29 Aralık 2024

Palmiyeler Altında Yüzenler

Aydınlık Avrupa, 29 Aralık 2024

STUTTGART - AHMET ARPAD

Broşürlerde ve gazete ilanlarındaki sloganlar çekici: "Berlin neşeyle köpür köpür... Mutlu yaşam vahası... Şehvet bahçesi... Eski Roma hamamı...“ Yapıları tapınak, saray, cennetten bir köşe, Amazon ormanları görünümünde. Adları "Badylon" ve "Caprina", "Aquadrom" ve "Aquarena", "Pinea" ve "Caracalla"...

Korona nedeniyle çoğu haftalarca, aylarca kapalı kalmış olan alışılagelmiş yüzme havuzlarının pek tadı kalmadı. Artık gittikçe daha çok Alman, yüzüp dinlenip eğleneceği, kısacası gününü gün edebileceği, lüks sayılan havuzlara gitmeye başladı. Şelaleler, köpüre köpüre alan dereler, dalgalı denizler... Projektörlerle alttan üstten renkli ışıklar, sualtı ve su üstü hoparlörlerinden dinlendirici melodiler, palmiyeler, rengarenk papağanların çığlıkları, atlama kuleleri, bir uçtan bir uca uzanan Tarzan ipleri...

Yorgunluk gidermek isteyenlere sauna bahçeleri, buharlı mağaralar, Türk hamamları, güneşlenme terasları ve jimnastik köşeleri... Bütün gün boyunca karnı acıkanlara servis veren lokantalar, kafeteryalar, barlar... Canı sıkılanlar için oyun salonları, TV köşeleri. Bu yüzme havuzlarının en önemli çekiciliği yapı stilleri. Debdebenin, gösteriş ve aşırılığın yanı sıra pahalı mermerle kaplı, bembeyaz sütunlu, yüzenlere çoğu kez Roma hamamlarını anımsatan yüzme havuzları insanları sabahın altısından akşamın geç saatlerine dek sıcak sulara çekiyor.

"Eski Romalılar Gibi Yıkanın"

Stuttgart, Budapeşte'den sonra en çok kaplıcaya sahip Avrupa kenti. Az ötesindeki Baden-Baden, Bad Liebenzell, Bad Dürkheim, Freudenstadt, Aalen ve Filderstadt gibi küçük kaplıca kentlerinde son yirmi yıldır açılan yüzme havuzları olağanüstü inşa edilmiş yapılar. Örneğin, profesör mimar Wienand'ın Aalen kentinin tepelerinden birine oturttuğu "Limes Thermen" tamamen bir Roma tapınağı. Mimarların "Neo-Klasik" dediği türden. Renkli broşürdeki "Eski Romalılar gibi yıkanın" sözleri, bundan 1800 yıl önce Aalen yöresinde yaşamış olan Romalıları anımsatıyor.

Ne de olsa eski Roma'da hamamlar günlük yaşamın vazgeçilmez bir bütünüydü. İnsanların bir araya geldiği kent alanlarından daha önemliydi. Hamamlar bir eğlenti ve sohbet merkeziydi. Politikacılar ve tüccarlar oralarda buluşup iş bitirirdi. Günümüz iş adamları da modern banyoların sauna ve Amerikan barlarında buluşuyor, rahat rahat, gözden uzak iş konuşmaları yapıyor.

Karaormanlar'ın Şirin Kenti

Unesco'nun 2021 yılında 'Great Spa Towns of Europe' listesine aldığı Baden-Baden kumarhanesinin, büyük parklar ortasındaki villalarda oturan içine kapanık zenginlerinin, tarihi ağaçlarla dolu parklarının, ünlü at yarışlarının ve vitrinleri pahalı maldan geçilmeyen şık dükkânlarının yanı sıra şifalı sularıyla da tanınıyor. Karaormanların bu şirin kentine kaplıca meraklıları, klasik müzik ve operalardan zevk alanlar, sanat müzelerini sevenler uğramadan edemiyor. Baden-Baden'de dünyanın belki de en güzel kaplıcası var. Şirin kentin on iki yeraltı kaynağından çıkan suların ne kadar şifalı olduğunu yaklaşık iki bin yıl önce Romalılar keşfetmiş. Kükürt, kalsiyum, demir içeren ve her gün yerin iki bin metre altından yerin üzerine fışkıran 800 bin litre su Friedrich Banyosu ile Caracalla'nın havuzlarını dolduruyor!

Afrodit Çıplak Çıplak

1877 yapımı Friedrich Banyosu. İsa'dan sonra 213 yılında Roma İmparatoru Caracalla'nın Baden-Baden'in sıcak sularında yüzdüğünü anımsayan kent belediyesi 1985'de yıllarda Caracalla Banyoları'nı da açmıştı. Mavi ve beyaz mermerler zemini baştan aşağı kaplıyor. Kocaman kubbe zarif ince sütunlar üzerinde yükseliyor. Yusyuvarlak yapının her yanı cam. Yüzerek çıkılan dış havuza kayalardan sıcak şelaleler köpüre köpüre düşüyor. Datça yakınlarındaki tarihi Knidos liman kentinin tanrıçası Afrodit yüzenleri çıplak çıplak seyrediyor...

15 Aralık 2024

Bir tatlı huzur..!

AYDINLIK, 15 Aralık 2024

Cenevre – Ahmet Arpad

İsviçre'nin Fransızca konuşulan güneybatı bölgesinde en güzel köşe Cenevre Gölü ve çevresi. Lozan yakınlarından başlayan kıyı yolu Vevey ve Montrö üzerinden geçip Villeneuve'e kadar uzanıyor. Oradan ötesi İtalya ve Fransa toprakları...

Göl ve çevresi Akdeniz kıyılarını anımsatan iklimiyle Avrupa'nın varlıklılarını hep mıknatıs gibi çekmiş. Tarihi yapıları, dar sokakları, şık butikleri, gösterişli villaları, dünyaca ünlü otellerinin yanı sıra dorukları karlı dağlar, üzüm bağlarıyla kaplı yamaçlar ve tarihi köylerden oluşan olağanüstü bir doğa! Montrö'de göl kıyısında durup kentin arkasında yükselen 2 bin metrelik Rochers-de-Naye'ya bakarken sadece yamaçlara serpiştirilmiş villaları görmüyorsunuz, üzüm bağları arasındaki çayırlarda nergislerin de açmaya başladığını seziyorsunuz. Montrö'nün bağlarında Unesco'nun 2007'de listesine aldığı Lavaux şaraplarının üzümleri yetişiyor.

Montrö'nün doğusundaki doğa koruma alanı Grangettes'de 250 kuş türü yaşıyor. Villeneuve'den Montrö'ye uzanan yolda en önemli yapı 12. yüzyıldan kalma Chillon Şatosu. Gölden çıkan bir kayanın üzerine inşa edilmiş şatoya uzaktan baktığınızda sularda yüzüyormuş sanıyorsunuz. Bugün sayısız sanat etkinliğine ev sahipliği yapan Montrö'nün Cumhuriyet tarihimizde önemli bir yeri var Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni 1936'da tarihi otel Fairmont Le Montreux Palace'da imzalamıştı.

Az ötedeki Vevey, İsviçreli ve yabancı varlıklıların yeğlediği belki de en güzel küçük kent. Göl kıyısından tepelere doğru yavaş yavaş yükselen yeşil yamaçlar villalarla dolu. Tarihi kent merkezinin dar sokaklarında şirin yapılar yanyana. Gezinirken butikler, dükkânlar, kafeler, lokantalar sizi çekiyor. Vevey görkemli, fakat burada milyarderlerin yaşadığını fark etmiyorsunuz. Göl kıyısındaki Grand Hotel du Lac'ın kapısında limuzinler dizi dizi, şirin lokanta Ze Fork ağzına kadar müşteri dolu.

CHARLİE CHAPLİN

17 Eylül 1952 tarihinde, son filmi "Sahne Işıkları"nın galasına katılmak için birkaç günlüğüne Londra'ya giden Charlie Chaplin'e dönüşte ABD makamları yaşamını geçirdiği topraklara girmesine izin vermez. Gerekçeleri, ünlü sanatçının son yıllarda ülkenin huzurunu kaçırıcı girişimlerde bulunmuş olmasıdır. Kendini hep bir dünya vatandaşı kabul etmiş olan Chaplin eleştiriciydi, liberaldi, II. Dünya Savaşı yıllarında savaş karşıtı olmuştu. Amerika'da daha 1930'lu, 1940'lı yıllarda yönetenleri hafif alaylı sorgulayanlara bile kolayca "Marksist ve Komünist" damgası vuruluyordu. Onun gibi dünyaca ünlü bir sanatçıdan "rejime ve ABD anayasasına sadık" olması bekleniyordu! Bu nedenle FBI, İngiliz vatandaşı Charlie Chaplin'in oturma iznini iptal ederek yaşamının en önemli dönemini geçirmiş olduğu Amerika Birleşik Devletleri'ne girmesini engeller.

Ünlü sanatçı 1953'de tarafsız ülke İsviçre'ye yerleşmeye karar verir ve yeni yaşamı için de Cenevre gölü kıyısındaki Corsier-sur-Vevey'i seçer. 14 hektar büyüklüğündeki parkın içinde yükselen 1839 yapımı iki katlı villa Manoir du Ban'i satın alır. İlerki yıllarda bu olağanüstü konutunda onu kimler ziyaret etmez! Winston Churchil, Marlon Brando, Bob Dylan, Peter Ustinov, Gandi, Çan Kay-Şek, Hanns Eisler, Bertolt Brecht, Albert Einstein, Sophia Loren, Petula Clark misafiri olur. Chaplin ailesinin tarihi villası ve 2016 yılında yanında açılan Chaplins World günümüzde inanılmaz güzellikte bir müze, 1350 metrekare büyüklüğünde bir "film stüdyosu". Burada Altına Hücum'un, Modern Zamanlar'ın, Sirk'in içindesiniz, Yumurcak, Serseri, Büyük Diktatör hemen yanıbaşınızda.

LOZAN ANTLAŞMASI VE MODERN TÜRKİYE

Az ötedeki Lozan da Montrö gibi bir yamaca kurulmuş. Kentin eski evleri ve dar sokakları, şirin lokanta ve kafeleri göl kıyısında değil, yukarda! Bir füniküler kıyıyı kent merkezine bağlıyor. Lozan'da görülecek yerler arasında en ilginci, her yıl 400 bin ziyaretçiyi çeken 13. yüzyıldan kalma gotik yapı, görkemli katedral. 1915'den bu yana Uluslararası Olimpiyat Komitesi'nin merkezi de Lozan'da. On binin üzerinde giysi, madalya, belgenin vitrinlerini süslediği, geniş bir parkın ortasındaki Olimpiyatlar Müzesi'ni her yıl 250 bin insan ziyaret ediyor. Lozan'ın Cumhuriyet tarihimizdeki yeri çok önemli. 24 Temmuz 1923'de Palais de Rumine'de imzalanan Lozan Antlaşması modern Türkiye'nin temelini oluşturuyor.

Yörenin en şık ve ünlü otellerinden Beau-Rivage Palace'dan manzara eşsiz. Cenevre Gölü ayaklarınızın altında. Şirin göl gemisi "La Suisse" iskeleye yanaşıyor. Yolcular iniyor. Yeşiller, çiçekler arasında gezinirken hiç acele eden yok, gürültü yok. Her yerde bir tatlı huzur! 1910 yapımı yandan çarklı "La Suisse" bu arada hızla uzaklaşmış, burnunu karşı kıyıya vermiş, Cenevre'ye gidiyor. Geniş kaldırımlarında Ortadoğulu zenginlerin gezindiği Rue de Rhone ve Rue du Marche'nin gösterişli mağazalarında az insanın alabileceği şık giysilerin, saatlerin, takıların satıldığı lüks kente...

1 Aralık 2024

Denizler silah çöplüğü

Cumhuriyet, 1 Aralık 2024

Stuttgart – Ahmet Arpad

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü!

Geçen ay bir gazetede okumuştum, Kuzey Denizi'yle Baltık Denizi'nin dibinde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra atılmış 1.6 milyon ton cephane yatıyormuş. Konuyu biraz araştırırken kadın yönetmen Frido Essen'in "Denizde Bombalar" adlı belgesel filmine rastladım. Essen, denizlerde her an patlamaya hazır bombalarla kimyasal silahların yattığını anlatıyor. Almanya'nın bu denizlere tam 1500 kilometre kıyısı var. Sadece geçen yıl 20 milyon insan, dibi dev bir silah deposunu andıran suların kıyılarında tatil yapmış. Altlarında bombalar, top mermileri, mayınlar ve torpidolar...

SİLAHLARIN ZEHRİ

Hitler Almanya'sının teslim olmasının ardından ülkeye el koyan "Dörtler" çabucak büyük bir temizliğe girişmişti! Aldıkları ortak kararla Alman ordusunun silah fabrikalarında ve depolarında buldukları çoğu kimyasal milyonlarca ton silahın yüzde seksen beşini Kuzey ve Baltık denizlerine boca etmişlerdi. İki deniz o günden günümüze Almanya'nın dev bir silah çöplüğü! Silahların çoğu Kiel, Lübeck ve Rostock önlerinde denizin dibinde. Uzmanların açıklamalarına göre bu silahlar bir yük trenine doldurulmak istense 2 bin 300 kilometre uzunluğunda bir tren gerekirmiş!

Yaklaşık 80 yıldır orada çürüyen İkinci Dünya Savaşı'nın silahlarından yayılan sayısız zararlı madde sulara karışıyor. Kiel Üniversitesi uzmanları, son yıllarda yangın bombalarıyla değişik cephanelerdeki fosforu, TNT ve arseniği pisi balıklarında ve midyelerde tespit ettiler. Silahların zehri deniz ürünleri aracılığı ile insanlara bulaşıyor. Yetkili makamlar sorumluluğu onlarca yıldır birbirlerine atıyor. Ne de olsa "Dörtlerin" denizin dibine yığdığı Hitler'in bombalarını çıkarıp imha etmek milyarlarca Avro'ya mal olacak.

Kısa süre önce telefonlaştığım Dresdenli bir tanışım, "Uzmanlar en çok Rostock kıyılarını araştırıyor, sonra da buldukları bombaları çıkarıyorlar" dedi. "Tatile gittiğimiz o kumsallarda gezinirken dikkat etmemiz gerekiyor, çünkü yangın bombalarından kopan ve kıyıya vuran fosfor parçaları kehribarı andırıyor, yanılıp da eline alanın derisi kaslara kadar yanıyor!" Alman Federal Meclisi bütçe encümeni bir süre önce Kuzey ve Baltık denizlerinin altında yatan bombalarla kimyasal silahların çok iyi araştırılması için 100 milyon Avro'yu onayladı.

PATLAMAMIŞ BOMBALAR

İngiliz ve Amerikan uçakları savaşın son yıllarında Almanya'nın üzerine yüz binlerce bomba yağdırmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nın bombaları sadece suların altında değil, Alman topraklarının altında da sayısız patlamamış uçak bombasının yattığı bilinen bir gerçek. Nerede oldukları belirsiz, arada bir rastlantı sonucu ortaya çıkıyorlar. Alman kentlerindeki inşaatlarda da patlamamış bombalar bulunuyor. Hemen imha ekibi çağrılıyor, çukurun bir kilometreye yakın çevresindeki tüm yerleşimler boşaltılıyor. Evlerde, okullarda, hastanelerde, işyerlerinde tek insan kalmıyor! Trenler, uçaklar duruyor. Binlerce insan 3-4 saatliğine başka yere "göç ediyor"!

