Toplum Gazetesi, Almanya, 25 Nisan 2021
Ahmet Arpad
İki binli yılların başlangıcında, Yalova depreminin ardından Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanmıştı. Aradan 20 yıl geçti, İstanbul depremi gittikçe yaklaşıyor, artık ayak sesleri duyuluyor! İki ay önce İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, TBMM Deprem Araştırma Komisyonu'na şu bilgiyi vermişti: "İstanbul'da olası bir depremde 200 bin binanın orta ve ağır hasar almasının bekleniyor, bu da 3 milyon insanı etkileyebilir…" 7.5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosuna göre 48 bin binanın ağır hasar almasının beklendiğini dile getiren Kahraman, içme suyu ve doğalgaz şebekelerinde de büyük hasarın kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı.
Ranta dayalı zenginleşme
Son 60-70 yılda kentçilik her yanı denizlerle çevrili 3 bin yıllık metropolda sağlıksız bir büyüme göstermiştir. İstanbul tüm deprem tehlikesine karşın sürekli bir kaçak yapı cenneti olmuştur. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örneklerini burada görmek mümkündür. Adnan Menderes'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.
Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. 1950'li yıllarda başlatılan sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir kentçilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları kısa sürede ortadan silindi. Son yirmi-otuz yılın gecekonduları(!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, İstanbul'un sağına, soluna dikilen 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residencelar'dır... Kimler başrolde?
Gökdelenlerin modern kentçilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına İstanbulluları inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, 'dinibütün' belediyeciler, 'referansı İslam' politikacılar...
İnşaat sektörü ve 'yağma Hasan'ın böreği'
1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı. Konuları sınırsızdı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan filan, fasa fiso..." Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü!
İstanbul'da 340 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem yaşandı. Yıllar arkada kaldıkça depremler arası süre kısaldı. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu?
Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı ve inandırıcı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? İnşaat Mühendileri Odası geçenlerde açıkladı: "İstanbul'daki yapıların yarıya yakınının yapı kullanma izni yok!" Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da altı ay önce: "İstanbul'da 5.9 milyon konutumuz var. Bunun 1,5 milyonu riskli, 300 bini acilen dönüşmesi gereken yapılar", dedi. İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek!
Büyük yıkım olur
Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği su götürmez bir gerçek. Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? Elli beş bin insanın ölümünün, birkaç yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke. Evler kalitesiz inşaat malzemelerinden yapılmış, ancak vatandaşlar hâlâ bu konutlarda yaşıyor. Ve depremi bekliyor, eli böğründe... Başta Almanya olmak üzere tüm endüstri ülkeleri Çernobil faciasının ardından nükleer güç santrallarını peşpeşe kapatıyor. Türkiye ise deprem bölgelerine nükleer güç santralları konduruyor! Yıllarca süren tüm karşı çıkmalar hiçbir işe yaramadı, Mersin-Akkuyu ve Sinop-İnceburun inşaatları sürüyor. Sinop'ta 650 bin ağaç kesildi. Üçüncü nükleer güç santralı da İstanbul'un kuzeybatısındaki deprem bölgesi İğneada'da yapılacak! 3155 hektarlık çok ender Longoz ormanları milli parkının yanıbaşına. Yörede 200'den fazla kuş türü yaşıyor!
Geçmişte: "Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? – Riski var mı, tabii var. Patlayabilir. Şimdi, riski var patlayabilir, diye biz tüpgaz kullanmayacak mıyız? – Bekârlık nükleer santraldan daha tehlikeli", diyen çok üstdüzey poltikacılarımız olmuştu!
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi deprem bölgesine, İstanbul'un su kaynaklarının ortasına, kuşların göç yoluna 13 milyon ağaç kesilerek dev bir havalimanı oturtuldu. Açılması düşlenen 45 kilometrelik "beton kanal” da deprem bölgesinin içinden geçiyor. Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 17 Nisan'da şöyle demişti: "İstanbul özelinde ciddi bir deprem hazırlığı içindeyiz."
Ahmet ARPAD, Toplum Gazetesi/ALMANYA, 25 Nisan 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder