16 Mart 2025

"Wien, Wien nur du allein..."

Avrupa Aydınlık, 16 Mart 2025

Viyana - Ahmet ARPAD

Lirik tenor Fritz Wunderlich'in birbirinden güzel Viyana şarkıları hep belleklerde! Onlar güzel, duygusal... İnsan, gözleri kapalı onları dinlemeye doyamıyor!

The Economist'in 2024 yılı raporuna göre Viyana 173 kent arasında yine dünyanın en yaşanabilir kenti! Viyana‘nın her köşesi yeşil. Ünlü bulvarı "Ringstsrasse"yi akçaağaçlar, ıhlamurlar, çitlembikler, çınarlar ve at kestaneleri süslüyor. Viyana 1 Mayıs‘ta, belki de dünyanın en güzel bulvarı olan bu dev caddenin açılışının 160. yılını kutlayacak. 5,3 kilometre uzunluğundaki, 57 metre genişliğindeki, baştan sona 2500 ağaçla süslü Ringstrasse'de ve çevresindeki tarihi sokaklarda ağır ağır gezinmeden, faytonla keyifli bir tur atmadan Viyana'dan dönülmez.


Haydn, Mozart, Mahler, Strauss, Beethoven, Freud, Zweig, Roth, Grillparzer, Schnitzler, Klimt, Schiele, Schubert, Lang, Simmel gibi ünlülere ilham vermiş olan Viyana dünyanın en güzel kentleri arasında hep en ön sıralarda! Ucu bucu görünmeyen parklar, imparatorluk sarayı, tiyatro, üniversite, parlamento, müzeler, kiliseler ve kahvehaneler... Ve bundan tam 80 yıl önce, 12 Mart 1945'de İngiliz ve Amerikan savaş uçaklarının attığı bombalarla yerle bir olan, günümüzde ise Viyana'nın gururu Opera! Birbirinden güzel sayısız görkemli yapı tarihi bulvar Ringstrasse‘yi bir kolyenin incileri gibi süslüyor.
Düzinelerle barok, gotik, yeni gotik, yeni rönesans, art nouveau yapı bu dev bulvarı erişilmez yapıyor. Prenslerin, varlılıkların, ünlülerin, sözü geçenlerin saraycıkları da bu kolyeye serpiştirilmiş.

Göz kamaştıran yapılar

İmparator I. Franz Joseph, Osmanlı ordularının Viyana kuşatmaları sırasında önünde durmuş olduğu kent duvarlarına birkaç yüz metre ötedeki boş alanlara 1858'de büyük ve gösterişli bir bulvar açılması emrini vermiş. O günlerde bulvar boyunca sağlı sollu uzanan çoğu arazinin Viyana'nın burjuvazisinin varlıklı Yahudiler'ine satılmasıyla da Habsburg monarşisi inşaatın giderlerini karşılamış. 1865'de bitirilen bulvara, imparatorluğun başkentinde toplumun doruğunda yaşayan kömür ve tekstil patronları, çelik sanayicileri, bankerler ne kadar zengin olduklarını herkese göstermek amacıyla villalar, saraycıklar oturtmuşlar. On dokuzuncu yüzyıl Viyanası'nın günümüzde de göz kamaştıran bu yapıları Yunan tapınaklarını anımsatan sütunlar, heykeller, parmaklıkları altın kaplama balkonlar, fayanslar, kabartmalar süslüyor. Saraycıkların çoğu, o zaman için çok modern kabul edilen ısıtma düzenli, lüks banyolu ve tuvaletli inşa edilmiş. "Zenginlerin ışığı" elektrik yüzyılın sonunda bu lüks yapıları aydınlatmaya başlamış.

Dünün Viyanası‘nda akşama doğru etekleri yerlere kadar uzanan ipek giysili, kenarları geniş şapkalı şık hanımefendiler, üniformalı yakışıklı süvari subayları, ellerinde bastonları kırıtkan snoplar, uzun çizmeli, dar giysili hafif kadınlar bulvarın geniş kaldırımlarını doldurmuş. Sohbet toplantıları, oda konserleri, okuma akşamları saraycıkların salonlarında, gizli buluşmalar, iş görüşmeleri bulvarın kahvehanelerinde yapılmış.

Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları

Yıllar önce Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde çok kapsamlı bir 'Ringstrasse' sergisini izlemiştim. Salonlarında dolaşırken yeni şeyler öğrenmiştim. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Tempel sokağındaki sinagoğun temeli için Kudüs'teki Zeytin Dağı'ndan getirtilen taşların bazıları 1879'da ibadete açılan Votiv kilisesinin temelinde de kullanılmış. Çoğu Yahudiler'e ait saraycıklar bugün Unesco kültür mirası bulvarı süslemeye devam ediyor. Todesco, Goldschmidt, Springer, Epstein, Gomperz, Colloredo, Mansfeld, Dumba, Ephrussi, Biedermann, Helfert, Königswarter, Leitenberger, Wertheim, Württemberg bütün görkemleriyle Viyana'nın güzelliğini günümüzde de kanıtlayan, hepsi eşsiz sanat eseri yapılar.

Yahudi burjuvazisi olmasaydı, acaba Viyana bugün böyle güzel bir bulvara sahip olur muydu? Avusturya – Macar İmparatorluğu döneminde Bohemya, Moravya, Macaristan ve Galiçya'dan gelen Yahudiler'in zamanla sadece ekonomiyi değil, sanat ve kültür yaşamını da önemli derecede etkilediği Viyana'da antisemitizmin ilk tohumları 20. yüzyılın başında atılmış. Belediye Başkanı Karl Lueger'in 1916'daki "Viyana'yı Büyük Kudüs yaptılar... Peygamberimizi öldürdüler... En son Yahudi yok olduğunda antisemitizm de sona erecektir..." sözleri bugün arşivlerde. Viyana'nın dünyaca ünlü bulvarının bir bölümünün adı, 1934 ile 2012 arasında Dr. Karl-Lueger Bulvarı'ydı!

Yıllar önce Dorotheer sokağındaki Yahudi Müzesi'nde izlemiş olduğum sergi Hitler'in Avusturya'ya el koymasıyla Viyana'nın kültürlü ve varlıklı insanlarının toplama kamplarına yollandığını, Nazi güruhunun villalarını yağma ettiğini de anımsatıyordu...


9 Mart 2025

Çakırkeyif insanlar coşkulu

Avrupa Aydınlık, 9 Mart 2025

Ahmet Arpad

Şaraphaneden sokağın taşlarına vuran ışıkta iki kara kedi oturuyor. Sanki içeri girmek için fırsat kolluyorlar. Hava soğuk. Birden kırbaç sesleri, eski evlerin duvarlarında yankılar. Kediler kaçışıyor, karanlıkta kayboluyorlar. Şaraphanenin kapısı açılıyor, insanlar sokağa dökülüyor. Rengârenk giysili kadınlar, erkekler. Kahkahalar atıyorlar. Bağrışıyorlar. Ellerindeki uzun deri kırbaçları havada şaklatan gençler sokağa giriyor. Çığlıklar atarak.

Çakırkeyif insanlar, ellerinde şarap kupaları, coşkulu. Yaşlı bir kadın toprak sürahide daha çok şarap getiriyor. Hep birlikte içiyorlar. Kırbaç şaklatanlar sokağın karanlığında uzaklaşıyor. Dar sokaklar karanlık. Cumbalı evlerin küçük pencerelerinde tek tük ışık. Perdeler ardında insanlar uyanıyor. Birkaç sokak ötede başka bir şaraphanenin önü de kalabalık. İçeriden müzik sesi duyuluyor, neşeli insanların şarkıları. Kırbaçlıların geldiğini görenler el sallıyor, bağrışıyor. İçeride ayakta duracak yer yok. İnsanların yüzleri boyalı. Beyaz, kırmızı, turuncu. Giysileri de renkli. Müzisyenler masalara çıkmış. Genci yaşlısı, insanlar hopluyor zıplıyor, şarap sürahileri elden ele dolaşıyor. Bunalan kendini dışarı atıyor.

Kentin tarihi sokaklarında yürümek güzel. Sabah oluyor. Ötelerden yine müzik sesleri. Gittikçe yaklaşıyor. Ve kadınlı erkekli büyük bir orkestra köşeyi dönüyor. Rengârenk giysili bu insanlar da coşku dolu. Az sonra güneşin ilk ışınlarıyla bütün kent ayaklanacak! Stuttgart'ın bir saat güneyindeki Rottweil'in tarihi sokaklarında kırbaç ve müzik sesleri...

