri, tarihi yapılar, eski taş evler. Regensburg, 2000 yıllık bir kent. Taş köprüleriyle ve yapılarıyla, alanlarıyla, sokaklarıyla, buralarda yaşayan rahat, cana yakın insanlarıyla... Tarih ve gelenek adım başında, kiliselerin Gotik kulelerinde, evlerin taş kemerlerinde, daracık sokakların taşlarında. 

Her şey tablo gibi

Roma Kralı March Aurel'in. İsa'dan 179 yıl sonra kurduğu Regensburg Ortaçağda Avrupa'nın en büyük ticaret, politika ve sanat kentlerinden biriydi. 1786'da Goethe burada haftalar geçiriyor. "Regensburg çok güzel bir yer" diye yazıyor gezi günlüğüne. Kentin biraz dışında yamaçlar bağlarla örtülü. Şaraplık üzüm yetişiyor buralarda, Romalılardan günümüze dek. Karaormanlar'dan gelen Tuna nehri Regensburg'da genişliyor, büyüyor. Kayaları yararak güneydoğuya yolunu sürdürüyor. Kendine vadiler açıyor. Düşler içindeki küçük köylerin, burçlu kalelerin, yüksek şatoların, sık ormanların arasından geçiyor. Her şey tablo gibi. 

Regensburg'un taş sokakları gezmekle bitmiyor. Eski çağlarda at arabalarının geçtiği bu daracık sokaklar günümüzde her türlü araca kapalı. Sağ, sol eski yapı. Romalıların yaptığı; ortaçağın bozamadığı, dünya savaşlarında düşmanın bombalamadığı günümüz insanının da yolları genişletmek amacıyla yıkmadığı yapılar. Giriş katlarında dükkânlar, lokantalar, kahveler, butikler ve birahaneler. Hepsi de küçük ve sevimli.

Biraz ileride büyükçe bir alan. Orada bir heykel. Heybetli ve gururlu duruyor. Taş kaidesinde bu kişinin Avusturya prensi Don Juan olduğu yazıyor. Heybetli duruşunun nedeni, Kaptanıderya Müezzinzade Ali Paşa'nın şehit düştüğü 1571 İnebahtı Deniz Savaşı'nda Osmanlı donanmasını yenmiş olması olacak...

Sal yolculuğu keyif verici

Bu yörede Tuna'da güzel bir sal yolculuğu yapmak da mümkün. Az sonra Regensburg'a yarım saat ötedeki Weltenburg'dayız. Dalları sulara değen söğütler, upuzun sazlar, yemyeşil çayırlar, çoktan biçilmiş kara topraklı tarlalar kayıp gidiyor yanımızdan. Serin ve sıcak, yağmurlu ve kuru bir yazın ardından, arada sırada biraz serin de yapsa, güzel geçiyor güz güney Almanya'da. Her yer rengârenk, alışılmamış renkler örtüyor doğayı. Balıkçıl kuşları gökyüzünün mavisine yükseliyor, uçuyorlar güneşe. Kanatları saydam, tatlı sarı ışıkta pırıl pırıl. Göz alabildiğine çayırlar ötesinde bembeyaz kilisecikler, küçük köyler, yamaçlarda sarının her türlü tonunda korular...

"Almanya'nın nehirlerinde yapacağın bir sal yolculuğunda sindirirsin ruhuna bu doğa güzelliğini." Mark Twain'in 1880'lerde söyledikleri günümüzde de geçerli. Upuzun sal kayıyor Tuna'nın sularında. Üzerinde insanlar, neşeli. Küçük orkestranın New Orleans melodileri coşturucu. Ellerde kocaman bira bardakları, şarap kadehleri.

Sal birden hızlanıyor. Kıyıya doğru sürükleniyor. Salcılar uzun sopaları bütün güçleri ile kavrıyor. Neşeli insanlar susuyor. Caz devam ediyor. Söğütlerin suya değen ince dalları sala çarpıyor. Kadınlar bağrışıyor. Salcılar heyecanlı. Sular kaynıyor, uzun dallar arasından gurulduyor. Her yanda dalgalar, köpür köpür sular. Doğada bir hareket, bir haykırış. Yaban ördekleri havalanıyor sazlar arasından, bağıra çağıra, kanat çarpa çarpa. Güçlü erkekler salı kıyıdan uzaklaştırıyor. 

Akıntı azalıyor, Tuna yine sakinleşiyor. Daralıyor. Çayırlar, yamaçlar kayboluyor, ağaçlar da yok artık. Suların içinden yükselen kayalar sanki tepemizde. Yukarılardan kuşlar iniyor, dalıyor sulara. İskele kuşu, martılar, başımızın üzerinde birkaç paçalı şahin! Buz gibi suların derinliklerinde alabalıklar, turnabalıkları, sazan balıkları, tekirler, uzunlevrekler, som balıkları. Kimi köşelerde sarıağızlar, yılan balıkları... Kayalardan kapı açılıyor, Tuna nehri genişliyor. New Orleans melodileri ile dans eden insanlar yine neşeleniyor. Son kıvrımı da geride bırakınca, sipsivri kuleli, bembeyaz, kocaman, sulara değecekmiş gibi çayırlarda yükselen Weltenburg manastırı karşımıza çıkıveriyor. Küçük iskelesine bağlı balıkçı kayıkları kıpkırmızı, yemyeşil, masmavi, sivri burunlu. Weltenburg 18. yüzyıldan kalma mükemmel bir Barok yapı.

Yolculuğun sonuna geldik. Sal ağır ağır, manastırın önünde uzanan çakıllara yanaşıyor. İnsanlar yorgun, fakat neşeli. Bardaklar, kadehler boş. Ancak tarihi ıhlamur ve kestane ağaçlarının gölgesinde, ünlü Weltenburg siyah birası bizleri bekliyor. Yudumlaması keyifli. 

Kafka'yla Prag gezintisi

Cumhuriyet, Pazar Eki, 9 Kasım 2025

Franz Kafka'nın doğmuş olduğu Prag'da başı boş gezinirken kolayca geçmişe döner, anılara dalabilirsiniz. Vitava nehrinin kıyısındaki bu güzel kentin sokaklarında Kafka'nın Milena'ya olan aşkının peşinden gider ya da var olmanın dayanılmaz hafifliğini tadabilirsiniz.

Ahmet Arpad

Saat 12'ye 5 var. Eski belediye binasının önünde toplanmış insanlar. Küçük heykellerle süslü kuledeki 400 yıllık Astronomik Saat'in çalmasını bekliyorlar. Başlar havada. Az sonra küçük pencereler açılacak, çanlar çalacak, tarihi figürler peşpeşe geçecek. Herkes bekleşiyor, fotoğraf makineleri, akıllı telefonlar ayarlanmış... Kulenin karşısındaki lokanta, bar ve kafelerin masaları da dolu. Birden Arnavut kaldırımı yolda nal sesleri. Kara bir fayton görünüyor. Üstü açık. Atlar kara, melon şapkalı faytoncu da. Sadece yolcuları beyazlar içinde. Gelinle damat, ellerinde çiçekler, iki de küçük kız. Kalabalık onlara yol açıyor. Fayton kulenin tam önünde duruyor. Yakışıklı damat güzel gelinin inmesine yardımcı oluyor. Aynı anda çanlar başlıyor çalmaya. Saat tam on iki. İnsanlar heyecanlanıyor. Bir kıpırdama. Eminim yüzlerce insan o anda birkaç bin fotoğraf çekiyor. Faytoncu elinde kocaman bir kafes, yanlarına yaklaşıyor. Yeni evliler, kafesin kapısını açıyor. Üç beyaz güvercin havalanıyor. Yükseliyorlar bir arada. Sivri kulelerden birine tüneyip aşağıda olup biteni seyrediyorlar. Bu işi daha önce pek sık yapmışlar gibi. Belki az sonra evlerine dönecekler. Yarın başka bir çifti mutlu etmek için yine buraya gelecekler! Çanlar susuyor. İnsanlar yavaş yavaş dalıyor Prag'ın tarihi sokaklarına. 

Franz Kafka'nın Dünyasında

Büyük alana doğru yürüyoruz. Burası da kalabalık. Sıra sıra faytonlar, üstü açık tarihi otomobiller gezdirecek müşteri bekliyor. Kocaman binalar, boy boy yüksek sivri kuleler. İnsan nereye, ne zaman bakacağını şaşırıyor. Birkaç adım sonra Paris Caddesi'ndeyiz. Geniş bir bulvar, ağaçlıklı. Burası yüzlerce yıl varlıklı Yahudilerin yaşamış olduğu semt... Prag insana Budapeşte ile Viyana'yı çok anımsatıyor. Ne de olsa üçünün de geçmişi aynı monarşi. Paris caddesi ve çevresindeki kocaman, tarihi, süslü, yüzyıllık yapıların hemen hemen tamamı elden geçmiş, bakımlı. Altlarındaki mağazalar Paris'i aratmıyor. Bazılarının sahibinin Amerikalı Yahudiler olduğu söyleniyor. 

Az sonra sokaklar daralıyor. Franz Kafka'nın dünyasına giriyoruz. Güney Bohemya'dan gelip Prag'ın eski Yahudi mahallesine yerleşen Hermann Kafka'nın oğlu Franz tüm yaşamını bu Moldau kentinde geçirir. Hukuk öğreniminin ardından bir sigorta şirketinde çalışır. Babası bu arada Kinski Palas'ta kocaman bir kumaşçı dükkânı açmıştır. Yahudilerin gettosu Josefov'un sokakları Kafka'nın dünyasıdır. Praglı yazarlar Yaroslav Haşek ve Yahudi Egon Erwin Kisch dostlarıdır. Max Brod'la da Café Louvre'da sık sık buluşur, sohbet eder, tartışır. Ancak Kafka hep bu çevrenin içinde kalamaz, zincirleri kırar, dışına çıkar. Prag'ın başka semtlerinde, sokaklarında da yaşar. Bu arada 1916 ve 1917 yıllarını Prag Kalesi'nin gölgesinde uzanan "Simyacılar Sokağı 22" numarada geçirir. Elinizi uzattınız mı ortaçağdan kalma "cüce" evlerin damına dokunuyorsunuz... Kafka oradan nehre yakın havasız ve rutubetli iki odalı bir eve taşınır. İşte o yıllarda hastalığı ilerler. Belki de yaşamında ilk kez terk eder Prag'ı, uzun süre için. Viyana yakınlarındaki Kierling'e tedaviye yollanır. 1924 yılında, 41 yaşında orada ölür. Prag'ın Zelivskeho Mahallesi'ndeki Yeni Yahudi Mezarlığı'nda yatıyor...

Birkaç adım sonra eski gettonun tam ortasındayız. Eski gettonun sokakları dar, karmakarışık, düzensiz. Bir Franz Kafka heykeli. Heykeltraş Jaroslav Rona onu yaratırken "Bir Savaşın Tasviri" öyküsünden esinlenmiş. Üç buçuk metre yüksekliğindeki kara heykelin içi boş, kafasız bir giysi. Omuzlarında bir insan oturuyor. Ayaklarının dibinde, çiçekleri çoktan solmuş bir çelenk. Az ötede eski ve yeni sinagoglar, iki saatli belediye binası, altı yüz yıllık bir mezarlık. 1439-1787 arasında buraya on binler gömülmüş. Mezarlık enine büyüyemediği için ölüler üst üste. On iki bin taş saymışlar. Tam bir karmaşa var dünyanın bu en eski Yahudi mezarlığında… Gettodan çıkıp nehre doğru hızlı adımlarla yürüyoruz. Az sonra Karl köprüsünün girişindeyiz. Kalabalık mı kalabalık burası. Turistten geçilmiyor. Beyaz denizci üniformaları giymiş Afrikalılar gelene geçene el ilanları dağıtıyor. Vitava nehrinde akşama yapılacak yemekli-müzikli geziye müşteri topluyorlar. Akşam oluyor Prag'da. Güneş batmaya hazırlanıyor, karşı tepede yükselen Aziz Veit Katedrali'nin sivri kuleleri arasında kıpkırmızı. Köprüde satıcılar, ressamlar, müzisyenler, caz müziği ile dans eden turistler...

"Aslan Asker Şvayk"

Gün bitiyor, gece yarısına az kaldı. İç avlular, arka bahçeler, kemerli salonlar, uzun koridorlar insan dolu. Çoğu kocaman tahta masalara oturmuş, yer bulamayanlar ayakta. Ellerde bira bardakları. Sigara dumanı, uğultu. Konuşuyorlar, gülüyorlar. Herkes neşeli, kafayı çoktan bulmuşlar, fakat bağırıp çağıran yok. Bira insana yorgunluk veriyor, onu suskunlaştırıyor, barışçıl yapıyor. Kremecova Sokak 11 numaradaki birahane, Wenzel Alanı'na yakın. Hafiften bir yağmur başlıyor. Ahmak ıstalan. Prag'a gelip de U Fleků‘ya uğramamak olmaz.

Na Bojisti Caddesi'ndeki U Kalicha'nın önünde insanlar yine kuyruk olmuş… ‘Aslan Asker Şvayk'ın birahanesinin önünde... Yazar Jaroslav Haşek buranın devamlı müşterilerindendi. Dostu yazar Egon Ewin Kirsch'le U Kalicha'da çekerlerdi kafayı. Ünlü tiyatro oyununda köpek satıcısı Şvayk (Türkiye‘de ilk kez 1963'de sevgili Genco Erkal İstanbul Arena Tiyatrosu'nda oynamıştı), Avusturya ordusunda savaşmak üzere askere alındığında, yakın dostu Voditska'ya: "Savaştan sonra saat altıda burada buluşmak üzere", diye veda eder U Kalicha'da! 

Bira su gibi akıyor. Yarım litrelik kadehi boşalanın önüne garson sormadan bir dolusunu hemen sürüyor. Tezgâhtaki musluklardan aralıksız bira boşalıyor. Dikkat ediyorum, 7 saniyede bir kadeh doluyor. Her akşam binlerce litre sert bira susuzluk gideriyor. Az sonra dışarı çıkıyoruz. Adımlarımız bizi IV. Charles Köprüsü'ne götürüyor. Köprü her zamanki gibi dolu. Az önceki ahmak ıslatan hiç kimseyi kaçırmamış. İnsanlar akın akın. Turistler... Köprüde yürüyenler Praglı değil. Tezgâhlarda eski Prag'tan küçük tablolar, kartpostallar, siyah-beyaz fotoğraflar. Hep nostalji. Dar, loş sokaklar, yağmurdan ıslanmış kirli yüzlü binalar, heykeller…

Yağmur yine hafiften çiselemeye başlıyor. Kartpostalcılarla ressamlar naylonları atıyor tezgâhlarının üzerine. Caz ve folklor müziği yapanlar ise coşkuyla devam ediyor. Kara saçlı, hafif kambur bir adam bütün gücüyle üfürüyor zurnasına. Genç turistler hoplayıp zıplıyor. Köprünün altından akıp gidiyor Vitava köpüre köpüre.

Az sonra Wenzel Alanı'ndaki Grand Hotel Europe'un kapısından içeri giriyoruz. Kafka burada okuma akşamları düzenlermiş. Yaşlı piyanist Viyana ezgileri çalıyor. Barmenin uzattığı Becherovka'ları bir dikişte içiveriyoruz. 13 bitkiden yapılan bu sert içki ne de leziz!

"Yaşam, insanlığın en büyük yalanı!"

Cumhuriyet, 9 Kasım 2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Üç kişi. İki genç adamla bir genç kadın. Üçü de tepeden tırnağa karalar içinde. Gökyüzü gibi. Kara bulutlar neredeyse yere değecek. Yağmur yağdı yağacak. Az ötede yaşlı iki rahibe ayaklarını sürüye sürüye toprak yolda yürüyor. Başları önlerinde. Uzun etekleri yere sürünüyor. Kara giyimli genç kadın elini uzatıp mezar taşını okşuyor, üzerindeki siyah haça dokunuyor. Yüzü bembeyaz. Ölü gibi. Bütün mezarlığı dolaşıyorlar. Bazı mezarlar ve üzerlerindeki haçlar ile pek ilgileniyorlar. Gençten bir adam görünüyor, koşar adım yanlarından geçiyor. Peşinden gelen siyah kurt köpeği, kadının kara eteklerini uzun uzun kokluyor. Sonra en yakın ağaca doğru yürüyor. Önden giden efendisini pek umursadığı yok. Her ağaç altını koklayıp şöyle bir duruyor. Genç adam sesleniyor. Boşuna. Yağmura yakalanmak istemediği belli. Yerden bir dal alıp atıyor. Kurt köpeği ileri fırlıyor. Adam hızlanıyor. Ağaç ve mezar taşları arasında gözden kayboluyorlar.

Stuttgart'ın Hoppenlau mezarlığı eski ağaçları ve geniş gezinti yolları ile daha çok bir parkı andırıyor. Kentin göbeğinde mezarlık ve park bir arada. Hoppenlau yılın her mevsiminde güzel. İnsanların ilkyazda çiçek kokularını genzine çektiği, kent yazının bunaltıcı sıcağında büyük ağaçların serinliğine sığındığı, güz aylarında yaprakların arasında dolaştığı, kışın kartopu oynadığı bir park-mezarlık.

Kentin göbeğinde mezarlık

1626 yılında Stuttgart kent duvarlarının dışında büyük bir yeşil alana kurulan Hoppenlau Mezarlığı bugün kentin göbeğinde. Wilhelm Hauff, Gustav Schwab, Christian D. Schubart gibi ünlü yazar ve şairlerin yanı sıra Württemberg eyaletinin tanınmış kişileri de 18. ve 19. yüzyılda buraya gömülmüş. Hoppenlau'da kentin 250 yıllık tarihi yaşıyor. 19. yüzyılda büyültülen mezarlığa 1824 yılında bir de Yahudi mezarlığı eklenmiştir. Eski ve değişik şekildeki 1600 mezar taşı 1963 yılında ‘korunması gereken tarihi eserler' kapsamına alınmıştı.

Hoppenlau'nun Yahudi mezarlığı bölümünü Korona öncesi her yıl yurtdışından gelen yüzlerce Stuttgart doğumlu Yahudi turist de geziyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesi Hitler'den kaçan bu insanlar ve onların çocukları, doğup büyüdükleri topraklara uzun yıllar sonra tekrar geldiklerinde, bu mezarlıkta yatan akrabalarını da ziyaret etmeden dönmüyordu. Tarihi mezar taşlarındaki kimi İbranice yazılar ve rakamlar zor okunuyor.

Birden ağaçların arasından yaşlı bir adam çıkıyor. Sakalları uzamış, üzerindeki palto eskimiş. Elinde büyük bir şişe kırmızı şarap. "Ne bakıyorsun onlara?" diye homurdanıyor. Bomboş bakışlarını taşlarda gezdiriyor. "Ben hepsini tanıyorum," diyor ve yoluna devam ediyor. Gözden uzaklaşıyor.

Mezarlık artık iyice ıssız. Kara giysililer de aniden ortadan kaybolmuş. Görünürde yoklar. Eve gitmeli. Hava yağmura çevirecek gibi. Ötelerde bir yerde şimşekler çakmağa başladı. Ağaçlar yıldırım çeker, derler. Neme lazım... Arkama dönüyorum. İrkiliyorum. Duvara birileri kocaman kara harflerle yazmış: "Yaşam, insanlığın en büyük yalanı!" Hemen az önceki kara giysili gençleri anımsıyorum. Eminim onlar yazdı. 

26 Ekim 2025

Ufukta Alplerin Dorukları

Aydınlık Avrupa, 26 Ekim 2025

Stuttgart – Ahmet Arpad

İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde gölün yemyeşil suları, Königsee'ye akan pırıl pırıl dereler. Yaklaşık 2000 metre yükseklikteyiz. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alpler'in dorukları... Obersalzberg tepelerindeyiz. Bu dağın 1933'ten bu yana kötü bir ünü var... Yörenin güzel ve sağlıklı doğasına hayran olduğu için 1923 yılından başlayarak her yıl burada haftalar geçiren Wolf adında biri, kendine hep Moritz Pansiyon'da oda kiralıyordu. Varlıklı ailelerle ünlü politikacıların çok çabuk alışmıştı ayakları Obersalzberg'e. 1930'lu yıllara girildiğinde bay Wolf, güzel bir evi "Adolf Hitler" adına sürekli kiralar! 1933 yılına gelindiğinde Hitler, çevredeki arazileri ve başka villaları da tek tek ele geçirir. Mülkünü satmak istemeyenleri "Toplama kamplarına gönderirim" tehdidi ile inadından vazgeçirir. 

"Türk'ün Yeri"

Hitler'e bir süre karşı çıkan ve binasını satmayan tek kişi, yamacın en güzel köşesinde "Türk'ün Yeri" adlı pansiyonu işleten Karl Schuster idi. Naziler üzerine söyledikleri nedeniyle bir süre Dachau Kampı'na atılan Schuster, sonunda tehditler altında pansiyonu elden çıkarmak zorunda kalır ve kısa süre sonra da ölür. Savaş yıllarında Hitler'in Rayh güvenlik kadrosunun konakladığı pansiyon, 1945'ten sonra Obersalzberg'de sahiplerine geri verilen tek binaydı. Onlarca yıl "Türk'ün Yeri" adı altında pansiyon ve lokanta olarak çalıştırıldı. Sürekli doluydu. Müşterileri, başta Amerikalılar olmak üzere yabancılardı. Buraya "Türk'ün Yeri" denmesinin nedenine gelince... Şimdiki binanın yerinde 17. yüzyılda bir pansiyon ve lokanta varmış. O zamanki sahibi 1683 yılında, Viyana'yı kuşatan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordularına karşı savaşmak için askere alınmış. Osmanlılar'ı Viyana kapılarından püskürttükten sonra evine dönen adam binasını pansiyon-lokanta olarak çalıştırmaya devam etmiş. Yöre halkı da ona, Türklere karşı savaşmış olduğu için "Türk", pansiyonuna da "Türk'ün Yeri" demeye başlamış. Burası 2021 yılında yöreden bir zengine satıldı, yaklaşık 3 milyon Avro'ya.

"Kartal Yuvası"

Führer'in çayevinden seyrediyor insanlar ayaklarının altındaki olağanüstü doğayı. Uçurumun bağrına sipsivri bir çıkıntı gibi saplanan terasta 1944 yılına dek Hitler, yanında Eva'sı, ayaklarının dibinde üç köpeği, keyif çatıp çayını yudumlarken, kafasından yeni "kötülükler" geçiriyordu. Alpler'deki bu "kartal yuvası" ona Nasyonal Sosyalist Parti yönetiminin 50. doğum günü armağanıydı! Martin Bormann'ın sadece 13 ayda inşa ettirdiği, yaklaşık 150 metrelik bir kayanın sivri tepesine oturtulmuş yapıya ulaşmak bir macera. Önce kayalara oyulmuş, abajurlarla aydınlatılmış 124 metrelik bir tünelde ilerliyorsunuz. Sonra, tavanından sallanan kocaman bir avizenin, duvarlarındaki kollu şamdanları pırıl pırıl aydınlattığı, içi tamamen pirinç levhalarla kaplı kırk yedi kişilik asansörle kayaların içinden hızla 124 metre yükseliyorsunuz. Ziyaret sonrasında özel otobüsler insanları tekrar Berchtesagaden'e indiriyor. Sık sık çam ormanları arasından geçen, bir tarafı uçurum yol daracık. Otobüs tünelleri geçerek 1100 metreye iniyor. Ovaya inmeden önce görülecek başka şeyler de var. Yukarda, bir düzlükte, doruklar manzaralı beş yıldızlı bir otelle, az ötesindeki "Belgeler Merkezi". Bavyera Eyaleti'nin 2005 yılında 50 milyon Avro harcayarak 100 dönümlük araziye kondurduğu lüks otel dev sanki bir uçan daire. Zengin müşteriler kocaman pencereli lüks odalarından dumanlı Alp doruklarını seyredip düşlere dalıyor. Aşağılarda, durgun suları yeşil, beyaz, mavi Königsee. Üzerinde küçük gezinti gemileri, ötelerde sivri kayalara kanat çırpan kartallar...

Çılgın kralın saraycıkları

Buralara gelmişken yöredeki bazı ilginç yapılar da görmeden dönmek olmaz. Münih'le Salzburg arasındaki Chiemsee, Güney Bavyera'nın güzel göllerinden biri. Burayı çekici yapan „çılgın" Kral II. Ludwig'in 1886 yılındaki ölümünden kısa süre önce yaptırdığı Herrenchiemsee Sarayı. Versay'dan etkilenmiş yapıda 98 metre uzunluğundaki görkemli tören salonuyla ikinci kata çıkan merdivenler ve kralın her yanı altın kaplama yatak odası göz kamaştırıyor. II. Ludwig, bu sarayda yaşamının sadece 10 gününü geçirmişti! Ölümünden birkaç ay önce Tirol yöresinin şirin göllerinden Plansee kıyılarına da Pekin'deki "Kış Sarayı"nı anımsatan bir saraycık kondurmayı planlamıştı. Gerçekleştiremediği başka bir yapı da Avusturya sınırındaki Garmisch'in kuzeyinde, Bizans saraylarını andıran büyük saray olacaktı!

Bavyera'nın doğası erişilmez güzellikteki bu yöresi „çılgınları" hep çekmiş...

19 Ekim 2025

Eğilerek selam vermenin çeşitleri

CUMHURİYET, 19 Ekim 2025

Stuttgart - Ahmet Arpad

Tanış televizyon gazetecisi, belgesel bir filmin ön konuşmaları için Köln'den günübirlik gelmişti. Uzun yıllardır tanışıyoruz. Dönüş trenine gitmeden önce istasyonun karşısındaki otelin lobisinde oturuyoruz. Çay içip sohbet ediyoruz. Türk dost o günkü ilginç görüşmelerinden söz ediyor.

 Bir an için otelin önünde bir otobüs duruyor. Açılan kapılardan Japonlar iniyor. Rehberleri, elinde kâğıtlar hızla resepsiyona doğru yürüyor. Oradaki görevliyle kısa bir konuşmanın ardından lobide bekleşen grubun yanına gidiyor. Onlara bir şeyler söylüyor. Hızlı hızlı, yüksek sesle. Anlatacak çok şeyi var gibi. Çevresinde toplanmışlar rehberlerini dikkatle ve dikkatle dinliyorlar. Sözünü kesip soru soran yok. Sadece ikide bir eğilip duruyorlar.

Hazır olda bekliyorlar

Adamın anlattıkları az sonra bitiyor. Hafifçe öne doğru eğilip çevresindekileri selamlıyor. Onlar da hep birlikte eğiliyorlar, başları önlerinde rehberlerini selamlıyorlar. Sonra resepsiyon görevlisi kadının getirdiği anahtarları alıp asansörlere doğru yürüyorlar. Binmeden önce de yine bir selamlaşma. Vücutların belden yukarısı inip kakıyor, başlar önde, gözleri lobinin mavi yer halısında. Eller iki yanda, sanki hazır ol beklemedeler! Selamlaşma bittikten sonra kendilerini kapıları açık bekleyen asansörlere atıyorlar.

Selam vermeyi kurslarda öğreniyorlar

Yolda bir tanıdığına rastlayan her Japon, nerede olursa olsun onu "Japon usulü" selamlamak zorunda. Ancak giderek endüstrileşen ülkede insanlar bazı nezaket kurallarını unutmaya başlamış. Özellikle büyük kuruluşlarda çalışan genç nesil elemanların günlük yaşamın birçok davranışından haberdar olmadığı dikkati çekmekte. Bundan yararlanan bazı işini bilenin kurduğu "nezaket okulları" dolup taşıyor. Zengin babaların gönderdiği şımarık oğullardan büyük kuruluşların "nezaketi" zorunlu kıldığı elemanlarına kadar her gün sayısız Japon bu okulların kapılarını aşındırıyor. Oradaki kurslarda konuşmaktan oturup kalkmaya, el sıkmaya ve eğilip selam vermeye değin her şeyi öğreniyorlar.

Evet, Japonlar selamlaşırken genellikle biz Batılılar gibi el sıkışmaz, karşılıklı eğilirler. Bu eğilme, basit bir baş sallamadan yaklaşık 45 derecelik bir açıyla derin bir eğilmeye kadar değişiyor. Eğilerek selam vermenin çeşitleri var. Kişi, aynı sınıftan ve aynı konumdaki birisi karşısında 15 derece, şefi karşısında 30 derece, onu kabul etmek lütfunda bulunan genel müdürü karşısında da 45 derece eğilmek zorundadır. Eğilerek selamla bir saygı gösterisi, bir şükran ifadesi kabul edilir. Geleneğe uygun şekilde selamlanmayan kişi karşısındakinin kendisine saygısızlık yaptığına inanabilir. Selam vermenin şu kuralı var: Eğilenin vücudunun yayı ne kadar derinse onun karşısındaki kişiye gösterdiği saygı da o kadar değerlidir. Bu hareket, kökeni 1200 yıl önce Asuka veya Nara dönemine dayanan ve Budizm ile birlikte ülkeye yayıldığı söylenen bir sanat olarak kabul ediliyor. Japoncada "aisatsu" kelimesi "selamlaşma" veya "selamlama" anlamına geliyor. Bu, kişinin karşısındaki kişiye veya gruba gösterdiği saygıyı ve ona verdiği değeri dile getiren bir davranıştır.

Japonya'da sokakta yürüyen insanların birbirlerine dokunması genellikle çok enderdir. Sevgililerin ele ele veya birbirine sarılmış yürüdüğü de hemen hemen pek görülmez. Bizim alışık olduğumuz gibi, iki insanın karşılaştığında veya birbirlerinden ayrılırken sarılıp "şapur şupur" öpüştüğünü de Japonya'da görmek mümkün değildir.

12 Ekim 2025

Diktatörün gerçekleşmeyen düşü

Aydınlık Avrupa, 12 Ekim 2025

Ahmet Arpad

"Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir. İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in 1930'da bu söyledikleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. "İnanın bana, üstün ırkımız bin, hatta bin iki yüz yıl boyunca bütün dünyaya hükmedemeyecekse, her şey sadece Almanya ile sınırlı kalacaksa ne gerek var nasyonal sosyalist harekete!" Bu sözler gazeteci-yazar Ralph Giordano'nun "Eğer Hitler Savaşı Kazansaydı..." adlı kitabından. 1923 doğumlu Giordano, yaşadığı Nazi dönemini ve sonrasını belgelere dayanarak anlatmış.
Diktatör Hitler'in bu söylediklerinin altında kafasındaki geleceğin programı yatıyordu. Hitler ve partinin kilit noktalarına yerleştirdiği yardakçıları geleceğin dünyasının kapsamlı planlarını savaştan önce yapmışlardı. 1939'da Polonya'ya girdiklerinde gelecekte nasıl bir Avrupa'nın özlemini çektikleri, çekmecelerde hazır bekleyen sayısız muhtıra, genelge, emir ve yasa tasarısında yazıyordu! Polonya topraklarını Germen ırkının insanlarına açmak için ilk aşamada altı yüz bin Yahudi kamplara atılacak, üç buçuk milyon Polonyalı doğuya sürülecekti. Almanya'dan yollanacak köylüler ve işçilerle Polonya'daki Alman azınlığın nüfusu dört milyona çıkarılacaktı.
Nasyonal sosyalizmin ideologlarından Himmler'e göre sadece "boylu boslu, sağlam yapılı" Polonyalıların Almanlarla bir arada yaşamasına izin verilecekti. Sovyet Rusya ele geçirildiğinde 45 milyon insan daha topraklarından edilecekti. Sürülen Ruslar, Polonyalılar ve Ukraynalılar Ural Dağları ötesine yerleştirilecekti. Bu ülkelerde boşalacak topraklar on milyon Alman'a açılacaktı. Hitler'in düşüne göre otuz-kırk yıl içinde bütün Doğu Avrupa insanları asimile politikasıyla "Almanlaştırılmış" olacaktı.

