22 Haziran 2025

Şarap keyfi ve yirmi milyon kaçak silah...

Aydınlık Avrupa, 22 Haziran 2025

Ahmet Arpad

Dinlenmek isteyen Stuttgart insanı boş zamanlarında kendini doğanın kucağına atar. Ne de olsa Karaormanlar, Alb tepeleri ve Rems ovası kapı komşusudur. Ormanlarında, çayırlı yamaçlarında yürüyüşler yapılan, küçük lokantalarında yörenin yemek ve şaraplarının zevkine varılan, doğası güzel, üzüm bağları ünlü Rems ovası günübirlik geziler için idealdir. Yörede yaşayanlar çoğunlukla savaş sonrası Doğu Avrupa ülkelerinden göç ettirilmiş Almanlardan oluşuyor. Piyetist ve metodistlere buralarda çok sık rastlanıyor.

ET AĞIZDA DAĞILIYOR

Küçük lokantanın ıhlamur ağaçları altındaki bahçesi bugün dolu. İki garson kız koşuşturuyor. Et, balık, patates, hamur işi, soslar dolu tabaklar gidiyor masalara. Çoğu müşteri şarap içiyor. Masaya gelen garson kız aşçıbaşının bugün özel olarak yapmış olduğu haşlanmış sığır bifteğini öneriyor. Yanında patatesle havuç var. Biz tabii bu tipik Avusturya yemeğini yeğliyoruz. Et ağızda dağılıyor.

Az sonra yörenin taze çileğinin yanında kaymaklı İtalyan dondurmasını kaşıklarken kalabalık, gürültücü bir grup bahçeye giriyor, ikisi kadın. Orta yaşlı erkeklerin ellerinde kılıflara sokulmuş tüfekler var. Yakındaki atıcılık kulübünün üyeleri olmalı. Uzun bir masaya oturup şaraplarını ısmarlıyorlar. Yüksek sesle atılan kahkahaların ardı arkası kesilmiyor. Biraz öfkeyle bakanlar oluyor. Keyifleri kaçmış gibi.

Bizi buraya davet etmiş olan tanışımız yemeğin ardından: "Haydi kalkalım", diyor. Kahvemizi Waldenstein kalesinin terasında içeceğiz. Neredeyse kırk yıldır Rems ovasında yaşayan, Mercedes'ten emekli tanış, yörede bol sayıda görülen atıcılık kulüplerinden hoşlanmadığını söylüyor. Yemek yediğimiz lokanta Winnenden'e yakın. O küçük kentte 2009 yılında 17 yaşındaki öğrenci Tim babasının ruhsatlı tabancasını çalmış ve nefret ettiği çoğu sınıf arkadaşı olan on altı kişiyi öldürmüştü. Aradan geçen aylarda yörede 6500 silah sahibinin üzerine yirmi beş bin silahın kayıtlı olduğu ortaya çıkmıştı. Resmi verilere göre tüm Almanya'da on beş bin atıcılık kulübünün bir buçuk milyon üyesi var. Tüm ülkedeki ruhsatlı silahların sayısı (avcıların kullandıkları dahil) tam on milyon. Dünya rekoru (!) Amerika Birleşik Devletleri'nde. 340 milyonluk ülkede 400 milyon (tahmini) silah var!

KADEHLER HAVADA, KEYİFLER YERİNDE

Az sonra Waldenstein kalesinin kocaman terasında, Rems ovası ayaklarımızın altında elmalı pastalarımızı yerken sohbet devam ediyor. Winnenden'de işlenen cinayetlerin ardından hükümet çıkardığı yasalarla silah alım ve kullanımını, atıcılık sporu yapanların silahlarını evlerinde muhafaza etmelerini biraz olsun zorlaştırmıştı. Ancak bu gelişme ne atıcılık kulübü üyelerini, ne de Tim'in öldürmüş olduğu 16 gencin ana babasını memnun etmişti. "Pek bir şey değişmedi", diyor tanış. Çünkü resmi açıklamalara göre ülkede silah lobisi çok güçlü. Unutmamak gerek, on milyon ruhsatlı silahın yanı sıra yirmi milyon da ruhsatsız silahın evlerde saklandığı tahmin edilen Almanya dünyada ABD ile Rusya'nın ardından silah ihraç eden üçüncü büyük ülke! Satışlarını son beş yılda yüzde yetmiş arttıran Alman silah endüstrisinin en büyük alıcılarından biri de Türkiye! Resmi açıklamalara göre Alman hükümeti 2024 yılında ülkemize yaklaşık 250 milyon avroluk silah satışı yapılmasını onaylamış.

Başka bir gerçek de düşündürücü: Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü‘nün (SIPRI) 2024'deki raporunda yer alan verilere göre son yıllarda Türkiye, silah satışını yüzde 100'ü aşan oranla artırarak dünyanın en büyük 11'inci silah ihracatçısı konumuna geldi. İsrail 10 sırada.

Dönüş yolunda tanış, o gün Gundelsbach'ta şarap bayramı olduğunu söylüyor. Şöyle bir uğramaya karar veriyoruz. Çayırlarda beyaz keçiler, hallerinden memnun besili inekler. Bağların önüne kurulmuş masalarda binlerce insan. Kadehler havada, keyifler yerinde. Yöresel müziğin eşliğinde şarkılar, danslar. Bir an için de olsa az önce konuştuklarımızı unutuyoruz, keyiflenmeye çalışıyoruz. Fakat eve dönünce keyifler yine kaçıyor. Televizyon haberlerinden Avusturya'nın Graz kentinde Arthur A. adında 21 yaşındaki bir gencin on kişiyi öldürdüğünü öğreniyoruz. Öldürdükleri, bitiremediği lisedeki dokuz öğrenciyle bir öğretmen. Yanında ruhsatlı iki tabanca taşıyan Arthur A. on bir kişiyi de ağır yaralamış. Ve son kurşunu da şakağına sıkıp intihar etmiş.

15 Haziran 2025

Uçaklardan trenlere...

Cumhuriyet, 15 Haziran 2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Boylu poslu, sarışın. Güzelliği hâlâ çekici! Görmeyeli çok olmuştu. "Tam on beş yıl," diyor. Geçenlerde Stuttgart'ın göbeğinde karşılaşmamız büyük bir rastlantıydı. Ailesi komşumuzdu, sık sık görüşürdük. Liseden sonra bir seyahat acentesinde çalışmış ve günün birinde bavulunu topladığı gibi Frankfurt'a gidivermişti. "Hostes oluyorum," demişti. "Neler yaptın, nasıl geçiyor hosteslik yılları?" diye soruyorum. "Artık geride kaldı o meslek," oluyor yanıtı. "Geçen yıl bıraktım, evlenmeye karar verdim." İstasyona gidiyordu, Köln treni bir saat sonra kalkacaktı. Yakındaki Café'de kısa bir sohbeti kabulleniyor. Az sonra, yanında Sacher pastası çaylarımızı yudumlarken gerçekten de anlatacak çok şeyi var.

Gökyüzünde ilk yılları sürekli iç hatlarda geçmişti. Sonra Frankfurt ve Düsseldorf çıkışlı uçaklarla Avrupa ülkelerine uçmuştu. Önce küçük uçaklarla. Mesleğinde ilerledikçe uçaklar büyümüştü. Tabii en ilginci, bir hostes için en zoru da, Jumbo'lar olmuştu. Son yıllarda genellikle denizaşırı ülkelere gitmişti.

"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Bir A 380-800 ile uçuş kimi zaman 8-10 saat sürüyor, ortalama beş yüz yolcu var, değişik milletten insana hizmet etmek zorundasın," diye anlatıyor. "Kuzey Amerika, Güney Amerika, Asya ülkelerine gidiyorsun. Uçak iki katlı, alt kat ekonomi, kalabalık oldu mu, işin zor. Sekiz hostes koşuşturup duruyor. Yukarısı business ve first class. Fakat az yolcu demek kolay iş demek değil. Orası varlıklıların katı!" O anlattıkça açılıyor, ben ise suskun dinliyorum. Fakat arada sırada gülümsemeden de edemiyorum. Sarhoş yolcu, korkak yolcu, hasta yolcu, ağlayan bebekler, şımarık çocuklar... "Sadece onlar mı?" diye devam ediyor. "İşi iyi gitmemiş stresli işadamı, tatilde kavga etmiş karı-koca, yitirdikleri maçtan dönen bir grup 'futbolsever'... Hepsiyle baş etmek zorunda hostes. Sinirlerini yitirmeden tabii. "En zor müşteriler de 'Sen benim kim olduğumu biliyor musun?' diyenler! Hostes hep gülümsemek zorunda, ancak bu gibiler gülümsemeni hakaret olarak kabul edebileceği için de çok dikkatli olmalısın!" 

Balta girmemiş ormanlara zorunlu iniş

Söylediğine göre hep iç hatlar uçtuğu ilk yıllarında Frankfurt-Berlin uçuşları hiç hoşuna gitmemiş. Nedeni de çok ünlü politikacılarla çok ünlü sanatçıların bu hattı kullanması! "Hiçbir yolcunun aniden hastalandığı oldu mu?" diye soruyorum. "Birkaç kez," diyor. "Kalp krizi geçiren yolcularda zorunlu inişler yaptık. Bu durumda uçağın tekerleklerinin on dakika sonra yere değmesi gerekir. Hep başardık!"

Hostesliği bütün bu stresine karşın severek yapmış olduğunu söylüyor. Son 5 yılını başhostes olarak denizaşırı uçuşlarda geçirmiş. "Bu uçuşlar, Atlantik Okyanusu'nun üzerindeki fırtınalarda yüreğim ağzıma gelmesine karşın güzeldi." Ne de olsa gittikleri kentlerde 2-3 gün dinlendikleri olurmuş. "15 yıl boyunca kaç havalimanına indiğini anımsıyor musun?" diyorum. Gülümsüyor. "Tabii, hepsi kayıtlı," oluyor yanıtı. "138 havalimanına, kimine defalarca!" Yaşamımın 9400 saati havada geçmiş! İlk uçuştan önce başarmak zorunda olduğu birbuçuk aylık hosteslik kursunda öğrendikleri de çok ilginç! Sadece uçakta yemek, içki servisi, duty-free satışı yapmayı öğretmemişler... Uçak açık denize, balta girmemiş ormanlara, Sahra'ya veya Kuzey Kutbu'na zorunlu iniş yaptığında bir hostes nasıl davranacak? Balık nasıl tutulur, zehirli yılanlarla nasıl baş edilir, buz çölünde donmamak için ne yapılır?

