20 Temmuz 2025

Heinrich Böll – kendini insan haklarına adamış bir aydın

Aydınlık Avrupa, 20.07.2025

Stuttgart – Ahmet Arpad

16 Temmuz 2025 Alman edebiyatının en önemli yazarlarından Heinrich Böll'ün ölümünün 40. yılı

Savaş sonrası Almanyası'nın çıkardığı edebiyatçılardan belki de en ünlüsü olan Heinrich Böll 1917 yılında Köln'de bir heykeltıraşın oğlu olarak dünyaya geldi. Gençliğinde kitapçılık yaptı, Alman edebiyatı öğrenimi gördü ve II. Dünya Savaşı'nın ardından yazdığı: "Wanderer kommst du nach Spa?" öyküsüyle ünlendi. Savaşları eleştiren ilk romanı "Wo wardst du Adam" ile 1951 yılında "Gruppe 47" ödülünü kazandı. Böll'ün öykü ve romanlarının yanı sıra sayısız televizyon oyunu, çeviri ve makaleleri de vardır. "Ein Schluck Erde" ilk tiyatro eseridir. 

20. yüzyıl Alman edebiyatının en önemli yazarlardan biri kabul edilen Heinrich Böll yapıtlarında gerçek hayatı, gerçek insanlığı, toplumsal eleştiriyi, toplumculuğu yansıtırken temiz ve yalın bir dil kullanır. Onun Almanya'dan çok dış ülkelerde sevilip tutulmasının nedenleri bunlardır. Birkaç yıl üst üste Nobel Edebiyat Ödülü'ne aday gösterilmesinin ardından 1972 yılında bu ödüle kavuşmuştur. O günden sonra okurları hızla artan Böll'ün kitapları kısa sürede kendi neslinden hiçbir yazarın ulaşamadığı tirajlarda satmıştır.

"Palyaço"

Heinrich Böll'ün "Palyaço" romanı (CAN Yayınları. Türkçeye çeviren: Ahmet Arpad) bir "ben" anlatımıdır. Bu başyapıt ikiyüzlülük ve toplumsal geleneklerle dolu savaş sonrası Alman toplumunda başarısızlığın eşiğinde olan genç palyaço Hans Schnier'in yaşam öyküsünü anlatıyor. 'Palyaço' acı gerçekleri söyleyen biridir. Donuk beyaz makyajlı bir yüz, birkaç siyah çizgi ve boş gözler. Palyaço tüm kişiliğini, arzularını, ümitlerini ve acılarını bu pudralı yüzün arkasına gizliyor. Böll, bir palyaçonun maskesi ardında en büyük gerçekleri söylüyor. 

1963 yılında çıkan "Palyaço" sinemaya da uygulanmış en önemli Böll romanlarından biri. O Katolik çevrenin "kültürlü" kişilerinin suratına gerçekleri haykırıyor. Bir aşkın gerçekleri ile Katolik topluluğun ahlak ve hayat anlayışı romanın ana konusu. "Palyaço" Böll'ün modern Alman edebiyatının en güzel, en güçlü ve en duygulu aşk hikâyesini dile getiren yapıtlarından biri. Yazar bu romanında Katoliklere ve bütün Hıristiyanlara karşıdır. Okur, palyaçonun topluluğun ortasında kaldığını, makyajının kuruyup dökülmeye başladığını, boş gözlerinin korku, mutluluk, istek ve özleyişle dolduğunu ve atlıkarıncanın gitgide hızlandığını görüyor. Kilise evliliğine karşı çıktığı için kendisini terk eden sevgilisi Marie'den ayrıldıktan sonra Hans alkole bağımlı biri olur ve toplumdan dışlanır. Roman, Katolisizm'in çifte standartlarının ve kilisenin toplumsal yaşam üzerindeki etkisinin bir eleştirisi. Böll okura eski Nazilerin ve kilisenin egemen olduğu bir toplumu anlatıyor.

"Palyaço" 1963 yılında yayınlandığında Almanya'da büyük tartışmalara yol açmış, Heinrich Böll din karşıtı olmakla suçlanmıştı. Oysa o "Palyaço"da İkinci Dünya Savaşı sonrası burjuva toplumunun dar kafalılığı ve çarpık ahlakı nedeniyle "ayrıksı" bir bireyin içinde yaşadığı dünyada kendine yer bulamadığını anlatmaktadır. Yazar, bir palyaçonun maskesi ardında en sarsıcı gerçekleri dile getiriyor, günlük hayatın acımasızlıklarını, boş kurallarını okurun yüzüne bir tokat gibi çarpıyor. Savaş sonrası Almanya'sının en ünlü yazarı o günlerde şöyle demişti: "Son zamanlarda bu ülkede şiddetin her türlüsünü görmeye başladık. Birilerinin gözünde şiddet – sanki aralarında anlaşmışlar – bombalar, silahlar, sopalar, taşlar, tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz bombaları..."

"Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru"

1974 yılında çıkan "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru" adlı romanı (CAN Yayınları, Türkçeye çeviren: Ahmet Cemal), savaş sonrası Almanya'sında basının rolünü ve önyargı ile iftiranın etkilerini ele alır. "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru" Springer medya grubunun enformasyon pratikleriyle bir hesaplaşma olduğu kadar, enformasyonun gücü ve medya dilinin kötüye kullanımıyla ortaya çıkabilecek şiddet üzerine de yazılmış bir yapıttır. Böll'ün bu romanıyla Springer basın grubunu eleştirdiği bir sır değildir. "Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru" hep heyecan yaratan haberleri yeğleyen bir magazin gazetesinin ("Zeitung") yayınları sonucu iftira ve şiddet girdabına kapılan genç ve masum Katharina Blum'u konu alıyor. Genç kadın kaçak suçlu Ludwig Götten'i evinde sakladıktan sonra medyanın hedefi haline geliyor ve onurunu yitiriyor.

İnsan Hakları Birliği'nin 1974 yılında ödüllendirdiği roman, Almanya'da medyanın, özellikle de magazin basınının gücünü ve bireylerin yaşamları üzerindeki yıkıcı etkisini ele alıyor. Böll, aşırı haberleri seven birçok gazetecinin sorumsuzluğu ile polisin bu dinamiği pekiştirmedeki rolünü eleştiriyor. Roman 1970'lerde geçse de medya manipülasyonu ve özel yaşamın gizliliği konuları bugün de güncelliğini koruyor. Böll'ün barışa olan bağlılığı ve nükleer savaşa karşı onurla duruşu bu yapıtında çok dikkati çekiyor. O yıllarda Rus yazar Soljenitsin'le sosyalist görüşlü şair ve şarkıcı Wolf Biermann'ı desteklemiş, barış hareketinde aktif rol oynamıştır.

Nobel Edebiyat Ödülü

Stockholm akşam gazetesi Expressen, 21 Haziran 1972 tarihli haberinde, İsveç Akademisi içindeki "güçlü odakların" o yıl Nobel Edebiyat Ödülü'nün Heinrich Böll'e verilmesini savunduğunu bildirmişti. Nürnberger Nachrichten gazetesi de aynı haberi 22 Haziran 1972'de yayınlamıştı. 

Dortmund'daki iki günlük olağanüstü SPD parti kongresinde 12 Ekim 1972 tarihinde yaptığı konuşmasında Heinrich Böll son birkaç aydaki gözlem ve deneyimlerinden söz etmişti: "Son yıllarda bu ülkede çok fazla şiddet görmeye başladık. Şiddet üzerine çok şey söylendi ve yazıldı. Şiddetin yalnızca görünür biçimi olarak anlaşılması konusunda bence üstü örtülü bir anlaşma var: Bombalar, tabancalar, sopalar, taşlar, tazyikli su ve göz yaşartıcı gaz bombaları. Ben sizlere, sosyal-liberal koalisyonun başardığı bir başka şiddet biçiminden söz etmek istiyorum: Bazı basın kuruluşları acımasız propagandalarıyla gazetecilerin işlerini zorlaştırdı, iftira atmaktan hiç çekinmedi..." 

Herinrich Böll o günkü konuşmasında savaş sonrası Alman toplumunun yaşadığı sorunları, ülkenin Nazi geçmişini, militarizmi ve kilisenin rolünü eleştirel bir şekilde ele almıştı. O, yapıtları ve siyasi girişimleriyle toplumun yaşadığı sorunlara ve haksızlıklara karşı çıkan, içinde yaşadığı zamanı eleştiren bir düşünürdü. Böll yapıtlarını kaleme alırken çoğunlukla kendi savaş deneyimlerin de yararlanmıştır. O roman ve öykülerinde içinde yaşadığı dönemin toplumsal ikilemlerini ve iç çatışmalarını yansıtır. 

Heinrich Böll eserleri ve siyasi girişimleri aracılığıyla toplumsal şikayetlere ve adaletsizliklere karşı çıkan, zamanının eleştirel düşünürlerinden biri olarak kabul edilir. Böll savaş sonrası toplumunu, Nazi geçmişinin baskısını, militarizmi ve kilisenin rolünü eleştirel bir şekilde ele alır. Onun yapıtları genellikle kendi savaş deneyimlerinden etkilenir, savaş sonrası dönemin iç çatışmasını ve ahlaki ikilemlerini yansıtır. Kahramanları genellikle toplumun beklentileriyle mücadele eden ve günün geçerli koşulları altında başarısız olan sıradan insanlardır. 