Yolun iki yanı insan dolu, dizi dizi. Evlerin pencereleri de. Salkım saçak... Herkes bekleşiyor. Tarihi taş kulenin kocaman saati sekize geliyor. Heyecan doruk noktasında. İnsanlar konuşmuyor. Sadece küçük çocuklar heyecanla sağa sola koşuşuyor. Birden çan sesleri tüm kenti dolduruyor. Güneş yükselmeye başlamış. Rottweil aydınlanıyor. Taş kulenin altındaki büyük kemerin kara kapıları ağır ağır açılıyor. Trompetler, borazanlar ve davulların çaldığı Faşing marşı duyuluyor. Gergin bekleşen insanlar artık kendilerini tutamıyor. Hep bir ağızdan bağrışıyorlar, haykırıyorlar, zıplıyorlar... Kimileri yola fırlıyor, dans ediyor. Kemerin loşluğunda ortaçağ süvarileri görünüyor. Arkalarında rengârenk giysileri ile müzisyenler, uzun kırbaçlarını havada şaklatanlar...

MASKELERİN ARDINDA KİMLER GİZLİ?

Maskeli, renkli uzun giysili insanlar Kara Kapı'da görünüyor, hoplaya zıplaya. Gülen, ağlayan, şaşkın, öfkeli, kötü bakışlı maskeler tahtadan oyma. Değişik. Giysileri gibi. Somurtkan, dişlerini gösterip sırıtan, ağızlarını kocaman açan korkutucu suratlar erkek maskeleri. Gülen, yumuşak hatlı olanlar kadın maskeleri. Afacan, yaramaz, kimi yılışık maskelerin ardında çocuklar... Giysiler gibi maskeler de çok eski, tarihi. Yenilerini yapan ustalar artık ender Karaormanlar'da. Çıngırak ve zil sesleri müziğe karışıyor. Ürkütücü maskeliler yürüyüşü bırakıp yol kenarında duran insanlara koşuyor, onları ellerindeki uzun sopalarla dürtüklüyor, kulaklarına bir şeyler mırıldanıp acayip kahkahalar atıyorlar. Sonra hoplayarak, zıplayarak, dans ederek yine uzaklaşıyorlar. Tuhaf yaratıklar bunlar. Komik ve hüzünlü, çekingen ve korkutucu maskelerin ardında kimler gizli? İnsanlar onlara gülüyor ve onlardan çekiniyor...

ERGUN'UN FAŞİNG MASKELERİ

Karaormanlar'da Faşing maskesi deyince akla öncelikle Schramberg, Rottweil ve Schonach gelir. İstanbul doğumlu Ergun annesi babasıyla Almanya'ya gelip Karaormanlar'ın şirin kasabası Schramberg'e yerleştiğinde beş yaşındaydı. İlk maskesini on beş yaşında yapmış. Üniversite öğreniminin ardından atıldığı makine mühendisliği mesleğinden kısa süre önce emekli oldu. Aradan geçen yıllarda yan uğraşısını hiç unutmamış. Yaşamını Stuttgart'ta sürdüren eski dost Ergun Can'ın elinden bugüne dek ıhlamur ağacından yaklaşık 60 maske çıkmış. Çoğu korkutucu cadılar! Maskelerinden bazıları günümüzde Stuttgart'ın Eyalet Müzesi'nde de sergileniyor. Bu da ‘uyumun‘ bir başka yanı!

SEVİNÇLE HÜZÜN BİR ARADA

Önümüzde duran, olup biteni sessizce seyreden yaşlı adamın yüzü kireç rengi. Yanındaki yaşlı eşi de hüzünlü gibi, neredeyse gözlerinden yaşlar akacak. Tek sevinen, ellerinden tuttukları küçük kız. Başını uzatıp geçenlere bakıyor. Bıraksalar fırlayıp maskelilerin arasına karışacak. Rottweil'in tarihi ana caddesinde duygular doruk noktasında. "Çılgınlık Günleri"nde kent insanlarının içinden neler geçtiğini anlamak pek kolay değil. Sevinç ve hüzün, özlem ve sonsuzluk duyguları bir arada... Yörede yaşayan çoğu insan bütün bunların Hristiyanlık öncesinden, çok Tanrılı dönemlerden kalma örfler olduğuna inanıyor. Kentin tarihi Kara Kapısı'ndan geçip kendini dar sokaklara bırakan bambaşka bir insan oluveriyor! Sanki bütün vücudu bir an için titriyor. Eski Faşing marşları duyuluyor. Büyük bir orkestra görünüyor. Üzerlerinde Orta Çağ giysileri. Rottweil'da Faşing sokak eğlencesi. İnsanlar kışı kovalıyor, ilkyazı karşılıyor. Bu bazen gürültülü, bazen anlaşılmaz bir sevinç...

Güney Almanya'da bir Faşing daha geride kaldı.

2 Mart 2025

Duvarlar renk cümbüşü

Cumhuriyet, 2 Mart 2025

STUTTGART – Ahmet Arpad

Stuttgart'ın görkemli Mercedes Benz Müzesi'ne, Mercedes Benz genel merkezine, Futbol Arenası'na, Neckarpark futbol sahalarına, iki konser salonuyla bir spor salonuna, panayırların, sirklerin kurulduğu büyük çayıra giden kavşağın altı koskocaman bir alan! Kent belediyesi burayı graffiti sanatçılarına teslim etmiş!

Günün hangi saati giderseniz gidin, orası ellerinde değişik spreyler duvardan duvara giden gençlerle dolu. Toplam uzunluğu 500 metreye yaklaşan değişik duvarlarda, üzerindeki dev kavşağı taşıyan kalın sütunlarda renk coşkulu çizimler... Alana "Hall Of Fame" adını vermişler!

TUTKU SINIRSIZ

Birileri buraya spreyi gönlü elverdiğince sıkmış! Çizimlerin tümü hareketli ve canlı. Kimileri vahşi, güldürücü, düşündürücü kimileri de karşılarında durup uzun uzun baksanız da içinden çıkamadığınız, ışıldayan motifler. Koskoca harfler, komik, küfürlü İngilizce sözler, kıvrılan bir dev yılanı andıran çizgiler, iç içe kadınlar, erkekler, hayvan figürleri, insanı gülümseten tuhaf yüzler... Hepsi de "wild style"! Uzun bir duvarda bir fil, mor renginde, ağzını açmış bağırıyor, başına pembe dev bir fare oturmuş, gülümsüyor! Hemen yanında bir heykel, alçıdan, bıyıkları kalın, iri yarı, güçlü bir orta çağ savaşçısı. Elinde sprey kutusu önünden her geçen onu gönlünce boyamış!

Çoğunlukla bu "sanata" yeni atılanların özellikle hafta sonlarında doldurduğu "yeraltı alanı"nı kent belediyesi graffitiçilere bırakmış. Stuttgart'ın belirli banliyö istasyonlarının duvarlarını, merdivenlerini de kullanmaları mümkün. Kimi caddede binaların duvarlarını kaplayan dev tablolar da dikkati çekiyor. Onlar sipariş üzerine yapılmış! Varlıklılar, şirketler, dernekler sahibi oldukları binaların ön veya yan cephelerini profesyonel graffiticilere açıyor! Belediyenin bazı otobüs ve tramvaylarında da onların eserlerini görmek mümkün! Artık bu "sanattan" geçinenler var. Graffiticileri doğum günlerine, okullara, ev partilerine çağırmak mümkün.

ÖĞRETMENLİĞİ BIRAKMIŞ

Bunlardan biri de 45 yaşındaki Stuttgartlı Christoph "JEROO" Ganter. Liseye gittiği yıllarda graffitiye merak salmış. Çoğu "art nouveau" tabloları andıran dev boyutlarda çizimleri günümüzde kentin değişik duvarlarını kaplıyor. Bir metro istasyonunun peronlara inen merdivenlerdeki dev panoya "Golden Future" adını vermiş. Kırmızı, iri balıklar, uğur böcekleri, domuz yavruları, filler, tavşanlar, yoncalar, kırmızı mantarlar karmakarışık, iç içe, oynak, şen, büyüleyici... 2013'te hazırladığı "Graffiti School" adlı kitabı bu arada beş dile çevrilmiş. 2019 sonunda mesleği olan lise öğretmenliğini bırakan Ganter: "Şimdi kendimi çok özgür hissediyorum" diyor. Bir zamanlar aklına geleni geceyarıları gizlice duvarlara çiziyordu polislerden kaçıyordu. Günümüzde ise o profesyonel çalışan bir "Street Art sanatçısı". Çağımızın en gizemlisi ve ünlüsü de kim olduğu pek bilinmeyen Banksy.