Resmi verilere göre İkinci Dünya Savaşı yıllarında müttefikler yaklaşık 1 milyon 900 bin ton bombayı Almanya'nın üzerine atmış. Yetkili makamlar bunlardan yüzde 10'unun hâlâ patlamadan toprağın altında yattığını açıklıyor.

Salzburg'da bir kış akşamı

Aydınlık Avrupa, 01.12.2024

SALZBURG düşle gerçek karışımı bir kent, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyülüyor. Ünlü yazar Stefan Zweig (28 Kasım 1881 – 22 Şubat 1942) Salzach kıyısında en verimli ve en mutlu yıllarını geçirmişti.

Irmağa uzanan loş ve dar sokakların Arnavut kaldırımı taşlarında ayak sesleri... Kürk mantolarına, loden paltolarına bürünmüş insanlar lokantalara, tiyatrolara gidiyor. Mozart'ın, Zweig'ın, Bernhard'ın, Handke'nin kenti Salzburg'da akşam oluyor. Tarihi yapılar arasındaki daracık ortaçağ sokakları ışıl ışıl, vitrinler rengârenk. Alanlar, tarihi yapıların altındaki geçitler, dar sokaklar insan dolu. Bu şirin Salzach kentini hiç boş göremezsiniz. Doğanın güzelliği ile sanat eserleri, dik, kayalıklı yamaçlarla yeşil düzlükler bir arada uzanıyor. Alpler'in en son eteklerine sıkışmış ovada bazen yeşil, bazen sarı gri, fakat hep köpüklü ve çağıltılı akan Salzach'ın kıyılarında yükselen küf yeşili kubbelerde, kıpkırmızı kiremitli sivri damların gün batışının son kızılı. Şirin kent renk değiştiriyor. Dizi dizi kestane ağaçlarının altına gizlenmiş banklarda oturanlar karşılarındaki kentle sahne karışımı bu çarpıcı görüntüye dalıyor. Birden karanlık iniyor tarihi kente, yüce katedralin çanları çalıyor, karanlıkta yayılıyor alanlarda, yankılanıyor tepelerde, kayalıklarda, Salzach kıyılarında...

Düşle gerçek karışımı, görüntüsüyle sizi günün her saatinde büyüleyen Salzburg dünyaca ününü sadece güzelliğine borçlu değil. Bu kent Mozart'ın doğum yeridir. Getreidegasse'deki evini her yıl yüz binler ziyaret ediyor. 1920'de kurucuları, Yahudi asıllı Max Reinhardt, Viyanalı yazar Hugo von Hofmannstahl ve besteci Richard Strauss olan on binlerin aktığı Salzburg Festivali her yıl temmuz-ağustos aylarında düzenleniyor. Bu yıl tam 172 etkinliğe ev sahipliği yaptı. Büyük katedralin önünde sahnelenen "Jedermann" oyunu ile açılıyor festival. 1938-1944 arasında Hitler bu festivali, Nazi propagandası amaçlı da olsa, devam ettirmişti. Tabii Max Reinhardt'sız ve Jedermann'sız...

ZWEİG SALZBURG YILLARINDA DORUĞA TIRMANMIŞTI

Stefan Zweig'ın 17 yıl yaşadığı kenttir de Salzburg. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar
onun en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu 5 numaradaki villayı Friderike ile evli olduğu yıllarda satın almıştı. Orada doruğa tırmanmıştı. En güzel eserlerini, kente ve ırmağa yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villasında yazmıştı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurmuş, onları sık sık Salzburg'da konuk etmişti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Vallery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini, Richard Strauss'la villasında saatler, günler geçirmişti...

"Sanatla mutlu doğanın karşılıklı yükseldiği o günler ne zengin, ne renkliydi!" diye anlatır, ölümünden kısa süre önce yazdığı en ünlü eseri "Dünün Dünyası"nda (Türkçesi: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını. "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden'in üzerinden yükselen tepede oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

YAZAR OLARAK ÖZGÜRLÜĞÜNE DÜŞKÜNDÜ

Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı ölümünden şimdiye hiç yitirmedi güncelliğini. "İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim", diyen Stefan Zweig bir huzursuzluğun diğerini takip ettiği günümüzde düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli! Her şeye hümanizmin penceresinden bakan Stefan Zweig yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Avrupalı Zweig bir Avusturyalı idi. O, modern dünya vatandaşıydı. Politikacılara karşı eserleriyle düşün savaşı vermiş, kitapları yakılmış gerçek bir aydındı! Kültür aracılığı ile daha iyi bir dünyayı yaratacağına inanmış tam bir düşünürdü. İnsancıldı, savaş karşıtıydı. Bu uğurda savaşım verdi ömrü boyunca. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig'ları ölüme sürüklemişti! Ünlü "Berlin-Aleksander Meydanı" romanının (Çeviri: Ahmet Arpad) yazarı Alfred Döblin'in o yıllarda söylediği: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar" sözleri ne yazık ki günümüzde hâlâ geçerli. Stefan Zweig üzerindeki bütün baskılara karşın yazdı durdu, son gününe kadar. Ve yazdıkları bugün de hep güncel. Kahvehanelerden, lokantalardan, şaraphanelerden, pastanelerden ışık sızıyor. Tarihi binaların altındaki dar pasajların birbirine bağladığı sokaklar ıssız. Dükkânlar çoktan kapanmış, Cafè Tomaselli'de, Cafè Bazar'da, Schatz'da, Demel'de, Fürst'te müşteriler azalmış. Beyaz önlüklü şirin kızlar keyifle masaları siliyor, iskemleleri topluyor. Otel Sacher'in terasından karşı tepeler, ışıklar içinde orta çağ kalesi Hohensalzburg...

24 Kasım 2024

'Onur, özgürlük, anavatan'

 Avrupa Aydınlık, 24 Kasım 2024

Stuttgart - Ahmet Arpad

Stuttgart'ın tutucu üniversite öğrenci dernekleri Untertürkheim semtinde yıllık toplantılarını yapıyor. Almanya'da üniversite öğrencilerinin 19. yüzyılın başlarında (Halle kentinde 1814'te) kurduğu ve ömür boyu üye kaldığı bu derneklerin sayısı binin üzerinde. Toplam 157 bin üyeleri var! Hemen hemen tümü de erkek. Bu derneklerin içinde yüz kırkı sadece tutucu değil, aşırı sağcı da... Onların üye sayısı 20 bin.

İşte Stuttgart'ta bir araya gelip üç gün boyunca geleceklerini tartışanlar da bu gibiler. Altı yüze yakın karşıt görüşlü genç üniversiteli toplantı salonunun önünde nümayiş yapıyor. İki grubun birbirine girmemesi için iki yüz kadar polis de motosikletleri, su sıkma araçları, atları ve köpekleriyle salonu koruma altına almış. Adolf Hitler'in 9 Kasım 1923 günü hükümeti devirmek amacıyla Münih'te düzenlediği başarısız darbede başrolü oynamış olan tutucu öğrenci derneklerinin içinde o yıllarda NSDAP sempatizanı çok üye vardı. Bunlardan ikisi, Hitler'e çok yakın üyelerden, ilerde SS komutanlığına getirilen Himmler (Apollo Münih) ile Treblinka ölüm kampının komutanı olan Eberl (Germania İnnsbruck) idi. Bu dernekler Nazi döneminde üye sayılarını kimi kentte ikiye katlamıştı. Günümüzde çoğu dernek, geçmişte de olduğu gibi yabancı üniversite öğrencilerini üye olarak aralarına almıyor. Çünkü onların kapıları sadece ‘saf kan' Alman gençlerine açık.

ÖĞRENCİ YURTLARI TUZAK

Gençleri kendi ideolojilerine çekmek için en güzel tuzak da kurdukları öğrenci yurtları. Bilindiği gibi her yıl öğretim yılının başında on binlerce yeni öğrenci kalacak bir yer arıyor. Onlar ya ailelerinin yanında kalmak ya özel odalar kiralamak ya da bu gibi derneklerin yurtlarına sığınmak zorunda. Tanışımız olan Hırvatistanlı bir aile kısa süre öncesine kadar böyle bir öğrenci yurdunda görev yapmıştı. Karı-koca binanın ve odaların temizliğinden, tüm alışverişe kadar çok şeyden sorumluydu.

Tanış anlatmıştı: "Buradaki ağabeyler acemi öğrenciye hemen kucak açıyor. Rahat bir yaşamı olsun, ortama alışsın diye çok çaba gösteriyor." Genç öğrenci iki sömestr sonra - tabii işlerine yarayan biri ise - aralarına alınırmış. Önemli olan bu kişinin saygı, namus ve şeref gibi idealleri kabullenmesi... İkinci yılın sonunda, dördüncü sömestrin ardından, işe yarayan (!) bu öğrenci kesin kabul görüyor. Çünkü o artık düzenin tüm kurallarını benimsemiştir, derneğin bir üyesidir. Ve bu üyeliği ömür boyudur! Stuttgart'ın yamaçlarındaki kimi tarihi, paha biçilmez değerde villayla, apartman bu derneklerin malı. Her yıl sadece üye aidatlarından 200 bin avro bir araya geliyor. Bu derneklerin, varlıklı yaşlı üyelerin parasal desteği olmadan ayakta duramayacağı da biliniyor.

Stuttgart - Untertürkeim'da toplantının yapıldığı salona değil girmek, yakınına bile sokulmak olanak dışı. Sıkı bir polis korumasında aşırı sağ görüşlü tutucu öğrenciler! Ara sokaklara toplanmış genç karşıtları ellerindeki bayrak ve afişleri sallıyor, bağırıp çağırıyor, müzik yapan bir grubun çaldığı müziğe ayak uyduruyorlar.

Tüm Almanya'da sloganları "Onur, özgürlük, anavatan" olan, ülkedeki yabancılardan pek hoşlanmadıkları bilinen aşırı sağcıların toplandığı Sängerhalle salonuna uzanan yolun başındaki tabelada "Türkenstrasse" yazıyor...

17 Kasım 2024

"Bunlar ölüme gidiyor!"

 Cumhuriyet, 17 Kasım 2024

STUTTGART - AHMET ARPD

Günlerden Cuma. Heidelberg'den dönüyoruz. Az önce yağmur başladı. Hava kararmak üzere. Stuttgart yönüne uzanan otoban dolu. Yanımda oturan yaşlı Rudi uzun yıllar Brezilya'da yaşadıktan sonra emekliliği geldiği için ülkesine döneli daha bir ay olmamış. Bugün havanın güzelliğinden yararlanıp Neckar akarsuyu kıyısından Heidelberg'e uzanmış, şirin kentin tarihi sokaklarını ve kalesini gezmiştik. Bütün gün gülen, çenesi hiç durmayan neşeli Rudi nedense Heidelberg'den yola çıkalı sus pustu.

Az sonra da dayanamadım, sordum: "Ne oldu, canını sıkan bir şey mi var?" Hemen yanıt vermedi. Suratına baktım. Başını salladı: "Şu otobanın haline baksana", dedi. "Bu havada deliler gibi araç süren şu insanlar seni rahatsız etmiyor mu?" Kapkara alçak bulutlar neredeyse başımıza değecek. Üç şeritli otobanda ayağını gazdan çeken yok. İşten çıkanlar, evlerine dönenler, hafta sonu tatiline gidenler kelle koltukta gaza basıyor. Yağmur kimsenin umurunda değil. Ben de farkında olmadan kendimi onlara uydurmuşum.

Sağ şeritte peş peşe uzun araçlar, kamyonlar kervanı. Aralarına düşen bir daha kendini zor kurtarır. Bizim gibi orta şeritte gidenler saatte ortalama 130 km yapanlar. Sağdan soldan fışkıran kirli yağmur sularının arasından önümüzü görmeye çalıyorum. Solumdan geçenleri gözümün ucuyla şöyle bir seçiyorum. Mercedes'ler, BMW'ler, Porsche'ler... Sürücüleri otobanların Formula 1 sürücüleri! Yanılıp da şeritlerine geçmeye filan kalkışmayın. Yandınız. Bu "kahramanlar" otobana çıkar çıkmaz gaz pedalına sonuna kadar basar, saatte 200 kilometre hıza ulaşırlar. Uzunları yakar söndürür, arka tamponunuza yapışırlar.

Aşırı hıza hapis cezası

"Bunlar ölüme gidiyor", diye Rudi tıslar gibi konuştu. "Brezilya'da da otobanlar var, fakat saatte 100-120 kilometreden fazla hız yapanı göremezsin." Aynı anda az önümüzde sağdan giden uzun araç sinyal verip çabucak şerit değiştiriyor. Aramızdaki mesafe şimdi taş çatlasa 20 metre. Korna, reflektörler! Hollanda plakalı aracın şoförü benimle alay eder gibi havalı kornasına basıyor. Hafifçe frene basıp şerit değiştiriyorum. Yanından giderken bana bir korna daha. Az sonra yine orta şeritteyim. Arkamdaki kamyonun yanıp sönen uzun yol farları dikiz aynasında gözümü alıyor. Yavaşlıyorum. Sanki benden başka bütün sürücüler telaş içinde bir yere yetişmek derdinde. Karısı çocuk mu doğurmuş, evinde yangın mı çıkmış, randevusunu kaçırırsa kızı onu terk mi edecek? Belki de bu otobanda bir yarış düzenlenmiş, fakat benim haberim yok? İsviçre‘de aşırı hız yapanları artık hapis bekliyor, Danimarka'da otomobillerine el konuyor ve açık arttırmayla satılıyor!

Az sonra Heilbronn/ Würzburg sapağından Stuttgart yönüne uzanan dört şeritli otobana girdiğimizde yağmur sanki bıçakla kesilmiş gibi duruveriyor. Batmaya hazırlanan güneş alçak bulutların arasından kendini son bir kez gösteriyor. Bu otobanda trafik daha da yoğun. Frankfurt, Nürnberg ve Würzburg'dan gelip Güney Almanya'ya, İsviçre'ye gitmek isteyenler dört şeride yayılmış. Biraz sonra da uzun rampada birbirini sollayan kamyonlar ilk iki şeride el koyuyor.

"Ben daha fazla bu işkenceye dayanamayacağım", diye inler gibi konuşuyor Rudi. "Haydi seni Monrepos sarayındaki lokantaya akşam yemeğine davet ediyorum." Direksiyonu sağa kırıyorum. Ludwigsburg çıkışından kendimizi dışarı atıyoruz. Az sonra buzlu duble İskoç'larımızı yudumlarken keyfimiz yine yerine geliyor.


10 Kasım 2024

9 Kasım, Almanya'nın yazgısı

Aydınlık Avrupa, 10 Kasım 2024

Ahmet Arpad

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Adolf Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu. İtalya ve İspanya'da insanlar Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi.

İlginç bir rastlantı mıdır bilinmez, 9 Kasım'ın Alman tarihinde çok önemli bir yeri vardır. Alman Kayseri II. Wilhelm 9 Kasım 1918'de bir ihtilal sonucu tahtan inmek zorunda kalır. 9 Kasım 1923'de Hitler Münih'te darbe girişiminde bulunur. 9 Kasım 1938'de Naziler Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin evlerini, dükkanlarını ve sinagoglarını yakar. 9 Kasım 1989'da iki Almanya'yı bölen duvar yıkılır...