Bıraksam daha çok anlatacak, fakat treninin kalkmasına yirmi dakika var. Hesabı ödeyip hızla karşıdaki istasyona geçiyoruz. Acele etmemize hiç gerek yokmuş. Öğleden sonraki tüm trenler gecikmeli. 

Tanrı izin verirse!

Alman Devlet Demiryolları ve Berlin hükümeti Stuttgart tren istasyonunu yerin altına almakta ısrar edeli her şey karıştı. Stuttgart-Ulm arasına da 60 kilometrelik yeni tüneller açıldı, açılıyor. Yıllardır, her pazartesi kentte bu anlamsız dev projenin karşıtları sürekli nümayiş yapıyor. Şu sıralar sık sık seferler değişik nedenlerle iptal oluyor, çoğu gün gecikmeli çalışıyor. Devlet Demiryolları’nın başındakiler her soruna karşın: "12 milyar Avro'luk bu proje gerçekleşecek," diye yıllardır inat edip duruyor. Hristiyan Demokratlar'ın 2011'de eyalet hükümetini yitirmelerinin ardından belediye başkanlığını da Yeşiller'e kaptırmalarının en büyük nedeni, yeraltına tren istasyonu projesinde "budalaca" ısrar etmeleri olmuştu! 2010’da temeli atılan proje 2027’de bitecekmiş. Tanrı izin verirse!

Biraz sonra treni otuz dakika gecikmeli kalkarken eski tanışa el sallıyorum ve şu günlerde tren yolculuğu yapmadığıma şükrediyorum. Sürekli gecikmeler, sefer iptalleri yaşanıyor. Geçen Şubat'ta Zürih'e gitmek için bilet aldığımız sabah treni kalkışa 25 dakika kala aniden iptal edilmişti. Yerine başka tren sefere konmayınca biz de İsviçre'deki buluşmamızdan vazgeçmek zorunda kalmıştık. Alman Devlet Demiryolları sağolsun iki ay beklettikten sonra bilet parasını iade etmişti! 

mail@ahmet-arpad.de

8 Haziran 2025

"TANRI ULUDUR"

Aydınlık Avrupa, 8 Haziran 2025

Stuttgart – Ahmet Arpad

16 milyonluk dev kent İstanbul'da 3.555 cami var. İkincilik 5,8 milyon nüfuslu Ankara'da değil. 2,5 milyonluk Konya 3.255 camiyle başkentin (3.199 cami) önünde! Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 3 Ocak 2024 tarihli açıklamasına göre Türkiye'deki toplam cami sayısı 89.817... 

***

"Bize Kuran dersi veren okul müdürümüz Niyazi Bey tüm sınıfı İstanbul Operet Heyeti'nin temsillerine götürürdü... Sultan Reşat'ın baş müezzini İsmail Hakkı Bey de bu operetin çalgılar topluluğunu yönetirdi..." 1910 doğumlu babam Burhan Arpad'ın bu sözlerini arada sırada anımsıyorum. Günümüzde din adına konuşan sorumlu ve yetkili kişilerin neler yaptığını gördükçe de: "Demek ki 100 yıl önceki din adamları aydın görüşlü insanlarmış," diye düşünmeden edemiyorum. Ve de hüzünleniyorum. 

Adında 'demokrat' kelimesi olan parti 14 Mayıs 1950 günü ülkemizde yönetimi ele almıştı. Menderes hükümetinin yaptığı ilk iş Türkçe okunan ezanın Arapça okunmasına karar vermek olmuştu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra da, 16 Haziran 1950 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen bir yasayla Arapça ezan okumaya izin verilmişti. Bu yasa, Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesini değiştirerek ezanın Arapça olarak okunmasını yasaklayan hükmü kaldırmıştı.

O günleri yaşamış olan insanlar: "Her şey ezanın tekrar Arapça okunmasıyla başlamıştı," derdi. Günümüzde tarikatların hortlamasının, gericilere ödünler verilmesinin, "Şeriat isteriz!" bağrışmalarının ilk tohumlarının 16 Haziran 1950 tarihli kararla atılmış olduğu söylenir. Cumhuriyet tarihinde geriye baktığımızda, Atatürk devrimlerinden ve laiklikten uzaklaşmanın ilk adımlarının gerçekten bundan tam 75 yıl önce, 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti'yle atıldığını görürüz.

"Tanrı Uludur!"

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nde İslam dinine inanan bireyler dünya işleri dışında olup bitenleri de anlasın istemişti. İlk adım olarak da ezan Türkçeleştirilmişti. Türkçe ezanı Süleymaniye Camisi baş imamı, tenor sesli Hafız Kemal'den dinlemiş olan Atatürk coşkuyla vermişti bu kararı. 1932 yılında, 30 Ocak'ı 31 Ocak'a bağlayan gecede (Kadir Gecesi'nde) minarelerden "Tanrı uludur" seslenişi yükselmişti! "Tanrı uludur, Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak..."

Arapça "Allahu Ekber" yerine Türkçe "Tanrı Uludur"un minarelerden yükselmesi, ne yazık ki sadece on sekiz yıl gerçekleşmişti. Türkiye'de yığınların kafası işlesin istemeyenler "Allahu ekber"e sarılmıştı. Muhalefetteki Atatürk partisi CHP de sesini çıkaramamıştı. Demokrat Parti yönetimi belki bir on yıl sürmüştü, ancak bu süreç Atatürk'ün attığı tohumların hızla yok edilmesine yetip artmıştı. Türkiye'de 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen ilk askeri darbenin ardından çoğu aydın ilk başta sevinmişti. O günlerde "düşünce özgürlüğü gelişecek, geriye gidiş duracak" diye umutlanan bir avuç yazar, 1960 Temmuz'unda Türk Dil Kurumu kurultayına getirdikleri bir öneri ile "Ezan yine Türkçe okunsun!" demiş ve tabii düş kırıklığına uğramıştı.

27 Mayıs çabucak unutulmuştu. Ardı ardına daha çok camiler açılmış, Arapça ezan daha iyi duyulsun diye tüm minarelere güçlü hoparlörler takılmış, imam-hatipler mantar gibi bitmiş, tarikatlar palazlanmış, dinci ile politikacı kucak kucağa oturmuş, takkeli, takunyalı iktidara koşmuştu. "Aydın" kisvesi altında kimi yazar-çizer takımla numaracı cumhuriyetçi de bilinçli-bilinçsiz emperyalistle şeriatçının oyununa destek vermişti.

"86 yıllık hasret sona erdi..."

‘Birileri' onlarca yıl verdikleri savaşı sonunda kazanmıştı. Bu kişiler o günden sonra onlarca yıl uğraştılar, inat ettiler, yıllardır süren düşlerini gerçekleştirdiler. Taksim alanına, Cumhuriyet anıtının hemen karşısındaki tarihi sit alanına bir camii kondurdular. Bununla da yetinmediler, aradan birkaç yıl geçmeden Boğaziçi'nin en güzel tepelerinden birinde de 290 milyon dolara malolan (Bk. Wikipedia), çevresine pek yakışmayan, 57 bin metrekare alana yayılan, 63 bin (!) kişilik, çoğu namaz saatinde bomboş kalan bir yapı yükselttiler. Çamlıca'daki cami dünyanın en büyük camileri arasında! Bu makale öncesi yaptığım araştırma sırasında NTV'de şu bilgilere rastladım: "Çamlıca Caminin 72 metre yükseklikteki ana kubbesi İstanbul'da yaşayan 72 milleti, 34 metre çapındaki kubbesi de İstanbul'u simgeliyor. Kubbenin iç yüzeyine, 16 Türk devletine ithafen Allah'ın isimlerinden 16'sı, Haşr Suresi'nin son iki ayetinden istifade edilerek yazıldı. İmanın şartını temsilen 6 minareli inşa edilen Büyük Çamlıca Camii'nin üç şerefeli 4 minaresi Malazgirt Zaferi'ne ithafen 107,1 metre, iki şerefeli 2 minaresi ise 90 metre yüksekliğinde yapıldı. Camide aynı anda 8 cenazenin namazı kılınabilecek. 3 bin 500 araçlık kapalı otoparkı bünyesinde barındırıyor. Büyük Çamlıca Camii'ne yüzde yüz antibakteriyel özelliğe sahip, 17 bin metrekare büyüklüğünde özel dokuma halı serildi. Cami, 5 metre genişliğinde, 6,5 metre yüksekliğinde ve altı ton ağırlığındaki ana kapısıyla, dünyadaki en büyük ibadethane kapılarından birine sahip. Caminin minberi 21 metre yüksekliğinde ve gerek görüldüğünde asansörle çıkılabilecek."

İslam dünyasının ünlü mimarı Sinan'ın olağanüstü yapıtı olan Edirne Selimiye Camii ise 24 bin metrekare alana yayılıyor, içinde aynı anda 6 bin kişi namaz kılabiliyor! 2000'de UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine dahil edilen Selimiye Camii ve külliyesi 2011'de Dünya Mirası olarak tescil edildi. 

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul'u fethettiğinde Ayasofya'yı (Azize Sofya Kilisesi) ismini değiştirmeden fethin sembolü olarak camiye dönüştürmüştü. Atatürk'ün 1934'de müze yaptığı, 5. yüzyılın en büyük kilisesi, Doğu Ortodoks ve Roma Katolik etkilerinin sentezi Ayasofya'yı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle 24 Temmuz 2020'de yine camiye dönüştürdüler! Diyanet o günlerde şu açıklamayı yapmıştı: "86 yıllık hasret sona erdi." Dinci basın da: "Yeniden dirilişin sembolü Ayasofya!" diye başlık atmıştı. İlginçtir günümüzde Almanya, Hollanda ve Belçika'da da Diyanet'e bağlı, adı nedense ‘Ayasofya' olan yaklaşık 30 cami var!

Tüm Halkevleri kapatıldı

Demokrat Parti'nin iktidara geldiği günlerde Türk toplumu başka bir büyük değişimi daha yaşamıştı! Kurulmalarının amacı Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve devrimleri doğrultusunda, halkın sosyal ve kültürel alanda gelişimine katkıda bulunmak olan ve bu nedenle 1932 yılında tüm Türkiye'de açılmış olan 478 Halkevi 8 Ağustos 1951 tarihinde kabul edilen ve 11 Ağustos 1951 tarihinde de Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 5830 sayılı yasayla Türkiye genelinde kapatılmış, malları da hazineye devredilmişti. O günleri iyi anımsıyorum, çünkü Taksim'deki halkevinde piyano dersi alıyordum. Günün birinde babam: "Artık piyano dersine gidemeyeceksin," demiş ve nedenini küçük Ahmet'e anlatmaya çalışmıştı! Tepeden inme bir kararla halkevlerinin kapısına zincir vurulurken Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından kapatılmış olan İmam Hatip Okulları da iki ay sonra, 17 Ekim 1951'de yeniden açılmıştı. İmam Hatipler Derneği Genel Başkanı Abdullah Ceylan'ın 2024'de yaptığı açıklamaya göre günümüzde Türkiye'de yaklaşık 4 bin 500 imam hatip okulu var. BirGün Gazetesi de 09 Kasım 2017 tarihli sayısında şu haberi vermişti: "Ülkenin dört bir tarafını imam hatiplerle donatan AKP hükümeti, bu okulları şimdi de yurt dışına yayıyor. Dünyanın 22 ülkesinde 42 imam hatip lisesi açılırken ABD ve Avustralya'da da yeni imam hatiplerin açılması gündemde."

Günümüz Türkiye'sinde ürkütücü başka bir konu da tarikat ve cemaatler. Cumhuriyetin ilanı ve tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla yer altına inen ve etki alanı kısıtlanan tarikat ve cemaatler 1950'den sonra Demokrat Parti'yle birlikte yeniden yerüstüne çıkmış ve zaman içinde de etkinliklerini arttırmışlardır. Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esergül Balcı ve ekibinin hazırladığı rapora göre, bugün Türkiye'de 30 tarikatın 400'den fazla kolu bulunuyor. https://www.politikyol.com/tarikat-piyasalari

Ezanın Türkçesinden, "Tanrı Uludur"un açık ve aydınlık seslenişinden kimler korkar? Yaşamın her alanında şeriat hükümlerinin uygulanmasını isteyen şeriatçılardan başka...!

5 Haziran 2025

Thomas Mann

CUMHURİYET KİTAP Eki, 5 Haziran 2025

Ahmet Arpad

20. yüzyıl Alman edebiyatının en ünlü yazarlarından olan Thomas Mann en başarılı yapıtlarını ‘sürgünde‘ olduğu yıllarda kaleme almıştır.


Thomas Mann, 6 Haziran 1875'te Lübeck'de doğdu. Bundan tam 150 yıl önce! Babasının 1877'den 1891'e kadar mâliye senatörü olarak görev yaptığı bu kentte refah içinde büyüdü. Onun ölümünün ardından annesi ve kardeşleriyle Münih'e taşındı. Bir yangın sigorta şirketinde meslek eğitimine başladı, ancak masa başı çalışma ona göre değildi. 1894 yılında kaleme aldığı "Gefallen" ilk romanı oldu. Onu büyük üne kavuşturan yapıtı "Buddenbrook Ailesi" 1901 yılında yayınlandı. Onu "Tonio Kröger", "Tristan", "Venedik'te Ölüm" gibi değişik öyküler izledi. İkinci büyük yapıtı olan "Büyülü Dağ"ı 1924 yılında kaleme aldı. 

1929 yılının Mann'ın yaşamında çok önemli bir yeri vardır. Çünkü artık iyice ünlenmiş olan yazar o yıl Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. 1933 yılında Nazi'lerin yönetimi ele geçirmesiyle İsviçre'ye sığındı. Kısa süre sonra da, 1912'de bu ülkeye yerleşmiş olan Hermann Hesse ile tanıştı. Değişik kişiliklerde olmalarına karşın aralarında yakın bir dostluk oluştu. O günlerde Stefan Zweig'la da dostluk kurdu. 25 Şubat 1933'de Zweig'a yolladığı mektubunda: "Almanya inanılmaz bir duruma düştü; ilerde çok insan o günleri yaşadığı için utanç duyacak!" diye yazar Mann. Stefan Zweig'ın 18 Nisan 1933 tarihli yanıt mektubundaki görüşleri şöyledir: "Söylenenlere karşı çıkmak artık mümkün değil, çünkü yalan kanatlarını öylesine açmış ki gerçekler dışlanıyor, yalanın aktığı lağımlardan yükselen pis kokuları insanlar güzel kokular gibi içlerine çekiyor..." Thomas Mann, 24 Nisan 1933 günü Zweig'a şu yanıtı verir: "Siz de acılar çekiyorsunuz. İnanamıyorum. Günümüzde böyle şeyleri yaşamak zorunda bırakılmamız insanın nefret duygularını doruğuna çıkarıyor."

Buddenbrook Ailesi

Dünya edebiyatında Alman romanını temsil eden yazarların başında gelen Thomas Mann kendi ailesinin üç kuşak boyunca yaşam öyküsünü anlattığı "Buddenbrook Ailesi" romanını (Almanca aslından çeviren: Burhan Arpad, Altın Kitaplar, 1969, iki cilt) yazdığı yıllarda Nietzsche, Schopenhauer, Goethe ve Tolstoy‘la ilgileniyordu. Thomas Mann, kendisini bir anda dünya çapında üne kavuşturan bu yapıtını 1900 yılında tamamladığında yirmi beş yaşındaydı. Roman bir yıl sonra yayımlandı. Mann 1929 yılında bu eseriyle Nobel ödülünü aldı.

Buddenbrook'lar Baltık Denizi kıyısındaki Lübeck kentinde buğday ticareti ile uğraşan köklü bir ailedir. Yüz yıllık bir geçmişleri vardır. Zengindirler. Toplumdaki konumlarıyla gurur duyarlar. Thomas Mann ilk büyük romanında bu ailenin dört kuşak boyunca yükselişini ve çöküşünü çok gerçekçi bir anlatımla okura sunar. "Buddenbrook Ailesi"nde yaşananlar 1835 ile 1877 yılları arasını kapsamaktadır. Yapıt Johann Buddenbrook ile başlar ve Hanno Buddenbrook ile sona erer. "100 Büyük Roman" adlı incelemenin yazarı Abraham H. Lass kitabında "Buddenbrook Ailesi"nden şöyle söz eder: "Thomas Mann'ın bu yapıtı dış koşulların herhangi bir baskısı altında değil psikolojik kuvvetlerin etkisi altında gerileyen ve parçalanan bir ailenin öyküsüdür. Her nesilde, daha kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan, ailenin değişik fertlerinin enerjisini ve kendilerine olan güvenlerini körelten anti-burjuva ruhu bunda önemli bir rol oynuyor." Abraham H. Lass'a göre diğer nedenler arasında ailenin bazı fertlerinin disiplinli yaşamdan kopmaları da vardır.  

Yazar, gazeteci ve komünist tarihçi İsaac Deutscher de Thomas Mann'ı şöyle değerlendirmiştir: "O, ‘Venedik'te Ölüm'den ‘Buddenbrook Ailesi'ne kadar uzanan çizgide bağlı olduğu sosyal sınıfın görkemini ve zavallılığını, çöküntü ve yıkılışını 'ağırbaşlı bir dinginlik ve uçarı olmayan bir şenlikle' anlatıyor. Yarı sevgi, yarı nefret ve giderek artan bir umutsuzluk yapıtın temelini oluşturuyor."

Gazetecilik, edebiyat ve müzik gibi alanlarda verilen saygın Pulitzer Ödülü'nü kazanmış olan Willem Rose Benét de (yazar Stephen Vincent Benét'in ağabeyi) 1948'de ilk kez yayınladığı ve 20. yüzyıl dünya edebiyatı üzerine mükemmel bir kaynak kabul edilen "The Reader's Encyclopedia"da ünlü yazardan şöyle söz eder: "Thomas Mann daha küçük yaşlarda iki dünya arasında olduğunu ve kendisinin de bu dünyalar arasında bölündüğünün farkına varmıştı. Birincisi burjuva ailesi ve o ailenin ruhsal dünyası, diğeri de gizemli, kendi sanatçı değerlerinin manevi dünyasıydı."

1909'da yayımlanan "Majesteleri Kral" yazarın ikinci romanıdır. Konusu I. Dünya Savaşı'ndan önce iflasın eşiğinde küçük bir Alman devleti olan hayali Grimmburg'da geçiyor. Sanayinin kaderine bırakıldığı, tarımın gelişmediği, madenlerin işletilmediği, demiryollarının zararda olduğu Grimmburg Grandükü'nün tek oğlu veliaht Prens Albrecht hastalıklı bir yapıya sahiptir ve yeterince yaşayamayacağından endişe edilmektedir. Yapıt Kayser Wilhelm Almanyası'ndan (1890-1918) izler taşıyor denebilir. "Majesteleri Kral"da okurun ilerde "Büyülü Dağ"da karşılaşacağı düşünsel eğilimler sezilmekte. Dünya Savaşı öncesinde saray yaşamını, soylular sınıfının modern dünyadaki yerini sorguluyor. Bireysel özgürlük ile görev bilinci, gelenek ile modernize arasındaki zıtlıkları masalımsı bir dille anlatıyor. 

Derin duyarlılığının en yalın örneği

Thomas Mann'ın yazarlık yaşamında "Venedik'te Ölüm"ün (1911) özel bir yeri vardır. 1929'da Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülen Mann, I. Dünya Savaşı'nın öncesinde yayımlanan bu uzun öyküsünde bir sanatçının trajik çıkmazını işler. Dinlenmek için Venedik'e giden ünlü yazar Aschenbach, genç Polonyalı Tadzio'nun Yunan tanrılarını andıran olağanüstü güzelliği karşısında büyülenir. Sanatçının varoluşunu aşk ve ölüm simgeleriyle harmanlayan "Venedik'te Ölüm", Mann'ın derin duyarlılığının en yalın örneğidir. Bu ölümsüz yapıtı Luchino Visconti sinemaya da uyarlanmıştır.

"Efendi ile Köpeği", Thomas Mann'ın 1919 yılında yayımlanan ve otobiyografik öğeler içeren anlatısıdır. Mann ailesiyle yaşamış av köpeği kırması Bauschan ve sahibi ekseninde temelleniyor. "Efendi ile Köpeği" köpekler ve efendileri üzerine yazılmış bir belgedir! Beş bölümden oluşuyor. 1919 yılının Kasım ayında piyasaya çıkmadan bir yıl önce özel baskı yapmış ve numaralanmış olan 120 adedin geliri o günlerde büyük geçim sorunları yaşayan yoksul yazarlara dağıtılmıştı. Thomas Mann, sadece büyük bir romancı olmadığını, aynı zamanda küçük metin türlerini de deneyip başaran bir yazar olduğunu bu yapıtıyla kanıtlıyor. Öykü, köpeğin insanın yaşam alanının bu denli içinde olmasına karşın ona hâlâ ne kadar yabancı olduğunu anlatıyor. 

1924 yılında yayınlanan ve daha o günlerde sayısız baskı yapan "Büyülü Dağ" adlı yapıtı Hamburglu genç gemi mühendisi Hans Castorp'un yaşamını anlatır. Hans, bir İsviçre sanatoryumunda ziyaretine gittiği kuzeninin hasta olduğu saptanınca orada kalması gerektiğini anlar. Sanatoryumda geçen yıllarda doktorlar ve hastalar dünyasını, Batı felsefesinin iki kutbunu, platonik bir aşk serüveninin sarhoşluğu içinde yaşayarak tanır. Sanatoryumda kaldığı süre içinde hastalık ve ölüm gibi deneyimlerin ötesinde hayatın mucizesini kavrayan Castorp'un yalın ruhu bir değişim geçirir. Thomas Mann, roman sanatının bütün incelikleriyle yarattığı ve hafif alaycı bir üslupla sunduğu bu yapıtında, zaman, karşıt kültürler, aşk, hastalık, ölüm gibi evrensel temaları işliyor. "Büyülü Dağ" çağımıza tutulan bir ayna...

Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri

Thomas Mann'ın ilk kez 1939 yılında Stockholm'da Bermann-Fischer Yayınevi'nde yayımlanan ünlü romanı "Lotte Weimar'da", modern Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biridir. Mann bu yapıtıyla büyük usta Goethe'yi uzaktan selamlıyor. Roman konusunu Goethe'nin başyapıtı "Genç Werther'in Acıları"ndan alıyor. Werther'in büyük aşkı Charlotte Kestner uzun yıllar sonra Goethe'nin yaşadığı Weimar'a dönmüştür. Artık yaşlı ve zengin bir kadındır. Charlotte ile Goethe'nin bu buluşmasında okur gençlik, aşk, karşılıksız bırakılan duyguları, insanın yaşama bakışının zamanla değişmesini, toplumsal ve ahlaki sorumlulukları hep bir arada yaşıyor. Anlatılanlar gerçekle varsayım arası bir karışım. Thomas Mann'ın bu değerli romanı okura yer yer "Genç Werther'in Acıları"nı anımsatıyor. 

1940'ta Stockholm'de yayınlanan "Değişen Kafalar" adlı uzun öyküsünde Thomas Mann XII. yüzyıldan kalma bir Hint efsanesine değişik bir açıdan yaklaşıyor. Yazarın bu yapıtı zihin ve beden arasındaki ikilik üzerine oldukça ilginç bir kitap. Bizi biz yapan kafa mıdır beden mi sorusuna yanıt bulmaya çalışıyor. Mann bu yapıtında doğu ve batıdaki zihin ve beden, dostluk ve aşk, erotizm ve ruhsal uyum üzerine değişen görüşlere yer veriyor. Thomas Mann, "Değişen Kafalar"la mitolojik bir Hint fantezisi yaratmış denebilir. Yapıt mitolojik ve fantastik bir uzun öykü.

Son büyük yapıt

"Faust" (1947) Alman edebiyatının geçen yüzyıldaki en önemli roman yazarı kabul edilen ve dünya edebiyatının kültleri arasında tartışmasız bir yeri bulunan Thomas Mann'ın son büyük yapıtıdır. "Faust" miti ile bağlantılı bir çağ ya da toplum romanıdır. Şeytanla pazarlık eden Doktor Faust efsanesi daha çok Goethe'yle tanınmış olsa da 15. ve 16. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi vardır, Goethe‘den de önce pek çok yazar ve şairi etkilemiş, duygulandırmıştır. Goethe'den sonra da Faust konusunu ele alan pek çok edebiyatçı çıkmıştır. Thomas Mann, son yapıtı olarak düşündüğü "Faust"ta okuru kendini beğenmiş bir sanatçı olan Adrian Leverkühn'ün gerilimli dünyasında dolaştırıyor. Ruhu yaratma isteği ile dolup taşsa da akılcı ve duygusallıktan uzak kişiliğini dizginleyemeyen Leverkühn'ün gerilimi, yaratma gücünün önündeki en büyük engeldir. Şeytan, Leverkühn'ü bu zayıf noktasından yakalar. Thomas Mann nasyonal sosyalistler döneminde medeni yaşamın parçalanmasına da yer veriyor. Yazarın hiçbir romanının üzerinde "Faust" kadar tartışılmamıştır.

"Aldanan Kadın" (1952/1953), Thomas Mann‘ın ölümünden önce bitirdiği son uzun öyküsüdür. Yazar, erken dönem çalışmalarından "Venedik'te Ölüm"ün ana motiflerini, bu kez yaşlanmaya başlamış bir kadının duygu dünyasına yerleştiriyor. Yapıtlarında yaşam ile ölümün karmaşık diyalektiğiyle hesaplaşan Mann, bu son öyküsüyle kendi yazınsal döngüsünü de tamamlıyor. "Aldanan Kadın" uzun öyküsü o yılların kadına bakışını yansıtıyor, ilgi çekici diyaloglar içeriyor. Rosalie eşini kaybetmiştir, kırık bir aşktan geride kalan boşluğu resim yaparak gidermeye çalışan kızı ve lise öğrencisi oğluyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir. Oğluna İngilizce dersi vermek için eve gelen genç bir Amerikalı, onu çok etkiler. Rosalie ne pahasına olursa olsun, doğanın ona bağışladığına inandığı bir aşkın peşinden gitmeye karar verir.

* * *

Nazi yönetimi 1936'da Thomas Mann'ı Alman vatandaşlığından çıkarınca Stefan Zweig ona biraz hiciv dolu şunları yazar: "Resmen Alman vatandaşlığından çıkarılıp bir dünya vatandaşı olmaya hak kazandığınız için sizi tebrik ederim!" Başta Hermann Hesse olmak üzere bazı yakın dostlarının desteği ile 1938 yılında Amerika Birleşik Devletleri'ne yerleşen Thomas Mann uzun yıllar Princeton Üniversitesi'nde dersler verdi. 1944'de Amerikan vatandaşlığına geçti. II. Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra Almanya'ya dönmedi. 1952 yılında İsviçre'ye yerleşti ve yaşamının sonuna dek Zürih'te yaşadı...

1 Haziran 2025

1920'lerin Berlin'i kumaşla yaşam buldu

CUMHURİYET, 01 Haziran 2025

STUTTGART - AHMET ARPAD

Stefanie Siebert bir "kumaş sanatçısı". Yıllarca çalışarak kumaşlardan 'insanlar' yaratmış. 1920'lerin Berlin'ini büyük müzesine taşımış. 

Smokinli erkekler, şık tuvaletli kadınlar. Hepsi yaşını başını almış. Suratlar kırışmış, yanaklar sarkmış, gerdanlar çifte, burunlar düşmüş, bakışlar tepeden, cakalı ve donuk, küstah ve şımarık. Yiyip içmekten, eğlenmekten başka bir şey yok kafalarında. Suratlarından belli, bolluk içindeki bir toplumun bu üst sınıf insanlarının dünya umurunda değil. Ziyafet masasının çevresinde garsonlar koşuşturuyor. Üzeri tepsi tepsi havyar, somon, karides, ıstakoz, füme etler, haşlanmış domuz başı, salamlar, sosislerle dolu masa neredeyse çökecek.

Suratları kat kat boyalı kadınlar incecik sigaralarını altın ve gümüş uzun ağızlıklarla içerken erkekler purolarını tüttürüyor. Tuvaletleri pahalı terzilerin elinden çıkmış kadınların giyimleri rüküş. Takıları gösterişli, ağır mı ağır. Bir zamanki güzelliklerinden pek bir şey kalmamış olsa da kırıtmayı, göz süzmeyi hâlâ çok iyi beceriyorlar. Yanlarındaki adamların parasını yedikleri belli. 

Salonun bir başka köşesinde küçük bir orkestra, en popüler dans melodilerini döktürüyor. Yeşil ipek tuvaletli şarkıcı kadın, dudakları kıpkırmızı boyalı kocaman ağzını açmış sonuna kadar, avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ak saçlı bir adam dans ettiği genç kızın omzuna başını dayamış. Az ötede üzeri pastalar, kekler dolu bir başka masanın çevresinde toplanmış üç-beş kadın pahalı porselen fincanlardan kahve içip kahkahalar atıyor. Masanın altına uzanmış süslü püslü köpekleri uyukluyor. 1920'li yılların Berlin'indeyiz. Otto Dix'in insanları karşımızda. Sanki yaşıyorlar! 