İlkçağ insanlarının mağaralara çizdiği duvar resimleri graffitinin başlangıcı olarak kabul ediliyor. İleriki çağlarda antik Yunan'da, Efes'te, Pompei'de, Mısır'da benzerlerine rastlanıyor. Graffitinin yeniden doğuşu 1970'li yıllarda New York'ta özgür gençlerin kent duvarlarına, metrolara çizdikleriyle başlamış. Duvarlardaki renk coşkusu önüne geçilemeyen bir tutku.

23 Şubat 2025

Stefan Zweig, büyük humanist

Aydınlık Avrupa, 22/23 Şubat 2025

22 Şubat 2025 Stefan Zweig'ın ölümünün 83. yılı

AHMET ARPAD

AVUSTURYALI gazeteci, romancı, oyun ve biyografi yazarı Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da doğdu. Viyana ve Berlin'de eğitim aldı. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Yahudi asıllı babası, Avusturya'nın Moravia eyaletinden Viyana'ya yerleşmiş bir tekstil fabrikatörü idi. Ağabeyi, fabrikayı ilerde devralmak için babasının yanında yetiştirilirken onu Viyana üniversitesine yolladılar, felsefe okusun, aileden daha "kültürlü" biri çıksın diye. Üniversite yılları genç Stefan Zweig için özgürlük yılları oldu. Bir süre Berlin'de kaldı, sanat ve edebiyat çevreleriyle ilişkiler kurdu. Sonra Belçika'ya geçti, o günler Avrupası'nın en ilginç şairlerinden Emil Verhaeren'le tanıştı, ilerde onun yapıtlarını Almancaya çevirdi. 1904 yılında üniversiteyi "Herr Doktor" unvanı ile bitirdi. Daha liseye gittiği günlerde Viyana kahvelerinin sanat ve kültür havasını içine çekmiş, kentin ünlü edebiyatçılarıyla yakınlık kurmuştu. Stefan Zweig ilk şiir ve nuvellerini yazdı. Babasının varlıklı olması onu geçim sıkıntılarından uzak tutuyordu. 1907'de ailesinin yanında ayrıldı ve Viyana'nın III. bölgesinde kendine bir kat kiraladı. İkinci şiir kitabı "İlk Çelenkler" ona Bauernfeld Ödülü'nü getirdi. Bütün yaşamını yazıya adadı.

POLİTİKACILARA KARŞI VERİLEN DÜŞÜN SAVAŞI

Zweig bir yandan politik davranışlarıyla politikacılara karşı düşün savaşı verdi, bir yandan da yeni eserler yarattı. Toplu şiirlerini yayımladı, deneme kitapları ve nuvelleri basıldı. Stefan Zweig eserleri artık büyük ilgi görüyor, yeni baskıları yapılıyordu. 1919 yılında eşi Friderike'yle Salzburg'a taşındı. Zweig'la evlenmek için ilk eşinden ayrılan Friderike evin onarımından sekreterliğe kadar birçok işin üstesinden geliyordu.

Stefan Zweig da bir yazar olarak özgürce yaşamasını sürdürdü, sık sık yolculuklara çıktı. Gittiği her yerden Friderike'ye mektuplar yolladı. Yazarın altmış bir yıllık yaşamında 1924-1933 arası yılların olağanüstü bir yanı vardır. Zweig'ın ünü o yıllarda dünyanın dört bucağına yayılmakta, öyküleri, biyografileri, denemeleri, Romanları sadece Amerika ve Avrupa'da değil Asya'da da büyük ilgi görmekteydi. Çıktığı yolculuklar arttı, her ülkede dostlar edinmeye başladı. Avrupa kültürü yoluyla daha iyi bir dünya amacını gerçekleştireceğine inanmaktaydı. Ancak 1933'te Almanya'da diktatör Hitler'in işbaşına gelmesiyle bütün düşleri karmakarışık oluverdi. Aydınlar ve sosyalistler tutuklanıp kamplara atılırken, sokaklarda yığın yığın kitaplar yakıldı. Yakılan kitaplar arasında onun da eserleri vardı. Stefan Zweig'ın adı "safkan olmayan insanlar" listesinde yer aldı, eserleri yasaklandı. Mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona erdi. Tedirginlikleri giderek arttı. Anadiliyle eserler vermek olanağının azalmakta olduğunun farkındaydı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını zamanla yitireceğini de biliyordu.

HİTLER'İN GÜÇLENMESİ STEFAN ZWEİG'I BUNALIMLARA SOKTU

Özgürlük düşkünü Zweig için tek çıkar yol ülkesini terk etmekti. Bir süre için İngiltere'ye yerleşti. Ancak kendini burada da rahat hissetmedi. 1938 yılında eşi Friderike'den boşandı. 13 Mart 1938'de Hitler'in Viyana'ya girmesiyle anavatanı Avusturya politika haritasından silindi. Yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı sayan Stefan Zweig artık "vatansız kişi"ydi. O, Avrupası'nı yitirmişti. Savaşın şiddetini arttırması ve Hitler'in güçlenmesi Stefan Zweig'ı daha çok bunalımlara soktu. Onlarca yıldır kafasından geçirdiği ve uğruna savaşım verdiği "kültür Avrupası" düşünün artık gerçekleşmeyeceğini kavramıştı. 1940'ta İngiliz vatandaşı oldu ve ikinci eşi Charlotte Altmann'la Brezilya'nın Petropolis kentine yerleşti. Ancak orada da mutluluğa erişemedi. Yorgun ve bezgindi. 17 Eylül 1941'de ilk eşi Friderike'ye şu satırları yazdı: "Burada Avrupa'yı unutabilirsem, evimi, kitaplarımı ve her şeyimi yitirdiğimi aklımdan çıkarabilirsem, üne ve başarıya boş verebilirsem, Avrupa'da insanlar açlık ve yoksulluk içinde kıvranırken bu Tanrı bağışı ülkede yaşayabilmek iznine kavuştuğumdan ötürü mutlu olurdum... Fakat Avrupa'dan gelen haberler pek korkunç. Dünyanın bugüne değin görmediği dehşetler dolu bir kış olacak. Burada geçireceğim aylarda otobiyografimi bir gözden geçireceğim..."

‘SAVAŞLARDAN NEFRET EDERİM'

O, Avrupa kültürüne ve hümanist bir dünya görüşüne inanırdı. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve hayal kırıklıkları nedeniyle 1942 yılında 22 Şubat'ı 23 Şubat'a bağlayan gecede karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Türkiye'de en çok okunan yabancı yazarlardan biri olan Zweig'ın, Yıldızın Parladığı Anlar, Dünün Dünyası, Amok Koşucusu, Satranç, Rotterdamlı Erasmus, Joseph Fouche, Sabırsız Yürek, Balzac gibi çok sayıda eseri dilimize çevrildi. Stefan Zweig'ın hayat hikâyesi olan "Dünün Dünyası" eserinin (Türkçesi: Burhan Arpad, 1964, Milli Eğitim Bakanlığı yayını) son satırları, geride kalanlar ve yarınları yaşayacaklar için umut ışığıdır: "Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır." Petropolis'te intihar eden Stefan Zweig'ın, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı... İnsancıl ve savaş karşıtıydı Stefan Zweig. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. "Savaşlardan nefret ederim," derdi. "Savaşlar yüz binlerce çocuğu öksüz bırakır. Kaba kuvvet insanların iç dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez."

"Dünün Dünyası"nda 1920'li, 1930'lu Salzburg yıllarını: "Sanatla, mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o yıllarda. Fakat sonra, hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

ZWEİG BİR UMUT YAZARIDIR

Stefan Zweig'ın yaşamına son vermesinin ardından: "Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi..." diye oldukça üst perdeden yazmıştı Hitler yandaşı Salzburg Eyalet Gazetesi. O, insancıl ve savaş karşıtıydı. Her şeye bu açıdan bakardı. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Stefan Zweig, Freud psikoanalizini uyguladığı öykülerinde olay ve kişi davranışlarını, kişilerin düşün dünyalarını, en önemsiz sayılabilecek ayrıntılara kadar işlerken yalın bir lirizm, vurucu bir gerilim sağlamayı ustalıkla başarır. Anlattıkları çoğu kez onun psikolojik - edebi deneyimleri, kişi olarak yaşadıklarıdır. Kimi yapıtında karşımıza çıkan alışılmamış kişilikteki insanlar ise yazarın gözüpek heveslerini kamçılayarak onu yaratıcılığa sürükleyen karakterlerdir.