Adolf Hitler 1 Eylül 1923'de General Ludendorff'la birlik olup aşırı sağcı Alman Savaş Birliği'ni kurar. İki ay sonra da, 9 Kasım 1923'de Münih'te hükümet darbesi girişiminde bulunur. Hedefi, Bavyera'da yönetimi ele geçirdikten sonra başkent Berlin'de ülke yönetimine el koymaktır. "Geçici Alman Ulusal Hükümeti"ni ilan eden Hitler ve yandaşı darbeciler 9 Kasım 1923 sabahı silahlanıp Feldherrenhalle'ye yürürler. Güvenlik güçleri ile çıkan çatışmada Hitler ve yardımcıları dört polisi öldürür. Ancak girişimleri başarılı olmaz ve darbeciler tutuklanır. İşledikleri suçun ağırlığı nedeniyle Leipzig'deki Devlet Mahkemesi'nin karşısına çıkarılmaları gerekmektedir. Ne de olsa hükümet darbesi girişimi ile devletin güvenliğini tehlikeye sokmuşlardır. Bu suçun cezası da idamdır!

YASALARI ÇİĞNEYEN BAKAN

Ancak suçun işlendiği Bavyera Eyaleti'nin Adalet Bakanı Franz Gürtner geçerli yasaları çiğneyerek davanın Münih'te görülmesini sağlar. Çünkü Hitler'e darbe girişiminde destek verenler Bavyera'da politikaya damgalarını vurmuş kişilerdir. Bir ay süren dava boyunca Hitler ideolojik propagandasını yapar. Nasyonal Sosyalist ideolojiye olan yakınlığı bilinen başyargıç Neithardt'ın kararı beş yıl hapis olur. 1 Nisan 1924'de Landsberg hapishanesinde kendisine özel bir hücre verilen Hitler burada "Kavgam" adlı kitabının birinci cildini kaleme alır ve 9 ay sonra da aniden serbest bırakılır. Çıkar çıkmaz da aşırı sağcı ve Nasyonal Sosyalist NSDAP'yi kurar.

Hitler "Kavgam" ile Alman toplumuna ideolojisini aşılarken özellikle şunun üzerinde durur: "Yahudi her zaman için bir parazittir, zararlı bir mikrop gibi yayılır..." 10 Mayıs 1933'de tüm Almanya'da yakılan kitapların arasında Yahudi yazarların kitapları da vardı. Ateşe atanların çoğunluğunun üniversite profesörleri ve öğrencileri olması, Hitler'in "Kavgam"la ne denli başarı elde ettiğinin bir kanıtıdır. Kitap yakmanın hemen ardından yayınlanan bildirilerle tüm ülkede halk Yahudi dükkânlarını, bankalarını, doktor ve avukatlarını boykot etmeğe çağrılır. 1938 yılının Ekim'inde binlerce Polonya asıllı Yahudi'nin ülkeden sürülmesini protesto eden 17 yaşındaki Yahudi Ernst von Rath'ın Paris'teki Alman Büyükelçiliği'ne suikast düzenlemesini bahane eden Goebbels 9 Kasım 1938'de 'yakma emrini' verir!

TÜRKİYE'DE ATATÜRK, ALMANYA'DA HİTLER

O gece yaşananlar Yahudi soykırımının başlangıcıdır. Tüm Almanya ve Avusturya'da Yahudilerin sahibi olduğu 7500 dükkân yakıp yıkılır, talan edilir. Almanya, Avusturya ve Sudetenland'da toplam 267 sinagog yangınlarla yerle bir olur. SS'ler aynı gece yaklaşık 30 000 Yahudi'yi evlerinden alıp Buchenwald, Dachau ve Sachsenhausen kamplarına atar. Parçalanan camların gecenin karanlığına yükselen alevler ışığında parıldamasından esinlenerek bu yakıp yıkmaya 'Kristal Gece' adı verilir. Birkaç gün sonra da tüm Yahudi mallarına el konur. 3 Aralık günü çıkarılan yasalarla tiyatro ve müzelere girmeleri yasaklanır, otomobil ehliyetleri bile ellerinden alınır. Üniversite ve yüksek okullardan da atılan Yahudiler sahibi oldukları mücevherleri SS'lere vermeğe zorlanır. Savaşın başlamasıyla da çıkarılan sayısız genelge ile yaşam alanları daraltılır. Evlerinde radyo, evcil hayvan, plak, yazı makinesi, bisiklet, soba bulundurmaları yasaklanır.

9 Kasım 2024, Almanya'da Kayser'in ihtilalle tahttan inmesinin ve monarşinin sonunun 106. yılı, Hitler'in darbe girişiminin 101. yılı, Nazilerin Yahudi soykırımını başlatmasının da 86. yılı...

Türkiye'de Atatürk'ün Cumhuriyeti kurduğu günlerde, Almanya'da Hitler Nazi ideolojisinin temellerini atıyordu! İtalya ve İspanya diktatörler Mussolini'yle Franko'nun pençesindeydi...

3 Kasım 2024

"İkinci vatanım Türkiye"

Cumhuriyet, 03.11.2024

STUTTGART – AHMET ARPAD


Bu sözler değerli insan, Türk dostu Edzard Reuter'in. O'nu 27 Ekim günü yitirdik. 96 yaşındaydı. Dostluğumuz çok gerilere gidiyordu. 1997'ye. Stuttgarter Zeitung benden 'Almanlarla Türkler arasında uyum" üzerine bir makale istemişti.

Almanya'nın 1990'da Doğu Almanya ile birleşmesinin ardından iki toplum arasındaki ortak yaşam ve yabancıların uyumu zora girmişti. Almanya'nın 1990 yılında 62 milyon olan nüfusu iki ülkenin birleşmesiyle bir günde 80 milyona çıkıvermişti! İşte o günler topluma kimi güçlükler getirmişti. Bunlardan biri de otuz yıldır uyum içinde sürüp giden Alman-Türk ortak yaşamının karşısına engellerin çıkmasıydı. 7 Mayıs 1997'de Stuttgarter Zeitung'a yazdığım yarım sayfalık makalenin konusu uyum ve ona giden sağlam yollardı! Edzard Reuter'le o güne dek hiç görüşmemiştik. Yazımı okuduktan aramıştı. Bir akşam yemeğinde buluştuk. Eşi Helga'yla gelmişti. Bir yıl önce Berlin'de 'Helga ve Edzard Reuter Vakfı'nı kurmuşlardı. Vakıflarının hedefi değişik ırklardan, dinlerden ve kültürlerden gelen insanların barış içinde ortak bir yaşam sürdürmesiydi!

Türklerin topluma uyumu

Tabaklarda İskender Kebabı, kadehlerde Yakut vardı! Önden mezeyi de unutmamıştık. Sohbetimiz bir gün önce gazetede çıkan yazımın konusu ve üzerine eğildiğim sorunlardı. Keyifli geçen o akşam yemeğinin sonunda getirdiğim öneriye sıcak bakmıştı. Kuracağımız bir 'kültür köprüsü' aracılığı ile iki toplumu bir araya getirecektik! 1964 yılında işe başlamış olduğu Daimler-Benz'de doruğa çıkan ve 1987'den 1995'e kadar da dünya devinin CEO'su olarak görev yapan Edzard Reuter görüşmemizin hemen ardından kolları sıvamıştı. Sayısız ortak girişimlerimiz olumlu sonuçlar almış, kafamızdan geçenler bereketli topraklara düşmüş, tohum tutmuştu. "Stuttgart Türk-Alman Forumu" 1999 yılında kurulmuştu. https://www.dtf-stuttgart.de/artikel/hakk%C4%B1m%C4%B1zda

Kısa süre önce büyük bir törenle 25. yılını kutladık. Almanya'da benzeri yok! Forum kendini şöyle tanıtıyor: ''Hedefimiz Almanlarla Almanya'da yaşayan Türklerin kültürel çerçevede bir araya gelmelerini ve ortak çalışmaların oluşumunu desteklemektir. Geliştirdiği eğitim projeleri ve kültürel programlarıyla Forum, bu ülkeye özgün çabalarıyla yerleşmiş Türklerin topluma uyumuna destek vermektedir."

Özgürlük kaçınılmaz koşul

Baba Ernst Reuter 1934 yılında Hitler'den kaçıp Türkiye'ye sığınan 130 bilim ve kültür adamından biriydi. Onun ve ailesinin Türkiye ilgisi 1946'da vatanlarına dönmelerine karşın hep sürmüştü. Reuter o günlerde şöyle konuşmuştu: "Özgürlüğün, demokrasinin ve hoşgörünün insancıl bir toplum için ilk ve kaçınılmaz bir koşul olduğu, her zaman için böyle kalacağı gerçeğini de ödün vermeden kabullenmeliyiz." Bu bilinci oğlu Edzard'a da aşılamıştı. 1997 yılında tanışmamızın ardından bir başka sohbetimizde de şunları söylemişti: "Anadolu'nun yüzyıllara dayalı gelenekleri, deneyimleri ve kültürleri, barış içinde birlikte yaşayan bir halklar topluluğunun gelişmesine katkıda bulunabilirdi. Babamın, Atatürk ve ondan sonra göreve gelenlerin, Türkiye'yi, devletleri özgürlükçü demokrasinin temellerine dayanan uluslar topluluğu yoluna sokmak için g
österdiği şaşmaz kararlılıktan etkilendiğini çok iyi hatırlıyorum."

"Türkiye benim ikinci vatanım"

"Türkiye benim ikinci vatanım", diyen Edzard Reuter, en zor dönemlerde Türkiye'nin birçok Alman'a kucak açtığını söylüyordu. Türkiye ile Almanya arasında sıkı dostluk ilişkileri bulunduğunu ve bu ilişkilerin kararlı bir biçimde sürdürülmesi gerektiğinin de altını çiziyordu. "Yabancıya karşı açık olacaksın, onu itmeyeceksin, ona 'hoş geldin' diyeceksin. Ben bunu Türkiye yıllarımda öğrendim."

Hitler Almanya'sından kaçarak "modern çağın ilk beyin göçünü" yaratan ve Atatürk'ün davetiyle gelen bilim adamlarından biri olan babası Ernst Reuter'in de "İkinci Vatan" olarak adlandırdığı Atatürk Türkiye'si ona ve dostlarına çok olanak tanımıştı. Değerli bilim adamı ve politikacı Reuter ülkemizden ayrıldıktan sonra da kitap ve yazılarında Türkiye'den hep "memleketim, memleketimiz" diye söz etmişti. Oğul Edzard'da şöyle anlatıyordu: "Babamın o günlerde birçok Alman bilim adamı gibi Amerika Birleşik Devletleri yerine Türkiye'yi yeğlemiş olmasının önemli nedenlerinden biri, Atatürk Türkiye'sinde kendilerini iyi bir geleceğin beklemiş olacağına inanmalarıydı. Burada daha özgür çalışarak kendilerini daha iyi kanıtlayabileceklerine emindiler." Atatürk'ün modern bir Türkiye yaratma düşünün gerçekleşmesinde, Nazi Almanya'sından kaçıp Türkiye'ye gelen her bilim adam gibi Ernst Reuter'in de o yıllarda ülkemize çok büyük ve kalıcı katkısı olmuştu.

17 Haziran 1953, halk ayaklanması

Gazeteci Burhan Arpad 18 Haziran 1953 günü Salzburg Festivali'nden Berlin Festivali'ne gitmek için Münih'ten bindiği PAN AM uçağında Batı Berlin Başkanı Belediye Başkanı Ernst Reuter'le yanyana oturur. Bu bir rastlantıdır! Bir gün önce, 17 Haziran 1953'de, savaş sonrası kurulan yeni Almanya'nın tarihinde önemli iz bırakacak bir olay yaşanmıştır. Berlin'de bir milyonun üzerinde insanın katıldığı özgürlük ve demokrasi nümayişi kısa sürede bir ayaklanmaya dönüşmüş ve Sovyet tankları tarafından acımasızca bastırılmıştır. En az 50 insanın öldürüldüğü, 15 bin insanın tutuklandığı 17 Haziran günü Berlin'de olmayan Ernst Reuter ertesi gün uçaktan inerken arkasında Burhan Arpad durmaktadır. "Merdivenin ucunda yaklaşık 200 gazeteci bekliyordu", diye anlatmıştı ilerde. Ernst Reuter onu ertesi gün makamına davet eder. Bir gün sonra da Vatan Gazetesi tüm birinci sayfasını Arpad'ın röportajına ayırır. Oğlu Edzard'ı tanıdıktan sonra İstanbul Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi'nde bulduğum o sayfa bugün Berlin'deki Ernst Reuter Vakfı'nın arşivinde duruyor

Hocaefendi Almanya'da hep koruma altındaydı!

 Aydınlık Avrupa, 3 Kasım 2024

STUTTGART
AHMET ARPAD


Yıl 2002. Stuttgartlı Gülen'e yakınlığı ile tanınan dershane yöneticisine sormuştum: "Niçin ısrarla 'Ben Fethullahçı değilim' diyorsunuz? Fethullah Gülen'e niçin karşısınız?" Yanıt kısa olmuştu: "Ben Gülen adından rahatsızlık duyuyorum." Bir soru daha: "Hoca Efendi sizi niçin rahatsız ediyor?" Yanıt yine kısaydı: "Bizim Gülen'le ilgimiz yok. O siyaset yapıyor." Sıkıştırmıştık: "Fethullah Hoca üzerine ne düşünüyorsunuz?" Son yanıt: "Türkiye bağlantılı bir konu olduğu için görüş bildiremeyeceğim. Bizim amacımız Almanya'daki Türk ve yabancı gençlere eğitim vermek."

O günlerde din baronunun peşinden gitmeye başlayanlar Almanya gibi liberal bir ülkede kök salmasalardı şaşırmak gerekirdi. Kimler miydi bu çıkarcı yardakçılar? Çoğu 1990'lı yıllarda Alman vatandaşlığına geçmiş işadamları, akademisyenler, üniversite öğrencileri, dini bütünlerdi! Kısa süre önce Nurcu hareketinden ayrılmışlar, Türkiye'den 1992 yılında Stuttgart'a yollanan Halil Şimşek hocanın çevresinde toplanıp yola koyulmuşlardı. Bu hocayı Gülen hareketinin ikinci adamı Nurettin Veren'in tanımasını, Necip Hablemitoğlu'nun Gülen raporunda adının geçmesini hiç umursamamışlardı. İlk işleri hep birlikte öğrenci dernekleri kurup dershaneler açmak olmuştu. O günlerde kendilerine: "Siz Hocaefendi'nin müritlerisiniz!" diyenlere kızmışlardı. Hatta gazetecilere, araştırmacılara davalar açıp gözlerini korkutmuşlardı. "Niçin?" diye soranlara hep: "Gülen siyaset yapıyor, adından rahatsız oluyoruz", yanıtını vermişlerdi. Birkaç yıl sonra da dershaneleri yavaş yavaş özel okullara çevirmeye başlamışlardı. Bu girişimde de Almanya'da ilk adımı Stuttgart'daki Hocaefendiciler atmıştı! Halil Şimşek Hoca Hizmet görevlerini ilerki yıllarda İspanya ve İsviçre'de de sürdürüp 2006'de tekrar Almanya'ya dönmüştü. Gittiği ülkelerde o resmi makamların kayıtlarında ‘Zaman gazetesinin muhabiriydi'!

‘Ağabeyler' ve 'Ablalar'

1990'lı yılların sonunda üniversiteye giden Türk gençlerinin yaşadığı 'ışık evleri' açılmıştı. Sayıları bir ara üç yüze yaklaşmıştı. Çoğu da tabii yaklaşık 200 bin Türk'ün yaşadığı Berlin'deydi. Baden-Württemberg Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi'nin 2014 yılında uzmanlardan aldığı bilgilerle hazırladığı rapora göre, ülke genelinde Gülen Cemaati'ne yakınlığıyla bilinen 24 okul, yaklaşık 300 dernek ve 150 okul derslerine yardımcı kurs vardı. İdeolojilerine yakın olanları ‘ağabeyler' ve ‘ablalar' akşam sohbet toplantılarında ve ortak gezilerde yanlarına çekiyordu.