Böll'ün barışa olan bağlılığı ve nükleer savaşa karşı oluşu çok dikkat çekicidir. Onun eleştirileri sadece iktidarın kötüye kullanılmasına değildi. O aynı zamanda eski suçların üzerlerinin örtülmesi ve geçmişle yüzleşme eksikliğine de dikkatleri çekmişti. Böll Nazi döneminin dürüst bir şekilde yeniden değerlendirilmesini istemiş, toplumsal adaletsizliği kınamıştı. Çabaları günümüzde de yankı bulmaya devam ediyor ve toplumsal koşulların eleştirel bir incelemesinin bugün de gerekli olduğunu gösteriyor. 

Böll okuyucularını uyarır ve düşündürür. Yapıtlarıyla toplumsal haksızların üzerine gider, azınlıkları savunur. O hep düşünce özgürlüğü için hep savaş vermiş, gerektiğinde akıntıya karşı yüzmüştür. Böll haksızlığa karşı çıkan bir toplum için sesini yükseltmiştir. İnandıklarını ve toplumsal değerleri insanlara iletmek için yerine göre kavgacı olmasını bilmiştir. Savaş sonrasında toplumun başında olanların geçmişle yüzleşmesini talep etmiştir. Güçlerini kötüye kullananları, geçmişte olup bitenleri çabucak unutmak isteyenleri acımasızca eleştirmiştir. 

Heinrich Böll okurlarını düşünmeye teşvik eden bir uyarıcı sestir. Yapıtları savaş ve adaletsizliğe karşı sürekli bir çağrıdır. Böll evrensel kardeşliği, barışı ve sevgiyi talep eder. 1985'teki ölümünden günümüze, Almanya'da onunla kıyaslayabileceğimiz toplum sever başka bir aydınla göremeyiz! O güncel siyasi olaylara yorum yapan, barış için savaş veren, kendini insan haklarına adamış bir aydındı. Böll hem siyasi sol hem de siyasi sağla, Katolik Kilisesi'yle ve basınla çatışmıştı. Nobel Ödüllü yazar Vietnam savaşından kaçan sığınmacıları, Doğu Avrupa'daki yönetim karşıtlarını savunmuştu. O insancıl bir yazardı! 

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından edebiyata ilk adımlarını atmış olan toplumcu, solcu ve de biraz kavgacı Heinrich Böll bundan tam kırk yıl önce,16 Temmuz 1985 tarihinde Köln yakınlarındaki Kreuzau-Langenbroich'da vefat etmiştir.

Çılgın kralların sarayları

Cumhuriyet, 20.07.2025


UNESCO'nun Dünya Mirası Komisyonu 12 Temmuz'da Paris'teki toplantısında, Bavyera Kralı II. Ludwig'in (1845–1886) Neuschwanstein Şatosu, Herrenchiemsee ve Linderhof Sarayları ile Schachen Dağı'ndaki kraliyet sarayını Dünya Mirası Listesi'ne aldı.

Ahmet Arpad 

UNESCO'nun Dünya Mirası Komisyonu 12 Temmuz'da Paris'teki toplantısında, Bavyera Kralı II. Ludwig'in (1845–1886) Neuschwanstein Şatosu, Herrenchiemsee ve Linderhof Sarayları ile Schachen Dağı'ndaki kraliyet sarayını Dünya Mirası Listesi'ne aldı. Bavyera'da eşsiz bir doğanın içinde yükselen şatoyla saraylar, her yıl 2 milyona yakın turist çekiyor. 19. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen bu olağanüstü yapılar, göreni bir düşler dünyasına götürüyor.

Neuschwanstein Şatosu bir ortaçağ şövalye şatosu gibi inşa edilmiş. O çok sayıda kulesi ve masalsı görünümüyle bir "taş rüya". "Eksantrik" Kral II. Ludwig'in karşımızda yükselen "eseri" sarayla şato karışımı bir yapı. Karşısında ilk kez durduğunuzda: "Bu yapı bir saray mı, yoksa bir şato mu" diye sormadan edemiyorsunuz. Bir an için düşler dünyasına dalıyorsunuz. "Şan ve şöhret" dolu bir yaşamın özlemini çeken genç kral burada onunla ölümsüzleşmek istemişti.

II. Ludwig insanlarla bir arada değil, bir düşler dünyasında yaşamış, içine kapanık, utangaç ancak kendini hep en büyük hissetmiş bir kraldı. İnsanlardan uzak olmayı yeğlediği için masalımsı şatosarayının duvarları ardına çekilmiş. Milyonlarca "Mark"ı, ülkesinin hemen hemen tüm olanaklarını, gerçekdışı gibi görünen, 200 odalı bu eşsiz yapıya harcamış. Ona "çılgın" diyenler olmuştu.

Neuschwanstein, belki de Avrupa'nın en güzel şato-sarayı! Ancak zamanla II. Ludwig'in yaşamından rahatsız olmaya başlayan yakın çevresi, bir doktor heyetinin verdiği "psikolojik yetersizlik" raporuyla Bavyera'yı artık idare edemeyeceğine inandıkları kralı tahtından indirmiş, onu sarayından atmıştı. "Bana komplo yapıyorlar" diyen II. Ludwig'i, Starnberg Gölü'ndeki Berg şatosuna sürmüşlerdi. Kısa süre sonra da gölde ölüsü bulunmuştu. Ölmüş müydü, öldürülmüş müydü? Bu günümüze dek yanıtlanamamış bir soru. Düşler dünyasının kralı II. Ludwig ardında büyük borçlar bırakarak anlaşılmaz yaşamına veda ettiğinde 41 yaşındaydı.

DUVARLAR ALTIN KAPLI

Münih'le Salzburg arasındaki Chiemsee, Güney Bavyera'nın güzel göllerinden biri. Burayı çekici yapan Kral II. Ludwig'in ölümünden kısa süre önce yaptırdığı Herrenchiemsee Sarayı. Versay'dan etkilenmiş yapıda 98 metre uzunluğundaki görkemli tören salonuyla ikinci kata çıkan merdivenler ve kralın her yanı altın kaplama yatak odası göz kamaştırıyor. II. Ludwig, bu sarayda yaşamının sadece 10 gününü geçirmişti! Ölümünden birkaç ay önce Tirol yöresinin şirin göllerinden Plansee kıyılarına, Pekin'deki "Kış Sarayı"nı anımsatan bir saraycık kondurmayı planlamıştı. Gerçekleştiremediği başka bir yapı da Avusturya sınırındaki Garmisch'in kuzeyinde, Bizans saraylarını andıran büyük saraydı.

II. Ludwig'in başka sarayları da vardı. Bavyera Alpleri'nin çevrelediği Ammergau yöresindeki Linderhof'u çok severdi. Olağanüstü dağ manzarasıyla ünlü sarayın hemen hemen bütün odalarının duvarlarını da altınla kaplatmıştı! İnsanlarından kaçan genç kral, hayranı olduğu ünlü besteci Richard Wagner'in "Tannhauser" operasındaki dev mağaranın benzerini sarayın bahçesine yaptırmıştı. Yine aynı yörede, Schachen tepesine kondurttuğu, 3 bin metrelik Zugspitze ve Avusturya Alpleri manzaralı "kral evi" de düşsel bir yapı. Birinci katın rengârenk odaları şark saraylarını andırıyor.

Başka bir "cevher" de Obersalzberg tepesinde! Buralara kadar gelip de "kuş uçuşu" ötedeki tepeye çıkmamak olmaz! Çünkü Almanya-Avusturya sınırında 2 bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'ten bu yana kötü bir ünü var. Orada da başka bir "çılgın" yaşamıştı. Kendisine "halkın başbakanı" denmesini isteyen megaloman Adolf H. buraya kendi çizdiği planlara göre dev bir karargâh oturtmuş, ülkeyi ve savaşı uzun yıllar oradan yönetmişti.

İnanılmaz bir manzara, dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı. Aşağılarda, pırıl pırıl dereler, suları yemyeşil Königsee. Şirin, küçük, kar beyazı gemiler arkalarında köpükler bırakarak göldeki küçük yerleşimlere uğruyor. Çok ötelerde Salzburg, ufukta Alp dorukları... Uçurumun bağrına saplanan bu "kartal yuvası"nda Adolf H. yanında Eva'sı keyif çatıp çayını yudumlarken kafasından kim bilir ne "kötülükler" geçirmişti?

6 Temmuz 2025

Schiller'in kafatası kimde?

Cumhuriyet, 06.07.2025

Stuttgart – Ahmet Arpad

Tarihi mezarlık Stuttgart'ın göbeğinde. Kocaman çınarların dalları yeşermiş. Stuttgart'ın tarihi Fangelsbach mezarlığı bu sabah bir park! Hava çok sıcak. Mezar taşları arasında birkaç yaşlı geziniyor, çocuk arabalı anne ve babalar da dikkat çekiyor...

Bu mezarlığa en çok gömü, 19. yüzyılda yapılmış, Stuttgart'ın ünlüleri ve varlıklıları Fangelsbach'da ebedi istirahatlerine çekilmiş; çoğu mezar taşında meslekleri yazıyor: Başrahip, taş oymacısı, fabrikatör, sahne sanatçısı, doktor, antropolog, dekan, şair, çan dökümcüsü, yayıncı, gazeteci, ressam, arkeolog, opera sanatçısı, mimar... Az ötedeki Markus Kilisesi'nin yanından uzanan yolun sonunda bakımlı bir mezar dikkat çekiyor. Büyükçe taşında yazdığına göre Goethe ile birlikte Alman edebiyatında klasik dönemin en önemli temsilcisi sayılan Friedrich Schiller'in oğlu Ludwig, torunu Friedrich ve onun eşi Mathilde burada yatıyor. 