Stefan Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okurunu inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, o bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür.

Birinci Dünya Savaşı'nın yıkıcılığını, korkunçluğunu yakından görmüştü. İnsanların kurtuluşu, mutluluğa kavuşması için ortak Avrupa kültürünün kurtarılması gerekliydi. Zweig'a göre liberal toplum düzeni toparlanmalı, insanlar yanlışlardan dönmeli ve böylece daha iyi yarınlara ulaşmalıydı. Bunun için de en başta Avrupa aydınları ve sanatçıları aralarında anlaşmalı, işbirliği yapmalıydı. Bütün ülkelerde generaller sadece taş anıtlar olarak akıllarda kaldığı gün insanlar özgür ve mutlu olacaktı.

Franz Werfel'e yolladığı son mektupların birinde çok kötümserdi: "Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum." Bu hümanist insan için savaş bir dünya cehennemiydi.

REJİMİN DAYANILMAZ BASKILARI

"Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır… Bitkiler gibi insanlar da uzun süre köksüz yaşayamaz…" diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemiştir! Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Stefan Zweig nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştu. Avusturya'nın bu en ünlü yazarının özgürlük dolu görüşleri huzursuz yüzyılımızda her zamankinden daha çok geçerli! Ünlü "Berlin-Alexander Meydanı" (Çeviri: Ahmet Arpad) romanının yazarı Alfred Döblin, Hitler diktatörlüğü yıllarında söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleriyle ezilmek istenen Zweig ve dostlarına destek olmak istemişti. 20. yüzyılın bu insancıl ve savaş karıştı edebiyatçısının büstü Salzburg'da, Kapuziner manastırının önünde biraz hüzünlü, biraz düşünceli karşıdaki villasına bakıyor...

16 Şubat 2025

Memlekete para yollayanlar

Aydınlık Avrupa, 16 Şubat 2025

STUTTGART
AHMET ARPAD


Vincent uzun boylu, gençten, yakışıklı bir Afrikalı. Başındaki kasketi ters giymiş. Elinde cüzdanı sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Sağına soluna bakınıyor, hafiften bir ıslık çalıyor. Sırada ondan önce iki kişi daha var. Önündeki çekik gözlü Asyalı biraz huzursuz gibi. Yerinde pek duramıyor. En öndeki orta yaşlı, sarışın kadın elindeki Avro'ları gişede oturan memura uzatıyor. Ona bir şeyler söylüyor. Çok hızlı konuşuyor. Yaptığı işi pek sevmediği yüzünden belli olan canı sıkkın memurun uzattığı formları imzalıyor. Sarışın kadın yine bir şey söylüyor, fakat yanıt alamıyor. Asyalı, daha ne kadar bekleyeceğim, der gibi başını şöyle bir ileri uzatıyor. Sonra dönüp arkasına bakıyor.

Sıra uzamış. Uzun boylu Afrikalı bakışlarını tavana dikmiş ıslık çalmaya devam ediyor. İkinci gişe nedense bugün açık değil. Stuttgart'ın göbeğindeki bu küçük büro bütün dünyaya para transferi yapan bir kuruluş. Müşterileri kentte yaşayan yabancılar, daha doğrusu üçüncü dünya ülkelerinden buraya gelmiş, kıt kanaat geçinmelerine karşın yine de her ay birkaç yüz Avro'yu ne yapıp yapıp, "memlekette" para bekleyen fakirin fakiri ailelerine göndermek zorunda olan insanlar. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre günümüzde tam 70 milyon azgelişmiş ülke insanı endüstri ülkelerinde çalışmakta. Dünya Bankası, bu insanların memleketlerine her yıl yaklaşık 300 milyar dolar yolladığını açıklıyor. Almanya'dan 2023 yılında 37 milyar dolar çıkmış!. Yurtdışında çalışanların en çok para yolladığı iki ülke, ellişer milyar dolar ile Hindistan ve Çin. Geçen yıl yurtdışından Polonya'ya on bir, Romanya'ya dokuz milyar dolar girmiş. Az gelişmiş birçok ülke bu kişisel transferler olmasa çoktan iflas ederdi!

50 Avro'yla bir ay karın doyuranlar

Sıranın kendisine gelmesini sabırla bekleyen Vincent o gün Kongo'daki ailesine 150 Dolar yollayacak. Stuttgart'taki Robert Bosch fabrikasında ayda eline geçen 1800 Avro'nun ortalama yüzde onu memlekete gidiyor. Bu para annesiyle babasının bütün aylık geçimine yetiyor. Endüstri ülkelerinde çalışanları vatandaki yakınları "emekli maaşı" olarak kabul ediyor! Vincent bu büroya üç yıldır geliyor. "Çoğu insan dişinden tırnağından arttırarak evine para yolluyor", diye konuşuyor. "İki yüz Avro'dan fazla yollayan pek yoktur. Şu sırada gördükleriniz hep düşük gelirli insanlar. Almanya'daki bir işsizin anasına yolladığı 50 Avro kadının bir ay karnını doyurur!" diyor. Vincent, geçenlerde burada Kenyalı bir kızla tanıştığını söylüyor. Zengin bir ailenin çocuklarına bakan genç kız kazandığı üç yüz Avro'nun yüzünü her ay anasıyla babasına yolluyormuş!

Ana babalara, yakın akrabalara her ay yollanan paralar günlük geçimleri, ev kiraları, büyük alışverişleri, düğünleri, cenazeleri, borçları için… Endüstri ülkelerinde gece gündüz çalışan, en zor ve dayanılmaz işleri yapanların yolladığı bu paralar olmasa birçok azgelişmiş ülke ekonomisi ayakta duramaz. Dünya Bankası'nın verilerine göre Tacikistan'ın gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde ellisini ve Moldovya'nın yüzde otuz birini yurtdışındaki vatandaşların bu transferleri oluşturuyor.

Asyalı işi biter bitmez, hızla dışarı fırlıyor. Vincent cüzdanından çıkardığı iki yeşil Avro'yu kasadaki kıza uzatıyor. "Kongo'ya 150 Amerikan Doları", diyor...

9 Şubat 2025

Kedi, dokuz canlı

Cumhuriyet, 9 Şubat 2025 Pazar

STUTTGART - Ahmet Arpad

O gizem dolu bir yaratık. O dünyanın en çok sevilen evcil hayvanı. İnsana bağlı, fakat hiçbir zaman insanın emrine girmiyor. Kendini sevdiriyor, kendine bağlıyor. İnsan onun emrine giriyor.

Kedi denen yaratık köpek gibi değil, isterse insansız da yaşayabilir. Eski bir İngiliz atasözü "Bir kedinin dokuz canı vardır. Üçü oyun oynaması, üçü gezinmesi ve kalan üçü de durması için" der. Canı istedi mi, karnı acıktı mı sokuluyor, bacağınıza sürünüyor, kucağınıza çıkıyor, okuduğunuz gazetenin üzerine çörekleniyor, kendini okşatıyor. İşi bitince de çekip gidiyor; evin ya da bahçenin bir köşesinde, sizden uzak, ne kadar arasanız bulamayacağınız, aklınızın köşesinden geçmeyecek bir yerde keyif çatıp uyuyor. Yüksek sesle ne kadar çağırırsanız çağırın, umurunda bile değil, lütfedip gelmiyor. Ta ki karnı acıkana kadar. O zaman sallana sallana çıkıveriyor ortaya! Sanki hiçbir şey olmamış gibi.

İNSANI BAĞIMLI YAPIYOR

Kediler dünyanın her ülkesinde aynı. İster Londra'da Downing Street 10'daki Başbakanlık Ofisi'nde, isterse Beyaz Saray'da, isterse gecekondunun birinde yaşasın. ABD başkanının masasına uzanıp onu parmağında oynatıyor, karnını zor doyuran fakiri de. İnsanla kedi tam 6 bin yıldır bir arada yaşıyor. Evcilleşmesi ise 3 bin 500 yıl önce olmuş. Mısır firavunları Tutankamon ve Ramses döneminde kediye tapılmış, yurtdışına çıkarılması yasaklanmış. Ancak kaçak yollardan, özellikle Fenikeliler zamanında Avrupa'ya sokulmuş.