ÖNCE AYDINLAR KAMPLARA ATILDI
Hitler, kafasına koyduğu Almanya'yı gerçekleştirmeye daha 1933'te başa geçer geçmez başladı. Önce aydınlar, sosyalistler, bilim insanları kamplara atıldı, kitaplar yakıldı. Hemen ardından sıra ülkeyi Yahudilerden temizlemeye geldi! Hitler ordularının Doğu Avrupa topraklarına el koymasından sonra yardımcıları Göring, Keitel ve Lammers'e: "Şimdi bu dev pastayı parçalara bölerken dikkatli olmalıyız" dedi. "Buraları yönetmesini ve sömürmesini bilmeliyiz." İşgal edilen topraklarda sadece "Almanlaşmış" ve "Alman kanı taşıyan" insanlar yaşayacaktı! Büyük Almanya'yı yaratabilmek için Sovyet topraklarının yeraltı zenginliklerinden ve endüstrinin kalifiye elemanlarından da yararlanılacaktı. Hitler'in görevlendirdiği çalışma grubunun 17 Kasım 1941 tarihli raporunda şunlar yazar: "Ural Dağları'na kadar uzanan bölge yüz yıl sonra tamamen Almanlaşmış olacaktır." 
Oralarda 100 milyon "saf kan" Almanın yaşamasını düşleyen Hitler o günlerde şöyle konuşmuştu: "İngiltere için Hindistan neyse, bizim için de Doğu Avrupa toprakları odur." Hitler'in beklentileri çok düşündürücüdür: Doğudaki yeni bölgelere İskandinav ülkeleri insanlarının da yerleşmesi sağlanacak, gelen insanlar yeni kurulacak kentlerde yaşayacak, eski kentler yavaş yavaş yok olacak, köylüler radyo haberlerine sadece sokaklara yerleştirilecek hoparlörler aracılığı ile ulaşacak, okullarda Almancaya ağırlık verilecek, diğer dersler geri plana atılacaktı. Özellikle taşrada insanların tek bir kiliseye değil değişik tarikatlara inanmasına izin verilerek inanç bütünlüğü engellenecekti...
Hitler'in özel sekreteri Martin Bormann, işgal edilmiş Doğu Avrupa topraklarından sorumlu Bakan Alfred Rosenberg'e 23 Temmuz 1943 tarihli mektubunda şöyle der: "Slavlar sadece bizim için çalışacaktır. Bize gerekmedikleri anda ölebilirler. Aşı olma zorunluluğu ve sağlık hizmetleri onlar için gereksizdir. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden sadece işimize yarayacak işbirlikçiler yararlanabilir."

'AYDIN SINIFINI GÖRDÜKÇE ÖFKELENİYORUM'
'Führer' ülkeyi 'teslim aldığı' 1933'ten başlayarak komünistleri, aydınları, sol görüşlüleri, sendikacıları, gazetecileri, bilim adamlarını ve yazarları düşü olan nasyonal sosyalist misyona karşıt görmeye başlamıştı. "Bizdeki aydın sınıfını gördükçe öfkeleniyorum, fakat yapacak bir şey yok, çünkü onlar gerekli; böyle olmasaydı köklerini çoktan kazırdık!" Hitler bu sözleri 10 Kasım 1938 akşamı Münih'teki karargâhına çağırdığı yaklaşık 400 gazetecinin karşısında söylemişti. Bu nedenle 1933 yılının Mart ayında başlattığı "halkı ve ülkeyi korumak" amaçlı yasalarla öncelikle basın kontrol altına alma girişimini Haziran'da başarıyla sonuçlandırmıştı! Führer'e göre, basının toplumu yönlendirme ve etkileme gücü büyüktü, bu nedenle de onu geçici değil, sürekli kullanmalıydı! Amaca ulaşmak için yayın organları "eşitlenirken", daha doğrusu bütün basın organları birbirine uydurulurken, basın özgürlüğüne de büyük bir darbe indirilmişti.
Bu girişimlerin ardından, 4 Ekim 1933'de yürürlüğe giren "yazı işleri müdürleri" yasasıyla da gazeteler ve yayınevlerinin çalışmalarını daha yakından denetleme olanağı yaratılmıştı. Gazetelerde yazı işleri müdürü görevini üstlenecek kişilerin kesinlikle "saf kan Alman" ve politik açıdan "çok güvenilir" elemanlar olması koşulu getirilmiş, parti kendi adamlarını sorumlu görevlere yerleştirmişti. Yeni yasayla Ocak 1934'ten başlayarak birkaç ay içinde özgür yayın yapan birçok gazete kapanırken, binin üzerinde gazeteci de işini yitirmişti.

ELEŞTİREN GAZETECİLERİ ÜLKEDEN KOVDULAR
Nasyonal sosyalistler böylece ülkede yönetimi ele geçirmelerinin daha ilk yılında tüm medyayı çıkarlarına uygun yönlendirmeyi başarmışlardı. Neyin nasıl yazılacağına, Hitler'in hemen 1933'ün ilk haftalarında kurduğu ve başına da Goebbels'i geçirdiği 'propaganda bakanlığı' karar verecekti. Basından pek karşı tepki gelmemişti, daha doğrusu gelememişti. Çünkü tepki gösterenler işten atılmış, Almanya'dan kovulmuş ya da öldürülmüştü. Bazıları kendiliklerinden başka ülkelere iltica ederken, birçoğu da toplama kamplarına sürülmüştü. Seslerini çıkarmak yürekliliğini gösteremeyen gazete sahipleri 1933 yılının Haziranında kurulan medya kontrol meslek birliğinin başına Max Amann adında bir Nazi'nin geçmesine de göz yummuşlardı. Böylece Alman basını tam bağımlı yapılmıştı. Hitler'in 44. doğum günü olan 20 Nisan'da ünlü çizer Emil Stumpp'un yaptığı Führer karikatürünü birinci sayfadan yayımlayan ünlü Dortmund gazetesine hemen ertesi gün el konulmuş, mal varlığı ve sermayesi partiye aktarılmıştı. Çizer Stumpp'un da Almanya'da çalışması yasaklanmıştı.

YÖNETENLERİ KÜSTÜREN GAZETELER
1935'ten sonra da 'yönetenleri küstüren' veya 'basının şerefini lekeleyen' herhangi bir haber veren gazeteler meslek birliğinden çıkarılmıştı. Hitler'in nasyonal sosyalist devleti böylece birkaç yıl içinde medyayı sadece kontrol etmeyi başarmamış, ne türlü yayın yapacağına da karar vermekle onu bütünüyle ele geçirmişti. Aynı süreçte tabii Yahudi azınlığın tüm yayın organlarına da el konmuştu. Karşı çıkabilecekleri düşünülenler sahibi oldukları yayınevlerini başkalarına satmak zorunda bırakılmıştı.
Ülkede gücünü pekiştirmekte olan Hitler'in NSDAP partisi basını amaçlarına uygun yönlendirmeyi başarmıştı. Propaganda bakanlığının başındaki Goebbels'in tek amacı ilk günden başlayarak tüm basını, radyoları ve her türlü yayın organının düşünce ve görüşlerini baştan sonra denetlemekti. Goebbels: "Ben bakan olarak gazeteleri yasaklayamam" diyordu. "Fakat hükümet basınla baş etmek zorunda kalırsa gereken tüm yöntemleri mutlaka gerçekleştirecektir! Bizimle çalışmak isteyene kapımız hep açıktır. Biz ona elimizi uzatıyoruz ve onun da uzattığımız bu eli kayıtsız şartsız tutmasını bekliyoruz..." Nasyonal sosyalist parti çıkardığı yasalarla, 'yönetenlerin korkulu düşü' olan medyayı kısa sürede kendi politik çıkarları doğrultusunda standartlaştırmıştı.

DEMOKRATİK GÜÇLER SUSTURULMUŞTU
Naziler savaş yıllarında tüm ülkede gazetelerin yüzde 36'sını kontrol ediyordu. Tirajı yüksek bu yayın organları halkın yüzde 82'si tarafından okunmaktaydı! Ellerine geçirdikleri yayınevleri arasında ünlü Ullstein da vardı. Kitap ve gazete Hitler'in korkulu düşüydü. Nazi Almanya'sında bireye yapılan baskı 10 Mayıs 1933'te kitapların yakılmasıyla başlamıştı. Brecht, Dix, Döblin, Einstein, Freud, Heine, Horvath, Kafka, Lessing, Luxemburg, Mann, Marx, Musil, Remarque, Roth, Seghers, Schnitzler, Suttner, Tucholsky, Werfel ve Zweig ateşi boylamıştı. İnsanların okumaması, düşünmemesi demekti. Führer, gazete ve kitabın silahtan daha güçlü olduğunu çabuk kavramış, basın özgürlüğüne son vererek de tüm demokratik ve liberal güçleri susturmayı başarmıştı. Ancak bilindiği gibi Hitler düşünü geçici bir süre için gerçekleştirebilmişti. 
Sonunda bir diktatör daha gitmiş, giderken düşünü de beraberinde götürmüştü. Her diktatör gibi arkasında parçalanmış bir insanlık bırakmıştı...

28 Eylül 2025

Baden-Baden, köpüklü şampanya

Cumhuriyet, 28.09.2025 

Baden-Baden
Ahmet Arpad


Lichtenthaler ağaçlı yolu çiçekler içinde. Baden-Baden'in tarihi gezinti yolu kalabalık. Anne babalar, çocuklar, sevgililer, yaşlılar, soylu köpeklerini gezintiye çıkarmış varlıklı soylular... Sonbaharda yazı andıran şu günlerde insanlar nefes almak için kendilerini doğanın kucağına atmış. 1655'te burada hüküm süren Baden kontunun açtığı, iki yanını o günden bugüne tarihi meşelerin süslediği Lichtenthaler ağaçlı yolu üç buçuk kilometre uzunluğunda. Doğa gerçekten büyüleyici. Oos deresi ağaçların arasından şırıl şırıl akıyor. Kıyılarında güzelin güzeli villalar. Böyle bir doğada yürüyüp de huzura kavuşmamak mümkün değil! Küçük kentin beş yıldızlı otelleri, Burda Sanat Müzesi, Devlet Sanat Galerisi, tarihi konser ve opera salonu ağaçlı yolun iki yanında.

BURASI YAŞAMAYA DEĞER

Baden-Baden parası olan için yaşamaya değer şirin bir Karaorman kenti. Büyük bahçeler içindeki villalarında yaşayanların çoğu buralı değil. Onlar Hamburglu, Düsseldorflu, Moskovalı, Riyadlı... Paralarının fazlasını Baden-Baden'e yatırmış "money-maker"lar. Yemyeşil şirin kent 1858 yılında açılan hipodromu, tarihi kumarhanesi ve eski Roma'yı anımsatan kaplıcalarıyla onların "buluşma yeri"... Baden-Baden'de 1748'den günümüze kumar oynanıyor. Fransız Edouard Bénezet 1848'de kumarhane salonlarını devralıp Parisli mimarlara restore ettirmiş. On yıl sonra hipodromun da işletmesini üstlenmiş. Efsane sinema sanatçısı Marlene Dietrich kumarhaneyi "dünyanın en iyisi" olarak tanımlamış bir zamanlar!

Kırmızı salonlarda yeşil çuha kaplı rulet masalarının çevresinde toplanmışlar cüzdanı şişkin beyler. Üstleri altın, elmas, inci dolu hanımları bara kurulmuş sabırla onları bekliyor. BadenBaden kumarhanesine gelenlerin çoğu buranın devamlı müşterileri! Hep aynı masada oturuyor, hep aynı sisteme göre oynuyorlar. Kazansalar da kaybetseler de kılları hiç kıpırdamıyor. Yüzlerindeki ifade hiç değişmiyor. Sadece arada sırada yanlarına gelen krupiyeye bir şeyler fısıldıyorlar. Arkalarında ayakta duranlar, masadan masaya gezen "ikinci sınıf oyuncular"! Onlar şanslarını aynı anda birkaç rulette arayan, ceplerindeki paranın nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen genç insanlar. Büyük oynuyorlar. Suları şifalı, dükkânları pahalı mı pahalı, kumarhanesi tarihi Baden-Baden'de akan paranın kaynağını soran yok!

ALMANYA'NIN 'RUS KENTİ'

19. yüzyılın ünlü Rus yazarları Turgenev, Dostoyevski, Tolstoy, Andrejewitsch ve Gogol, Karaormanlar'ın şirin kentini sık sık ziyaret ederdi. Gündüzleri kaplıcalarda, akşamları kumarhanede bir araya gelirlerdi. Geçen yüzyılın sonunda, 1990'da Gorbaçov'un getirdiği değişimle, "yeniden yapılanma" ve "açıklık" reformlarıyla Ruslar BadenBaden'i yine anımsadı. Bu kez edebiyatçılar ve sanatçılar değil, Sovyetler Birliği'nin dağılması sonucu hızla doruğa çıkan milyarderler kaplıcalar kentini neredeyse istila etti! Resmi verilere göre bugün şirin Baden-Baden'de Rus pasaportlu 1200, çift pasaportlu da 1000 Rus yaşıyor.

UNESCO'nun 2021 yılında "Avrupa'nın en büyük Spa köyü" listesine aldığı kent sadece tarihi kumarhanesi ve at yarışlarıyla ünlü değil. Baden-Baden'e kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler de uğramadan edemiyor. 1877'de kapılarını açan tarihi Friedrich banyosuyla 1985 yılında inşa edilen modern Caralla termalinin sularında yüzmeden Baden-Baden'den ayrılmak olmaz. Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu binlerce yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından fışkıran 800 bin litre su Friedrich banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Baden-Baden göz alıcı, çekici. O, köpüklü bir şampanya!

İçki, müzik, panayır - Münih'in Bira Şenliği

Cumhuriyet Pazar Eki, 28 Eylül 2025

Ahmet Arpad

1810 yılında Saksonya-Hildburghausen Prensesi Therese ile evlenmeye karar veren Bavyera Prensi Regent Ludwig değişik bir düğün arzu etmişti. Bunu düzenlemesini de Andreas Michael Dall' Armi'den istemişti. Bavyera Ulusal Muhafızları üyesi Dall' Armi düğünü farklı bir şekilde gerçekleştirdi, Görkemli bir at yarışını önerisini Bavyera Kralı I. Max Joseph'e sundu. Öneriden hemen etkilendi ve düğün 12 Ekim 1810'da gerçekleşti. ''Halk Şenliği" adını verdikleri kutlamalar Münih dışındaki büyük bir çayırda (bugünkü Theresienwiese) düzenlendi ve tam beş gün sürdü. Düğün eğlenceleri at yarışlarıyla sona erdi. Şenlik kısa sürede büyüdü ve tam bir panayıra dönüştü. Hitler yıllarında Yahudilere yasaklandı! İkinci Dünya Savaşı süresince de iptal edildi. Kadınlar geleneksel olarak "dirndl" denen, bluz, etek ve önlükten oluşan giysileri ile bira bayramına geliyor. Erkekler de kısa deri pantolon, geleneksel kareli gömlek ve deri yelek veya deri ceketi yeğliyor. Bu yıl 20 Eylül'de başlayan 'Oktoberfest' ile Münihliler 190. bira şenliklerini kutladılar.