Geçmiş yıllarda olduğu gibi bugün de cemaatten doyurucu bilgi almak pek kolay değil. Ya sorularınıza hiç yanıt vermiyorlar ya da "niçin soruyorsunuz?" dedikten sonra kısa bir yanıtla geçiştiriyorlar. Gülen'i Almanlara her fırsatta "Türk İslam bilimcisi" diye lanse eden cemaatçilerin 2014'de kurduğu Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın internet sitesi 'diyalog, tolerans, karşılıklı anlayış, düşünce ve din özgürlüğü, demokrasi, barış, kadın ve erkek eşitliği' gibi güzel sözcüklerle dolu. Vakfın açılış törenine yolladığı ve Zaman Gazetesi'nde yayınlanan mektubunda Hocaefendi şöyle diyordu: "…Hakiki insan bir muhabbet adamıdır. O herkese ve her şeye şefkatle yaklaşır. Çocukları geleceğin tomurcukları gibi okşar ve koklar. Gençlere yüksek hedefler göstererek onlara ideal insan olmalarını salıklar. Yaşlıları en içten bir saygı ve hürmetle onore eder. Herkese karşı mutlaka bir diyalog yolu araştırır ve engin vicdanında her insana bir yer ayrılır."

Gülenci kuruluşların danışma kurullarına aldıkları, konferanslara çağırdıkları bilim adamları, politikacılar, gazeteciler, profesörler vardı. Alman medyasında çıkan Gülen hareketini eleştiren sayısız haberi, makaleyi, değişik TV kanallarının Gülen olayına eleştirisel eğilmesini, verilen soru önergelerini bu 'uzman danışmanlar' - birkaçı dışında - pek ciddiye almadı. Görüşlerini sorduklarımız hareketin çalışmalarını onayladıklarını söyleyip görevlerine devam ettiler! Almanya'nın ünlü bir üniversitesinde ders veren bir profesörün: "Gülen hareketinin yaptığı 'Säkulare Prophetie' (dünyevi kehanet)" açıklaması çok ilginçti! O zaman Hocaefendi de 'dünyevi kahin' mi oluyordu?

"Mafya Babası"

Özellikle Gülen hareketine sürekli eleştiriler yöneten ünlü Der Spiegel dergisinin Türkiye ve cemaat deneyimli yazarı Maxmilian Popp, Hareket'in Almanya'da İslami öğeleri ağırlıklı bir Türk milliyetçiliğine yöneldiğinin üzerine basmıştı. Yaşamının üç yılını Türkiye'de geçirmiş, Bilgi Üniversitesi'nde uluslararası hukuk ve politika üzerine öğrenim görmüş olan Popp 2012'de Der Spiegel'de yayınladığı "Mayfa Babası" başlıklı 4 sayfalık yazısıyla cemaati öfkelendirdiği gibi birçok Alman okurun da gözünü açmıştı.

O günden bugüne cemaat ve Hocaefendi Alman medyasının ilgi odağı olmuştu. Hemen hemen hepsi de eleştirisel yazıların, haberlerin, filmlerin, radyo röportajlarının uzun süre ardı arkası kesilmemişti. Gazeteciler okullarının, dershanelerinin, derneklerinin, öğrenci yurtlarının kapılarını çalmışlar, ancak sorularına ender doyurucu yanıtlar almışlardı. Almanya'nın ünlü gazetelerinden Frankfurter Allgemeine hareketin ileri gelenlerinden Ercan Karakoyun'a yönettiği: "Alman polisine Gülenci Türk asıllı polislerin sızdığı iddiası var, ne diyorsunuz?" sorusuna yanıt alamamıştı. Aralık 2013 olaylarının ardından Diyalog ve Eğitim Vakfı‘nın başkanı olan Karakoyun'a Stuttgart'taki bir toplantıda: "Bir süre önce Türk basını Abdullah Aymaz'ın Hocaefendi'nin yerine geçeceğini yazmıştı", dediğimde "Hayır, yok öyle bir şey!" diye karşı çıkmıştı. Toplantıdaki konuşmasında da sık sık diyalogdan, toleranstan, karşılıklı anlayıştan, düşünce ve din özgürlüğünden, demokrasiden, barıştan, kadın ve erkek eşitliğinden söz etmişti. Toplantıya katılmış olan türbanlılar arka sıralarda oturuyordu!

2013'de Erdoğan'la Gülen'in arasına giren ‘karakedi' Alman medyasının biraz olsun gözünü açmış gibiydi. Cemaati eleştiren yazılara daha sık rastlanmaya başlamıştı. Berlin'de Sol Parti, Stuttgart'ta Hıristiyan Demokratlar (CDU) verdikleri soru önergeleriyle dikkatleri Hareket'e çekmişti. Çoğunluk sınırsız şeffaflık talep ediyordu! O günlerde görüştüğüm bazı yerel politikacılar "konunun üzerine sürekli gideceğiz" demişti. Kuzey Ren Vestfalya İçişleri Bakanı Ralf Jaeger yaptığı açıklamayla Erdoğan'la Gülen arasında yaşanan depreme dikkatleri çekmişti. Onun hemen ardından Ren-Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Roger Lewentz, Federal İçişleri Bakanı'ndan Gülen hareketinin tüm Almanya çapında çalışmalarının izlemeye alınmasını talep etmişti. Yine aynı günlerde Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü yaptığı bir açıklamayla, Gülen'in görüşlerinin inanç özgürlüğü ve özgür demokrasinin temel ilkeleriyle bağdaşmadığını ve yakın gelecekteki çalışmalarında bu konuya ağırlık vereceğini belirtmiş, Fethullah Gülen'in geçmişte Almanya'da dağıtılan bazı yayınlarında "özgürlükçü demokratik düzenle çelişki içinde" olduğuna da dikkatleri çekmişti.

Girişken genç iş adamları!

Baden-Württemberg Anayasayı Koruma Örgütü'nün Eyalet Meclisi'ne bir "Gülen Hareketi raporu" sunması beklenirken Fethullah Gülen'i sevdiklerini söyleyenlerin Stuttgart'ta 2012'de yeni inşa ettiği okul binasının açılış törenine katılım üst düzeyde olmuştu. Eyalet Başbakanı Kretschmann, büyükkent belediye başkanı Schuster, İstanbullu meslektaşı Kadir Topbaş ve Hakan Şükür bu törenin şeref misafirleriydi! Eyalet meclisinden her renkte milletvekili de salondaydı! Gülensever'lere 2004'te açtıkları okul küçük gelmeye başlayınca belediyenin gösterdiği araziye daha büyüğünü kondurmuşlardı. Gazeteler: "İnşaata 26 milyon Avro harcandı" diye yazmıştı ertesi gün. Son 7-8 yıl içinde Almanya'da iyice palazlanmışlardı. Alman okullarında başarısız olan Türk çocuklarını kısa sürede kendilerine çekmişler, onlara sahip çıkmışlardı! Her renkten Alman politikacıyı kısa sürede "zararsız Müslüman" ve "girişken genç iş adamları" olduklarına inandırmışlardı.

Gülen hareketini ve ideolojisini Almanya'da tanıtmak için iki binli yıllarda çaba gösterenlerin başında gelenlerden biri kabul edilen, onursal başkanlığını Gülen'in yaptığı Berlin FİD derneğinin başkanı Ercan Karakoyun'un: "Gülen hareketi Almanya için bir şanstır!" açıklaması çok anlamlı ve düşündürücüydü! 2012 yılında Diyalog ve Eğitim Vakfı'nı da (https://de.wikipedia.org/wiki/Stiftung_Dialog_und_Bildung) kuran Ercan Karakoyun'un o günlerde: "Biz Gülen hareketinden değiliz, fakat onun kitaplarını okuyoruz, düşünce ve görüşleri hoşumuza gidiyor", diyenlere olan yakınlığı da sır değildi! Yıllarca inatla: "Niçin Fethullahçı değiliz diyorsunuz?" diye sorana, "Gülen adından rahatsız oluyoruz, çünkü o siyaset yapıyor", demişlerdi. Sonra bir gün gelmiş, aynı kişiler ona "hayran" olduklarını itiraf etmişlerdi. Çünkü onlar atlarıyla Üsküdar'ı çoktan geçmişti, artık çekinecek bir şeyleri kalmamıştı. Hocaefendicilerin paralı okullarında Türk öğrencilerin oranı yüzde 90 civarında... Eğitim bilimcilerinin sürekli: "Uyumun başarılı olması için sınıflarda yabancı kökenli öğrenci oranı yüzde yirmiyi geçmemeli" demesi hiçbir işe yaramamıştı.

Ülkeyi yönetenlerin bir yandan: "Türkler uyum sağlamakta zorluk çekiyor", demesi, diğer yandan da çocukları ve ailelerini Gülencilerin kucağına atmasına bir anlam vermek kolay değil!

"Hem siz hem de biz kazandık…"

Gülenseverler'in Stuttgart'taki yeni okulunun 2012'de açılışını yapan eyalet başbakanı Kretschmann:"Bu okuldan geleceği parlak öğrencilerin yetişeceğine inanıyorum", diye konuşurken o yılların Stuttgart Belediye Başkanı Schuster: "Eğitim konsepti çocukların uyumunu kolaylaştıran bu okul girişiminiz için tebrik ederim. Hem siz hem de biz kazandık…" demişti. Okulun açılışına özel uçakla gelen o yılların İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da konuşmasında Mevlânâ'nın bazı sözlerine değinmişti. İşte o konuşmadan kimi bölümler: "...Bu okul büyük bir fedakârlığın sembolü, uyumun en önemli temel taşlarından biridir... Tertemiz çocukları geleceğe hazırlamalı... Onlar güzel ellerde hazırlanırsa bütün topluma kazandırılır..." Topbaş aynı gün Millî Görüş sorumluları ve ‘Gülensever' işadamlarıyla da görüşmüş, akşam Stuttgart Belediye Başkanı Schuster'in veda toplantısına katılmış ve aynı özel uçakla geç saatlerde İstanbul'a dönmüştü. AKP millet vekili Hakan Şükür de okulun sponsorlarıyla bir araya gelmişti. Toplantı basına kapalıydı... Okulun açılışının ardından görüştüğümüz Hristiyan Demokrat Parti'nin deneyimli bir politikacısı şu açıklamayı yapmıştı: "Almanya'da Gülen Hareketi şeffaf olmadığından şüpheler oluştuğu için örgütlenmesinin iç yapısını, finansmanını ve hedefini daha açık ortaya dökmek zorundadır", demişti, fakat bu güzel sözleri partisi umursamamıştı.

2004 yılında kurulduğunda adı BİL olan okulun 16 Temmuz 2016 olaylarının ardından adını değiştirdiler ve (nedense?) 18. yüzyılda yaşamış olan Alman yazar ve filozof Gotthold Ephraim Lessing'in adını verdiler! 2011-2016 arasında Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı olarak görev yapmış olan Bilkay Öney (SPD) BİL Okulu'nu "Fethullah Gülen hareketine yakın bir kuruluş", diyerek ziyaret etmeye hep karşı çıkmıştı. Bu davranışı nedeniyle de eyalet meclisinde eleştirilerle karşılaşmıştı!

Para musluğunu iyice açtılar

O günlerde para musluğunu iyice açan Almanyalı Hocaefendiciler'e aralarının hep iyi olduğu yerel politikacılar, belediyeler karışmamıştı. Eğitim müdürlerinin, yüzde doksan Türk çocuklarının devam ettiği okullar için: "Alman toplumuna uyumlarına engel" demesi bir işe yaramamıştı. Çoğu kentte bu okullara ve dershanelere harcanan paralar orta halli iş adamlarının (!) kurduğu dernekler üzerinden akmıştı. Bu yöntemi de ilk uygulayanlar yine Stuttgart'takiler olmuştu. Hatta o kadar becerikli çıkmışlardı ki, Hristiyan Demokrat eyalet başbakanını, kent belediye meclisini bile yaptıklarının yararlı olduğuna çabucak inandırmışlardı. Önce Başbakan Oettinger'le buluşmuşlar, elini sıkmışlar, adama hediyeler vermişler, karısının vakfına da 3 bin Avro bağışlamışlardı. Hemen ardından da kısa süre önce Stuttgart'ta yaşama geçirmiş oldukları, kendi açıklamalarına göre de ekonomi, politika ve toplum arasında aracılık yapan SELF adlı kuruluşun üç yıl sürecek ‘uyum projesi‘ne Stuttgart Belediyesi'nin 700 bin Avro vermesini eyalet başbakanının da desteğiyle becermişlerdi! Bu projeye göre iş bulmakta güçlük çeken Türk gençleri Hocaefendici'lerin şirketlerinde pratisyen olarak çalışacak, derneğin abileri de onlara yardımcı olacaktı... O günlerde SELF'in bu projesine kaç şirketin katıldığını gazeteci olarak sorduğum kuruluş sorumlusu bana yanıt vermemiş, ısrar edince de öfkelenmişti!

"Gülen bizim için şans"

Aynı süreçte Freiburg'daki Hristiyanlık üzerine çıkardığı kitaplarla tanınan Herder Yayınevi Fethullah Gülen'in ve yandaşlarının kaleme almış olduğu dört kitabı da yayınlamıştı! 2010 yılında Baden-Württemberg eyaletinin ‘Dinler ve Kültürlerarası Diyalog‘ sorumlusu görevine getirilen Dr. Michael Blume Almanya'nın değişik kentlerindeki Gülen etkinliklerine katılıp konuşmalar yapmış, cemaat için de: "Fethullah Gülen hareketi bizim için bir şans!" görüşüyle Hocaefendi'nin karşıtlarının tepkilerini üzerine çekmişti. O yıllarda köşe yazılarının çıktığı Zaman gazetesindeki şu açıklaması da ilginçti: "Fethullah Gülen'i İslam aleminde çok önemli bir fikir adamı olarak görüyorum. Eğitimi teşvik ediyor. Gülen, modernizmle dinin bir arada yürütülebileceğini gösteriyor. Eğitimi, aile yapısını, diyalogu, hoşgörüyü ve farklı toplumlarla barış içinde yaşamayı teşvik ediyor. Bir din bilimci olarak fikirlerini beğeniyorum."

Diyalog ve Eğitim Vakfı'nın başkanı Ercan Karakoyun, Westdeutscher Rundfunk'a geçen hafta, 21 Ekim'de yaptığı açıklamada, cemaatin Almanya'daki faaliyetlerini Gülen'in ölümünden sonra da sürdüreceğini söyledi. Bakalım ne olacak? Cemaat'in yurtdışı sorumlusu kim olacak, Gülenseverler'i kim yönlendirecek, geride kalan ‘sermayeyi' kim yönetecek? Bir sorumlu mu yoksa birkaç sorumlu mu olacak? Her şey uyum içinde devam mı edecek yoksa kısa süre sonra birbirlerine mi girecekler?

27 Ekim 2024

Din Kardeşleri Cemaati

Aydınlık Avrupa, 27 Ekim 2024 

Ahmet Arpad

Güz geldi. Günlerden pazar, Stuttgart yakınlarındaki Korntal'da yaşayan tanışlarımızın bahçesinde öğle yemeğine davetliyiz. Hanımlar tarihi kestanenin altına büyük masayı kurarlarken ben biraz gezinmek istiyorum. Az ötede Korntal'ın güzel, bakımlı bir mezarlığı var. Hermann Hesse'Hindisnin babasıyla kız kardeşleri burada yatıyor. Mezar taşları tekdüze. Alçak, gri ya da kara taştan. Hepsi de eğik, arkaya doğru. Üzerlerindeki yazılar gökyüzüne bakıyor. Saat on bire geliyor. Sokaklar bomboş. Uzun yıllar Korntal lisesinin müdürlüğünü yapmış tanış ilginç şeyler anlatıyor: "Burada yaşayanların çoğu Din Kardeşleri cemaati üyesidir", diyor. "Bu cemaati 1819 yılında Protestan kilisesinden ayrılan Gottlieb Hoffmann kurmuş. Kendisine inanan 70 aileyle Korntal'da 300 hektar araziyi satın alıp yerleşmişler." Giderek güçlenen bu cemaatin üyeleri İsa'nın ve onun dininin buyruklarına uygun yaşayan Piyetistler. Kimi dinbilimcilerine göre Katolikler için Roma neyse, Piyetistler için de Korntal o. Ancak son on yıldır cemaat çok zor durumda.

BİNLERCE ÇOCUĞUN KÖLE YAŞAMI

2013 yılında bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı, 1950 ile 1980 yılları arasında cemaatin okullarına devam eden binlerce çocuk köle yaşamı sürmüş, yüzlercesi cinsel tacize uğramış ve bugüne dek de hiç kimse ağzını açmamış, bilenler hep susmuş. Bundan yaklaşık on yıl önce onlardan yüz ellisi ağızlarını açtı, olup bitenleri anlattı. Sorumlular utanılacak bu olayları ilk günlerde yine samanaltı etmeye çalıştılar, fakat sonra çeşitli çevrelerden baskılar gelince, ardından da 408 sayfalık bir uzmanlar araştırması yayınlanınca geçmişteki çoğu şeyi kabullendiler, henüz hayatta olan ‘kurbanlar'dan özür dilediler, tazminat ödeyeceklerine söz verdiler. Aradan geçen yıllara karşın dosya henüz kapanmadı. Sanki her şey sürüncemede. Geçen ay Almanya'da gösterime giren "Korntal'ın Çocukları" adlı bir film cemaatin yurdunda yaşamış çocukların acılarla dolu yaşamını anlatıyor. O günlerin çocukları günümüzün yaşlıları! 1950 ile 1980 arasında orada eziyet çekmişler. Hristiyan bir ortamda olup bitmiş her şey. Çok başarılı araştırılmış film bir belge niteliğinde. Bakalım Korntal cemaatinin suskunluğu artık sona erecek mi?

ONLAR GÖZE BATMAYAN İNSANLAR

Az sonra büyük bir alana çıkıyoruz. Eski ve heybetli iki yapı hemen dikkati çekiyor. Tanışın söylediğine göre sağdakinde dinsel törenler, soldakinde toplantılar yapılıyor. İçeri giriyoruz. Her yer bir tuhaf. Mobilyalar, duvarlardaki resimler, perdeler, dolaşan insanların giyimleri... Zaman burada sanki 50 yıl önce durmuş. Her şey konserve olmuş. Tanış az sonra içimin sıkıldığını fark ediyor. "Haydi çıkalım", diyor. Dışarıda rahat bir nefes alıyorum. Bu arada büyük ayin salonunun kapıları açılıyor. İnsanlar akın akın çıkıyor. Suskunlar, dudaklarında mutlu bir gülümseme var. Görünümleri tekdüze. Giyimleri pastel renklerde, pahalı değil.

Dinsel törenden çıkanlar, öğle yemeğinden önce büyük alanda gruplar oluşturup aralarında sohbete dalıyorlar. Tanış sabırla anlatmaya devam ediyor: "Her önüne gelen Hristiyanı aralarına almıyorlar. Zihniyet değişimi geçirmiş, kutsal ruhun değiştirdiği, yeniden doğuşu yaşamış, yepyeni insan olmuşlar cemaate üye kabul ediliyor."

Günlük yaşamlarını İsa'nın buyruklarına göre düzenliyorlar. Onlar sokakta göze batmayan, silik görünümlü insanlar. Kadının sözü pek geçmiyor. Toplumda etki alanları geniş, çünkü çoğu işveren, avukat, doktor, mimar. Tümü de varlıklı. Cemaatin mal mülküne herkes ortak. Çevredeki büyük araziler onların. Aileler çok çocuklu. Cemaat her zaman olduğu gibi bugün de çocuklar ve gençlere yönelik projelere ağırlık veriyor. İnternet siteleri etkinliklerle dolu. "Altın Gençlik" Din Kardeşleri cemaati için çok önemli.

Hindistan'da uzun yıllar misyonerlik yapmış olan baba Hesse'nin yattığı mezarlık cemaatin. Ölüler beyaz tabutlarda gömülüyor. "Kurucuları Hoffmann'ın oğlu Christoph'un 19. yüzyılın ortalarında Templer kolonisini kurduğu İsrail'le araları hep iyi" diye anlatıyor tanış. "Başka ülkelerde de şubeleri var. Kuzey İtalya'da, Kanada'da, Afganistan'da, Kamerun'da, Güney Almanya'da..." Sayısız misyonerlik kuruluşu ile ortak çalışıyorlar. Bunlardan biri de yıllarca önce İstanbul'a din kitapları sergileyen gemiyi yollayan, Türkiye'de misyonerlik çalışmaları yaptığı bilinen Operation Mobilisation! İnternet sitelerinde 2023 depremine de büyük yer ayırmışlar. O günlerde Türkiye'ye gelmişler. "Depremde büyük yaralar alan insanlar İsa'ya inananların aracılığı ile O‘nun sevgisine eriştiler!" diye yazıyor sitelerinde.

Korntal'deki Din Kardeşleri cemaatinde 1950-1980 arası yaşanan ve filme konu olan çirkin olaylar hukuksal açıdan zaman aşımına uğramış! Ancak böyle bir dosya hiçbir zaman kapanmayacaktır! Dava açmak isteyenlere 5 bin Avro ile 20 bin avro arası değişik ödemeler yapılmış!

Artık eve dönmeli. Tarihi kestanenin altında öğle yemeği bizi bekliyor.

13 Ekim 2024

'Kara tren gelmez m'ola...'

Aydınlık Avrupa, 13 Ekim 2024

Ahmet Arpad

...düdüğünü çalmaz m'ola / Gurbet ele yar yolladım, mektubumu almaz m'ola.


Biri ötekinden şişman. Adam açık pencereden dışarıya bakıyor. Yanımızdan ağır ağır geçen doğayı seyrediyor. Dudaklarında sürekli bir gülümseme. Çok mutlu gibi. Evler, yemyeşil yamaçlar ve otlayan ineklerle koyunlar. Bir şeyler söyleyip gülüyor. Karşısında oturan kadın ise doğa ile pek ilgilenmiyor. Elindeki boyalı gazozu yudumluyor, arada sırada adama yanıt veriyor. İki şişman dört kişilik yere zor sığmış.

Hava ılık. Artık güz geldi. Pencerelerden giren esinti ferahlatıyor. Bir sıra ötede yaşlı bir karı koca oturuyor. Kadın yetmişinde, adam seksenine merdiven dayamış. İkisi de uzunca boylu, şık ve az da cakalı. Tatile gelmiş Hamburglular olabilirler. Daha çok adam konuşuyor. Çocukluğunda, bombalanacak diye trene binmekten korktuğunu anlatıyor. Kadın suskun, dışarısını seyrediyor. Bizim kompartımanda başkası yok. Yandaki ise dolu. Orta yaşlı insanlar, el kol hareketleri ile heyecanlı bir şeyler anlatıyorlar birbirlerine. Ne dedikleri duyulmuyor. Dolu kompartıman sessiz. Çünkü o "konuşanlar" dilsiz...

ÖKÜZLER TRENE ŞÖYLE BİR BAKIYOR

Kara tren oflaya puflaya tırmanıyor tepeye, giderek yavaşlıyor. Zorlanıyor. Bacasından kara dumanlar çıkıyor, ardından beyaz. Masmavi gökyüzü renkleniyor. Fotoğraf çekenler pencerelerden sarkıyor bellerine kadar. Makinist düdüğe asılıyor. Kara trenin çığlığı yamaçlara, ötelerdeki ovalara uzanıyor. Öküzler trene şöyle bir bakıyor, kimisi ürküp kaçıyor... Az sonra Maselheim istasyonuna giriyoruz. Birkaç dakika mola. İnen yok, gençten birkaç kişi biniyor. Makinist ile yardımcısı aşağı atlayıp lokomotifin çevresinde şöyle bir dönüyorlar. Warthausen'den buraya 50 dakikada gelmiş, 300 metreden 600 metreye çıkmıştık. Dokuz vagonlu tren şimdi inişe geçiyor. Son istasyon tarihi manastırıyla ünlü Ochsenhausen. Seksen yıllık 99 716 numaralı lokomotif 400 beygir gücünde, 42 ton ağırlığında. Raylar dar, sadece 75 santim, en yüksek hız saatte 20 kilometre!

1899'da Kral II. Wilhelm döneminde Warthausen ile Ochenhausen arasında inşa edilen demiryolunda kara tren 1964'e kadar köylüleri, işçileri, öğrencileri bıkıp usanmadan taşıyıp durmuş. "Öchsle" yirmi yıldır bir "müze tren". Geçen pazar bu yılın son seferlerini yaptı.

Buharlı tren seven gönüllülerin 1983'te kurduğu dernek (www.oechsle-bahn.de ) o günden bugüne sürekli çok başarılı çalışıyor.


İnek pazarının güzelleri...

Cumhuriyet, 13.10.2024 

Zürih, Ahmet Arpad

Zürih Gölü'nün yamaçlarında, Schindeleggi'de geleneksel inek pazarı var. Bugün 2024 güzeli (!) seçilecek. Görücüye çıkmış inekler bir ila altı yaş arasında. Yarışmaya 300 kadar sağmal inek gelmiş. Bir dizi sığır da var.

İnekler sürü sürü. Yüzlerce. Tümü de aynı renk. Kahverenginin değişik tonlarında. Yaş gruplarına ayrılmışlar, yan yana, sıra sıra öyle duruyorlar. Çoğu sakin, arada sırada biri canı sıkkın esniyor, bir başkası sesini yükseltiyor. Heyecanlı insanlar, inekler arasında acele acele koşuşturuyor. Yanında durdukları ineğin sağına soluna bakıyorlar, şöyle bir okşuyorlar başını, boynunu, göbeğini. Dokunuyorlar memelerine. Süt dolu memeler çok önemli.

Zürih Gölü'nün yamaçlarında, Schindeleggi'de geleneksel inek pazarı var. Bugün 2024 güzeli (!) seçilecek. Görücüye çıkmış inekler bir ila altı yaş arasında. Yarışmaya 300 kadar sağmal inek gelmiş. Bir dizi sığır da var. Onlar damızlık, sadece öyle gelmişler, gösteriş için. Az ötede, yamacın üstünde kocaman beyaz çadırda köylüler kafayı bulmuş. Dışarıda inekler güzellik yarışması heyecanı yaşarken sahipleri müzik eşliğinde bira kadehlerini ardı ardına tokuşturup boşaltıyor.

İNSANI COŞTURAN OPERETLER

Aynı günün akşamı, Hombrechtikon'daki tiyatroda da insanların keyfi yerinde. Onlar "Yarasa" operetiyle (Johann Strauss II) coşuyor. Sahneden sıçrayan kıvılcım herkesi çoktan tutuşturmuş. Seyircilerle sanatçılar bütünleşmiş. Melodiler, şarkılar salondan dışarı taşıyor. Şarap, kadın ve şarkı! Strauss'un çeşitli operetlerinde kullandığı bütün dans türleri bu operette de var. Vals, polka, mazurka, kadril danslarıyla izleyici keyiflenip iyice coşuyor. Rengârenk kostümler, dans eden neşeli insanlar, kahkahalar... Hombrechtikon'daki bu salonda daha önceki yıllarda "Şen Dul" (Franz Lehar) ve "Çingene Baron" (Johann Strauss) operetleriyle de keyiflenmiştik. Az sonra perde sonsuz alkışlarla iniyor. Kimse eve gitmek istemiyor, şarkılar, danslar sürüp gitsin istiyor!

HER ŞEY SANKİ BİR FİLM


Az sonra Rapperswil'deki kıyı lokantasında şaraplarımızı yudumlarken o gün yaşadıklarımız bir film gibi gözümüzün önünden geçiyor. Öğleden önce tanışlarla inek pazarında biraz gezinmiş, ardından Horgen'den Rapperswil'e güzel gemi turu yapmış, erken akşam yemeğinin ardından "Yarasa"nın şarkılarıyla, melodileriyle düşlere dalmıştık. Şimdi uzun gün sona ererken keyfimiz yerinde. Serin göl havalı rahat bir gece uykusu ne güzel olacak. Pencerelerden ötelerde ışıl ışıl Zürih kenti. Şirin Küsnacht. Tina Turner'ın yaşamının son 26 yılını geçirdiği sevgili küçük kasabası. Yüksek sosyetenin, para baronlarının Alp Dağları manzaralı villaları, yalıları...

29 Eylül 2024

Kabakların en büyüğü

Aydınlık Avrupa, 29 Eylül 2024

Ahmet Arpad

Stuttgart'a 15 dakika uzaklıktaki Ludwigsburg Sarayı 18. yüzyıldan kalma 452 odalı barok bir yapı. Her yıl yüz binlerce turistin ziyaret ettiği Ludwigsburg porselen yapımıyla da ünlü. Rengârenk çiçeklerle dolu kocaman saray parkının bir köşesinde geçen ay ilginç bir sergi açıldı. İsviçre'nin Seegräben kasabasında çok değişik kabaklar yetiştiren Martin ve Bea Jucker kardeşler 1997 yılında çiftliklerinde açtıkları kabak sergisini 2000 yılında büyütüp Ludwigsburg'a taşımışlardı. Sarayın koskocaman parkında o günden bugüne her sonbaharda binlerce kabak sergileniyor. Bu yıl da irili ufaklı, şişman zayıf, uzun kısa, rengârenk 450 çeşit yaklaşık 500 bin kabak parkı silme kaplıyor!

"En büyük kabaklar bizde"

Türkiye'de kabak dendi mi, insanın aklına kabak dolması gelir, tatlısı gelir. Hepsi o kadar mı? Yemek kitaplarına bir göz atın, bakın kabakla daha neler neler yapılıyormuş. Kabağın zeytinyağlısı var, bayıldısı var, bastısını da unutmamak gerek. Sakızkabağından musakka yapıyorlar. Kabak reçeli için balkabağı yeğleniyor, üzeri cevizli, kaymaklı tatlısı için de. En lezizi için Üsküdar'daki Kanaat Lokantası'nda. Öneririm.

Bahri Özdeniz 1943'te yazdığı "500 Yemek ve Tatlı Reçeteleri" kitabında balkabağından hoşaf da yapıldığını anlatıyor. Tatlısı için Çerkes kabağı ya da Helvacı kabağının da tercih edilebileceğini belirtiyor. "Sakızkabağından dolma hafif ve naneli olmak itibarıyla midevidir", diyor Özdeniz. "Matlup miktarda biraz yağlı cihetinden koyun eti makineden ince çekilmelidir."

Kabağın çekirdeği de var. Televizyonun henüz Türkiye'ye girmediği yıllarda ılık yaz akşamları açık hava sinemasına giden dar gelirli ailelerin vazgeçilmez eğlenceliği kabak çekirdeği idi. Sudan ucuzdu. Günümüzde ise yanına yaklaşılmıyor. Olmuş zengin eğlenceliği dar gelirlinin kabak çekirdeği! Mutfaklarında kabağa bizim kadar yer vermeyen Almanlar ve İsviçreliler ise pek tadı-tuzu olmayan Orta Avrupa kabakları ile son yıllarda yepyeni, fantezi yemekler yapmaya başladılar. "En büyük kabaklar bizim sergidekiler", diyor Jucker. Birkaç yıl önce 8 bin kabaktan oluşan 15 metrelik dünyanın en yüksek kabak kulesi de Guinness rekorlar kitabına girmişti.