Ortaçağda Avrupa'da farelerin büyük artış göstermesiyle kedilerin değeri çok artmış. Birkaç yıl önce Karlsruhe'de büyük bir kediler sergisi açılmıştı. Ünlü ressamlardan kedi tabloları, oyuncaklar, biblolar, küçük heykeller, karikatürler... Tam 400'ün üzerinde eser. August Renoir, Pierre Bonnard gibi empresyonistleri, Ernst Ludwig Kirchner, Franz Marc gibi ekspresyonistleri de kendine hayran bırakmış kediler. Geçen yüzyılın Max Beckmann, Paul Klee gibi ünlü ressamları da gizem dolu bu yaratığın etkisinden kurtulamamış. Kediler, "Fritz the Cat", "Garfield", "Felix the Cat, "Tom and Jerry" gibi karikatürler ve çizgi filmlerle de kendilerini yediden yetmişe herkese sevdiriyor, bağımlı yapıyor.

KEDİLER KAHVESİ

Gençten biri yere oturmuş, elindeki kumaştan bebeği havaya atıp duruyor. Yanındaki tekir bütün dikkatini bebeğe vermiş, yakalamak için ikide bir havaya sıçrıyor. Yakaladığı anda pençeleriyle kavrayıp altına alıyor. Az ötede iki küçük çocuklu kadın oturduğu sıraya kurulmuş siyahlı beyazlı bir kedinin karnını okşuyor. Çocukları ise ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi annelerini seyrediyor. Pencerenin yanındaki kırmızı mindere kurulmuş bir samur yanında duran kahve fincanına önce merakla bakıyor, sonra burun kıvırıp başını dışarıya çeviyor. Bir Münih ziyaretimizde bir dostun önerisi üzerine ünlü Schwabing semtindeki Kediler Kahvesi'ne de uğramıştık. Türk Caddesi 29 numaradaki kahvenin hemen hemen tüm müşterileri kediseverler! Masalar arasında dolaşan güleryüzlü gencin adı Thomas. Kediler Kahvesi'nin sahibi. Meslek yaşamına bankacı olarak atılmış olan kedisever Thomas, kız arkadaşıyla yaptığı bir Viyana gezisinde, Stephan Katedrali'nin az ötesinde, Ball Sokağı'ndaki, Japon bir ailenin çalıştırdığı Cafè Neko'yu ve oradaki kedileri görünce Münih'e döner dönmez mesleğini bırakmaya karar vermiş. Ailesi ona destek vermiş, bankadan kredi almış ancak insanların kahve içip, pasta yediği bir salonda kedilerin dolaşmasına, kucaklarına çıkmasına belediye önce izin vermek istememiş. Thomas yılmamış, inat etmiş, belediyenin çıkardığı her engeli aşmış ve kısa süre önce "kedili kahvehane" düşünü gerçekleştirmiş. Bakımevinden aldığı altı kedi, Balou, Gizmo, Jack, Saphyra, Tobyn ve Ayla masaların arasında cakayla dolaşıyor, canları istedi mi bacaklarınıza sürüyor, okşamanıza izin veriyorlar. En gençleri ve en meraklıları Balou, çabucak yanınıza sokuluyor ve mırıldanmaya başlıyor. Bir otomobil kazasında arka ayaklarından birini yitirmiş olması Jack'ın hiç umurunda değil, keyfi yerinde, oyunu seviyor.

Az sonra güzel Ayla yumuşak minderine kuruluyor, kendini okşatıyor; kardeşi Gizo ise içlerinde en küstahı ve en sokulganı, kendini grubun şefi gibi gördüğü hemen belli oluyor. Dördü de daha bir yaşında. Saphyra ve Tobyn diğerlerinden birkaç yaş büyük. Müşterilerin ilgisinden sıkılan, başını dinlemek isteyen kedi, Thomas'ın onlara ayırmış olduğu özel odaya çekiliyor! Kediler Kahvesi'ne her türlü insan geliyor. Ne de olsa Schwabing kozmopolit bir semt. Bohem yaşamı yeğleyen sanatçılar, müzisyenler, akademisyenler, yüksek sosyete, üniversite öğrencileri, alternatif yaşamı seven tuhaf giyimli gençler, emekliler Schwabing'in insanları. Thomas'ın söylediğine göre hepsini burada görmek mümkün. Münih dışından gelenler de uğruyormuş. Kedisever olmaları onları "Kediler Kahvesi"nde bir araya getiriyor! "Kedi, anarşist bir aristokrattır" demiş Hamburglu yazar Axel Eggebrecht. Kedi bir eşsizlik, kedi gizem dolu, mistik bir yaratık...

2 Şubat 2025

Hitler ilk adımlarını Viyana'da atmıştı

Aydınlık Avrupa, 2 Şubat 2025

27 Ocak 1945'te tarihinde Hitler Almanyası‘na giren Rus ordusu, Auschwitz toplama kampında kalan mahkumları kurtarmıştı. Almanya bu tarihi, Cumhurbaşkanı Roman Herzog'un 1996'daki girişimiyle Yahudi Soykırımı'nı Anma Günü olarak kabul eder. 2005 yılında Birleşmiş Milletlerin önerisiyle 27 Ocak "Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü" oldu.

Nazi kamplarında öldürülenler geçen çarşamba Berlin'de anıldı. Aradan tam 80 yıl geçmiş. Alman Parlamentosu'nun büyük salonunda yapılan törene ilk kez bir Rusya temsilcisi davet edilmedi. Auschwitz toplama kampı Nazilerin Yahudilere, Romanlarla Sintilere uyguladığı kıyımın simgesidir. Bu azınlık kıyımı Alman tarihinin yaşadığı bir ırksal çılgınlıktır. Ausschwitz'de 1,1 milyon insan, ağırlıklı olarak Yahudiler, insanlık dışı koşullarda yaşamlarını yitirmişti. Berlin'deki etkinlikte anma konuşmalarını Cumhurbaşkanı Steinmeier ve Holokost'tan sağ kurtulan Roman Schwarzman yaptı. İki yaşında Auschwitz'den kurtulan Eva Umlauf için orası "dünyanın en büyük mezarlığı"!

Nazi kıyımının en son tanıklarından biri kabul edilen Margot Friedländer de son yıllarda değişik toplantılara davet ediliyor. 103 yaşındaki enerjisi sonsuz, dinç kadın hâlâ o günlerde yaşananları unutturmamak için aktif bir şekilde çalışıyor. Babasını, annesini ve kardeşini Nazi toplama kamplarında yitiren genç Margot 1944'te Theresienstadt kampına atılır, orada tanıştığı Adolf Friedländer ile savaşın ardından evlenir. Son yıllarda çağırıldığı değişik toplantılarda, öncelikle gençlere yaptığı uyarılarla anma kültürünün tüm yükünü adeta tek başına omuzluyor.

* * *

Genç Adolf Viyana'ya ilk geldiğinde 16 yaşındaydı. Çocukluğunun ve gençliğinin ilk yıllarını geçirdiği Linz'in sıkıcı havasından kurtulmak, başka şeyler görmek, yaşamak istiyordu. Dul annesinin verdiği cep harçlığı ile Viyana'da haftalar geçirdi. İnsan kalabalığı, geniş bulvarlar, binlerce otomobil, kamyon ve fayton onu şaşkına çevirdi. Viyana'nın tarihi yapılarına, kiliselerine, müzelerine, kahvelerine hayran kaldı. Başkentin cadde ve sokakları ışıl ışıldı. Evleri de elektrikle aydınlatılıyordu. Kavgacı babası öldüğünde Adolf 13 yaşındaydı. Bir yıl sonra notları kötü olduğu için Linz ortaokulunu terk etmek zorunda kalmıştı. Annesine çok bağlıydı, babasını ise hiç sevmemişti. Okuldan ayrıldıktan sonra bir işe girmedi, çıraklık eğitimine de başlamadı. Sanatkâr olmaktı amacı.