Kişi başına 110 litre bira

Hoplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ona hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira, kızarmış yarım tavuklar. Litrelik kadehler havalarda. Münih bira bayramı panayır coşkusunda. İki haftada on milyonun üzerinde insan akın akın dolduruyor çadırları. Geçen yılki bira bayramında yedi milyon büyük kadeh bira satılmış! Almanya'da kişi başına ortalama 110 litre bira içiliyor. Münih şenliğinde çalışan kadın ve erkek garsonlar aynı anda 15 kadeh birayı masalara götürmesini başarıyor.

35 hektarlık Theresienwiese alanına yayılan Ekim Şenliği'ne bu yıl da 35 bira üreticisi çadırlarıyla katıldı. İçlerinde en büyüğü, her yıl olduğu gibi 10.100 kişilik Hofbräu çadırıydı. Onun hemen ardından 10 bin kişiyi alan Schottenhammel ile 9.300 kişilik Augustiner ve Hacker çadırları geldi! Bu çadırlarda "Kirchdorfer", "Südherz" ve "Schwarzfischer" gibi yaklaşık 20 kişilik ünlü orkestralar coşturucu Bavyera müziği yaptı. Ağırlıklı trompet, trombon, klarnet, saksafon, tuba ve kornodan oluşan orkestralar yöresel şarkılar söyleyen kadın şarkıcılara eşlik etti. Birayla keyiflenmiş insanlar da hep bir ağızdan onlara katıldı. Tahta fıçılarda olgunlaşan, içimi çok leziz Bavyera birasının litresi bu yıl ortalama 15 Avro oldu. Uzun şişlerde nar gibi kızartılmış tavukların yarısı porsiyon başına 17 ile 25 Avro'dan satıldı. Yaklaşık 600 gramlık kızartılmış domuz paçasını yemek isteyenin cebinden 26 Avro çıktı.

Kızlar oynak mı oynak

Dev çadır ayakta. Coşku sonsuz. Az ötemizdeki dört uzun masanın üzerinde küçük İsviçre flamaları var. Masalarda sadece erkekler oturuyor. Bağırıp çağırıyorlar, ne söylediklerini biraz sonra zor da olsa anlıyorum. "Biz St. Gallen'den geldik, iki otobüs, yüz kişiyiz", gençten biri. Hepsi kısa deri pantolonlu ve aralarında tek kadın yok! Orkestranın çaldığı Bavyera müziğinin eşliğindeki dansa, yüzlerce insanın hep bir ağızdan söylediği yöresel şarkılara eşlik etmeye çaba gösteriyorlar. 

O anda yan masadan sokulan yaşlıca bir kadın gençlerden birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Genç İsviçreli peşinde. Danslarına masada devam ediyorlar. Gencin arkadaşları kahkahalar atıyor. 

Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli. Dekolteleri bakışları çeken, rengârenk danteller ve çiçeklerle süslü beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp şarkılara katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, kalkıp dans ediyor. Oynak Bavyera müziği ve biranın verdiği keyifle genç yaşlı birbirine sarılıyor. 

İnsan nereye bakacağını şaşırıyor

Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi... Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor. Onlar nostalji. Panayırların olmazsa olmaz parçası salıncaklar uçuyor. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yükseklikten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenleri seyrediyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde uzun kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. 

Şenliğin yapıldığı alanın çıkışında, metroya uzanan yolun başında renkli giysiler içinde bir adam saksafon çalıyor. Geçmişten hüzünlü melodiler... Omzunda oturan, tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor. Adamın önündeki siyah melon şapkanın içi para dolu. 

"Halkım çok aldatıldı"

 Aydınlık Avrupa, 28 Eylül 2025

STUTTGART – Ahmet Arpad

Pablo Neruda 12 Temmuz 1904'de Şili'de doğdu. Yaşamını 23 Eylül 1973'de yine Şili'de noktaladı. Arkasında ABD olan Pinochet cuntasının dostu Salvador Allende'yi 11 Eylül 1973 günü öldürmesi Neruda'nın sonunun başlangıcı oldu. O sabah Allende'nin son konuşmasını radyodan dinledi. Eşi Matilde'ye sarılmıştı. Pinochet'in askerleri cumhurbaşkanlığı sarayına tanklarla hücum ediyordu. Neruda'nın evini de askerler çevirmişti. Telefonları kesilmiş, dostları kaçmıştı. Kaçamayanlar ise tutuklanmıştı.

"İnsan hayatında bazı şeyleri unutur", der Pablo Neruda. "Benim de unuttuğum anılarım vardır. Onlar toz olmuştur, ya da kırılan bir bardağın artık birleştirilemeyen parçaları gibidir. Bu sayfalarda geriye bıraktığım anılar arasında bazıları sararmış yapraklar gibi yere düşecek, ölecektir. Bazı anılarım ise zamanla yeniden canlanacak, yeniden hayat bulacaktır. Ben belki kendi hayatımı değil de, başkalarının hayatını yaşadım. Anılarım hayaletlerle dolu bir galeridir, hayatım bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır... Bir şair hayatıdır."

"Halkı çok aldatıldı"

Pablo Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur", der. Neruda kendini, mesleğini yıllar yılı, bıkıp usanmaz bir sevgiyle yapan el sanatkârına benzetir. "Biz şairler milletlerimize ve onların mutluluk savaşına sımsıkı bağlıyızdır. Mutlu olmak hakkımız!" Dostlarından İlya Ehrenburg bir yazısında ondan şöyle söz etmiştir: "Pablo tanıdığım az sayıda mutlu insandan biridir."

Şili halkının onlarca yıl çektiği eziyet ve baskı onun birçok şiirine konu olmuştur. Özellikle ülkenin verimli güherçile vadilerinde, kömür ocaklarında ve bakır madenlerinde en acımasız işlere katlanan insanlar Neruda'nın okurları idi. "Halkım çok aldatıldı," diye yazar Nobel ödüllü şair anılarında. "O nedenle ben vatanıma ellerim, kulaklarım ve ayaklarımla dokunmadan yaşayamam." Halkının çok sevdiği, bağrına bastığı bu edebiyat insanı ülkesinin en uzak köşelerine kadar gitmiş, on binlerin, yüz binlerin karşısında, ağlayan madenciler önünde şiirlerini okumuştur. "Şiirlerimi milletimin insanlarına kucak kucak dağıttım", der Neruda. 

Bir tren makinistinin oğlu Pablo Neruda yaşamının uzun yıllarını Birmanya, Çin, Siyam, Japonya ve Hindistan'da ülkesinin diplomatı olarak geçirdi. İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçileri destekledi. Neruda, Şili edebiyatında "Mundovosismo" (yeni evrencilik) akımının öncüsüdür. Ülkesine döndükten sonra yıllarca milletvekilliği yaptı. 1971'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Öğrenci liderliğinden Şili'nin başkanlığına

Başkan Salvador Allende çok yönlü bir aydındı. İşçi sınıfının disiplini ve dayanıklılığı da toplumda hayranlık uyandırıyor, övgüyle karşılanıyordu. Ülkenin bakır madenlerinin millileştirilmesinden ötürü patlak veren çekişme Şili'nin yeni bağımsızlığı yolunda atılmış dev bir adımdı. Halk hükümeti, bakır madenlerinin yurt çıkarına geri alınmasını sağlayarak Şili'nin bağımsızlığını hiçbir kaçamağa yer bırakmayacak şekilde damgalamıştı. Burjuva bir ailenin oğluydu, liseyi bitirdikten sonra doğduğu kent olan Valparaíso'da tıp eğitimi görmüştü. Solcu politik gruplarda çalışarak kısa zamanda öğrenci liderliğine yükselmişti.