Hepsinin arasında, kızıl saçları beline kadar uzanan bir kadın gülümseyerek dolaşıp duruyor. Masadan masaya gidiyor. Tüm salondaki tek canlı o: Stefanie Siebert, Tübingenli bir "kumaş artisti". Salonları dolduran, insan büyüklüğündeki 80'in üzerinde figürün yaratıcısı. Yıllarını vermiş gerçek bir el emeği olan bu insanlara. "Burası benim dünyam, bu dünyada ben insanlarımla neredeyse gece-gündüz yaşıyorum" diyor ve gülümseyerek devam ediyor, "Onlarla ben akrabayız." Sanırım bir yerde de gerçeği söylüyor. Böylesine bir çalışma başka türlü mümkün olmazdı. 

ERKEKLER YAŞINI BAŞINI ALMIŞ!

İnsanlarının yüzleri ve elleri ten renginde incecik triko kumaştan. Yüzlerinin içi pamuk dolu. Gözler her renk boncuktan. Işıldayan parlak kumaştan ringa balığı salamurası. Koyu kahverengi ipekten yuvarlak simitler, üzerlerindeki beyaz tuz taneleri suni inciden. Kuşkonmazlar ipek kumaşla beyaz rujdan. Kâseleri dolduran siyah ve kırmızı havyar minnacık styropor taneleri. Stefanie Siebert insanlarını yaratırken ipeğin yanı sıra saten, deri, ince kadife, sırma şeritler de kullanıyor. Az ötede, elinde uzun namlulu bir tüfek, Mrs. Marple oturuyor. Yanında duruyoruz. Öfkeli gözlerle bize bakıyor. Birkaç adım sonra aşçılar çıkıyor karşımıza. Büyük masanın çevresine toplanmış davetlilere leziz yemekler yetiştirmeye çalışıyorlar. 

Siebert'e, bütün bunları başarmak için yalnızca sanatçı olmanın yetmeyeceğini söylüyorum. İdealist olmak da gerekli. "Evet", diyor biraz düşünceli. "El emeği, göz nuru ve sonsuz bir sabır insanlarımla ortak yaşamımda bana hep eşlik etti." 

"Canlandırdığım erkekler çoğunlukla yaşını başını almış, yaşamlarının son döneminde, kellifelli kimseler," diyor Stefanie Siebert. Dudaklarında hep bir gülümseme var. Devam ediyor: "Kadınlar ise orta yaşın üzerinde, geçmişin güzel günlerinin anı ve özlemiyle yaşamayı sürdüren şıngır şıngır kişiler." Başka bir odada geçen yüzyılın ünlüleri! Toplanmışlar rulet masasının çevresinde. 'Dinner for One' kahramanları Miss Sophie ve uşağı James. Yan yana ayakta duranlar Salvador Dali, Marlene Dietrich ve Adolf Hitler. "Onu yaparken yüz hatları beni çok zorlamıştı."

ONUN 'İNSANLARI' MUTLU

Başka bir odada büyük bir ziyafet masası. Sokuluyoruz. Gülüp konuşanlar, siyah havyara kaşık daldıranlar, kuşkonmazı elle yiyenler, karşısındaki hovarda suratlı zengin ihtiyara göz kırpan bayanlar... Yanında durduğum posbıyıklı garson, elinde şampanya şişesi bekliyor. Bakışlarından yorgun olduğu belli. 

"Gördüğünüz insanlarda en küçük ayrıntıya kadar her şey hemen hemen el dikişi. Makinemi pek kullanmam. Özellikle yüzlerdeki ayrıntılar el dikişsiz olmuyor." Gerçekten de Bernina 1230 dikiş makinesi bir köşede öyle duruyor. "Kullandığım her şey yumuşak olmalı. Satenden ipeğe, kadifeden triko kumaşına..." 

Soruyorum, dikiş dikmeye ne zaman başladığını. "Gençliğimde", diyor. "Size çok şaşırtıcı gelebilir ancak okul yıllarımda el işi dersinden hep düşük not alırdım. Dikişe merak sonradan gelivermişti. Birdenbire." 

Stefanie Siebert yarattığı "insanlar"ı yalnızca Almanya'nın değişik kentlerinde değil Londra'da, Kopenhag'da, Paris'te, Roma'da ve Milano'da büyük mağazaların vitrinlerinde ve galerilerinde de sergilemişti. Görenleri hayrete düşürüp kendine hayran bırakmıştı. Karı-koca Siebert'ler "insanlarının" kalıcı olması için onları sürekli sergileyecekleri bir mekânı yıllarca aramışlardı. Sonunda bu düş gerçekleşmiş, Stuttgart'ın güneyindeki Haigerloch'ta tarihi pansiyon Schwanen'i satın almışlardı. Kumaştan yaratılmış "insanlar" burada tam 10 yıl hep bir arada yaşamıştı. 

Sonra yine taşınmışlardı. 2023 yılında Karaormanlar'ın güneyindeki Beuron kasabasına. Yöre Benedikt rahiplerinin büyük manastırıyla ünlü. Tuna nehrinin kaynağı az ötede. Tarihi Donaueschingen'de. Buradan İsviçre yarım saat. Benedikt rahipler, son yıllarda boş duran üç katlı, 21 odalı pansiyonlarını geçen yıl Siebert ailesine satmıştı. Yaklaşık bir buçuk yıl süren büyük tamiratın ardından güzel bir müzeye dönüştürülen yapı Nisan sonunda ziyaretçilere açıldı. 

Stefanie Siebert ve "insanları" şimdi çok mutlu, çünkü artık başka yere gitmeyecekler, hep Beuron'da kalacaklar, yaşamlarını burada, Tuna kıyılarında sürdürecekler... 

mail@ahmet-arpad.de

25 Mayıs 2025

Beuron manastırının keşişleri

Aydınlık Avrupa, 25.05.2025

STUTTGART
Ahmet Arpad


Arka arkaya dizilmişler. Alacalı bulacalı, rengârenk bir kolye örneği. Austin, Mercedes, BMW, Fiat, Borgward. Çoğu İsviçre plakalı. Eski, antik, "oldtimer". En yenisi 1958 modeli. Kimilerinin üzeri açık. Direksiyonda oturanlar da giysilerini otomobilin yaşına uydurmuş. Yirmiye yakın, göz kamaştırıcı, yüreği hoplatan bir dizi oldtimer, Karaormanlar'da günlük tura çıkmış. Tuna kıyısında trenin geçmesini bekliyorlar. Günlerden pazar. Güneşli, hafif serin bir havada insanlar akın akın gelmiş yöreye. Otomobilleriyle gelenler var. Kilometrelerce öteden pedala basan bisikletliler de. Ormanlarda, Tuna kıyısında uzun yürüyüşe çıkmışlar, kanolarıyla suları arşınlayanlar, çimenlerde top oynayanlar, balık tutmaya çalışanlar da var. Kısacası yöreye gelen herkes gününü gün ediyor.

Az sonra Beuron Manastırı'nın kapısındayız. Manastır, Tuna'nın yeryüzüne kavuştuğu Donaueschingen'e 58 km uzakta. Bize kapıyı açan Peder Martin gülümsüyor. Koyu kahverengi cüppesi yerlere kadar. "Hoş geldiniz," diyor. Manastırı gezdirmeyi kabullendiği için teşekkür ediyorum. Yüksek duvarlar ardındaki Beuron Benedikt Manastırı ziyaretçilere kapalı. Telefonda: "Türk, gazeteci, Müslüman..." deyince, nasılsa zorluk çıkarmamışlardı. Tuna kıyısına Benedikt rahipleri 1862 yılında ayak basmış. Kökleri 6. yüzyıl İtalya'sına uzanıyor, manastırlarının, kiliselerinin olmadığı kıta yok.

Tanrı ile başbaşa...

"Kudüs'teki kilisemiz, Württemberg prensesinin 1906 yılında yaptığı İstanbul ziyareti sırasında zamanın Osmanlı padişahının vermiş olduğu izinle kurulmuştur," diye anlatıyor Peder Martin. "Kudüs Benedikt Kilisesi'nin temellerini atan, manastırımızın rahipleridir." Uzun, ıssız koridorlarda yürüyoruz, kocaman, bomboş iç avlulara çıkıyoruz. Arada sırada yanımızdan kayar gibi geçen başları önünde rahipler gülümseyerek şöyle bir selam veriyor. Peder anlatmaya devam ediyor: "Burada şimdi 30 rahip yaşıyor. Marangozluktan aşçılığa, hepsinin bir görevi var. Boş zamanlarını tek başlarına yaşadıkları hücrelerde Tanrı ile baş başa geçiriyorlar."

Tam bir keşiş yaşamı! "Rahip olmak için bize her yaşta insan gelir," diye anlatıyor Peder Martin: "Önce altı aylık bir deneme sürecinden geçerler. Bu sürecin sonunda manastırda kalmalarına karar verilirse 12 aylık ikinci bir süreç başlar. Buna manastır konseyinin de karar vermesi gerekir."

Az sonra büyük bir tahta kapının önünde duruyoruz. "Yemek salonumuz," diyor yaşlıca peder, "öğle ve akşam yemekleri hep birlikte ilahiler eşliğinde alınır." İki sıra uzun tahta masa, arkaları yüksek kara iskemleler. Salonun arka duvarında duran masa daha genişçe, iskemleler daha cüsseli. "Başrahip ve yardımcıları için... Gelin size manastır kütüphanesini de göstereyim."

Dört kata yayılmış zengin kitaplığın sayısız raflarında 400 bin dini eser, manastırdaki ve başka manastırlardan gelen Benedikt rahiplerinin hizmetinde. "Burada beş yılını dolduran ve ant içen insan artık gerçek bir Benedikt rahibi olmuştur." Almanya'da 20 manastır Beuron'a bağlı. Rahibeler Güney Almanya'daki Weingarten'de ve Avusturya'da Bertholdstein'da.

"Benedikt öğretisine inananların yüzde altmışı kadın," diye devam ediyor Peder Martin. Biraz şaşkın soruyorum: "Niçin çoğunluk kadın?". O ana kadar pek yüzüme bakmadan yürüyen yaşlıca adam, durup başını çeviriyor ve: "Kadınlar daha duyarlı varlıklardır," diye konuşuyor. "Tanrı'yla daha kolay bağlantı kurarlar."