Sonunda annesini kandırdı ve Viyana'ya kapağı attı. Kısa süre sonra arkadaşı Kubizek'e yolladığı kartpostalda şöyle yazar: "Geçen gün saatlerce gezindim, opera binasını, parlamentoyu ve Ring Caddesi'ndeki yapıları seyrettim. Yarın ‘Tristan', ertesi gün de ‘Uçan Hollandalı' operalarını izleyeceğim. Bu akşam Şehir Tiyatrosu'na biletim var..." Bir ay sonra Linz'e döndü, fakat aklı hep Viyana'daydı. Başkent onu mıknatıs gibi çekiyordu.

AKADEMİ GİRİŞ SINAVINI BAŞARAMIYOR

1908 yılında ressamlık eğitimi için Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girmek üzere tekrar Viyana'nın yolunu tuttu. Önce kendine kalacak bir yer bulmak zorundaydı. Tren istasyonunun yakınında, Mariahilf Caddesi'ne açılan Stumpfer Sokağı 31 numarada, karanlık arka avluya bakan bir oda buldu. Ev sahibi, hiç evlenmemiş terzi Maria Zakreys'ti. Bohemyalı kadının ayda 10 krona kiraya verdiği başka odaları da vardı. Tuvaleti ve duşu diğer kiracılarla ortak kullandı. Odasının penceresinden gökyüzü görünmüyordu. Akademiye giriş sınavlarını başaramayan delikanlı, operadaki Wagner oyunlarını kaçırmıyordu.

Kısa süre sonra Stumpfer Sokağı'ndaki odasından ev sahibine borç takarak ayrıldı ve yakındaki Felber Caddesi 22 numarada, günümüzde de hâlâ oda kiralayan bir pansiyona yerleşti. Annesinin yolladığı harçlıkla ve çizdiği kartpostalları satarak geçinmeye çalıştı. Sınavları da bir türlü başaramıyordu. Birkaç ay sonra kaldığı o pansiyondan da ayrıldı, orada burada konakladı. Kimi zaman kimsesizler ya da erkekler yurdunda yatıp kalktı. Yurttaki odasını 8 saat uykudan sonra her sabah terk etmek zorundaydı, çünkü yatağını başkalarıyla paylaşıyordu.

O GENÇLİĞİNDE DE YAHUDİ KARŞITIYDI

Viyana günlerinde okuduğu kitaplar, günü gününe yaşayan, para sıkıntısı çeken, dostları toplumun ittiği insanlar olan bu genç için "tehlikeli" şeylerdi. "Okuduklarım bugünkü bilgimin temelini oluşturuyor", diye yazdı ileride Kavgam'da. Adolf Hitler ideolojisinin temellerini Viyana yaşamında atmıştı. Aşırı nasyonalist gazete ve dergilerde yazanları yutardı. Bu arada Birinci Dünya Savaşı'yla ülkede monarşi sona ermiş, onlarca yıldır bir arada yaşayan etnik toplumlar bölünmüş, milliyetçilik ruhu kendini göstermeye başlamıştı. Artık Çekler, Polonyalılar, Macarlar ve Sırplar birbirlerini düşman görüyordu. İşte bu ortamda kavrulmuştu genç Adolf! Beş yıllık Viyana yaşamının ardından kapağı Münih'e atar. 1913 yılında bu Bavyera kentine geldiğinde deneyimsiz bir genç olan Adolf kendini hemen tutucu ve aşırı sağcı grupların içinde bulur. Münih günleri onu geçen yüzyılın en korkunç lideri yapar! Adolf Hitler 1 Eylül 1923'te general Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. Bavyera onun ‘olgunlaşması' ve ‘gelişmesi' için en uygun ortam olmuştur! Çevresindekilerle 9 Kasım 1923'te Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefleri, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. Beş yıl hapse mahkûm olur, fakat nedense 9 ay sonra Landsberg hapishanesinden çıkarılır. Bu arada "Kavgam"ın birinci cildini kaleme almıştır. O günden sonra da Naziler gittikçe güçlenir.

FELAKETİN BAŞLANGICI

Bundan tam 92 yıl önce, 30 Ocak 1933, insanlık tarihindeki belki de en büyük felaketin başlangıcıdır. O gün Adolf Hitler Almanya'nın başına geçmiş, dünyamızı kana bulayacak yolda ilk adımlarını atmıştı. "Bizim ırkımız bu dünyaya hükmetmek hakkına sahiptir! İşte bu hak bizler için gelecekte uygulayacağımız dış politikanın kutup yıldızı olmalıdır!" Hitler'in bu sözleri sadece bir megalomani, sınırsız bir düş değildir. 15 Mart 1938'de tekrar Viyana'ya döndüğünde o artık bir "Führer"di. Dört gün önce Alman ordusu Avusturya'yı işgal etmiş, Adolf Hitler doğduğu ülkeyi dirençsiz teslim almıştı.

‘Kahramanlar Alanı'nda, Viyana'yı Osmanlı işgalinden kurtarmış, ona büyük bir yenilgi tattırmış olan Prens Eugen'in dev heykelinin arkasındaki dev balkondan haykıran Führer'i, coşkulu ikiyüz elli bin Viyanalı dinliyor. Hitler karşısındaki insanlara çok sözler veriyor. Partisi ülkeye yeni bir düzen getirecek, işsizliğe bir çıkaryol bulacaktır. Avusturyalılar onun içi boş sözlerine inanıyor. Çoğunluk artık arkasında. Çünkü peşinden gidecekleri başka lider yok. Otuz yıl önce Viyana'nın sokaklarında kartpostal satmış olan zavallı genç şimdi yüz binlerin karşısında haykıra haykıra konuşuyor. Ve doğmuş olduğu ülkeye el koyuyor!

* * *

Alman Parlamentosu'nun salonunda geçen Çarşamba yapılan "Yahudi Soykırımı'nı Anma Toplantısı"nın hemen ardından aynı salonda toplanan Federal Meclis, sağcı parti CDU/CSU'nun getirdiği "sığınmacıları Almanya sınırdan geri çevirme" önerisini, 2021 yılından bu yana ülke iç istihbarat teşkilatı Federal Anayasa Koruma Dairesi'nin aşırı sağcı olduğu nedeniyle gözlem altında tuttuğu "Almanya İçin Alternatif Partisi"nin (AfD) oylarıyla kabul etti.

19 Ocak 2025

Tren müzesinde tarih

Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ocak 2025

NÜRNBERG
AHMET ARPAD


Çok ilginç bir kent Nürnberg, görmeye değer. Ortaçağdan kalma duvarları, sayısız kuleleri, kiliseleri, tarihi sokaklarıyla her yıl milyonlarca turisti çekiyor. Nürnberg'de mutlaka görülmesi gereken çok şey var. Demiryolları müzesi, Nazi parti kongrelerinin yapıldığı dev binalar, alanlar, savaş sonrası Hitler yandaşlarının yargılandığı mahkeme salonu ve dünyanın ikinci büyük oyuncak müzesi...

Nasyonal sosyalistlerin Almanya'da ilk adımlarını attığı 1920'li yıllarda Münih'in yanı sıra kuzeyindeki Nürnberg de önemli bir "buluşma" kentidir. Aşırı sağcılar burada "Almanların Günü"nü kutlarken Hitler'in NSDAP'si de önemli parti toplantılarını Nürnberg'de düzenler. Ülke yönetimini 1933'te ele geçirmelerinin ardından bütün büyük parti kongreleri de burada yapılır. Bir hafta süren toplantılara tüm Almanya'dan bir milyon insan katılır! Hitler, hemen arkasında yandaşları, sağ kolu havada büyük tribünden dev alandaki sonu gelmeyen geçit törenlerini izler... 1935 yılında bu kentte onayladıkları "Nürnberg yasaları" ile Yahudi soykırımı yolunda en önemli adımı atarlar.

İnsanları ölüme götüren trenler

Almanya'da ilk tren yolculuğu bundan 190 yıl önce Nürnberg ile Fürth kenti arasında yapılır. 7 Aralık 1835 Alman demiryollarının kuruluş yılı olarak kabul edilir. Nürnberg'e gelip de ülkenin büyük tren müzesini görmeden dönmek olmaz. 1835'de ilk tren seferini yapmış olan "Adler", 1853 yapımı buharlı "Nordgau", yaşamı bir peri masalını andıran yakışıklı II. Ludwig'in özel treninden vagonlar, şansölye Otto von Bismarck'ın kompartımanı, 1890 yapımı buharlı "Phoenix" müzedeki en değerli ve eski araçlar. Müzeye son yıllarda eklenen bir bölümde devlet demiryollarının Naziler döneminde oynadığı trajik rol de sergileniyor. Nasyonal sosyalistler sadece Alman kentlerinden değil, Yunanistan'dan Norveç'e, Fransa'dan Macaristan'a, işgal ettikleri bütün ülkelerden yüz binlerce insanı "safkan" Alman olmadıkları için trenlere bindirip gaz odalarına taşımışlardı. Savaşın kızıştığı yıllarda bile durmamıştı "ölüm trenleri". Doğu Avrupa'ya uzanan hatlar, asker ve silah trenleri ile dolu olduğu zaman ölüme götürülen insanları tıkıştırdıkları vagonları normal yolcu trenlerinin arkasına takmışlardı. Şimdi Almanlar Nürnberg'deki müzede tarihlerinin bu kara dönemini de sergiliyor!