11 Eylül 1973'de arkasına CIA'nın desteğini alan General Pinochet önderliğindeki Şili Silahlı Kuvvetleri Allende yönetimine el koyar. 1990 yılına dek hüküm süren cunta yönetimi yıllarında 27 bin sol görüşlü tutuklanır. Resmi verilere göre 2095 insan ölüme mahkûm edilir veya hapiste ölür, 1102 Şili'li kaybolur, 250 bin insan yurdunu terk eder.

"Büyük yol arkadaşım Allende, Şili'nin önemli zenginlik kaynağı olan bakırı millileştirdiği için katledildi", diye yazar Pablo Neruda 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' Türkçesi: Ahmet Arpad) adlı anılar kitabında. "Şili askerlerinin makineli tüfeklerinden çıkan kurşunlarla katledildi. Şili bir kez daha ihanete uğradı. Öldürülmesinin nedenini üç gün gizlediler. O ölümsüz ölünün peşinden sadece dul eşinin yürümesine izin verdiler..." Neruda'nın anıları kimi zaman ısırıcı, kimi zaman şiir doludur... Bir haber verme, bir hesaplaşma, lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum."

Allende'nin ölümüyle çok sarsılmıştı

Neruda üç yıldır rahatsızdı. Doktorlar kansere yakalandığını sadece eşine açıklamıştı. Allende'nin ölüm haberinden birkaç gün sonra ağırlaşan şair hastaneye kaldırıldı. Cunta ihtilali ve Allende'nin ölümü Neruda'yı çok sarsmıştı. 23 Eylül 1973 gecesi uykusunun içinde ölüme kayıverdi... Cenazesinin peşinden, çoğu işçi, on binler yürüdü. Gerilmiş yüzlerde öfke ve acı okunuyordu. İnsanlar: "Pablo Neruda yaşıyor!" diye haykırıyordu.

Neruda, çağımızda şiirin verimlilik sınırlarını, savaşlar, ayaklanmalar ve büyük toplum değişmeleri arasında aştığına inanır. "Sıradan insanın şiirle tartışıp anlaşması kimi kez kırıcı, kimi kez kırgınca olmuştur" der. Ünlü şair, gerçekçi olmayan şairin günün birinde öleceğine inanır. Fakat yalnız gerçekçi olanın da çok yaşamayacağını belirtir. Kendini eylemci şair olarak görür. "Günümüz şairi din adamı gibidir, ışığın yerini göstermek zorundadır", diyen Neruda sanatla her anlamda yaratıcılığa inanır. "Bende var olanı verdim. Şiirlerimi arenaya fırlattım. Şiirlerimle birlikte yavaş yavaş kan döktüm. Can çekişmelerin acısını çektim. Eşsizliği övdüm. Yaşamak ve doğrulamak istediklerimle arada sırada yanlış anlaşıldım, fakat bu can sıkıntısına bile değmez. Şiir her zaman barışın bir parçası olmuştur. Şair barıştan doğar. Şiiri hiç kimse öldüremez. O, kedi gibi yedi canlıdır..." 

14 Eylül 2025

Katedralde düğün var

Aydınlık Avrupa, 14.09.2025

MÜNİH – Ahmet Arpad

Münih tren istasyonundan bindiğimiz 8 numaralı metro bizi 50 dakikada Bavyera'nın güzel göllerinden Ammer'in kıyılarına getirmişti. Herrsching'te inip iskeleye doğru yürüyoruz. Az sonra Breitbrunn'dan gelen şirin göl gemisi iskeleye yanaşıyor. Biniyoruz. Yarım saatlik güzel bir yolculuğun ardından karşı kıyıdaki Diessen'e yanaşıyoruz...

Önünden geçtiğimiz bir evin pencerelerinden Carl Orff müziği dışarı taşıyor. Bir an için merakla durup insanın ruhunu dolduran melodiye kulak kabartıyoruz. Sonra yine ağır ağır tepeye doğru yolumuza devam ediyoruz. Uzun yokuşun sonunda Meryemana Katedrali tüm görkemiyle karşımızda göğe yükseliyor. Kocaman kapıyı açıp içeri adım atıyoruz. Burada da müzik.

Orgdan Mozart melodileri duyuluyor, kubbelerde Mozart'tan bir arya yankılanıyor. Katedralde düğün var. Az sonra org susuyor, soprano aryasını bitiriyor. Beyazlar içindeki yaşlı papaz duasına başlıyor. Düğün erkânı ayağa kalkıp hep bir ağızdan ona eşlik ediyor. Melekler, tanrılar, çıplak kadınlar uçuşuyor, şaha kalkmış atlar yükseliyor gökyüzünün sonsuzluğuna. Yüksek pencerelerden giren güneş ışınları barok ve rokoko dev yapıyı aydınlatıyor, kubbelerdeki, duvarlardaki melekleri, çıplak kadınları, aşağıdaki insanlara tepeden bakan İsa'yı...

Az sonra yine Carl Orff Müzesi'nin önünden geçerek göle doğru iniyoruz. Carmina Burana'nın yaratıcısı daha 17 yaşında bir opera ve pek çok şarkı bestelemişti. Çocukluğunda sık sık geldiği şirin Ammer gölü kıyısındaki Diessen'e 1955 yılında yerleşir. Evinin pencerelerinden gölün karşı kıyısında, Andechs yamaçlarındaki dev manastır görünüyor. Bu arada rüzgâr çıkmış. Göl dalgalı. Yelkenliler, motorlar, gezi gemileri yine de gidip geliyor, martılar uçuşuyor. Kazlar, ördekler ise kıyıya çıkmış, ağaç altlarına sığınmış.

"Mavi Atlılar" 

Yolumuz güneye, Alp eteklerine doğru uzanıyor. Berrak havada dorukları hafif beyaz dağlar ne kadar da yakın. Tarihi evleri ve sokakları ile ünlü Weilheim'da bir yemek molası verip Staffel gölü kıyısındaki Murnau'ya ulaşıyoruz. Dışavurumcu sanatçılar Wassily Kandinsky ve Gabriele Münter 1908'de Murnau'da bir ev satın alıp doğasına hayran oldukları yöreye yerleşmişlerdi. Münter Evi'nde günümüzde sanatçının yapıtları sürekli sergileniyor.

Marianne von Werefkin, Aleksey Javlenski, Franz Marc, August Macke kısa süre sonra Kandinsky ile Münter'e katılır. 1911'de burada "Mavi Atlılar" grubunun temeli atılır. Aynı yapının üst katında, yine yıllarını burada geçirmiş, Macar-Avusturyalı yazar Ödön von Horváth sürekli bir sergiyle anılıyor. 1924'ten, Hitler Almanyası'ndan kaçtığı 1935 yılına kadar yaşadığı Murnau'da değerli eserler verir. Ünlü romanı "Allahsız Gençlik" (Türkçesi: Burhan Arpad) 1938'de Nazilerce yasaklanır. 

Akşama doğru ovaya sis iniyor. Gölün suları durgun, kıyılarında yüksek otlar, sazlıklar. Geniş çayırlar yamaçlarda yükseliyor, Alplerin eteğinde küçük köyler, çiftlikler, korular, az ötede başka göller. Bizim yolumuz Starnberg'e, göl kıyısındaki şirin Seeshaupt'a. Batmaya hazırlanan güneş otel odasının kocaman pencerelerinden içeri giriyor. Balkondaki rahat koltuklara kurulup aşağıdaki iskeleye yanaşan son gemiyi seyrediyoruz. Anılarda o gün yaşadıklarımız...