Az sonra manastır çıkışında vedalaşıyoruz. Sigmaringen-Tübingen-Stuttgart yönüne giden dönüş treni saat 15:50'de kalkıyor. Biraz zamanım var. Manastır kilisesine de bir göz atayım. İçeri giriyorum. Kapının yanında küçük bir tabela gözüme ilişiyor: "Günah çıkarma saat 14.30-16.00 arası". Kilise bomboş. Perdeleri açık tahta hücrenin önünde duran iki genç kızın rahibi beklediği belli.

18 Mayıs 2025

Kulesi dünyanın en yükseği

Cumhuriyet, 18.05.2025

Stuttgart - Ahmet Arpad

Albert Einstein, Charlie Chaplin'i 1931'de bir filmin ilk gösteriminde tanımış. Sohbetleri sırasında onu şu sözleriyle övmüş: "Sanatınızda beni size hayran bırakan, onun evrensel oluşu. Tek kelime konuşmamanıza karşın bütün insanlar sizi anlıyor!" Chaplin'in yanıtı çabuk olmuş: "Bu doğru fakat sizin ününüz de erişilmez. Kimse teorilerinizi anlamamasına karşın bütün dünya size hayran." Aralarında böyle başlayan dostluk uzun yıllar sürmüş.

Einstein, Ulm doğumlu. Ulm, "yol üstünde bir kent". Stuttgart'tan Münih'e, Konstanz Gölü'nün kıyılarına, Avusturya Alpleri'nin kayak merkezlerine ulaşmak için hep Ulm'dan geçmek zorundasınız. Kuzey İtalya'ya, Venedik ya da Milano'ya mı yolculuk, yine Ulm üzeri gidiyorsunuz. Berlin'e, Hannover'e, Hamburg'a mı gideceksiniz. Ulm kavşağında direksiyonunuzu kuzeye kırın! Ortasından Avrupa'nın en uzun nehri Tuna geçiyor, kollarından "Mavi" ile burada buluşuyor. İnsan bir an düşünüyor, acaba ona "Mavi Tuna" demelerinin nedeni bu mu? Hayır, tabii bu doğru değil. "Mavi Tuna" deyişini bulan 1867'de bestelediği ve aynı yılın şubatında Viyana'nın büyük parkında kentlilere, Mayıs'ta da Paris'teki Dünya Fuarı'nda uluslararası katılımcılara sunduğu "Güzel Mavi Tuna" valsiyle Johann Strauss olmuştu...

768 BASAMAK

Gotik mimarinin güzel örneklerinden Ulm Katedrali'nin kulesi dünyanın en yükseği. Tam 161.53 metre. Tepesine ulaşmak için 768 basamağı çıkmak zorundasınız. Tabii gücünüz varsa. Ancak çıktığınıza değiyor, hele hava açık, görüş berrak oldu mu... Alpler'e kadar uzanan bir panorama yorgunluğunuzu gideriyor. Temelini 14. yüzyılda atmışlar Ulm Katedrali'nin. Devasa kapısından içeri girip de başınızı kaldırdığınızda kubbeleri süsleyen motifleri zor seçiyorsunuz. O kadar yüksekteler. Kulesi yakında "dünyanın en yükseği" unvanını yitirecek. Çünkü İspanya'nın Barselona kentindeki La Sagrada Familia bazilikası 170 metrelik kulesiyle birinciliği kapacak!

700 YILDIR SAPASAĞLAM

Katedral çevresi eskiliğini korumuş. Dar sokaklar, ikişer üçer katlı tarihi evler, loş geçitler, küçük lokantalar ve şaraphaneler, butikler ve galeriler... Tuna'ya inen yollar kentin en şirin mahallelerinden geçiyor. Birçok tarihi Alman kentinde olduğu gibi Ulm'da da çoğu sokak araç trafiğine kapatılmış, yayalar rahatça dolaşsın diye. Kafeler, lokantalar masalarını çıkarmış dışarı.

Bugün bir yaz havası var Tuna'nın kıyılarında. İnsanlar kış aylarında süren "ev hapsi"nin ardından mutlu mutlu oturuyor, yorgunluk çıkarıyor, gülümsüyor... Balıkçılar Mahallesi kentin en eski yerleşimi. Buradaki yapıların çoğu, nehir kıyısındaki kent duvarları 16. ve 17. yüzyıldan kalma. Günümüzde lokanta olarak kullanılan "Eğik Ev", 700 yıldır hâlâ sapasağlam ayakta, hafif yan yatmış olmasına karşın.

O BİR ŞAMANDI, KAHİNDİ, EYLEMCİYDİ

Birkaç yıl önce Ulm Müzesi salonlarını, geçen yüzyıl Almanya'sının en tanınmış "politize olmuş sanatçısı" kabul edilen Joseph Beuys'a (1921-1986) ayırmıştı. Beuys, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'nın yetiştirdiği tartışmalı sanatçılarından biriydi. Yaşamı boyunca üzerinden uzun paltosunu, başından kenarları geniş şapkasını çıkarmayan Düsseldorf'lu sanatçının özellikle 1960'lı ve 1970'li yıllarda heykel, yerleştirme, çizim, grafik ve performans alanlarındaki çalışmalarında Şamanizmden ve Rudolf Steiner tarafından kurulan mistik bir felsefe akımı kabul edilen, fizikötesi fenomenler Antropozofi öğretisinden etkilenmiş olduğu bilinir. "Heykellerimin doğası kesin ve bitmiş değildir, her şey sürekli bir değişim geçirmektedir" sözleri onundur. Alman sanat dünyası için o bir şamandır, kâhindir, büyücüdür, rahiptir, eylemcidir, politikacıdır, filozoftur...

'BALIKÇILAR MAHALLESİ'NDE BİR GEZİNTİ

Ulm gezintisinin sonunda Stuttgart'a dönmek de var, geceyi tarihi Balıkçılar Mahallesi'nde geçirmek de. İkinci seçeneği yeğlerseniz, adı "Dar Ev" olan küçücük otelde kalmanız önerilir. Fischergasse'de, taş köprünün hemen yanı başındaki, 16. yüzyıldan kalma yapı adı gibi gerçekten daracık. Sadece 4.63 metre! Üç katında baştan aşağı restore edilmiş toplam üç oda! Birinde jakuzi var, günün yorgunluğunu atmak isteyenler için. Tuna'nın kolu Mavi neredeyse alt kattaki odanın içinden geçiyor.

Az sonra ağaçlar altında oturmuş, leziz yöre şaraplarını yudumlarken aklınız uzaklarda... Albert Einstein gözünüzün önüne geliyor. Ulm'dan çocukluğunda ayrılmış olmasına karşın hep şunları söylemiştir: "İnsan doğmuş olduğu kenti hiç unutamıyor. Doğduğu kent onun kişiliğinin bir bölümünü oluşturuyor. Ben Ulm'ü hep minnetle anımsıyorum..."

11 Mayıs 2025

10 Mayıs 1933

Aydınlık Avrupa, 11 Mayıs 2025

Stuttgart - Ahmet ARPAD

10 Mayıs 1933. Berlin Opera Alanı'nda akşam oluyor. Tam orta yerde dev bir ateş. Alevler gecenin karanlığına yükseliyor. Çevresinde toplanmış insanlar keyifli. Yazar Erich Kästner de aralarında duruyor. Onun suratı asık.

Sayısız üniversite profesörü öğrencileriyle gelmiş Opera Alanı'na. Çantalar içinde, sırt torbalarında, bisiklet sepetlerinde, hatta el arabalarında getirdikleri yığınla kitabı dev ateşe atıyorlar. Az öteye tezgâh kurmuş seyyar satıcılar kızartılmış sosisler, bira, şekerleme, çikolata satıyor. Ellerinde büyük meşaleler üniformalı kızlar insanların arasında dolaşıp duruyor. Az sonra kamyonlar da ateşin yanına yaklaşıyor. Kapaklar açılıyor. Kahverengi gömlekli üniversite gençleri kamyonlardan aldıkları binlerce kitabı da ateşe fırlatıyor. Kara suratlı üniformalılar, tasmalarından zor tuttukları kurt köpekleri yanlarında, olup biteni dikkatle izliyor.

Kästner 'Kitaplar Yakılır mı?' adlı denemesinde o geceyi şöyle anlatıyor: "Binlerce kitap dolu kamyon insanlar arasından geçip yaklaştı. Ateşin çevresindeki öğrenciler ne yapacaklarını bilmiyormuş gibi öyle duruyordu. Kitapların verilen emirlerle ateşlerde yakılabileceğini şimdi öğreneceklerdi. Binlerce kitap yere döküldü, becerikli eller onları aldı, hızla alevlere savurdu..." O gece Alman dilini, kültür ve edebiyatını yüzyıllar boyu onurlandırmış edebiyatçıların, düşünür ve sanatçıların yapıtları büyük ateşte yandı, kül oldu! Hitler Gençliği örgütü ve eğitim müdürlükleri Almanya'nın tam doksan kentinde yüz iki yakma eylemi düzenledi. Almanya'nın yirmi bir üniversite kentinde üç yüzün üzerinde edebiyatçının, filozofun, bilim adamının ve politik yazarın yapıtları ateşlerde kül oldu.