Tren müzesinin az ötesinde bir başka tarihi yapı var. Nazi suçlularının 1945/1946 yıllarında yargılandığı mahkeme salonu burada. Göring, Ribbentrop, Speer, Dönitz, Keitel, Streicher, Kaltenbrunner'in de aralarında olduğu Nazi kodamanlarından on ikisi insanlığa karşı suç işlemiş oldukları gerekçesiyle Nürnberg Duruşmaları sonunda idama mahkûm edilmiştir.

Dev oyuncak müzesi

Nürnberg'de güzel şeyler de var. Örneğin, ABD'nin Missouri eyaletindeki Bronson oyuncak müzesinden sonra dünyanın en büyük ikinci oyuncak müzesi kent merkezindeki tarihi bir binanın tüm katlarına yayılmış .1400 metrekarelik kocaman salonlarda en eskisi iki yüz yıllık tam 3 bin 500 tarihi oyuncak sergileniyor. Binanın depolarındaki sandıklarda duran 65 bin oyuncak da günün birinde vitrinlerde yer almayı bekliyor. Alman oyuncak sanayisinin merkezi olan Nürnberg'de her yıl şubat ayında beş gün süren "Oyuncak Fuarı" açılıyor. Dünyanın bu en büyük oyuncak fuarına sayısız ülkeden üç bine yakın yapımcı katılıyor, çoğu yetişkin yüz bin oyuncak meraklısı da salonları dolduruyor...

10 bin 654 özürlünün ölümü

Aydınlık Avrupa, 19 Ocak 2025

STUTTGART – AHMET ARPAD

Ağaçlıklı yol uzun, geniş. Yüzyıllık ıhlamurlar çıplak. Soğuk, güneşli bir gün Stuttgart'ın 60 km. güneyindeki Grafeneck yamaçlarında. Otomobilden iniyoruz. Mezarlık az ötede. Kara demirden kapısı açık. Çimenlerde ağır ağır yürüyoruz. Mezar taşları kısa, tekdüze, hepsi bir elden çıkmış gibi. Üzerlerinde isim, soyadı ve ölüm tarihlerinden başka hiç yazı yok. Az ileride, duvarların sona erdiği yerde büyük iki mezar dikkatimizi çekiyor. Kuru otlarla kaplı, taş filanyok. Merak edip sokuluyoruz.

"Bu mezarlarda tam 250 ölünün külü var!" İrkilerek arkamıza dönüyoruz. Üzerinde rengi atmış mavi bir giysi, başında beyaz bir başörtü, zayıf, neredeyse kemikleri çıkmış, uzunca boylu, yaşlı mı yaşlı bir kadın duruyor hemen yanımızda.

Nereden çıkmıştı? Biz geldiğimizde mezarlık bomboştu. Sırtı hafifçe kambur, yüzü buruşuk. Bir tuhaf. Olsa olsa filmlerde görürsünüz onun gibisini. Ve konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor. Sormamıza gerek yok. "İyi ettiniz de buralara geldiniz", diyor. "Herkes görmeli Grafeneck'i, bilmeli burada neler yaşandığını, Nazilerin korumasız, zavallı insanlara yaptıklarını!" Birlikte çıkıyoruz mezarlıktan, yürüyoruz koca ıhlamurlar arasında. Uzun yolun sağında solunda tek katlı evler, yolun sonunda sarayımsı bir bina...

O konuşuyor, anlatıyor. Hep geçmişten söz ediyor. 1947 yılında burada çalışmaya başladığında 18 yaşındaydı. Yardımcı hemşire olarak işe almışlardı onu. Tepenin altındaki Gomardingen kasabasında doğmuştu. "Sanırım biliyorsunuz savaş yıllarında Nazilerin burada ne yaptığını?" diye soruyor birden. Biliyorduk, Hitler' in doktorlarının Ocak 1940 ile Aralık 1940 arasında Grafeneck'te tam 10 bin 654 özürlüyü gaz odalarında öldürdükten sonra yaktıklarını!

"O aylarda, çoğu zaman gece yarısı, kapkara otobüsler geçerdi kasabamızın sokaklarından", diye devam ediyor. "Önceleri ne olduğunu anlamamıştık. Fakat sonra günün birinde papaz efendi babama, bize tepeden bakan, sarayı andıran binayla çevresindeki barakalarda her yaştan özürlü insanların tedavi edildiğini anlatmıştı."

Birkaç ay sonra da her şeyin kokusu çıkmıştı! Çoğu gece bacalardan dumanlar yükseldiğini fark etmişti kasabalılar... Grafeneck tepesinde bugün de özürlüler var. 1947'den bu yana gerçekten tedavisi yapılıyor onların. Ağaçlıklı yolun iki yanındaki kocaman tek katlı evlerde kalıyorlar. Kimi zaman birkaç ay, kimi zaman da bütün bir ömür boyu. Nazilerin barakaları yerle bir edilmiş. Yerlerine toplantı ve okuma salonları yapılmış. Personel odaları da.

"Daha çok azap çekmesinler"

Yaşlı kadın çoktan emekli olmuş, fakat burada devam ediyor yaşamına. "Gidin bakın şuraya", diyor ve eliyle yeni yapılmış tek katlı bir binayı gösteriyor. "Orada bir belgeler müzesi var. Grafeneck'te neler olup bittiğini görmeli ve kavramalısınız!" Sonra küçük adımlarla uzaklaşıyor, geldiği gibi selam sabahsız.

Uzun yıllar süren araştırma ve çalışmaların ürünü belgeler vitrinlerde, fotoğraflar çerçevelerde. Okudukça, baktıkça içiniz bir tuhaf oluyor, sarsılıyorsunuz. Hitler 1935 yılında partisinin genel kurulunda, iyileşmesi mümkün olmayan, "daha çok azap çekmesinler" dediği özürlü insanların ortadan kaldırılması emrini vermişti. "Bir özürlü yatağında yatarken, savaş yaralısı yatak bulamıyor", sözleri onundur.

Güney Almanya'daki yurt ve hastanelerden toplanan bedensel ve zihinsel özürlüler getirildikleri Grafeneck'te kısa bir muayenenin ardından, tıpkı Yahudilere yapıldığı gibi, "Duşa gidiyorsunuz" kandırmacasıyla gaz odalarını boyluyordu. Grafeneck'te 10 bin 654 özürlü "yok edildi". Hitler'in 1939-1945 yıllarında hüküm sürdüğü Almanya'da iğne yaparak, Luminal denen ilacı içirerek, aç bırakarak, gaz odalarında karbondioksit vererek, yedisinden yetmişine, "yaşamasına değmez" dedikleri tam 200 bin özürlü ölüme yollanmıştır.

Dışarı çıkıyoruz. Yaşlı kadın az ötede kazların yanında durmuş, konuşuyor, konuşuyor. Kim bilir neler anlatıyor onlara!