2009'da bu mezar açılmış, kemikler çıkarılmış, DNA analizinin ardından küçük bir törenle tekrar gömülmüştü. 1805 yılında Weimar'da ölen ve önce toplu bir mezara konan Schiller'in kemikleri, anlatılanlara göre, 1826'da prensler kabristanına taşınır ancak kısa süre sonra Weimar'da yatanın Schiller olmadığı iddiaları yükselmeye başlar, ta ki 1961 yılında Gerassimov adlı bir Rus doktor kabristandaki kafatasıyla kemiklerin Schiller'e ait olduğuna karar verene kadar. 

Ancak 2005'te ünlü edebiyatçının 200. ölüm yılında, Alman televizyonu MDR aracılığı ile yeni ve çok kapsamlı bir araştırma başlatılır. Bu girişimler kapsamında Freiburg Üniversitesi, Stuttgart'taki aile mezarında yatan oğlu ile torununun kemiklerini inceler ve 2008'de Weimar'daki kafatasının, Alman edebiyatının bu ünlü yazarına ait olmadığı kesinlikle saptanır. 2009 yılında StuttgartMarbach doğumlu Schiller'in 250. doğum yıldönümü törenleri nedeniyle konuşan antropolog Ursula Wittwer: "19. yüzyılda ünlü kişilerin kafatasları meslektaşlarımın çok ilgisini çekerdi" demişti. Schiller'in kafatasının da o yıllarda çalınmış olduğu tahmin ediliyor! Günümüzde nerede olduğu bilinmiyor. 

'FRİEDRİCH SCHILLER BİR POPSTAR'

Aynı yıllarda büyük bir bakımdan geçen, Alman edebiyatının çok zengin hazinesini barındıran eşsiz Stuttgart-Marbach'daki Schiller Ulusal Müzesi'nin yeniden açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Horst Köhler: "Marbach doğumlu Friedrich Schiller bir popstar idi!" demişti. Aydınlanma çağının en önemli bu düşünürünün idealizmi, bireyin ruhuna ve özgürlüğüne öncelik tanır. Heyecanlıdır, ateşlidir, amaçlarına ulaşmak için hep isteklidir. Okul yıllarından başlayarak kendini hep baskı altında hisseder, Dük Karl Eugen döneminde yaşam onun için dayanılmaz olunca 1782'de Stuttgart'ı terk eder ve Weimar'a yerleşir. Goethe ile yakın dostluğu işte o yıllarda başlar. Wilhelm Meister romanını yazması için onu zorlar. Goethe de Schiller'i "Wallenstein" eserini yazması için yüreklendirir, hatta Weimar'da sahneye konduğunda oyunun rejisörlüğünü üstlenir. Schiller "Haydutlar"ın ilk baskısını kendi cebinden öder, borç parayla da bir edebiyat dergisi çıkarır. Ölümüne yakın son sözleri: "Artık her şeyi daha sade, daha berrak görüyorum..." olur. Schiller'in ardından "Varlığımın yarısını yitirdim" diyen Goethe için sahip olduğu en değerli hazine, aralarındaki yazışmalardır. Bir süre sonra bütün mektupları yayımlatır.

Marbach'taki Alman Edebiyat Arşivi'nde Alman edebiyatının Goethe'den Kafka'ya on binlerce edebiyat belgesi duruyor. Bundan 10 yıl önce Fischer, Suhrkamp ve Insel Yayınevleri çok değerli arşivlerini Marbach'a vermişlerdi. Hofmannstahl, Rilke, Zweig, Frisch, Enzesberger, Walser gibi 20. yüzyıl Alman dili edebiyatının yıldızlarının elinden geçen müsveddeler ve mektuplar şimdi Marbach'da herkese açık. 2012'de Schiller'in 253. doğum günü nedeniyle düzenlenen törende o yılki "Schiller Konuşması"nı yapmakla Orhan Pamuk onurlandırılmıştı. Pamuk'un konuşmasının ana konusu "romanlarda naiflik ve duygusallık" idi. 

Hepsi iyi güzel de ölümünün 220. yılında Friedrich Schiller'in kafatası nerede, kimde? Bilen yok! 

Satrancın çekiciliği ve bağımlılığı...

Aydınlık Avrupa, 06.07.2025

AHMET ARPAD
STUTTGART


Güneş doğayı yakıyor! Fakat kimsenin umrunda değil. Ne koşanların ne de satranç oynayanların. Her pazar olduğu gibi bugün de Stuttgart'ın göbeğindeki büyük parkta gezintimizi yapıyoruz. Kentin orta yerinden başlayıp ta Neckar kıyısına uzanan park her zamanki gibi gezinenler, koşanlar, çocuk arabası sürenler, tekerlekli paten yapanlar, pedallara basan bisikletlilerle dolu. Çoğu insan evinden çıktıktan birkaç dakika sonra kendini kilometrelerce uzanan bu yeşilliğin ortasında buluyor. Yaşlısı genci, binlerce insan nefes alıyor, spor yapıyor, rahatlıyor tarihi ağaçlar, upuzun çimenlikler, bakımlı gezinti yolları arasında. Küçük göllerde yüzen ördeklere, kazlara, kuğulara yem atıyor, günün stresini burada unutuyor. Bir saatlik yürüyüşten sonra Neckar kıyısına gelenler canları çekerse ırmak kıyısında yollarına devam ediyor. Altında bisikleti, pateni olanlar ta Ludwigsburg'a, Esslingen'e uzanıyor. O kadar yolu gözü alamayanlar, hava güzelse, kıyıda bekleyen gemilere binip gezintiye çıkıyor. İsteyen park bitimindeki tabiat müzesini dolaşıyor, hayvanat bahçesine uğrayıp orangutanlarla aslanlara, fillerle pinguinlere, eşeklerle keçilere bir ‘merhaba' diyor! Susamış, karnı acıkmış olanlar ırmak üzerindeki tahta köprüden karşıya uzanıp Hermann Hesse 'nin sorunlu lise yıllarını geçirdiği Bad Cannstatt'ın şaraphanelerini yeğliyor.

Satranç bağımlıları

Bizler ise küçük bir tur attıktan sonra dönüp satranç oynayanların yanında duruyoruz. Tarihi ağaçlar altında büyük satranç tahtaları yerde; kocaman siyahlı beyazlı taşlar. Oyuncuların çoğu orta yaş ve üzerinde. Onlar buraya yaz-kış demeden sürekli gelen, her havada oynayan satranç bağımlıları! Yüzlerce yıldır süregelen bir oyun satranç. Gerçek bir strateji; altmış dört karede hareket eden otuz iki taş. Şah, vezir, kaleler, filler, atlar, piyonlar. Zamanında İran'da bir şahın geliştirdiği savaş stratejisi, günümüzde bir milyara yakın insanı kendine bağlayan bir oyun olmuş! 

Satranç oynayanların bazıları, güneşten korunmak için olacak şemsiyelerini açmış. Pek konuşan yok. Yugoslavı, İtalyanı, İspanyolu aralarında fısıldaşıyor. Kocaman taşlar bir yerden bir yere hareket ediyor. Parkta gezinen köpekli polisler bir an durup oynayanları seyrediyor, sonra yine yollarına devam ediyorlar. 

"Satraç yaşamımı kurtardı"

Rudi her zamanki yerinde. Üzerinde blucin, kara deri ceket. Yetmişine yaklaşmış. Saçlarına ak düşmüş, dinç biri. Yaşından çok daha genç gösteriyor. Tanıyorum onu. Yıllardır burada haftanın beş günü. "Satranç yaşamımı kurtardı", diyor. Rudi 1995 yılında Kazakistan'dan Almanya‘ya gelmiş. İş-güç yok. Kısa sürede alkol bağımlısı olmuş. Sokak köşelerinde sürdürmüş yaşamını. En büyük merakı satranç. Güünün birinde kendini Stuttgart'ın büyük parkında bulmuş. Çabucak satranç aşığı dostlar edinmiş. "Ben bir dost milyoneriyim!" diye konuşuyor. Dilenmemek için kendini iyice satranca vermiş. Gelen geçenle birkaç Avro'ya satranç oynamaya başlamış. Ve yavaş yavaş alkol bağımlılığından kurtulmuş. Bugün karşısında oturan Kanadalı bir turist. Az sonra Rudi sigarasından bir nefes çekip: "Şah mat!" diyor. Kalemine uzanıp yanında duran listeye bir şeyler karalıyor. Kanadalı gülümsüyor, Rudi'yle vedalaşıp yoluna devam ediyor.

Biz de Rudi‘nin yanından ayrılıyoruz. Az ötedeki büfeye uğrayıp sıcak çay ısmarlıyoruz, çikolatalı küçük kekler de. Yanımızdan geçiyor çabuk çabuk yürüyenler, Nordic Walking yapanlar, bastonuna dayanmış, beli bükük çok yaşlılar, bisikletliler, yavaş ve hızlı koşanlar. Hareket halinde herkes. Bütün gün büroda, evde televizyon karşısında oturan insanlar. Hafta içinde evden işe, işten eve koşuşturanlar, hafta sonlarında parklar, ormanlar, göl ve ırmak kıyılarında koşuyor...

22 Haziran 2025

Şarap keyfi ve yirmi milyon kaçak silah...

Aydınlık Avrupa, 22 Haziran 2025

Ahmet Arpad

Dinlenmek isteyen Stuttgart insanı boş zamanlarında kendini doğanın kucağına atar. Ne de olsa Karaormanlar, Alb tepeleri ve Rems ovası kapı komşusudur. Ormanlarında, çayırlı yamaçlarında yürüyüşler yapılan, küçük lokantalarında yörenin yemek ve şaraplarının zevkine varılan, doğası güzel, üzüm bağları ünlü Rems ovası günübirlik geziler için idealdir. Yörede yaşayanlar çoğunlukla savaş sonrası Doğu Avrupa ülkelerinden göç ettirilmiş Almanlardan oluşuyor. Piyetist ve metodistlere buralarda çok sık rastlanıyor.

ET AĞIZDA DAĞILIYOR

Küçük lokantanın ıhlamur ağaçları altındaki bahçesi bugün dolu. İki garson kız koşuşturuyor. Et, balık, patates, hamur işi, soslar dolu tabaklar gidiyor masalara. Çoğu müşteri şarap içiyor. Masaya gelen garson kız aşçıbaşının bugün özel olarak yapmış olduğu haşlanmış sığır bifteğini öneriyor. Yanında patatesle havuç var. Biz tabii bu tipik Avusturya yemeğini yeğliyoruz. Et ağızda dağılıyor.

Az sonra yörenin taze çileğinin yanında kaymaklı İtalyan dondurmasını kaşıklarken kalabalık, gürültücü bir grup bahçeye giriyor, ikisi kadın. Orta yaşlı erkeklerin ellerinde kılıflara sokulmuş tüfekler var. Yakındaki atıcılık kulübünün üyeleri olmalı. Uzun bir masaya oturup şaraplarını ısmarlıyorlar. Yüksek sesle atılan kahkahaların ardı arkası kesilmiyor. Biraz öfkeyle bakanlar oluyor. Keyifleri kaçmış gibi.

Bizi buraya davet etmiş olan tanışımız yemeğin ardından: "Haydi kalkalım", diyor. Kahvemizi Waldenstein kalesinin terasında içeceğiz. Neredeyse kırk yıldır Rems ovasında yaşayan, Mercedes'ten emekli tanış, yörede bol sayıda görülen atıcılık kulüplerinden hoşlanmadığını söylüyor. Yemek yediğimiz lokanta Winnenden'e yakın. O küçük kentte 2009 yılında 17 yaşındaki öğrenci Tim babasının ruhsatlı tabancasını çalmış ve nefret ettiği çoğu sınıf arkadaşı olan on altı kişiyi öldürmüştü. Aradan geçen aylarda yörede 6500 silah sahibinin üzerine yirmi beş bin silahın kayıtlı olduğu ortaya çıkmıştı. Resmi verilere göre tüm Almanya'da on beş bin atıcılık kulübünün bir buçuk milyon üyesi var. Tüm ülkedeki ruhsatlı silahların sayısı (avcıların kullandıkları dahil) tam on milyon. Dünya rekoru (!) Amerika Birleşik Devletleri'nde. 340 milyonluk ülkede 400 milyon (tahmini) silah var!

KADEHLER HAVADA, KEYİFLER YERİNDE

Az sonra Waldenstein kalesinin kocaman terasında, Rems ovası ayaklarımızın altında elmalı pastalarımızı yerken sohbet devam ediyor. Winnenden'de işlenen cinayetlerin ardından hükümet çıkardığı yasalarla silah alım ve kullanımını, atıcılık sporu yapanların silahlarını evlerinde muhafaza etmelerini biraz olsun zorlaştırmıştı. Ancak bu gelişme ne atıcılık kulübü üyelerini, ne de Tim'in öldürmüş olduğu 16 gencin ana babasını memnun etmişti. "Pek bir şey değişmedi", diyor tanış. Çünkü resmi açıklamalara göre ülkede silah lobisi çok güçlü. Unutmamak gerek, on milyon ruhsatlı silahın yanı sıra yirmi milyon da ruhsatsız silahın evlerde saklandığı tahmin edilen Almanya dünyada ABD ile Rusya'nın ardından silah ihraç eden üçüncü büyük ülke! Satışlarını son beş yılda yüzde yetmiş arttıran Alman silah endüstrisinin en büyük alıcılarından biri de Türkiye! Resmi açıklamalara göre Alman hükümeti 2024 yılında ülkemize yaklaşık 250 milyon avroluk silah satışı yapılmasını onaylamış.

Başka bir gerçek de düşündürücü: Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü‘nün (SIPRI) 2024'deki raporunda yer alan verilere göre son yıllarda Türkiye, silah satışını yüzde 100'ü aşan oranla artırarak dünyanın en büyük 11'inci silah ihracatçısı konumuna geldi. İsrail 10 sırada.

Dönüş yolunda tanış, o gün Gundelsbach'ta şarap bayramı olduğunu söylüyor. Şöyle bir uğramaya karar veriyoruz. Çayırlarda beyaz keçiler, hallerinden memnun besili inekler. Bağların önüne kurulmuş masalarda binlerce insan. Kadehler havada, keyifler yerinde. Yöresel müziğin eşliğinde şarkılar, danslar. Bir an için de olsa az önce konuştuklarımızı unutuyoruz, keyiflenmeye çalışıyoruz. Fakat eve dönünce keyifler yine kaçıyor. Televizyon haberlerinden Avusturya'nın Graz kentinde Arthur A. adında 21 yaşındaki bir gencin on kişiyi öldürdüğünü öğreniyoruz. Öldürdükleri, bitiremediği lisedeki dokuz öğrenciyle bir öğretmen. Yanında ruhsatlı iki tabanca taşıyan Arthur A. on bir kişiyi de ağır yaralamış. Ve son kurşunu da şakağına sıkıp intihar etmiş.

15 Haziran 2025

Uçaklardan trenlere...

Cumhuriyet, 15 Haziran 2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Boylu poslu, sarışın. Güzelliği hâlâ çekici! Görmeyeli çok olmuştu. "Tam on beş yıl," diyor. Geçenlerde Stuttgart'ın göbeğinde karşılaşmamız büyük bir rastlantıydı. Ailesi komşumuzdu, sık sık görüşürdük. Liseden sonra bir seyahat acentesinde çalışmış ve günün birinde bavulunu topladığı gibi Frankfurt'a gidivermişti. "Hostes oluyorum," demişti. "Neler yaptın, nasıl geçiyor hosteslik yılları?" diye soruyorum. "Artık geride kaldı o meslek," oluyor yanıtı. "Geçen yıl bıraktım, evlenmeye karar verdim." İstasyona gidiyordu, Köln treni bir saat sonra kalkacaktı. Yakındaki Café'de kısa bir sohbeti kabulleniyor. Az sonra, yanında Sacher pastası çaylarımızı yudumlarken gerçekten de anlatacak çok şeyi var.

Gökyüzünde ilk yılları sürekli iç hatlarda geçmişti. Sonra Frankfurt ve Düsseldorf çıkışlı uçaklarla Avrupa ülkelerine uçmuştu. Önce küçük uçaklarla. Mesleğinde ilerledikçe uçaklar büyümüştü. Tabii en ilginci, bir hostes için en zoru da, Jumbo'lar olmuştu. Son yıllarda genellikle denizaşırı ülkelere gitmişti.

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Bir A 380-800 ile uçuş kimi zaman 8-10 saat sürüyor, ortalama beş yüz yolcu var, değişik milletten insana hizmet etmek zorundasın," diye anlatıyor. "Kuzey Amerika, Güney Amerika, Asya ülkelerine gidiyorsun. Uçak iki katlı, alt kat ekonomi, kalabalık oldu mu, işin zor. Sekiz hostes koşuşturup duruyor. Yukarısı business ve first class. Fakat az yolcu demek kolay iş demek değil. Orası varlıklıların katı!" O anlattıkça açılıyor, ben ise suskun dinliyorum. Fakat arada sırada gülümsemeden de edemiyorum. Sarhoş yolcu, korkak yolcu, hasta yolcu, ağlayan bebekler, şımarık çocuklar... "Sadece onlar mı?" diye devam ediyor. "İşi iyi gitmemiş stresli işadamı, tatilde kavga etmiş karı-koca, yitirdikleri maçtan dönen bir grup 'futbolsever'... Hepsiyle baş etmek zorunda hostes. Sinirlerini yitirmeden tabii. "En zor müşteriler de 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun?' diyenler! Hostes hep gülümsemek zorunda, ancak bu gibiler gülümsemeni hakaret olarak kabul edebileceği için de çok dikkatli olmalısın!" 

Balta girmemiş ormanlara zorunlu iniş

Söylediğine göre hep iç hatlar uçtuğu ilk yıllarında Frankfurt-Berlin uçuşları hiç hoşuna gitmemiş. Nedeni de çok ünlü politikacılarla çok ünlü sanatçıların bu hattı kullanması! "Hiçbir yolcunun aniden hastalandığı oldu mu?" diye soruyorum. "Birkaç kez," diyor. "Kalp krizi geçiren yolcularda zorunlu inişler yaptık. Bu durumda uçağın tekerleklerinin on dakika sonra yere değmesi gerekir. Hep başardık!"

Hostesliği bütün bu stresine karşın severek yapmış olduğunu söylüyor. Son 5 yılını başhostes olarak denizaşırı uçuşlarda geçirmiş. "Bu uçuşlar, Atlantik Okyanusu'nun üzerindeki fırtınalarda yüreğim ağzıma gelmesine karşın güzeldi." Ne de olsa gittikleri kentlerde 2-3 gün dinlendikleri olurmuş. "15 yıl boyunca kaç havalimanına indiğini anımsıyor musun?" diyorum. Gülümsüyor. "Tabii, hepsi kayıtlı," oluyor yanıtı. "138 havalimanına, kimine defalarca!" Yaşamımın 9400 saati havada geçmiş! İlk uçuştan önce başarmak zorunda olduğu birbuçuk aylık hosteslik kursunda öğrendikleri de çok ilginç! Sadece uçakta yemek, içki servisi, duty-free satışı yapmayı öğretmemişler... Uçak açık denize, balta girmemiş ormanlara, Sahra'ya veya Kuzey Kutbu'na zorunlu iniş yaptığında bir hostes nasıl davranacak? Balık nasıl tutulur, zehirli yılanlarla nasıl baş edilir, buz çölünde donmamak için ne yapılır?

Bıraksam daha çok anlatacak, fakat treninin kalkmasına yirmi dakika var. Hesabı ödeyip hızla karşıdaki istasyona geçiyoruz. Acele etmemize hiç gerek yokmuş. Öğleden sonraki tüm trenler gecikmeli. 

Tanrı izin verirse!

Alman Devlet Demiryolları ve Berlin hükümeti Stuttgart tren istasyonunu yerin altına almakta ısrar edeli her şey karıştı. Stuttgart-Ulm arasına da 60 kilometrelik yeni tüneller açıldı, açılıyor. Yıllardır, her pazartesi kentte bu anlamsız dev projenin karşıtları sürekli nümayiş yapıyor. Şu sıralar sık sık seferler değişik nedenlerle iptal oluyor, çoğu gün gecikmeli çalışıyor. Devlet Demiryolları’nın başındakiler her soruna karşın: "12 milyar Avro'luk bu proje gerçekleşecek," diye yıllardır inat edip duruyor. Hristiyan Demokratlar'ın 2011'de eyalet hükümetini yitirmelerinin ardından belediye başkanlığını da Yeşiller'e kaptırmalarının en büyük nedeni, yeraltına tren istasyonu projesinde "budalaca" ısrar etmeleri olmuştu! 2010’da temeli atılan proje 2027’de bitecekmiş. Tanrı izin verirse!

Biraz sonra treni otuz dakika gecikmeli kalkarken eski tanışa el sallıyorum ve şu günlerde tren yolculuğu yapmadığıma şükrediyorum. Sürekli gecikmeler, sefer iptalleri yaşanıyor. Geçen Şubat'ta Zürih'e gitmek için bilet aldığımız sabah treni kalkışa 25 dakika kala aniden iptal edilmişti. Yerine başka tren sefere konmayınca biz de İsviçre'deki buluşmamızdan vazgeçmek zorunda kalmıştık. Alman Devlet Demiryolları sağolsun iki ay beklettikten sonra bilet parasını iade etmişti! 

mail@ahmet-arpad.de

8 Haziran 2025

"TANRI ULUDUR"

Aydınlık Avrupa, 8 Haziran 2025

Stuttgart – Ahmet Arpad

16 milyonluk dev kent İstanbul'da 3.555 cami var. İkincilik 5,8 milyon nüfuslu Ankara'da değil. 2,5 milyonluk Konya 3.255 camiyle başkentin (3.199 cami) önünde! Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 3 Ocak 2024 tarihli açıklamasına göre Türkiye'deki toplam cami sayısı 89.817... 

***

"Bize Kuran dersi veren okul müdürümüz Niyazi Bey tüm sınıfı İstanbul Operet Heyeti'nin temsillerine götürürdü... Sultan Reşat'ın baş müezzini İsmail Hakkı Bey de bu operetin çalgılar topluluğunu yönetirdi..." 1910 doğumlu babam Burhan Arpad'ın bu sözlerini arada sırada anımsıyorum. Günümüzde din adına konuşan sorumlu ve yetkili kişilerin neler yaptığını gördükçe de: "Demek ki 100 yıl önceki din adamları aydın görüşlü insanlarmış," diye düşünmeden edemiyorum. Ve de hüzünleniyorum. 

Adında 'demokrat' kelimesi olan parti 14 Mayıs 1950 günü ülkemizde yönetimi ele almıştı. Menderes hükümetinin yaptığı ilk iş Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasına karar vermek olmuştu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra da, 16 Haziran 1950 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen bir yasayla Arapça ezan okumaya izin verilmişti. Bu yasa, Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesini değiştirerek ezanın Arapça olarak okunmasını yasaklayan hükmü kaldırmıştı.

O günleri yaşamış olan insanlar: "Her şey ezanın tekrar Arapça okunmasıyla başlamıştı," derdi. Günümüzde tarikatların hortlamasının, gericilere ödünler verilmesinin, "Şeriat isteriz!" bağrışmalarının ilk tohumlarının 16 Haziran 1950 tarihli kararla atılmış olduğu söylenir. Cumhuriyet tarihinde geriye baktığımızda, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımlarının gerçekten bundan tam 75 yıl önce, 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti'yle atıldığını görürüz.

"Tanrı Uludur!"

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dinine inanan bireyler dünya işleri dışında olup bitenleri de anlasın istemişti. İlk adım olarak da ezan Türkçeleştirilmişti. Türkçe ezanı Süleymaniye Camisi baş imamı, tenor sesli Hafız Kemal'den dinlemiş olan Atatürk coşkuyla vermişti bu kararı. 1932 yılında, 30 Ocak'ı 31 Ocak'a bağlayan gecede (Kadir Gecesi'nde) minarelerden "Tanrı uludur" seslenişi yükselmişti! "Tanrı uludur, Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak..."

Arapça "Allahu Ekber" yerine Türkçe "Tanrı Uludur"un minarelerden yükselmesi, ne yazık ki sadece on sekiz yıl gerçekleşmişti. Türkiye'de yığınların kafası işlesin istemeyenler "Allahu ekber"e sarılmıştı. Muhalefetteki Atatürk partisi CHP de sesini çıkaramamıştı. Demokrat Parti yönetimi belki bir on yıl sürmüştü, ancak bu süreç Atatürk'ün attığı tohumların hızla yok edilmesine yetip artmıştı. Türkiye'de 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen ilk askeri darbenin ardından çoğu aydın ilk başta sevinmişti. O günlerde "düşünce özgürlüğü gelişecek, geriye gidiş duracak" diye umutlanan bir avuç yazar, 1960 Temmuz'unda Türk Dil Kurumu kurultayına getirdikleri bir öneri ile "Ezan yine Türkçe okunsun!" demiş ve tabii düş kırıklığına uğramıştı.

27 Mayıs çabucak unutulmuştu. Ardı ardına daha çok camiler açılmış, Arapça ezan daha iyi duyulsun diye tüm minarelere güçlü hoparlörler takılmış, imam-hatipler mantar gibi bitmiş, tarikatlar palazlanmış, dinci ile politikacı kucak kucağa oturmuş, takkeli, takunyalı iktidara koşmuştu. "Aydın" kisvesi altında kimi yazar-çizer takımla numaracı cumhuriyetçi de bilinçli-bilinçsiz emperyalistle şeriatçının oyununa destek vermişti.

"86 yıllık hasret sona erdi..."

‘Birileri' onlarca yıl verdikleri savaşı sonunda kazanmıştı. Bu kişiler o günden sonra onlarca yıl uğraştılar, inat ettiler, yıllardır süren düşlerini gerçekleştirdiler. Taksim alanına, Cumhuriyet anıtının hemen karşısındaki tarihi sit alanına bir camii kondurdular. Bununla da yetinmediler, aradan birkaç yıl geçmeden Boğaziçi'nin en güzel tepelerinden birinde de 290 milyon dolara malolan (Bk. Wikipedia), çevresine pek yakışmayan, 57 bin metrekare alana yayılan, 63 bin (!) kişilik, çoğu namaz saatinde bomboş kalan bir yapı yükselttiler. Çamlıca'daki cami dünyanın en büyük camileri arasında! Bu makale öncesi yaptığım araştırma sırasında NTV'de şu bilgilere rastladım: "Çamlıca Caminin 72 metre yükseklikteki ana kubbesi İstanbul'da yaşayan 72 milleti, 34 metre çapındaki kubbesi de İstanbul'u simgeliyor. Kubbenin iç yüzeyine, 16 Türk devletine ithafen Allah'ın isimlerinden 16'sı, Haşr Suresi'nin son iki ayetinden istifade edilerek yazıldı. İmanın şartını temsilen 6 minareli inşa edilen Büyük Çamlıca Camii'nin üç şerefeli 4 minaresi Malazgirt Zaferi'ne ithafen 107,1 metre, iki şerefeli 2 minaresi ise 90 metre yüksekliğinde yapıldı. Camide aynı anda 8 cenazenin namazı kılınabilecek. 3 bin 500 araçlık kapalı otoparkı bünyesinde barındırıyor. Büyük Çamlıca Camii'ne yüzde yüz antibakteriyel özelliğe sahip, 17 bin metrekare büyüklüğünde özel dokuma halı serildi. Cami, 5 metre genişliğinde, 6,5 metre yüksekliğinde ve altı ton ağırlığındaki ana kapısıyla, dünyadaki en büyük ibadethane kapılarından birine sahip. Caminin minberi 21 metre yüksekliğinde ve gerek görüldüğünde asansörle çıkılabilecek."

İslam dünyasının ünlü mimarı Sinan'ın olağanüstü yapıtı olan Edirne Selimiye Camii ise 24 bin metrekare alana yayılıyor, içinde aynı anda 6 bin kişi namaz kılabiliyor! 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine dahil edilen Selimiye Camii ve külliyesi 2011'de Dünya Mirası olarak tescil edildi. 