Kitaplar Silahlardan Daha Güçlüdür

Baskı yönetimleri kitaptan hep korkar, çünkü kitap her türlü silahtan daha güçlüdür. Kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Bireye baskı yapan, onu düşüncelerinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır. Ancak kitap her şeye karşın toplumları etkinlemesini, insanlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Ünlü "Berlin-Aleksander Alanı" romanı da (Çeviren: Ahmet Arpad) ateşe atılan Alfred Döblin'in olayların ardından şu söyledikleri çok uyarıcı: "Özgür düşünceye engel olamazsınız, o kuş gibidir, her yere uçar." 1933 kitap yakmaları Hitler'in aydınları yok etme girişiminde attığı ilk adımdır. Daha 1824'de: "Bugün kitapların yakıldığı yerde, yarın insanlar da yakılır" diyen evrensel ve insancıl Alman şairi Heinrich Heine ne yazık ki haklı çıktı. 1933'de kitapları yakan Naziler 9 Kasım 1938'de tüm ülkede Yahudi ibadet evlerini, sinangogları da yaktı. O gece 400 insan yangınlarda öldü veya öldürüldü. 10 Mayıs 1933'de yakılan ateş tam 12 yıl sönmedi, toplama kamplarının fırınlarında, bombalanan onlarca kentte yandı durdu. 10 Mayıs 1933 insanlık tarihine geçen karanlık, utandırıcı günlerden biridir…

Hitler 5 Mart 1933 seçimlerinde salt çoğunluğu elde edememişti. Ancak sol partiler arasında işbirliği sağlanamaması, bu arada Hindenburg ve tilki politikacı von Papen'in ağır endüstri krallarıyla gizli anlaşması, uydurma Reichstag yangını Hitler'i yine de başbakanlık koltuğuna oturtmuştu. Hırsı sınır tanımayan "Führer"in ilk işlerinden biri özgürlükçü sola ve düşünürlere karşı saldırıya girişmek olmuştu. Yüz binlerce emekçinin yanı sıra düşünürler, sanatçılar, bilim adamları tutuklanmıştı!

"Yahudi Ruhu Almanya'yı Tehdit Ediyor"

10 Mayıs akşamı başlayan 'Kitap Yakma' girişimi hemen tüm ülkeye sıçradı. Almanya'da yüz binlerce kitap yok edildi. Kitaplar yanarken sadece Nazi subayları nutuklar atmıyordu. Profesörler de heyecanla: "Giderek artan Marksist girişimler, yıkım getiren Yahudi ruhu Almanya'yı tehdit ediyor", diye binlerce insana sesleniyordu. Heine, Marx, Freud, Seghers, Brecht, Zuckmayer, Zweig, Mann ve Remarque'ın havaya uçuşan eserleri alevlerde yok olurken askeri orkestralar marşlar çalıyor, insanlar hayvanlar gibi uluyordu!

Naziler: "Alman düşün dünyasının çöpü", dedikleri bu yazarların sadece Berlin'de 20 bin kitabını ateşe attı. Hitler'in düşünceye baskısı kitapların yakılmasıyla doruk noktasına ulaşmıştı. Nazi gençlik örgütlerinin 'Kitap Yakma' uygulamasının halka anlatılan gerekçesi, Alman kültürünü yabancı kirlenmelerden arındırmaktı. 'Kahverengi Gömlekliler' tüm ülkede kütüphaneleri, yayınevlerini bastılar, kitapları kamyonlara doldurup alanlara götürdüler.

Kültür Cinayetine Onay Veren Aydınlar

Kitap yakma, Hitler ve peşinden gidenlerin Alman düşün dünyasında planladığı kıyımın sadece bir parçasıydı. Bu uygulama 10 Mayıs'tan önce başlatılmıştı. Üniversiteler, müzeler, kütüphaneler, tiyatrolar ve orkestralarda yapılan "temizlik" için 7 Nisan 1933'te memur yönetmeliğinde değişikliğe gidilmişti. Komünistler, sosyalistler ve özellikle de Yahudiler devlet hizmetinden çıkarılacaktı. 10 Mayıs'tan haftalar önce Alman düşün dünyasına 'zarar veren kişiler'in listeleri hazırlanmıştı. Alman aydınlarının bir bölümü olup bitene sesini çıkaramadı.

Çoğu düşünür, profesör, aydın, insanlık tarihinde benzeri olmayan bu kültür cinayetine onay verdi. Basın da karşı çıkmadı, hatta birçok köşe yazarı girişimleri onayladı. "Kentlerimizde göğe yükselen alevler, Almanya'nın yeniden uyanışının bir simgesidir," diye yazanlar oldu. Aradan iki yıl geçtikten sonra Hitler yönetimi bir 'yasaklar listesi' yayımladı. Bu listeye göre Naziler tam 524 yazarın 'zararlı' dedikleri toplam 3601 eserinin Almanya'da yayımlanmasını ve okunmasını yasaklıyordu.

Kitap, diktatörlerin, baskı yönetimlerinin korkulu düşüdür, örümcekli kafalar için karabasanların en korkuncudur. Çünkü kitap, bütün işkencelerden, zindanlardan, her türlü silahtan daha güçlüdür. İnsanlık tarihinde kitaptan nefret eden, kitabı yasaklayan, yakan çarpık politika önderleri hep görülmüştür. Ancak kalıcılığını ve etkinliğini her zaman korumuştur kitap. O, sağlıklı düşünceyi toplumlara ulaştırmayı, onlara doğru yolu göstermeyi hep başarmıştır.

Düşünce özgürlüğüne baskı, uygulandığı ülkenin sınırlarını kolayca aşar, başka toplumlara da sıçrar. Bireye baskı yapan, onu düşüncesinden dolayı zindana atan çıkar çevreleri her zaman ve her ülkede vardır.

Stuttgart'taki çalışmaları ağırlıklı 'insan hakları' olan "Die AnStifter" derneği her yıl bu haftada yaptığı değişik toplantı ve okumalarla bizlere 10 Mayıs 1933'de ve sonrasında Hitler diktatörünün Almanyası'nda neler olup bittiğini anımsatmaya çalışıyor!

27 Nisan 2025

Kendini herkesten üstün görürdü!

Cumhuriyet, 27 Nisan 2025

SALZBURG
AHMET ARPAD


Megaloman kime denir? Kendini herkesten üstün gören ve hep ön plana çıkmak isteyen kişiye! Bu insanın temelinde çok güçlü ve bastırılmış bir aşağılık kompleksi vardır. İnsanlık tarihinin gelmiş gelmiş en büyük megalomanlarından biri de Adolf Hitler'di. Savaş sonrası "Führer"in bu hastalığı üzerine kafa yoran sayısız psikiyatrist onun iki ruhlu bir insan olduğu üzerinde birleşir. Çift kişilikli oluşu onu yakın çevresi için zaman zaman anlaşılmaz yapardı. Davranışları çoğu kez esrarengizdi. Gözlerini boyadığı insanları peşine takmasını başaran bu megalomanın başlattığı savaş sadece altı yıl içinde 60 milyon insanın yaşamını yitirmesine neden olmuştur! On iki yıllık yönetimi sırasında hep daha büyüğün peşinden koşan Hitler'in düşlerinden biri de, yüz binleri ve kendinden sonrakileri etkileyecek dev mimarlık eserleri yaratmaktı! Hitler'in dev yapılarına günümüzde Berlin'de, Nürnberg'de, Münih'te, Regensburg'da hâlâ rastlanıyor.

"Halkın Başbakanı"

Geçen sonbahardaki Salzburg ziyaretimizin ardından yakın Berchtesgaden'de yaşayan eski tanış bir aileye uğramadan Stuttgart'a dönmek olmazdı. Havanın soğuk, fakat güneşli olmasından yararlanarak onlarla birlikte Obersalzberg tepesine çıkmıştık. Almanya-Avusturya sınırında, iki bin metreye yaklaşan bu tepenin 1933'den bu yana kötü bir ünü var. Ülkede yönetimi ele alan Hitler kısa süre içinde Obersalzberg'deki tüm yapıları ele geçirir. Mülkünü satmak istemeyenleri "toplama kamplarına gönderirim" tehdidi ile inatlarından vazgeçirtir. Kendine "halkın başbakanı" dedirten Hitler Almanya'yı ve savaşı çoğu kez, bu tepeye oturttuğu dev merkezden yönetmiş, ülkelerarası politikacılarla, diplomatlarla görüşmelerini burada yapmıştır. Obersalzberg malikanesinin altına açtırttığı beş kilometrelik gizli tünellerin bazılarını bugün ziyaret etmek mümkün. Amerikalılar 25 Nisan 1945'de sadece bu dev yapıyı bombalamadılar, Nazi subaylarıyla muhafızların konakladığı tüm binaları da yok ettiler. Birkaç gün sonra Hitler, 29 Nisan 1945'de Berlin'de saklandığı yeraltı sığınağında Eva Braun ile evlendi. Ertesi gün de, bundan tam 80 yıl önce, 30 Nisan 1945'de, siyanür içerek yeni evliler intihar etti. Hitler'in vasiyeti üzerine cesetleri yakıldı.

"Führer", bir efsane

Adolf Hitler'in kişilik kültü, Nazi Almanyası'nın öne çıkan bir özelliğiydi. 1930'lu yılların aralıksız Nazi propagandasına göre "Führer" her zaman haklıydı, ülkesinin ekonomik sorunlarını çözmedeki başarısı hep ön plana çıkarılıyordu. Alman toplumu Hitler'in kişiliği, görüşleri ve hedefleri arkasında birleştirmek için bir araç olarak kullanıldı. Nazilerin gözünde o bir mesihti. Almanya'yı kurtarabilecek tek kişi oydu! Birinci Dünya Savaşı sonrasında acılar çeken insanlara "Führer kültü" aşılandı. Führer efsanesi", Hitler'in birçok Nazi Partisi üyesine mistik görünmesini sağladı. O halktan biriydi. İnsanüstü niteliklere sahipti. O "geleceğin lideri"ydi. Destekçilerinin gözünde Hitler "Almanya'yı özgürleştirmek için Tanrı'nın aracıydı". Hitler'in karizmatik ve büyüleyici konuşma yeteneği halkının ilgisini çekmesinde büyük rol oynadı. "Tek Adam" kısa sürede milyonların umudu oldu. Halefi seçtiği Hermann Göring'in gözünde o "Almanya'yı kurtarmak için Tanrı tarafından yollanmıştı!" Hitler her zaman haklıydı. 1930'lu yıllarda "lider ilkesi", Nazi Almanya'sındaki siyasi otoritenin ana temeliydi. Ona göre "Führer"'in sözü tüm yazılı yasaların üzerindeydi. 1930'lu yılların başında çoğu Alman ekonomide iyileşme, güvenlik ve refah arıyordu. Hitler bunların hepsini sunuyor gibiydi. Kısa sürede yaratılan mite göre Hitler artık Almanya'yı kurtarmış olan karizmatik bir liderdi. O yıllarda İspanya Franco, İtalya Mussolini ve Almanya Hitler'le dibe çökerken Türkiye Atatürk'le diriliyordu!

"Kartal Yuvası"

Az ötede, uçurumun bağrına sipsivri saplanan bir kayanın üzerinde ilginç bir yapı var. Hitler'in çayevi! Diktatör büyük salonunda veya terasında Eva'sıyla keyif çatıp çayını yudumlar, ötelerdeki Salzburg'u ve ufuktaki karlı dorukları seyrederken kafasından yeni 'kötülükler' geçiriyordu. Burası Alpler'de bir 'kartal yuvası'. İnanılmaz bir manzara ayaklarınızın altında. Dimdik yükselen yamaçlar silme çam ormanlarıyla kaplı, aşağılarda, kayaların derinliğinde Königsee'nin yemyeşil suları, üzerinde gemicikler, göle akan pırıl pırıl dereler. Stefan Zweig "Dünün Dünyası"nda (Çeviri: Burhan Arpad) Salzburg yıllarını anlatırken şöyle eder: "Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra o küçük kentin kasvetli manzarasını anımsayıp damından yağmur suları akan evimizde soğuktan titreştiğimizi düşündükçe, bu barış yıllarının değerini daha iyi kavrıyorum. Dünyaya ve insanlara inanmamıza izin vardı o günlerde. Fakat sonra hemen karşımızda, Berchtesgaden dağında oturan bir adamın (!) bütün bunları tuzla buz edebileceğini hiç düşünmemiştik..."

Çarpık yapılaşma ve deprem

Aydınlık Avrupa, 27 Nisan 2025

STUTTGART - Ahmet Arpad

Marmara Denizi'nde meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem sonrası açıklama yapan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, "Deprem 13 saniye sürdü, 51 artçı sarsıntı kaydedildi. Can kaybı yok. 6 binin üzerinde ihbar geldi, büyük kısmı bilgi amaçlı" dedi. "Tebdbiri elden bırakmayalım." Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan, sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımda bu depremin beklenen İstanbul depremi olmadığını, ancak o depreme ilişkin enerji birikmesini tetiklediğini belirttiler.

Deprem milyonları etkileyebilir

İki binli yılların başlangıcında, Yalova depreminin ardından Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan deprem riski raporunda, İstanbul'da meydana gelebilecek büyük bir depremde 55 bin kişinin hayatını yitireceği açıklanmıştı. Aradan 25 yıl geçti, İstanbul depremi gittikçe yaklaştı, ayak sesleri hep duyuldu! 2021 yılında İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, TBMM Deprem Araştırma Komisyonu'na şu bilgiyi vermişti: "İstanbul'da olası bir depremde 200 bin binanın orta ve ağır hasar almasının bekleniyor, bu da 3 milyon insanı etkileyebilir…" 7.5 büyüklüğündeki bir deprem senaryosuna göre 48 bin binanın ağır hasar almasının beklendiğini dile getiren Kahraman, içme suyu ve doğalgaz şebekelerinde de büyük hasarın kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı.

Ranta dayalı zenginleşme

Son 60-70 yılda kentçilik her yanı denizlerle çevrili 3 bin yıllık metropolda sağlıksız bir büyüme göstermiştir. İstanbul tüm deprem tehlikesine karşın sürekli bir kaçak yapı cenneti olmuştur. Çarpık kentleşmenin en 'güzel' örneklerini burada görmek mümkündür. Adnan Menderes'le başlatılan 'ranta dayalı zenginleşme', toplumu ve ekonomiyi allak-bullak ederek Özal döneminin 'devlet destekli yağma'sında doruk noktasına ulaşmıştır. Yeditepe kentin yüzlerce tepesini ele geçirenler başlarını sokacak bir dam altı ile yetinmediler. Hazine arazileri üzerine kaçak yaptıkları gecekondularına oy karşılığı tapu aldılar. Böylece yasadışı eylemlerine devleti de ortak ettiler. Zamanla gecekondular apartmana çevrilirken, depremler kentinin taşı toprağı, kayan yamaçları betonla kaplandı.

"İstanbul'a hücum"

Anadolu'nun "İstanbul'a hücum"u, sömürü ve çıkarcılığı da beraberinde getirdi. 1950'li yıllarda başlatılan sağlıksız sınıf tırmanmasının önü hiç alınmadı. Yüzkarası bir kentçilik, kültür mirasını ve doğayı yok eden bir yapılaşma kaçınılmaz oldu. 1947'nin Yedikule tipi gecekonduları kısa sürede ortadan silindi. Son yirmi-otuz yılın gecekonduları(!) su havzalarına, orman kenarlarına kondurulan villalar, İstanbul'un sağına, soluna dikilen 'plazalar', 'cityler', 'centerler', 'residencelar'dır... Kimler başrolde?

Gökdelenlerin modern kentçilikte çağdaş bir adım olduğu yalanına İstanbulluları inandırmak isteyen para babaları, yetkililer, uzmanlar... Bu kentin birinci derece deprem bölgesinde yer aldığını bilen mimar ve mühendisler... Çarpık yapılaşmaya yine de göz yummaya devam eden kent planlamacıları, 'dinibütün' belediyeciler, 'referansı İslam' politikacılar...

İnşaat sektörü ve 'yağma Hasan'ın böreği'

1999 depreminin ardından bir sürü uzman ortaya çıkmıştı. Sayısız konferans vermişler, sempozyumlar yapmışlar, konuşmuşlar, tartışmışlardı. Konuları sınırsızdı: "İstanbul ve yakın civarı için sismik tehlike, bölgenin depremselliği, depremlere dayanıklı yapı tasarımı ve inşaatı, depremler sırasında olabilecek hasarların azaltılması için alınması gereken önlemler, depreme hazırlık, kamuoyunu bilgilendirmek, falan filan, fasa fiso..." Sonra ne oldu? Her zamanki gibi lafla peynir gemileri yürütüldü!

İstanbul'da 340 yılından bu yana büyüklükleri 8 ile 9 arasında değişen tam on üç büyük deprem yaşandı. Yıllar arkada kaldıkça depremler arası süre kısaldı. Yeterli derecede gerçekçi ve güvenli bir çözüm bulabilecek jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisleri, mimarlar, kent ve bölge planlama dallarında deprem konusunda uzmanlaşmış yürekli araştırmacıların ortak çalışması o kadar zor mu?

Dünya Bankası'na sunacakları kapsamlı ve inandırıcı bir deprem projesi hazırlamaları mümkün değil mi? İnşaat Mühendileri Odası geçenlerde açıkladı: "İstanbul'daki yapıların yarıya yakınının yapı kullanma izni yok!" Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum da altı ay önce: "İstanbul'da 5.9 milyon konutumuz var. Bunun 1,5 milyonu riskli, 300 bini acilen dönüşmesi gereken yapılar", dedi. İnşaat sektöründe daha fazla rant, depremlerde daha fazla ölüm demek!

Büyük yıkım olur

Oysa bu kent ve yakın çevresindeki nüfus yoğunluğu, yapı stoku, fabrika ve sanayi kuruluşlarının sayıları ve onların Türkiye ekonomisindeki payı düşünülürse, ortak bir deprem projesinin önemi ve ivediliği su götürmez bir gerçek. Bilmiyor mu sorumlular, İstanbul'da meydana gelecek 7'den büyük bir depremin Türkiye'nin dengelerini bozabileceğini? Elli beş bin insanın ölümünün, birkaç yüz milyar dolara varacak ekonomik kaybın bir daha altından kalkamaz bu ülke. Evler kalitesiz inşaat malzemelerinden yapılmış, ancak vatandaşlar hâlâ bu konutlarda yaşıyor. Ve depremi bekliyor, eli böğründe... Başta Almanya olmak üzere tüm endüstri ülkeleri Çernobil faciasının ardından nükleer güç santrallarını peşpeşe kapatıyor. Türkiye ise deprem bölgelerine nükleer güç santralları konduruyor! Yıllarca süren tüm karşı çıkmalar hiçbir işe yaramadı, Mersin-Akkuyu ve Sinop-İnceburun inşaatları sürüyor. Sinop'ta 650 bin ağaç kesildi. Üçüncü nükleer güç santralı da İstanbul'un kuzeybatısındaki deprem bölgesi İğneada'da yapılacak! 3155 hektarlık çok ender Longoz ormanları milli parkının yanıbaşına. Yörede 200'den fazla kuş türü yaşıyor!

Geçmişte: "Nükleer enerjiye karşı çıkanlar, radyasyon riski olduğu için acaba bilgisayar kullanmıyor mu, televizyon seyretmiyor mu? – Riski var mı, tabii var. Patlayabilir. Şimdi, riski var patlayabilir, diye biz tüpgaz kullanmayacak mıyız? – Bekârlık nükleer santraldan daha tehlikeli", diyen çok üstdüzey poltikacılarımız olmuştu!

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi deprem bölgesine, İstanbul'un su kaynaklarının ortasına, kuşların göç yoluna 13 milyon ağaç kesilerek dev bir havalimanı oturtuldu. Açılması düşlenen 45 kilometrelik "beton kanal" da deprem bölgesinin içinden geçiyor. Doymak bilmez bir açlıkla "Yağma Hasan'ın böreği"ne hücum edenler, İstanbul'umuzu bir güzel midelerine indirmeye devam ediyor.

Tutuklu bulunan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu İstanbul'da gerçekleşen 6.2 büyüklüğünde deprem ve sonrasında meydana gelen artçı depremler sonrası sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. İmamoğlu "Kanal İstanbul ve benzeri ihanet projelerinden İstanbul'u uzak tutarak devletimiz ve milletimiz için beka problemi olan İstanbul Depremine ve sonuçlarına hızlıca hazırlanmalıyız" dedi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu 17 Nisan 2021'de şöyle demişti: "İstanbul özelinde ciddi bir deprem hazırlığı içindeyiz."