Nazilerin ve Afrika diktatörlerinin doktoru

"Führer"in doktorları savaş yıllarda tüm Almanya'da ve istila ettikleri ülkelerde de toplam 200 bin özürlünün yaşamına son verdi. Bu kıyımda büyük bir rol oynayan ve 1940'da Grafeneck yöneticisi olan doktor Horst Schumann Kuzey Almanya'da da benzeri görevlere yollandı, savaşın son yıllarında doğu cephesindeki kamplarda, özellikle Auschwitz'de çalıştı. "Aşağı ırktan" tutuklular kısırlaştırıldı, ağır işlere koşuldu, "verimsiz" olanlar da doğrudan gaz odalarına yollandı. Savaşın ardından Nazi doktoru Schumann'ın başına hiçbir şey gelmedi! 1951'de arandığını duyunca Almanya'dan kaçtı, gemilerde doktorluk yaptı, Japonya'da yıllar geçirdi, oradan kapağı Afrika'ya attı, diktatörlerin özel doktoru oldu! 1959 yılında "Hristiyanlık ve Dünya" adlı gazetede çıkan bir makalenin ardından dikkati çekti. Yaşadığı Gana onu ancak 1965'de Almanya'ya iade etti. 1970 hakkında açılan dava 18 ay sonra, "suçlu ağır hastadır, bu nedenle mahkeme huzuruna çıkabilecek durumda değildir" gerekçesiyle düştü. Schumann'ın ağır hastalığı yüksek tansiyonuydu! 1972'de serbest kalan Schumann 1983 yılındaki ölümüne kadar Frankfurt'ta özgün bir yaşam sürdürdü! Olay Almanya'da hep bir "hukuk skandalı" olarak kabul edilmiştir. Horst Schumann geçmişte yaşananları ölümünden az süre önce itiraf etti: "Bize gelen emirlere uyarak özürlülerin yaşamlarına son verdik!"

Grafeneck tepesindeki sarayda bugün de özürlüler var. 1947'den günümüze gerçekten tedavisi yapılıyor onların. "Ölüm barakaları" çoktan yerle bir edilmiş.

Özürlüler gözümüzü açmak istiyor

Bundan iki yıl önceydi, Reutlingen'deki "Die Tonne" tiyatrosu, aralarında Bahattin, Seyyah ve Haydar'ın da olduğu çoğu orta yaşlı kadın-erkek 12 özürlünün tüm rolleri üstlendiği bir oyunla Grafeneck'te 1940 yılında yaşanmış, bir insanlık utancı olan özürlü kıyımını sahnelemişti. "Burada Kalacaksınız" adlı oyunla bugünün insanlarının gözünü açmak istiyorlardı. Özürlüler tiyatrosu bu oyunu, Baden-Württemberg Eyaleti'nde ailelerinden koparılıp "kara otobüslerle" ölüme götürülen 10 465 özürlünün yaşamış olduğu 25 kent ve kasabada sergilemişti. Oyununun senaryosu Grafeneck ve Achern arşivlerindeki belgelere dayanarak yazılmıştı. Bir yıl boyunca tiyatro uzmanlarından oyun, konuşma ve dans eğitimi alan özürlüler Reutlingen yöresindeki bakım evlerinden seçilmişti. Düşündürücü, hareketli, çağrışımlar ve değişimlerle dolu "Burada Kalacaksınız"da özürlü oyuncuları sürekli başka başka rollerde izlemiştik. Bahattin daha çok hareketli, danslı, tekerlekli sandalyede oturan Seyyah da yüksek sesle, atılgan konuşmayı gerektiren sahnelerde ön plandaydı. Kimi bölümleri gizemlerle dolu bir Brecht yapıtını anımsatan oyunda müziğe de yer verilmişti. Doğuştan özürlü bu insanlar biz özürlü olmayanları bilgilendirmek, uyarmak, düşündürmek istemişti. İzleyenler hüzünlenmişti.

Almanya'nın karanlık geçmişinde yaşananlara çok yönlü bakan, insan yok edici düzeni, tüm yalanların üstünü örten Nazi propagandasını çok canlı, heyecan ve duygu yüklü anlatan "Burada Kalacaksınız"ın sonunda özürlüler haykırmıştı: "Saygı duyun bize!"  

5 Ocak 2025

Önce ağaçlar sonra insanlar ölür!

Cumhuriyet, 5 Ocak 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor.

Stuttgart'tan sabah erkenden yola çıktık. Hava biraz puslu. Yolculuk Freiburg'a. Az sonra Tübingen'i, biraz sonra da Rottweil'ı geride bırakıyoruz. Karaormanlar başlıyor. Yol yükseliyor, pus kalkıyor, hava açılıyor. Güneşli fakat serin bir gün bizi bekliyor. Güney Almanya'ya kış geldi. Yamaçlar kupkuru bir yazın ardından kahverengiye dönüşmüş, yükseklerde yer yer kar var. Semiz inekler, bembeyaz koyunlar çoktan ahırlarına dönmüş. Yol, vadilerde ve ovalarda yılan gibi kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Karaormanlar bir doğa olayı. Avrupa'nın hiçbir ülkesinde rastlanmayacak büyüklükte ve güzellikte bir orman. “Şifalı” yeraltı sularıyla kocaman bir tatil ve kür yöresi.

Avrupa'nın en uzun nehri Tuna'nın çıktığı Donaueschingen uzaktan görünüyor. Bu ortaçağ kenti kuleleri, dar sokakları, tarihi yapıları ile bir molaya değer. Küçük bir lokantanın yemek listesinde o öğle değişik av etleri var. Karaca kızartmasını yeğliyoruz. Yanında tatlı kırmızı yaban mersiniyle doldurulmuş komposto armut ve yörenin ünlü hamur işi var. Ardından bir espresso, saray parkında asırlık ağaçların altında kısa bir gezinti... Ağır ağır akan derenin üzerinde tarihi köprüde durup soğuk sularda balık arıyoruz.

MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ

Az sonra Donaueschingen geride kalıyor. Şimdi Karaormanlar'ın göbeğindeyiz. Ağaçlar sıklaşıyor. Sağımız solumuz çamın çeşidi. Ötelerde, güneyde, Feldberg Dağı. 1500 metrelik doruğu karlar altında. Yörenin ünlü kayak merkezi. Çevresindeki göller her mevsimde turist çekiyor. Sağlıklı, temiz hava ve doğanın eşsiz güzelliği buranın insanının geçim kaynağı.

Madalyonun bir yüzü güzel. Mutlu edici. Ancak bir de tam karşıtı öteki yüzü var. Daha gerçekçi olanı. Bütün Avrupa'da olduğu gibi Karaormanlar'da da ağaçlar ölüyor. Ülkenin en büyük yeşil örtüsü tüm önlemlere karşın yitiriliyor. Otomobil egzozlarının değiştirilmesi, yeni benzin türlerinin denenmesi, fabrika bacalarına özel filtreler takılması pek işe yaramıyor. Hava kirliliği devam ediyor, asitli yağmur ve asit yüklü sis bulutları ormanlara iniyor, ağaçlar yavaş yavaş ölüyor. Karaormanlar'da yapılan yürüyüşlerde ağaçların yaşam savaşını yakından görmek mümkün. Ağaçlara zarar veren kükürtdioksidi, azot oksidi, yeraltı sularındaki nitratlar ve sebze meyvenin ekildiği topraklardaki çeşitli asitler kanser hastalığının da baş nedenlerinden biri. İnsanlar için öldürücü.

Kişi kafasında bu gibi kötümser düşüncelerle Karaormanlar'da gezinirken ister istemez anavatanı da aklına geliyor. Türkiye'nin endüstri girmiş büyük kentlerinde, hava ve çevre kirliliğinin hiçbir önlem alınmadan dev adımlarla ilerlediği güzel İstanbul'da, Marmara Denizi'nde, Akdeniz'in temiz kalabilmiş köşelerinden cennet Gökova'da, Yatağan çirkin örneğinde doğa elden çıkarılmış, insan çoktan unutulmuş.

13 MİLYON AĞACI KESENLER...

Üniversitesi ve büyük katedraliyle ünlü güzel Freiburg'a yaklaşırken düşünüyoruz:

Yeşilin hızla betonlaştığı, on binlerce ağacın kesildiği İstanbul'da yılda kaç ölümün nedeni hava kirliliği? Bunu ne soran var ne de araştıran. Hava kirliliğinden tek ölen ağaç mı?

Türkiye maden ocakları, taş ocakları, termik santrallar ve havalimanları uğruna on binlerce ağaç kesmeyi sürdürüyor. İstanbul'a yeni havalanı inşaatı öncesi ÇED raporuna: “2.5 milyon ağaç kesilecek” diye yazdılar fakat sonra inşaat sürecinde 13 milyon ağacın kesildiğini Kuzey Ormanları Savunması uydu görüntüleri aracılığıyla yaptığı analizle kanıtladı. 2012-2019 yılları arasında 13 milyon ağacın 8 milyonu havalimanına, 1.2 milyonu havalimanı inşaatı için açılan taş ocaklarına, 3.7 milyonu da havalimanına giriş sağlayan Kuzey Marmara Otoyolu'na kurban edildi.