"Kabak çiçeği gibi açtı"

Biz günlük yaşamımızda da "kabak" kelimesini çok sık kullanırız. Çok kişinin yol açtığı bir olayda sadece bir kişi zarar gördü mü: "Kabak onun başına patladı", deriz. Aniden değişen utangaç biri için "Kabak çiçeği gibi açtı", derler. Daha ellisine gelmeden saçları dökülenin kafası "kabak gibi" olur. Olgunlaşmamış, görgüsüz "kabak"ın davranışına "kabaklık" deriz. Esrar içen "kabak" denen nargileyi kullanırken "kabak çeker". Otomobil kazalarına sık sık "kabak" lastikler yol açar. Yönetenler kimi zaman "kabak kafalı" çıkar, yenilik getirmedikleri için de halkı usandırır, "kabak tadı verirler".

Ludwigsburg Saray Bahçesi'ndeki kabak sergisi bu yıl yirmi beşinci kez düzenleniyor ve yine on binlerin ziyaretini bekliyor. Kapıları 3 Kasım'a kadar açık. Serginin sonunda en büyük kabak tartılacak. 2022'de İtalya'dan gelen çiftçi Stefano'nun kabağı 1226 kiloydu. Geçen yıl 1052 kiloyla Bavyeralı bir çiftçinin kabağı kupayı kazanmıştı! İyice ‘şişmandı'! Çevresi de tam 5,72 metreydi...

22 Eylül 2024

Kendi "Doğru"larının İzinde: Burhan Arpad

Kültür & Sanat TV, 22 Eylül 2024

Alpay Kabacalı

Burhan Arpad, 1910'da Mudanya'da doğdu. Ticaret Mektebi'ndeki öğreniminin (1927) ardından, uzun süre memurlukla yazarlığı bir arada yürüttü. Edebiyatın çeşitli dallarında ürünler verdi, tiyatro eleştirileri yazdı. Birkaç yıl da yayıncılıkla...

Burhan Arpad, 1910'da Mudanya'da doğdu. Ticaret Mektebi'ndeki öğreniminin (1927) ardından, uzun süre memurlukla yazarlığı bir arada yürüttü. Edebiyatın çeşitli dallarında ürünler verdi, tiyatro eleştirileri yazdı. Birkaç yıl da yayıncılıkla uğraştı. 1947'de gazeteciliğe başladı; Memleket, Hürriyet, Vatan gazetelerinde muhabir ve röportaj yazarı olarak çalıştı. 1962'de Vatan'da başladığı köşe yazarlığını gazetecilikten ayrıldığı 1962'ye kadar sürdürdü. 1978-1991'de Cumhuriyet'te haftalık köşe yazıları yayımlandı.

Öykü, gezi (Gezi Günlüğü adlı kitabıyla 1963'te Türk Dil Kurumu ödülünü kazandı), tiyatro yaşamı ve eleştirisi, roman alanlarında birçok yapıtı, anıları (Hesaplaşma, 1976), makalelerini derleyen kitapları yayımlandı. Ayrıca, pek çok yabancı yazarın ürünlerini Türkçeye çevirdi. Burhan Arpad'ı 1994'te yitirdik.

"Kafka, Türkiye'ye Fransa üzerinden geldi. İkinci Dünya Savaşı sonlarında Fransa'da ün kazanmaya, etkin olmaya başlayınca Fransızca bilen arkadaşlarca Türkçeye çevrildi."

Karşılıklı oturalı beş dakika bile olmamış. Ben ilk sorumu yöneltmeye hazırlanırken Burhan Arpad, Kafka'ya kadar uzanmış. Teybin düğmesine bastım. O, konuşmasını sürdürdü:

"Kafka'nın kitaplarının bugün övüle övüle bitirilemeyen tekdüze dünyası, bir toplumsal gerçekten yola çıkıyor; ilerlemiş bir kapitalizm içinde daraşmalık bir bürokrat havası veriyordu. Varolan bir toplumu, kafasında hayaller kurarak yeniden yaratır Kafka; sağlıksız bir dünyası vardır. Türkiye'de hemen kabul edildi... Ionesco da öyle oldu, o da Fransa'dan geldi... Böyle bir eğilim var. Batı ülkeleri herhangi bir yazarı benimseyince, o yazar bizde de tutuluyor."

Bu yazarların İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa'sında geçerlik bulmasını, Fransa'nın o dönemdeki ikilemiyle açıklıyor Burhan Arpad:

"Burjuvazisi parlak zamanlar yaşamış, burjuva kültürünü doruğuna ulaştırmış 'Büyük Fransa' geride kalmıştı. Bu kadar kültürlü bir toplum, kendi burjuva düzeninin ortadan kalktığı, yeni bir dünyanın silah ya da ordu gücüyle Budapeşte'ye kadar dayandığını görüyor. İşte o koşullar, 'anti-tiyatro', 'absurde' (uyumsuz) tiyatro gibi arayışları, gerçeküstücülüğü öne çıkarıyor. Bunlar Fransa için, benzeri toplum ve kültür düzeninde ülkeler için olağan. Tam 'tahlil'ini sosyologlar yapsın..."

Gelelim 1940'lar Türkiye'sine. Burhan Arpad'a göre o yıllarda, bütün ekonomik yoksunluklara karşın, sağlıklı bir toplum yapımız vardı. Edebiyat alanına girenler bir "ara nesil"dendi;

Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e geçiş çağını yaşamıştı bu kuşak... Sonra, "Cumhuriyet'in onuncu yıl şenliklerinin coşkusu... Orkestralar, operalar... Havai fişekler, fener alayları... Şarkılar sokaklarda... Yepyeni bir toplum... Ben de bu kutlama törenlerini görmüş, o heyecanı duymuşumdur."

İşte o ortam içerisinde, sonradan "1940 Kuşağı" olarak adlandırılacak edebiyatçılar yetişiyor:

"Bizim 1940 Nesli'nin bir özelliği vardır. Çoğu ya küçük memur ya taşralarda öğretmen ya Sait (Faik) gibi işsiz güçsüzdü. Bir bağlantıları yoktu. Yedi Meşale'ciler gibi birlikte davranma filan da sözkonusu değildi. Orada burada, dürtüyle, istekle yazmaya başlamışlardır. Mektuplaşarak, tanışarak birlikteliği sürdürmüşlerdir. Tuhaf bir nesildir bu. Mesajla, bildiriyle, inkârla, kavgayla, gürültüyle ilişkisi yoktur. Teker teker adları duyulmuştur. Bir Sabahattin Ali çıkmıştır, bir Kemal Bilbaşar, bir Samim Kocagöz, bir Sait Faik, bir Orhan Kemal... Günün birinde birisi kalktı, '40 Kuşağı' dedi. Yeri yurdu, dergisi olmayan bir kuşak... Yalnız okurun desteği vardı."

Dergi sözü edilince, Ocak 1940 – Nisan 1940 arasında dört sayı çıkan İnanç'ı soruyorum. Derginin "müessisi" (kurucusu) Burhan Arpad'dır, sayısı 15 kuruştur. İnanç ayda bir çıkar, "sanat-fikir- aktüalite"ye yer verir.

"Hümanist fikirleri vermek amacıyla çıkarıyorduk. Aynı zamanda biçimine de özen gösterirdik. Kuşe kapaklıydı, dizgi baskısı o zamanki tekniğe göre çok temizdi. İlk sayısını 3 bin bastık. Bu, büyük bir tirajdı. Dergi tutuldu, dördüncü sayı 4 bin basıldı... Ancak, beşinci sayı matbaada kaldı. 'Beyaz Zambaklar Ülkesinde' başlıklı bir yazı yazmıştım. Stalin'in Finlandiya'yı işgalini hafifçe eleştiren imzasız bir yazı. Bu yazı yüzünden, dergiyi birlikte çıkardığımız arkadaşla kavga ettik. İmtiyaz onun üzerinde olduğundan, bir daha çıkmadı. Çıksaydı, daha da yararlı olabilirdi."

Burhan Arpad'ın yayıncılığı da var. Salah Birsel'le birlikte kurdukları ABC Kitabevi'nin "20. Yüzyıl Dünya Edebiyatı Serisi"nde İstrati, Silanpaa, Joseph Roth, Duhamel, J. Haşek'ten çeviriler yayımlanmış. Türk Yazarları dizisinde ise Ziya Osman Saba'nın ve Necati Cumalı'nın şiirleri, İhsan Devrim'in öyküleri, Nurullah Berk'in Sanat Konuşmaları, Aşot Madat'ın Sahnemizin Değerleri, Faris Erkman'ın büyük gürültüler koparan En Büyük Tehlike'si çıkmış... Birkaç yıl sonra Arpad Yayınevi'ni kurar. Onu da kapatıp gazeteciliğe başlar. Ama çeviri çalışmalarını uzun yıllar sürdürür, yirminin üzerinde kitap çevirir:

"Okuyup sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim. Dört yazar alalım. Bir Thomas Mann, liberal ekonominin, sosyal demokrat kafanın doruktaki yazarlarından. Bir Anna Seghers var; o, inançlı bir sosyalist. Ama edebiyatçı prizmasından geçirerek anlatıyor. Bir Remarque var, sonuna kadar antifaşist, antimilitarist. Bir Stefan Zweig, bambaşka bir açıda. Bunların ortak nitelikleri, hümanist olmaları."

Anlaşılacağı gibi, Burhan Arpad, Batı'dan etkilenmeye karşı değil: "Çeviri edebiyat olmadan dünya edebiyatından söz edilemeyeceğine göre, dünya edebiyatının sağlam örneklerinin çevrilip yayımlanması, sağlıklı bir Türk edebiyatı için gerekli. Bütün sorun, seçmek. Toplumumuzun koşullarıyla o toplumun koşullarını karşılaştırarak doğruyu bulmaya çalışmak."

Buna karşılık, günümüzde kimi genç yazarların yanlış etkiler altında olduğuna inanıyor:

"Ad vermeyeyim", diyor. "Birkaç yazarı okudum. Anlatımları ilginç. Belki çok güzel yazıyorlar, fakat işte o kadar... Bence resim de, edebiyat da bir şeyler söyler. Oysa bunlar hiçbir şey söylemiyor. Yabancı dil bildikleri için kendi dillerinden ya da çevirisinden okudukları ürünlerin etkisi altında kalmışlar, onlara benziyorlar. Biz, o toplumlar değiliz. 1950'lerin, 60'ların toplumu da değiliz... Bir takım hastalıklar yaşandı. Hasta toplumun özürleri edebiyata da yansıyor. O bakımdan, fazla bir şey söyleyemiyorlar. Dünya görüşleri de biçimden öteye geçmiyor."

Uzun yıllar gazetecilik yapan, muhabirlikten köşe yazarlığına kadar basının çeşitli kademelerinde çalışan Burhan Arpad, gazetecilerin sosyal güvenlikten yoksun, kötü koşullar altında yaşadığı yılları uzun uzun anlatıyor. "Ama, gazeteciliğin heyecanı da vardı o yıllarda... Bazı mesleklerde durmadan vermek gerekir. Vermek, kazandırır. Gazetecilik de bunlardandır."

Arpad'ın eylemli gazetecilik dönemine ilişkin en ilginç anısı, İkinci Dünya Savaşı'nın ünlü casusu Çiçeron'u ilk kez "keşfedip" Vatan'da açıklaması olayı. Bir Alman gazetecisinden aldığı bilgi kırıntılarından yola çıkarak, İstanbul adliyesinde "sahte sterlin" davasından yargılanan İlyaza Bazna'nın gerçek kimliğini, yani ünlü casus Çiçeron olduğunu ortaya koyuyor. Okurları, Arpad'ın Cumhuriyet'te haftada bir yayımlanan "Hesaplaşma" köşesinde en çok "Yok edilen İstanbul" üzerinde durduğunu bilirler. Konuşmamızda da söz, dönüp dolaşıp bu konuya geliyor. Arpad, duyarlılıkla ele aldığı "İstanbul yağması"nı şöyle temellendiriyor:

"Osmanlılar, yerleşik ve üretken yaşamamış. Ganimetler almış, baç almış, bunlarla geçinmiş... Bir talan düzeni bu. Bugün de aynı anlayış yürürlükte. Herkes 'avanta' peşinde. Hayali ihracat, bunun bir versiyonu. Ne burjuva, ne üretici olabilmişiz. Bunun sonu nereye varır, bilemiyorum. Sosyologlarımız 'Asya tipi üretim biçimi' diye kafa yoracaklarına, Türkiye'nin şu gerçeğini görseler de, bunun üzerinde tartışılsa!"

Bugün, İstanbul'un yok olmaktan kurtarılması sözkonusu olunca, iki kişinin, Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan ile Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Başkanı Çelik Gülersoy'un adları anılıyor. Burhan Arpad'ın bu iki ad üzerindeki görüşleri?

"Çelik Bey için iki görüş öne sürülüyor. Yaptıklarına 'fantazi' diyenler var. Geniş bir kesim ise, yaptıklarını olumlu buluyor. Ben de bunlardanım. Çelik Bey şehirci değil, mimar değil. İstanbul'da büyümüş ve kimi görüşleri benimsemiş olmasıyla iyi niyeti birleşiyor. Birçok şeyi kurtarıyor. Öteki ise yıkıyor, İstanbul'u yok ediyor!"

Burhan Arpad'ın evinden ayrılırken kulağımda şu cümleleri yankılanıyor:

"Ben namuslu olmaya çalışan bir yazarım. Hikâye de yazarım, roman da, köşe yazısı da... Röportaj da yaparım... Yeter ki yazarlığımı sürdürürken kafamdaki doğrulara dayanayım."

O bir süs köpeği

Cumhuriyet, 22 Eylül 2024

MÜNİH – AHMET ARPAD

O küçücük, çok tüylü, yuvarlak başlı, kısa burunlu. O bir süs köpeği. Bir fino! Tahta sıraya uzanmış, başını dini şarkılar kitaplarına dayamış bir güzel uyukluyor. Papaz efendinin duaları, insanların ona eşlik etmesi, hep bir ağızdan söylenen şarkılar hiç umurunda değil. Kilisenin dini resimlerle süslü yüksek duvarlarında orgun sesi yankılanıyor. Tütsünün geniz yakan dumanı kubbelere yükseliyor. Tanrı'nın oğlu tepeden olup bitenleri izliyor, küçük kanatlı tombul melekler kar beyazı bulutlar arasında uçuşuyor. Altın şamdanlardan yayılan mum ışığı papaz efendinin mutlu yüzünde yansıyor. Kiliseyi ağzına kadar dolduran her yaştan insan onunla İsa'sına erişiyor...

Tüylerine ak düşmüş fino köpeği bütün bu olup bitenleri umursamıyor! O, düşlere dalmış. Yanında oturan yaşlı mı yaşlı, kara giysili kadın finosunu okşarken bize gülümsüyor. Az sonra dualar, şarkılar sona eriyor. Beyazlara bürünmüş papaz efendi yumuşak, hafif ağlamaklı, hüzünlü bir sesle İsa'dan, Meryem'den söz ediyor. İnsanlar huşu içinde papaz efendiyi dinliyor. Yaşlı köpek uyuklamasını sürdürüyor...