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethettiğinde Ayasofya'yı (Azize Sofya Kilisesi) ismini değiştirmeden fethin sembolü olarak camiye dönüştürmüştü. Atatürk'ün 1934'de müze yaptığı, 5. yüzyılın en büyük kilisesi, Doğu Ortodoks ve Roma Katolik etkilerinin sentezi Ayasofya'yı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle 24 Temmuz 2020'de yine camiye dönüştürdüler! Diyanet o günlerde şu açıklamayı yapmıştı: "86 yıllık hasret sona erdi." Dinci basın da: "Yeniden dirilişin sembolü Ayasofya!" diye başlık atmıştı. İlginçtir günümüzde Almanya, Hollanda ve Belçika'da da Diyanet'e bağlı, adı nedense ‘Ayasofya' olan yaklaşık 30 cami var!

Tüm Halkevleri kapatıldı

Demokrat Parti'nin iktidara geldiği günlerde Türk toplumu başka bir büyük değişimi daha yaşamıştı! Kurulmalarının amacı Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimleri doğrultusunda, halkın sosyal ve kültürel alanda gelişimine katkıda bulunmak olan ve bu nedenle 1932 yılında tüm Türkiye'de açılmış olan 478 Halkevi 8 Ağustos 1951 tarihinde kabul edilen ve 11 Ağustos 1951 tarihinde de Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5830 sayılı yasayla Türkiye genelinde kapatılmış, malları da hazineye devredilmişti. O günleri iyi anımsıyorum, çünkü Taksim'deki halkevinde piyano dersi alıyordum. Günün birinde babam: "Artık piyano dersine gidemeyeceksin," demiş ve nedenini küçük Ahmet'e anlatmaya çalışmıştı! Tepeden inme bir kararla halkevlerinin kapısına zincir vurulurken Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından kapatılmış olan İmam Hatip Okulları da iki ay sonra, 17 Ekim 1951'de yeniden açılmıştı. İmam Hatipler Derneği Genel Başkanı Abdullah Ceylan'ın 2024'de yaptığı açıklamaya göre günümüzde Türkiye'de yaklaşık 4 bin 500 imam hatip okulu var. BirGün Gazetesi de 09 Kasım 2017 tarihli sayısında şu haberi vermişti: "Ülkenin dört bir tarafını imam hatiplerle donatan AKP hükümeti, bu okulları şimdi de yurt dışına yayıyor. Dünyanın 22 ülkesinde 42 imam hatip lisesi açılırken ABD ve Avustralya'da da yeni imam hatiplerin açılması gündemde."

Günümüz Türkiye'sinde ürkütücü başka bir konu da tarikat ve cemaatler. Cumhuriyetin ilanı ve tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla yer altına inen ve etki alanı kısıtlanan tarikat ve cemaatler 1950'den sonra Demokrat Parti'yle birlikte yeniden yerüstüne çıkmış ve zaman içinde de etkinliklerini arttırmışlardır. Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin hazırladığı rapora göre, bugün Türkiye'de 30 tarikatın 400'den fazla kolu bulunuyor. https://www.politikyol.com/tarikat-piyasalari

Ezanın Türkçesinden, "Tanrı Uludur"un açık ve aydınlık seslenişinden kimler korkar? Yaşamın her alanında şeriat hükümlerinin uygulanmasını isteyen şeriatçılardan başka...!

5 Haziran 2025

Thomas Mann

CUMHURİYET KİTAP Eki, 5 Haziran 2025

Ahmet Arpad

20. yüzyıl Alman edebiyatının en ünlü yazarlarından olan Thomas Mann en başarılı yapıtlarını ‘sürgünde‘ olduğu yıllarda kaleme almıştır.


Thomas Mann, 6 Haziran 1875'te Lübeck'de doğdu. Bundan tam 150 yıl önce! Babasının 1877'den 1891'e kadar mâliye senatörü olarak görev yaptığı bu kentte refah içinde büyüdü. Onun ölümünün ardından annesi ve kardeşleriyle Münih'e taşındı. Bir yangın sigorta şirketinde meslek eğitimine başladı, ancak masa başı çalışma ona göre değildi. 1894 yılında kaleme aldığı "Gefallen" ilk romanı oldu. Onu büyük üne kavuşturan yapıtı "Buddenbrook Ailesi" 1901 yılında yayınlandı. Onu "Tonio Kröger", "Tristan", "Venedik'te Ölüm" gibi değişik öyküler izledi. İkinci büyük yapıtı olan "Büyülü Dağ"ı 1924 yılında kaleme aldı. 

1929 yılının Mann'ın yaşamında çok önemli bir yeri vardır. Çünkü artık iyice ünlenmiş olan yazar o yıl Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. 1933 yılında Nazi'lerin yönetimi ele geçirmesiyle İsviçre'ye sığındı. Kısa süre sonra da, 1912'de bu ülkeye yerleşmiş olan Hermann Hesse ile tanıştı. Değişik kişiliklerde olmalarına karşın aralarında yakın bir dostluk oluştu. O günlerde Stefan Zweig'la da dostluk kurdu. 25 Şubat 1933'de Zweig'a yolladığı mektubunda: "Almanya inanılmaz bir duruma düştü; ilerde çok insan o günleri yaşadığı için utanç duyacak!" diye yazar Mann. Stefan Zweig'ın 18 Nisan 1933 tarihli yanıt mektubundaki görüşleri şöyledir: "Söylenenlere karşı çıkmak artık mümkün değil, çünkü yalan kanatlarını öylesine açmış ki gerçekler dışlanıyor, yalanın aktığı lağımlardan yükselen pis kokuları insanlar güzel kokular gibi içlerine çekiyor..." Thomas Mann, 24 Nisan 1933 günü Zweig'a şu yanıtı verir: "Siz de acılar çekiyorsunuz. İnanamıyorum. Günümüzde böyle şeyleri yaşamak zorunda bırakılmamız insanın nefret duygularını doruğuna çıkarıyor."

Buddenbrook Ailesi

Dünya edebiyatında Alman romanını temsil eden yazarların başında gelen Thomas Mann kendi ailesinin üç kuşak boyunca yaşam öyküsünü anlattığı "Buddenbrook Ailesi" romanını (Almanca aslından çeviren: Burhan Arpad, Altın Kitaplar, 1969, iki cilt) yazdığı yıllarda Nietzsche, Schopenhauer, Goethe ve Tolstoy‘la ilgileniyordu. Thomas Mann, kendisini bir anda dünya çapında üne kavuşturan bu yapıtını 1900 yılında tamamladığında yirmi beş yaşındaydı. Roman bir yıl sonra yayımlandı. Mann 1929 yılında bu eseriyle Nobel ödülünü aldı.

Buddenbrook'lar Baltık Denizi kıyısındaki Lübeck kentinde buğday ticareti ile uğraşan köklü bir ailedir. Yüz yıllık bir geçmişleri vardır. Zengindirler. Toplumdaki konumlarıyla gurur duyarlar. Thomas Mann ilk büyük romanında bu ailenin dört kuşak boyunca yükselişini ve çöküşünü çok gerçekçi bir anlatımla okura sunar. "Buddenbrook Ailesi"nde yaşananlar 1835 ile 1877 yılları arasını kapsamaktadır. Yapıt Johann Buddenbrook ile başlar ve Hanno Buddenbrook ile sona erer. "100 Büyük Roman" adlı incelemenin yazarı Abraham H. Lass kitabında "Buddenbrook Ailesi"nden şöyle söz eder: "Thomas Mann'ın bu yapıtı dış koşulların herhangi bir baskısı altında değil psikolojik kuvvetlerin etkisi altında gerileyen ve parçalanan bir ailenin öyküsüdür. Her nesilde, daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan, ailenin değişik fertlerinin enerjisini ve kendilerine olan güvenlerini körelten anti-burjuva ruhu bunda önemli bir rol oynuyor." Abraham H. Lass'a göre diğer nedenler arasında ailenin bazı fertlerinin disiplinli yaşamdan kopmaları da vardır.  

Yazar, gazeteci ve komünist tarihçi İsaac Deutscher de Thomas Mann'ı şöyle değerlendirmiştir: "O, ‘Venedik'te Ölüm'den ‘Buddenbrook Ailesi'ne kadar uzanan çizgide bağlı olduğu sosyal sınıfın görkemini ve zavallılığını, çöküntü ve yıkılışını 'ağırbaşlı bir dinginlik ve uçarı olmayan bir şenlikle' anlatıyor. Yarı sevgi, yarı nefret ve giderek artan bir umutsuzluk yapıtın temelini oluşturuyor."

Gazetecilik, edebiyat ve müzik gibi alanlarda verilen saygın Pulitzer Ödülü'nü kazanmış olan Willem Rose Benét de (yazar Stephen Vincent Benét'in ağabeyi) 1948'de ilk kez yayınladığı ve 20. yüzyıl dünya edebiyatı üzerine mükemmel bir kaynak kabul edilen "The Reader's Encyclopedia"da ünlü yazardan şöyle söz eder: "Thomas Mann daha küçük yaşlarda iki dünya arasında olduğunu ve kendisinin de bu dünyalar arasında bölündüğünün farkına varmıştı. Birincisi burjuva ailesi ve o ailenin ruhsal dünyası, diğeri de gizemli, kendi sanatçı değerlerinin manevi dünyasıydı."

1909'da yayımlanan "Majesteleri Kral" yazarın ikinci romanıdır. Konusu I. Dünya Savaşı'ndan önce iflasın eşiğinde küçük bir Alman devleti olan hayali Grimmburg'da geçiyor. Sanayinin kaderine bırakıldığı, tarımın gelişmediği, madenlerin işletilmediği, demiryollarının zararda olduğu Grimmburg Grandükü'nün tek oğlu veliaht Prens Albrecht hastalıklı bir yapıya sahiptir ve yeterince yaşayamayacağından endişe edilmektedir. Yapıt Kayser Wilhelm Almanyası'ndan (1890-1918) izler taşıyor denebilir. "Majesteleri Kral"da okurun ilerde "Büyülü Dağ"da karşılaşacağı düşünsel eğilimler sezilmekte. Dünya Savaşı öncesinde saray yaşamını, soylular sınıfının modern dünyadaki yerini sorguluyor. Bireysel özgürlük ile görev bilinci, gelenek ile modernize arasındaki zıtlıkları masalımsı bir dille anlatıyor. 