Başlar eğik, boyunlar bükük. Çoğu güney Bavyera'nın yöresel giysileri içinde, bayramlıklarını giymiş kadınlar, erkekler. Yaşlılar, gençler, çocuklar. Korodan son ilahiler yükseliyor. Papaz efendi hafifçe eğilip cemaati selamlıyor ve küçük bir kapının ardında gözden kayboluyor. İnsanlar yerlerinden doğruluyor, ağır ağır çıkışa doğru yürüyorlar. Kısa deri pantolonlu, keçe şapkalı erkekler, rengârenk elbiseleri yere kadar uzanan köylü kadınlar, ellerini önlerine kavuşturmuş, başları eğik, boyunları bükük kara giysili rahibeler, gururlu yöresel politikacılar...

Doruğu üç bin metreyi bulan Zugspitze o gün kara bulutlar arasında. Münih yönü ise güneşli, gökyüzü masmavi. Avusturya sınırı taş atımı ötede. Garmisch'te tarihi Aziz Martin kilisesinin önü kalabalık mı kalabalık. Ayinden çıkanlar hemen eve gitmiyor. Az önce başları eğik, huşu içinde İsa ile Meryem'e dua edenler şimdi keyifli mi keyifli. Kahkahalar havada uçuşuyor.

Finonun mutluluğu gözlerinden okunuyor

Birden çan sesleri kilisenin yüksek kulesinden tüm Garmisch'e yayılıyor. Kulakları sağır edecek neredeyse. Az önce kahkahalar atan insanlar susuyor. Beyazlar içinde papaz efendi, peşinde çocuklar kiliseden çıkıyor. Sağ eli havada gülümsüyor, ona saygıyla bakanları selamlıyor. Ağır ağır yürüyor, uzaklaşıyor. Kilisede yanımızda oturmuş olan yaşlı kadın küçük köpeği kucağında bize sokuluyor. "Artık eve gidiyoruz diye seviniyor", derken gülümsüyor. Finonun mutluluğu gözlerinden okunuyor. Tüylerini okşuyoruz ve papaz efendinin peşinden gidenlerin arkasına takılıyoruz.

Bir anda hava açıyor, dağın doruğundaki kara bulutlar kayboluyor, güneş çıkıyor. Gökyüzü şimdi Bavyera mavisi! Birahane bahçeleri çabucak doluyor. Ünlü pastane Krönner'in masalarına yerleşmiş Kuzey Almanyalı turistler dağ havasını ciğerlerine çekiyor. Biz ise besteci Richard Strauss'un villasını ziyarete gitmeye karar veriyoruz. Ülkemizde daha çok Rosenkavalier operasıyla tanınan Strauss'un Hofmannsthal ve Max Reinhardt ile birlikte ünlü Salzburg Festivali'ni kurduğu pek bilinmez. 1908'den 1949'daki ölümüne dek yaşadığı iki katlı, kuleli villadaki Strauss Enstitüsü'nün arşivi herkese açık.

Güney Bavyera'ya gelmeye hep değiyor...

2 Eylül 2024

Burhan Arpad

Sincan İstasyonu Dergisi Eylül – Ekim 2024

İnandığı yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısı
Burhan Arpad

Ahmet Arpad

Beyoğlu'ndaki Melek Sineması'nda 1934 yılında gösterilen "Kadınlara İnanmam" adlı film babam Burhan Arpad'ın yaşamında çok önemli bir rol oynamıştır. Dönemin ünlü tenorlarından Viyanalı Richard Tauber'in başrolünü oynadığı filmi seyreden Burhan Arpad Almanca öğrenmeye karar verir. Hemen Alman Lisesi'ndeki kurslara yazılır. Bu çabasını aralıksız beş yıla yakın sürdürür. Aynı zamanda Tünel meydanındaki Aşkenaz Yahudisi İzidor Karon'un 1923'de açtığı Alman Kitabevi'nin sürekli müşterisi olur. Buradan aldığı Almanca dergi ve kitaplarla birkaç yıl içinde Almancasını ilerletir. Cibali Tütün Fabrikası'ndaki muhasebe memurluğu görevini bırakıp Tekel Genel Müdürlüğü'nün mutemeti olarak yaşamını sürdürür. Bu görevinin yanısıra 1936'da Vakit Gazetesi'nde gazeteciliğe ilk adımlarını atar.

1938 yılında evlenmesinin ardından o yıllarda Taksim'de yeni kurulan Talimhane'nin modern apartmanlarından birine taşınır. İlerde anlattığına göre buraya gelmesinin tek nedeni 'kentin sanat yaşamına yakın olmak isteği'dir. Beyoğlu sinemaları, tiyatro ve konser salonları, sanat galerileri, şık mağazaları ve o günlerin aydınlarının sık sık bir araya geldiği pastaneleriyle onu bekliyordur. Beyoğlu'ndaki Nisuaz Pastanesi, 1930-1950′ler arası edebiyatçıların uğrak yeriydi. Nisuaz'ın müdavimleri Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Kudret Aksal, Asaf Hâlet Çelebi, Abidin Dino, Arif Dino, Orhon Murat Arıburnu ve Sabahattin Ali gibi şairler, yazarlardı. Çaylarını yudumlarken birbirlerine yazdıklarını okuyan edebiyatçılar, pek çok derginin yayın toplantısını da Nisuaz'da yapardı. Hilmi Ziya'nın "İnsan" ve Burhan Arpad'ın "İnanç" dergilerinin temelleri burada atılmıştı.

Amacı hümanist görüşler yaymaktı

1940-1941 yıllarında Hulusi Dosdoğru'yla ortak yayımladığı ve sadece 20 sayı basan aylık 'İnanç' dergisi için anılarında şöyle der: "Bu dergiyi hümanist görüşleri yaymak amacıyla çıkarıyorduk…" Daha sonraki yıllarda 'Yurt ve Dünya', 'Adımlar', 'Yığın' dergilerine öyküler ve eleştiri türünde yazılar verir. 1943 yılı Burhan Arpad'ın çevirmenliğinin başladığı yıldır. Çeviri dünyasına ilk adımlarını Stefan Zweig'ın ‘Yıldızın Parladığı Anlar‘ ve Joseph Roth'un ‘Eyyub‘ yapıtlarını Türkçe'ye kazandırarak atar. Onları, öncelikle Remarque ve Zweig olmak üzere Alman dili edebiyatının sayısız ünlü yapıtı takip eder. "Sevdiğim, topluma yararlı olacağına inandığım kitapları çevirdim", diyen Burhan Arpad'ın, dilimize kazandırdığı kırka yakın roman ve öykü kitabının yazarlarının ortak yanı insancıl, antifaşist, antimilitarist ve barışsever olmalarıdır. 40 yıl boyunca aralıksız yaptığı çeviriler ona Almanya'dan, Bulgaristan'dan ve Avusturya'dan değerli ödüller ve madalyalar getirmiştir.

1940'lı yıllar Türkiye ve Türk düşünürü için önemli yıllardır. Sosyal gerçekçi akımın peşinden giden ve yürüdükleri yolda engellerle karşılaşan aydınlar arasında direnebilenler arkalarında, günümüzde de sevilerek okunan başarılı yapıtlar bırakmıştır. Bu çevrenin içine giren Burhan Arpad'ın o yıllardaki en önemli dostlarından biri sosyal gerçekçi akımın öncü yazarlarından kabul edilen Samim Kocagöz'dür. Aynı süreçte Sabahattin Ali ve Sait Faik Abasıyanık da yakın dostları arasındadır. Behice Boran, eşi Nevzat Hatko ve çevrelerindeki aydınlarla sık sık Taksim Talimhane'deki katında ve Küçüksu'nun yamaçlarındaki yazlığında buluşup görüşürler. İlerde bu dostlar çevresine, hapisten yeni çıkmış Ruhi Su da katılır. Dönemin aydın çevresi, kimi eleştirilere ve yaşadıkları sorunlara karşın birbirinden kopmaz, değerli dostluklar onlarca yıl sürer gider. İhsan Devrim ve Salâh Birsel'le 1943'de ortak kurdukları ABC Kitabevi 4 Aralık 1945'de Tan Gazetesi saldırısından nasibini alır, tahrip edilir.

Büyük kentin toplumsal olaylarını ele aldığı "Şehir – 9 Tablo" ve "Dolayısıyla" bu dönemde yazdığı ve defalarca baskı yapan önemli yapıtlarıdır. Oktay Akbal ilerde Vatan gazetesindeki köşesinde şunları yazar: "Arpad'ın insanlarını küçük serüvenler, küçük düşler besler. Geçinmek ve yaşamak başlıca kaygılarıdır." Burhan Arpad aynı süreçte Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde başlattığı dünya klasikleri dizisine de çevirileriyle katılmıştır.

Festivallere davetler

Almancanın yanısıra Fransızca da bilen Arpad 1948 yılında gazeteci olarak ilk kez yurtdışına çıkar. Amacı davetli olduğu Salzburg Festivali'ne katılmaktır. Haftalar geçirdiği Salzburg'a ilerki yıllarda da sık sık uğrar. Burhan Arpad'ın İstanbul'dan sonra en çok sevdiği kent ise Viyana'dır. Bu Tuna kentini yaşamı boyunca sayısız kez ziyaret eder, bakanlıklarda dostlar edinir, Stefan Zweig Cemiyeti'nin onur üyesi olur, tiyatro, opera ve operetlerden çıkmaz.

1952'de Seda Simavi'nin Hürriyet'inden ayrılıp Ahmet Emin Yalman'ın Vatan Gazetesi'ne geçen Burhan Arpad, o yıllarda sürekli yaptığı Avrupa yolcuklarından izlenimlerini değişik kitaplarda toplar. Yaşamındaki en önemli olaylardan biri de 1952 yılında Lütfü Akad, Aydın Arakon, Orhan Arıburnu, Hüsamettin Bozok, Hıfzı Topuz ile birlikte kurduğu "Türk Film Dostları Derneği"dir. Bu yürekli insanların yaşama geçirdiği TFDD sinemamızın sorunları üzerine çalışmalar yapar, raporlar hazırlar ve 1953–1955 yılları arasında üç "Türk Film Festivali" düzenler.

Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar

1950-1960 arası yılları Burhan Arpad için çok verimli geçer. Gazete yazılarının, sayısız yurtdışı yolculuklarının, tiyatro ve sinema eleştirilerinin, çevirilerin yanısıra Türk tiyatro tarihine ışık tutan yapıtlar da kaleme alır. 1920'li yıllardan başlayarak birebir içinde yaşamış olduğu İstanbul'un tiyatro yaşamını 'Operet – 8 Tablo', 'Oyun – 6 Tablo' ve 'Son Perde – Komik Naşit Beyin Hikayesi' adlı kitaplarında toplar. Bu yapıtlarında Arpad on yaşından başlayarak yakından tanıdığı Direklerarası'nı, Darülbedayi-i Osmani'yi, Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları Topluluğu'nu, Cemal Sahir Opereti'ni, Muhlis Sabahattin'i, Şehir Tiyatrosu'nu, İstanbul Opereti'ni, İstanbul Tiyatrosu'nu, Karaca Tiyatrosu'nu röportaj-öykü diyebileceğimiz bir anlatımla okurlara sunar. Uzun yıllar dostluklar kurduğu sanatçılar arasında Naşit, Hasan Efendi, Behzat Butak, Bedia Muvahhit, Vasfi Rıza Zobu, Raşit Rıza, Hazım Körmükçü, Rey kardeşler, Cahide Sonku, Toto Karaca, Ali Sururi, Muammer Karaca gibi Türk tiyatrosuna büyük emekler vermiş ünlü isimler 'Perde Arkası' (Doğan Kitap) yapıtında yer almaktadır.

1960'lı yıllar sadece Türkiye politikasına yenilikler getirmemiş, toplum yaşamı da 27 Mayıs'la başlayan değişimlerle büyük bir sınavdan geçmiştir. Burhan Arpad çalıştığı Vatan Gazetesi'nin 1961 yılında kapanmasıyla gazeteciliğe bir süre ara verir. Gelecek yıllardaki çalışmalarının odak noktasını yine Alman dili edebiyatından yaptığı çeviriler oluşturur. Burhan Arpad 1950'den başlayarak her yıl sürekli katıldığı Berlin Film Festivali'nde 1961 ve 1964 yıllarında jüri üyeliği de yapmıştı.

"Alnımdaki Bıçak Yarası"

Yaşamı boyunca toplumcu ve gerçekçi akımdan hiç şaşmayan Arpad'ın 1968'de kaleme aldığı, İstanbul'un kenar mahallerinde yaşayan küçük insanların sorunlar dolu dünyasını sanki aralarında yaşarmış gibi anlattığı "Alnımdaki Bıçak Yarası" adlı romanı bugüne dek güncelliğini hiç yitirmemiş, iki kez filme de çekilmiş, hep canlı kalmış bir yapıttır. "Taşı Toprağı Altın" adlı kitapta topladığı İstanbul öykülerinde büyük kentin küçük insanlarının yaşamını anlatırken, toplumcu gerçekçi akımdan yine sapmaz. Aynı başarıya 1979-1991 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesi'ndeki "Hesaplaşma" köşesinde de ulaşmıştır. Burhan Arpad yoğun yazın çalışmalarının yanında, bir ekolojist olarak, yaşamının tümünü geçirdiği İstanbul'un çevresel sorunlarını, Cumhuriyet'teki öykü tadındaki köşe yazılarında irdelemiştir.

Çok yönlüydü, ilkelerinden ödün vermedi, çıkarları uğruna hiç kimseye sokulmadı, her dönemde sadece kaleminin gücüyle ayakta kalmasını başardı. 1936 yılında Vakit gazetesinde başlayan basın emekçiliğinde olsun, tiyatro yazıları ve eleştirilerinde olsun, toplumcu ve gerçekçi öykülerinde olsun, doğru bildiği yolda ödün vermeden yürümüş bir hümanizm savaşçısıydı. Gazetecilik-yazarlık çizgisinde hep iyiye, estetiğe önem veren bir titizlik içinde kendini yönlendirmesi yapıtlarına evrensel bir nitelik kazandırmıştır…

Babamla gurur duyuyorum!

1 Eylül 2024

Sarayda süpürgeler

Aydınlk Avrupa, 1 Eylül 2024

Ahmet Arpad

Bundan çok yıllar önce Stuttgart'a yerleştiğimde ilk öğrendiğim ilginç şeylerden biri kira sözleşmesinde yazan "merdivenlerin ve kaldırımın temiz tutulmasından kiracı sorumludur" maddesiydi. Sırası gelen kiracı eline süpürgesini alıp ortak merdivenleri, binanın önündeki kaldırımı tüm hafta boyunca temiz tutmak zorunda. Yaz, kış demeden. Karlı buzlu günlerde sabahın köründe, gerekiyorsa kahvaltıdan önce, yayalar ayakları kayıp düşmeden, kaldırım tertemiz olmalı. Kiracı, eğer oturduğu binanın iç avlusu varsa, orasını da süpürüp temizlemek zorunda. Sözleşmesindeki sorumluluğunu bir süre yerine getirmedi mi ev sahibi onu evden atabiliyor. Çok daireli apartmanlarda bu görevi üstlenen, çoğunlukla yabancıların kurduğu 'temizlik şirketleri' var. Her şey Württemberg dükü Eberhard Ludwig'in 12 Ocak 1714 tarihli 'temizlik' genelgesiyle başlamış! Dükün amacı insanlarını düzene ve temizliğe alıştırmakmış. Fransa'nın Güney Almanya sınırındaki Elsas ve Lothringen bölgesi 1871 ile 1918 tarihleri arasında Alman topraklarına katılınca temizlik genelgesi yöre halkına da uygulanmak istenmiş. Fakat Alman yöneticiler bunu Fransızlara bir türlü kabul ettirememiş!