Derin duyarlılığının en yalın örneği

Thomas Mann'ın yazarlık yaşamında "Venedik'te Ölüm"ün (1911) özel bir yeri vardır. 1929'da Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülen Mann, I. Dünya Savaşı'nın öncesinde yayımlanan bu uzun öyküsünde bir sanatçının trajik çıkmazını işler. Dinlenmek için Venedik'e giden ünlü yazar Aschenbach, genç Polonyalı Tadzio'nun Yunan tanrılarını andıran olağanüstü güzelliği karşısında büyülenir. Sanatçının varoluşunu aşk ve ölüm simgeleriyle harmanlayan "Venedik'te Ölüm", Mann'ın derin duyarlılığının en yalın örneğidir. Bu ölümsüz yapıtı Luchino Visconti sinemaya da uyarlanmıştır.

"Efendi ile Köpeği", Thomas Mann'ın 1919 yılında yayımlanan ve otobiyografik öğeler içeren anlatısıdır. Mann ailesiyle yaşamış av köpeği kırması Bauschan ve sahibi ekseninde temelleniyor. "Efendi ile Köpeği" köpekler ve efendileri üzerine yazılmış bir belgedir! Beş bölümden oluşuyor. 1919 yılının Kasım ayında piyasaya çıkmadan bir yıl önce özel baskı yapmış ve numaralanmış olan 120 adedin geliri o günlerde büyük geçim sorunları yaşayan yoksul yazarlara dağıtılmıştı. Thomas Mann, sadece büyük bir romancı olmadığını, aynı zamanda küçük metin türlerini de deneyip başaran bir yazar olduğunu bu yapıtıyla kanıtlıyor. Öykü, köpeğin insanın yaşam alanının bu denli içinde olmasına karşın ona hâlâ ne kadar yabancı olduğunu anlatıyor. 

1924 yılında yayınlanan ve daha o günlerde sayısız baskı yapan "Büyülü Dağ" adlı yapıtı Hamburglu genç gemi mühendisi Hans Castorp'un yaşamını anlatır. Hans, bir İsviçre sanatoryumunda ziyaretine gittiği kuzeninin hasta olduğu saptanınca orada kalması gerektiğini anlar. Sanatoryumda geçen yıllarda doktorlar ve hastalar dünyasını, Batı felsefesinin iki kutbunu, platonik bir aşk serüveninin sarhoşluğu içinde yaşayarak tanır. Sanatoryumda kaldığı süre içinde hastalık ve ölüm gibi deneyimlerin ötesinde hayatın mucizesini kavrayan Castorp'un yalın ruhu bir değişim geçirir. Thomas Mann, roman sanatının bütün incelikleriyle yarattığı ve hafif alaycı bir üslupla sunduğu bu yapıtında, zaman, karşıt kültürler, aşk, hastalık, ölüm gibi evrensel temaları işliyor. "Büyülü Dağ" çağımıza tutulan bir ayna...

Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri

Thomas Mann'ın ilk kez 1939 yılında Stockholm'da Bermann-Fischer Yayınevi'nde yayımlanan ünlü romanı "Lotte Weimar'da", modern Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biridir. Mann bu yapıtıyla büyük usta Goethe'yi uzaktan selamlıyor. Roman konusunu Goethe'nin başyapıtı "Genç Werther'in Acıları"ndan alıyor. Werther'in büyük aşkı Charlotte Kestner uzun yıllar sonra Goethe'nin yaşadığı Weimar'a dönmüştür. Artık yaşlı ve zengin bir kadındır. Charlotte ile Goethe'nin bu buluşmasında okur gençlik, aşk, karşılıksız bırakılan duyguları, insanın yaşama bakışının zamanla değişmesini, toplumsal ve ahlaki sorumlulukları hep bir arada yaşıyor. Anlatılanlar gerçekle varsayım arası bir karışım. Thomas Mann'ın bu değerli romanı okura yer yer "Genç Werther'in Acıları"nı anımsatıyor. 

1940'ta Stockholm'de yayınlanan "Değişen Kafalar" adlı uzun öyküsünde Thomas Mann XII. yüzyıldan kalma bir Hint efsanesine değişik bir açıdan yaklaşıyor. Yazarın bu yapıtı zihin ve beden arasındaki ikilik üzerine oldukça ilginç bir kitap. Bizi biz yapan kafa mıdır beden mi sorusuna yanıt bulmaya çalışıyor. Mann bu yapıtında doğu ve batıdaki zihin ve beden, dostluk ve aşk, erotizm ve ruhsal uyum üzerine değişen görüşlere yer veriyor. Thomas Mann, "Değişen Kafalar"la mitolojik bir Hint fantezisi yaratmış denebilir. Yapıt mitolojik ve fantastik bir uzun öykü.

Son büyük yapıt

"Faust" (1947) Alman edebiyatının geçen yüzyıldaki en önemli roman yazarı kabul edilen ve dünya edebiyatının kültleri arasında tartışmasız bir yeri bulunan Thomas Mann'ın son büyük yapıtıdır. "Faust" miti ile bağlantılı bir çağ ya da toplum romanıdır. Şeytanla pazarlık eden Doktor Faust efsanesi daha çok Goethe'yle tanınmış olsa da 15. ve 16. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi vardır, Goethe‘den de önce pek çok yazar ve şairi etkilemiş, duygulandırmıştır. Goethe'den sonra da Faust konusunu ele alan pek çok edebiyatçı çıkmıştır. Thomas Mann, son yapıtı olarak düşündüğü "Faust"ta okuru kendini beğenmiş bir sanatçı olan Adrian Leverkühn'ün gerilimli dünyasında dolaştırıyor. Ruhu yaratma isteği ile dolup taşsa da akılcı ve duygusallıktan uzak kişiliğini dizginleyemeyen Leverkühn'ün gerilimi, yaratma gücünün önündeki en büyük engeldir. Şeytan, Leverkühn'ü bu zayıf noktasından yakalar. Thomas Mann nasyonal sosyalistler döneminde medeni yaşamın parçalanmasına da yer veriyor. Yazarın hiçbir romanının üzerinde "Faust" kadar tartışılmamıştır.

"Aldanan Kadın" (1952/1953), Thomas Mann‘ın ölümünden önce bitirdiği son uzun öyküsüdür. Yazar, erken dönem çalışmalarından "Venedik'te Ölüm"ün ana motiflerini, bu kez yaşlanmaya başlamış bir kadının duygu dünyasına yerleştiriyor. Yapıtlarında yaşam ile ölümün karmaşık diyalektiğiyle hesaplaşan Mann, bu son öyküsüyle kendi yazınsal döngüsünü de tamamlıyor. "Aldanan Kadın" uzun öyküsü o yılların kadına bakışını yansıtıyor, ilgi çekici diyaloglar içeriyor. Rosalie eşini kaybetmiştir, kırık bir aşktan geride kalan boşluğu resim yaparak gidermeye çalışan kızı ve lise öğrencisi oğluyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Oğluna İngilizce dersi vermek için eve gelen genç bir Amerikalı, onu çok etkiler. Rosalie ne pahasına olursa olsun, doğanın ona bağışladığına inandığı bir aşkın peşinden gitmeye karar verir.

* * *

Nazi yönetimi 1936'da Thomas Mann'ı Alman vatandaşlığından çıkarınca Stefan Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: "Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!" Başta Hermann Hesse olmak üzere bazı yakın dostlarının desteği ile 1938 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşen Thomas Mann uzun yıllar Princeton Üniversitesi'nde dersler verdi. 1944'de Amerikan vatandaşlığına geçti. II. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra Almanya'ya dönmedi. 1952 yılında İsviçre'ye yerleşti ve yaşamının sonuna dek Zürih'te yaşadı...

1 Haziran 2025

1920'lerin Berlin'i kumaşla yaşam buldu

CUMHURİYET, 01 Haziran 2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Stefanie Siebert bir "kumaş sanatçısı". Yıllarca çalışarak kumaşlardan 'insanlar' yaratmış. 1920'lerin Berlin'ini büyük müzesine taşımış. 

Smokinli erkekler, şık tuvaletli kadınlar. Hepsi yaşını başını almış. Suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Yiyip içmekten, eğlenmekten başka bir şey yok kafalarında. Suratlarından belli, bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanlarının dünya umurunda değil. Ziyafet masasının çevresinde garsonlar koşuşturuyor. Üzeri tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosislerle dolu masa neredeyse çökecek.

Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Bir zamanki güzelliklerinden pek bir şey kalmamış olsa da kırıtmayı, göz süzmeyi hâlâ çok iyi beceriyorlar. Yanlarındaki adamların parasını yedikleri belli. 

Salonun bir başka köşesinde küçük bir orkestra, en popüler dans melodilerini döktürüyor. Yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı boyalı kocaman ağzını açmış sonuna kadar, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ak saçlı bir adam dans ettiği genç kızın omzuna başını dayamış. Az ötede üzeri pastalar, kekler dolu bir başka masanın çevresinde toplanmış üç-beş kadın pahalı porselen fincanlardan kahve içip kahkahalar atıyor. Masanın altına uzanmış süslü püslü köpekleri uyukluyor. 1920'li yılların Berlin'indeyiz. Otto Dix'in insanları karşımızda. Sanki yaşıyorlar! 

Hepsinin arasında, kızıl saçları beline kadar uzanan bir kadın gülümseyerek dolaşıp duruyor. Masadan masaya gidiyor. Tüm salondaki tek canlı o: Stefanie Siebert, Tübingenli bir "kumaş artisti". Salonları dolduran, insan büyüklüğündeki 80'in üzerinde figürün yaratıcısı. Yıllarını vermiş gerçek bir el emeği olan bu insanlara. "Burası benim dünyam, bu dünyada ben insanlarımla neredeyse gece-gündüz yaşıyorum" diyor ve gülümseyerek devam ediyor, "Onlarla ben akrabayız." Sanırım bir yerde de gerçeği söylüyor. Böylesine bir çalışma başka türlü mümkün olmazdı. 

ERKEKLER YAŞINI BAŞINI ALMIŞ!

İnsanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor taneleri. Stefanie Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Az ötede, elinde uzun namlulu bir tüfek, Mrs. Marple oturuyor. Yanında duruyoruz. Öfkeli gözlerle bize bakıyor. Birkaç adım sonra aşçılar çıkıyor karşımıza. Büyük masanın çevresine toplanmış davetlilere leziz yemekler yetiştirmeye çalışıyorlar. 

Siebert'e, bütün bunları başarmak için yalnızca sanatçı olmanın yetmeyeceğini söylüyorum. İdealist olmak da gerekli. "Evet", diyor biraz düşünceli. "El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır insanlarımla ortak yaşamımda bana hep eşlik etti." 

"Canlandırdığım erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler," diyor Stefanie Siebert. Dudaklarında hep bir gülümseme var. Devam ediyor: "Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamayı sürdüren şıngır şıngır kişiler." Başka bir odada geçen yüzyılın ünlüleri! Toplanmışlar rulet masasının çevresinde. 'Dinner for One' kahramanları Miss Sophie ve uşağı James. Yan yana ayakta duranlar Salvador Dali, Marlene Dietrich ve Adolf Hitler. "Onu yaparken yüz hatları beni çok zorlamıştı."

ONUN 'İNSANLARI' MUTLU

Başka bir odada büyük bir ziyafet masası. Sokuluyoruz. Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpan bayanlar... Yanında durduğum posbıyıklı garson, elinde şampanya şişesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli. 

"Gördüğünüz insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Makinemi pek kullanmam. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor." Gerçekten de Bernina 1230 dikiş makinesi bir köşede öyle duruyor. "Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına..." 

Soruyorum, dikiş dikmeye ne zaman başladığını. "Gençliğimde", diyor. "Size çok şaşırtıcı gelebilir ancak okul yıllarımda el işi dersinden hep düşük not alırdım. Dikişe merak sonradan gelivermişti. Birdenbire." 

Stefanie Siebert yarattığı "insanlar"ı yalnızca Almanya'nın değişik kentlerinde değil Londra'da, Kopenhag'da, Paris'te, Roma'da ve Milano'da büyük mağazaların vitrinlerinde ve galerilerinde de sergilemişti. Görenleri hayrete düşürüp kendine hayran bırakmıştı. Karı-koca Siebert'ler "insanlarının" kalıcı olması için onları sürekli sergileyecekleri bir mekânı yıllarca aramışlardı. Sonunda bu düş gerçekleşmiş, Stuttgart'ın güneyindeki Haigerloch'ta tarihi pansiyon Schwanen'i satın almışlardı. Kumaştan yaratılmış "insanlar" burada tam 10 yıl hep bir arada yaşamıştı. 

Sonra yine taşınmışlardı. 2023 yılında Karaormanlar'ın güneyindeki Beuron kasabasına. Yöre Benedikt rahiplerinin büyük manastırıyla ünlü. Tuna nehrinin kaynağı az ötede. Tarihi Donaueschingen'de. Buradan İsviçre yarım saat. Benedikt rahipler, son yıllarda boş duran üç katlı, 21 odalı pansiyonlarını geçen yıl Siebert ailesine satmıştı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren büyük tamiratın ardından güzel bir müzeye dönüştürülen yapı Nisan sonunda ziyaretçilere açıldı. 

Stefanie Siebert ve "insanları" şimdi çok mutlu, çünkü artık başka yere gitmeyecekler, hep Beuron'da kalacaklar, yaşamlarını burada, Tuna kıyılarında sürdürecekler... 

mail@ahmet-arpad.de

25 Mayıs 2025

Beuron manastırının keşişleri

Aydınlık Avrupa, 25.05.2025

STUTTGART
Ahmet Arpad


Arka arkaya dizilmişler. Alacalı bulacalı, rengârenk bir kolye örneği. Austin, Mercedes, BMW, Fiat, Borgward. Çoğu İsviçre plakalı. Eski, antik, "oldtimer". En yenisi 1958 modeli. Kimilerinin üzeri açık. Direksiyonda oturanlar da giysilerini otomobilin yaşına uydurmuş. Yirmiye yakın, göz kamaştırıcı, yüreği hoplatan bir dizi oldtimer, Karaormanlar'da günlük tura çıkmış. Tuna kıyısında trenin geçmesini bekliyorlar. Günlerden pazar. Güneşli, hafif serin bir havada insanlar akın akın gelmiş yöreye. Otomobilleriyle gelenler var. Kilometrelerce öteden pedala basan bisikletliler de. Ormanlarda, Tuna kıyısında uzun yürüyüşe çıkmışlar, kanolarıyla suları arşınlayanlar, çimenlerde top oynayanlar, balık tutmaya çalışanlar da var. Kısacası yöreye gelen herkes gününü gün ediyor.

Az sonra Beuron Manastırı'nın kapısındayız. Manastır, Tuna'nın yeryüzüne kavuştuğu Donaueschingen'e 58 km uzakta. Bize kapıyı açan Peder Martin gülümsüyor. Koyu kahverengi cüppesi yerlere kadar. "Hoş geldiniz," diyor. Manastırı gezdirmeyi kabullendiği için teşekkür ediyorum. Yüksek duvarlar ardındaki Beuron Benedikt Manastırı ziyaretçilere kapalı. Telefonda: "Türk, gazeteci, Müslüman..." deyince, nasılsa zorluk çıkarmamışlardı. Tuna kıyısına Benedikt rahipleri 1862 yılında ayak basmış. Kökleri 6. yüzyıl İtalya'sına uzanıyor, manastırlarının, kiliselerinin olmadığı kıta yok.

Tanrı ile başbaşa...

"Kudüs'teki kilisemiz, Württemberg prensesinin 1906 yılında yaptığı İstanbul ziyareti sırasında zamanın Osmanlı padişahının vermiş olduğu izinle kurulmuştur," diye anlatıyor Peder Martin. "Kudüs Benedikt Kilisesi'nin temellerini atan, manastırımızın rahipleridir." Uzun, ıssız koridorlarda yürüyoruz, kocaman, bomboş iç avlulara çıkıyoruz. Arada sırada yanımızdan kayar gibi geçen başları önünde rahipler gülümseyerek şöyle bir selam veriyor. Peder anlatmaya devam ediyor: "Burada şimdi 30 rahip yaşıyor. Marangozluktan aşçılığa, hepsinin bir görevi var. Boş zamanlarını tek başlarına yaşadıkları hücrelerde Tanrı ile baş başa geçiriyorlar."

Tam bir keşiş yaşamı! "Rahip olmak için bize her yaşta insan gelir," diye anlatıyor Peder Martin: "Önce altı aylık bir deneme sürecinden geçerler. Bu sürecin sonunda manastırda kalmalarına karar verilirse 12 aylık ikinci bir süreç başlar. Buna manastır konseyinin de karar vermesi gerekir."

Az sonra büyük bir tahta kapının önünde duruyoruz. "Yemek salonumuz," diyor yaşlıca peder, "öğle ve akşam yemekleri hep birlikte ilahiler eşliğinde alınır." İki sıra uzun tahta masa, arkaları yüksek kara iskemleler. Salonun arka duvarında duran masa daha genişçe, iskemleler daha cüsseli. "Başrahip ve yardımcıları için... Gelin size manastır kütüphanesini de göstereyim."

Dört kata yayılmış zengin kitaplığın sayısız raflarında 400 bin dini eser, manastırdaki ve başka manastırlardan gelen Benedikt rahiplerinin hizmetinde. "Burada beş yılını dolduran ve ant içen insan artık gerçek bir Benedikt rahibi olmuştur." Almanya'da 20 manastır Beuron'a bağlı. Rahibeler Güney Almanya'daki Weingarten'de ve Avusturya'da Bertholdstein'da.

"Benedikt öğretisine inananların yüzde altmışı kadın," diye devam ediyor Peder Martin. Biraz şaşkın soruyorum: "Niçin çoğunluk kadın?". O ana kadar pek yüzüme bakmadan yürüyen yaşlıca adam, durup başını çeviriyor ve: "Kadınlar daha duyarlı varlıklardır," diye konuşuyor. "Tanrı'yla daha kolay bağlantı kurarlar."

Az sonra manastır çıkışında vedalaşıyoruz. Sigmaringen-Tübingen-Stuttgart yönüne giden dönüş treni saat 15:50'de kalkıyor. Biraz zamanım var. Manastır kilisesine de bir göz atayım. İçeri giriyorum. Kapının yanında küçük bir tabela gözüme ilişiyor: "Günah çıkarma saat 14.30-16.00 arası". Kilise bomboş. Perdeleri açık tahta hücrenin önünde duran iki genç kızın rahibi beklediği belli.