Ağaçların ardında, ötelerde, Tuna nehri geniş vadide ağır ağır süzülüyor. Tepede, sırtını kara çamların örttüğü yamaca dayamış barok Mochental sarayı yükseliyor. Yüzyıllar boyu Zwiefalten manastırındaki piskoposların dinlenceye gelmiş olduğu saray 1985'ten bu yana güzel bir kilisenin yanı sıra büyük sanat galerisiyle, Almanya'nın ilk süpürge müzesini de barındırıyor. Karlsruheligalerist Schrade sarayın büyük salonlarında sürekli düzenlediği sergilerde postmodernizminden günümüze, tablolardan heykellere, çok değişik sanat yapıtlarına yer veriyor. Saray kilisesi de caz konserlerine ve kitap okuma akşamlarına açık. Alt katın bütün salonlarını kaplayan süpürge müzesi görülmeye değer. Ewald Karl Schrade 1970'li yılların sonunda çok ilgisini çeken bir süpürgeyi satın alıp evine götürürken günün birinde müze kuracağını aklının köşesinden bile geçirmemiş.

Aradan geçen yıllarda dünyanın dört bir yanından dostları süpürge yollamış, kendi satın almış, böylece sayıları yüzleri geçmiş. Sağda süpürge, solda süpürge, duvarlarda süpürge, yerlerde süpürge. Ne de çok çeşidi varmış! Sapları kayın ağacından ve bambudan, hindistan cevizi ve hurma ağacı kabuğundan, fil kuyruğu ve samur derisinden, Kenya maymununun kuyruğundan... Süpürge otu yerine tavus kuşu ve deve kuşu tüyleri, kaz kanatları da kullanılmış. İçlerinde bazıları var, sapları gümüş kaplama. Onlara aşık olmamak elde değil. Temizlik insanoğluna her çağda gerekli. Firavunlar süpürgeye meraklıymış, Çin İmparatorluğu'nun insanları, Sezar'ın Roması da. Süpürge, yaşamımızda vazgeçemeyeceğimiz dostlarımızdan biri. Bir an için İstanbul'daki üniversite yıllarımda Laleli'de her gün önünden geçtiğim süpürgeciler çarşısı canlandı!

Dışarda güneşin son ışınları. Karaormanların doğası yavaş yavaş bambaşka renklere bürünüyor, yavaş yavaş kararıyor, uykuya hazırlanıyor. Sarayın büyük avlusunda iki tavus kuşu geziniyor. Kanatlarını açmışlar, rengârenk kuyruklarını kaldırmışlar. Sanki büyülenmişler.

25 Ağustos 2024

75 yıl sonra Almanya

CUMHURİYET, 25 Ağustos 2024

STUTTGART
Ahmet Arpad


İkinci Dünya Savaşı'nın ardından kurulan yeni Alman devletinin hukuki temelini 23 Mayıs 1949 yılında imzalanan “Temel Yasa" oluşturuyor. Daha sonra ülkesinin birinci şansölyesi seçilecek olan Konrad Adenauer, Parlamento Konseyi'nin başkanı olarak o gün Bonn'da şöyle konuşmuştu: “Bugün Temel Yasa'nın imzalanmasından ve ilan edilmesinden sonra Federal Almanya Cumhuriyeti tarihte yerini alacaktır." İlk federal seçim 14 Ağustos 1949 tarihinde yapılır. Katılımın yüzde 78.5 olduğu seçimin sonunda Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yüzde 29.2 alır, ancak ilk hükümeti oyların yüzde 31'ini alan Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) kurar.

Adenauer'in 1949'daki sözlerinden 75 yıl sonra 25 Mayıs 2024 günü Frankfurt St. Paul Kilisesi'nde gerçekleştirilen törendeki konuşmasında Frankfurt Belediye Başkanı Mike Josef'in şu sözleri önemli ve dikkat çekiciydi: “Daha önce hiç bu kadar çok radikal ve aşırı güç iktidarın kapısında olmamıştı... Demokrasiyi onu yok etmek için kullanmak istiyorlar: Bu durum Weimar'ın çöküşüne neden olan koşulları anımsatıyor."

YABANCI DÜŞMANLIĞI HIZLA ARTIYOR

Evet, Almanya son 20 yılda sağa kayarken yabancı düşmanlığı da hızla arttı. 1998-2011 arası terör rüzgârı estiren Doğu Almanya kökenli Neonazi NSU örgütü 2000-2007'de, sekizi Türk 10 yabancıyı öldürmüş, iki bombalı saldırı düzenlemiş ve 15 banka soygunu gerçekleştirmişti ve bir kez olsun yakalanmamışlardı. Örgütün varlığı ve cinayetlerdeki rolü, 4 Kasım 2011'de bir rastlantı sonucu ortaya çıkmıştı. 2013'te başlayan NSU davası 438 celsenin ardından 2018'de sona ermişti. Dava tam beş yıl sürmüştü! Örgütü yönetmiş olan üç kişiden ikisi intihar etmiş olduğu için tek kadın üye Beate Zschäpe ömür boyu hapisle cezalandırıldı. Olaylar tam olarak aydınlığa kavuşamadı. Bu arada Pegida (Batı'nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) ve AfD (Sağ Popülist Almanya için Alternatif Partisi) Almanya'da son yıllarda bütün eyaletlere yayıldı ve hızla kök saldı. Onlarda yuvalanan aşırı sağcılar artık eyalet meclislerinde otururken özellikle sosyal demokratlar sürekli kan kaybediyor. Daha çok Almanya'nın batısında insanlar, “Bu hızlı ve olumsuz gelişmeler acaba ürkütücü bir geleceğin başlangıcı mı?" diye düşünmeden edemiyor.

HAPİSTEN ÇIKARILIP AKLANANLAR

Hitler'in 1933'te Almanya'ya el koyarken (!) 10 yıllık bir ön çalışma yapması gerekmişti! O büyük endüstrinin “babaları" ve çevresindeki yardakçılar sayesinde palazlanmış, onların desteğinde 13 yıl ayakta kalmıştı. Onlarsız Hitler bir hiçti. Nazi Almanyası'nın orduları, Flick, Krupp ve şürekâsı olmadan komşu ülkeleri istila edemez, savaşamazdı. 70 milyondan fazla insanın ölümünden, Hitler'e hizmet etmiş olan bu endüstri patronları da sorumludur. 1945'te savaş sona erdiğinde Avrupa bir yıkıntıydı. Dörtler'in işgalindeki Almanya'da kolları sıvayan yüz binler bombalanmış kentlerde moloz yığınlarını kaldırırken İngilizlerle Amerikalılar kurdurdukları Batı Almanya'ya, Sovyetlere karşı “kale" görevini vermişlerdi. Ancak ülkenin bir an önce güçlenmesi de gerekmekteydi. Hitler'e hizmet eden Alman endüstrisinin patronları hâlâ hayattaydı. O yıllarda ülkeye gerekli olanlar 2-3 yıl sonra hapisten çıkarılıp aklanmıştı!

"TEMİZ SU YOKSA KİRLİ SU DÖKÜLEMEZ!“

Kadın gazeteci Nina Grunenberg bir süre önce okumuş olduğum “Die Wundertäter. Netzwerke der deutschen Wirtschaft" adlı kitabının tamamını, ABD'nin desteği ile nasyonal sosyalizmin kalıntıları üzerine Almanya'yı yeniden inşa edenlere, Nazilerle işbirliği yapmış olan bu çıkarcılara ayırmış! Grunenberg onlar için “Komünistlerden nefret eden, solcuları sevmeyen, ataerkil düzenin temsilcileri, despot ruhlu, politik görüşleri en sağda, NSDAP üyesi insanlardı" diyor. Savaş sonrasında Amerikalılar bu insanların çoğuna yeşil ışık yakmıştı. Dizginler yine Flick, Krupp, Abs, Sohl ve Zangen'in elindeydi... 1951'de kurulan Federal Kriminal Dairesi'nde 25 SS subayı önemli görevlere getirilmişti. Batı Almanya'nın ilk başbakanı Konrad Adenauer'in şu sözü unutulmaz: “Temiz su yoksa kirli su dökülemez!"

Eylülde Doğu Almanya eyaletleri Brandenburg, Thüringen und Sachsen'de genel seçimler var. Güncel anketler her üç eyalette de oyların yaklaşık yüzde 30'unu İslam karşıtı, göç karşıtı, milliyetçi ve tutucu AfD'nin alacağını gösteriyor! Almanya Federal Maliye Bakanlığı'nın sorum üzerine 20 Ağustos 2024 tarihinde verdiği yazılı yanıta göre 1991 ile 2024 arasında ülke vatandaşlarından kesilen toplam 410 milyar Avro dayanışma vergisi doğunun kalkınmasına harcanmış! Almanya kuruluşunun 75. yılını kutluyor...

18 Ağustos 2024

Almanya'nın doğusunda popülistler güçlü

Aydınlık Avrupa, 18 Ağustos 2024

Ahmet Arpad

Batı Alman kapitalizmi 1990 yılında ayak bastığı "Köylüler ve İşçiler Ülkesi"nde aradan geçen yıllarda büyük adımlarla ilerledi. İki Almanya'nın birleşmesinin ardından üç kez ziyaret ettiğim Dresden'in her köşesinde, bir zamanlar "öcü" dedikleri kapitalizmin izlerini görmemek mümkün değil. 1991'den bu yana hükümetlerin kendi insanının boğazından keserek, eski Doğu Almanya'nın kalkınmasına yaptığı trilyonluk yatırımlar defalarca katlandı!
Elbe Nehri kıyısının düzlüklerine ve yamaçlarına yayılı Dresden bir villalar kenti. Kocaman bahçeler, yeşil korular ortasında yüzlerce yıllık saraylar, saraycıklar, şatolar, konaklar. Hepsi de birbirinden güzel ve zevkli bu yapılar, Dresden'in zamanında ne denli zengin insanlar kenti olduğunun belirtisi. Savaş sonrası Ulbricht ve Honecker'in yardakçılarının keyif sürdüğü bahçeler içindeki villalar 1990'dan sonra eski sahiplerine ya da mirasçılarına geri verildi. Batıdan gelenlerin de satın aldığı, çoğu Jugendstil (Art Nouveau) yapılar zevkle restore edilmiş.

YENİCE Tütün Fabrikası

Her zaman Doğu Almanya'nın en güzel kenti kabul edilen Dresden, yeniden inşası tam on yıl süren görkemli Kadınlar Kilisesi'nin de kapılarını ziyaretçilere açmasıyla yine eski çehresine kavuşmuştu. 13 Şubat 1945 günü kenti yerle bir eden İngiliz hava bombardımanında yıkılan ve 50 yıl boyunca kalıntılarına hiç kimsenin el sürmediği Kadınlar Kilisesi'nin taşları bilgisayar aracılığıyla yeniden birleştirilmişti. Bu çok hırslı çalışma Almanya'ya tam 180 milyon Avro'ya mal olmuştu. Dresden'in simge yapılarından biri de "Yenice Tütün Fabrikası". 19 yüzyılda Osmanlı'dan ve Mısır'dan tütün satın alıp işleyen bir aile şirketi, fabrika binasını tek minareli, kubbeli, dış duvarları fayans kaplı bir cami şeklinde inşa etmiş. 1990'lı yıllarda çok başarılı bir restorasyon geçiren güzel yapı, bürolar, apartman daireleri, sanat galerisi, konferans ve toplantı salonları ile bodrumunda bir diskoteği barındırıyor. Dresdenli Müslümanlar'ın bu diskoteği yasaklatma çabaları boşa çıkmıştı...!

16 yüzyıldan günümüze, soğuk savaş yılları dışında, Dresden hep zengin bir kentti. Yöredeki gümüş madenleri ve nehir ticareti, geçmiş yüzyıllarda bolluğun kaynağı olmuş. İtalya âşığı Kral II. August'un Dresden'i 17 yüzyılda Venedik'e benzetmek istemesi, kente bugünkü tarihi yapıları kazandırmış, Dresden'i Avrupa'nın en güzel ve çekici kentlerinden biri yapmış.
Kendinden sonra tahta çıkan oğlu da günümüzde kenti süsleyen barok binaları İtalyan mimarlara inşa ettirmiş, içlerini yine o ülkeden getirttiği sanatçılara döşetmiş. Floransa'yı andırması nedeniyle Dresden'e "Elbe kıyısındaki Floransa" da deniyor. Kent halkının referandumla nehir üzerine modern bir köprü yapılmasına karar vermesi üzerine UNESCO "Dünya Kültür Mirası" unvanını 2009'da geri almış, geçen yıl yapılan yeni müracaatı da kabul etmemişti.

"Eski toplar önemli görevlerde"

Saksonya eyaletinin başkenti güzel Dresden, ne yazık ki yabancı düşmanlığının kalelerinden biri. Batıdan gelen tüm desteğe, sayısız yeniliğe ve refaha karşın yabancı düşmanı tohumlar doğuda yeşermeye devam ediyor, köklerini kurutmak çok zor. Burada çoğu insan hâlâ Ulbricht-Honecker yıllarının özlemini çekiyor. Avrupa Komisyonu'nun 27 ülkede yaptığı araştırmaya göre Avrupa'da geleceğe kötümser bakan toplumların başını yüzde altmış sekiz ile Almanlar çekiyor! Sosyal Demokratlar'ın (SPD) politik vakfı Friedrich Ebert'in kamuoyu yoklaması daha da şaşırtıcı. Tüm Almanların yüzde 30'u demokrasinin sorunları çözeceğine artık inanmıyor. Doğu Almanya'da bu oran daha da yüksek. Orada insanların yüzde 50'si demokrasinin toplum sorunlarını çözmeye yeterli olmadığı inancında. Belki de bu nedenle "eski toplar" yine çok önemli görevlere getiriliyor! 

Özellikle batı partileri Hıristiyan Demokratlar (CDU) ile Hür Demokratlar (FDP) kadrolarını bu "eski" rejim yandaşları ile doldurmuş. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'ni yönetenlerin partisi Sosyalist Birlik Partisi'nin (SED) 1990'a kadar uzaktan kumanda ettiği ve çoğunlukla bilim adamlarının, öğretmenlerin, akademisyenlerin üye olduğu küçük partilerde görev yapmışlar tüm Doğu Almanya'da yine önemli görevlerde. Politikayı onlar etkiliyor, toplum yaşamını dolayısıyla da olsa onlar yönlendiriyor. Sağ popülist Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) Almanya'nın 16 eyaletinin 13'ünde parlamentoda temsil ediliyor. Önümüzdeki ay Doğu Almanya eyaletleri Brandenburg, Thüringen und Sachsen'de seçimler var. Göçmen karşıtı AfD güncel anketlere göre her üç eyalette de oyların yaklaşık %30'unu alacak!

"Batıda huzur içindeyiz!"

Hans ve Ursula ile yaklaşık 40 yıldır ailece tanışıyoruz. Yaşamlarının son 30 yılını meslekleri gereği Doğu Almanya'da geçirdiler. Stuttgart'ı bırakıp oraya yerleşmelerinin nedeni Dresden'de o yıllarda daha iyi iş ve yaşam koşulları bulmuş olmalarıydı. Bu iki dost altı ay önce Batı Almanya'ya döndü! Telefonda nedenini sorduğumda Hans: "Dönmemizin nedeni bir zamanlar hayran kaldığımız doğuda yaşamın son beş, altı yıldır olumsuz değişmiş, çekilmez olması", dedi... Evet, emekli olur olmaz malı mülkü satıp batıya döndüler. "Burada rahatız, huzur içindeyiz", diyorlar. Komşuları bir Türk aile. Hemen birbirlerine ısınmışlar.

Hafta birkaç kez de yakındaki Türk lokantasına yemeğe gidiyorlar! Şimdi keyifleri yerinde...